Sınıfımda Yobaz Zürriyetine Yer Veremem !

Huseyni

Müdavim
ANNEN GİBİ OLMA!

OMUZLARIMDAN sıkıca kavradı. Öyle ki koptu sandım. Kuvvetle sarstı. Tırnaklarını etime öyle saplamıştı ki o günü andıkça hâlâ ilk günkü gibi hissederim acısını. Gözlerimin içine beni öldürecekmiş gibi baktı ve “Şimdi gözlerimin içine bak ve bana büyüyünce kesinlikle onun gibi olmayacağım de! Yoksa ellerimle gebertirim seni!” dedi bağırarak.


“Dilim tutuldu” derler ya, hakikaten tutulmuştu. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordum. Biri sınıfa girip beni kurtarsın diye bekliyordum. Beni kurtarmak için kimse gelmedi. Suratıma art arda şaklayan tokatlardan sonra nihayet çözüldü dilim. Hıçkırıklara boğularak “evet” diyebildim. O hâlâ öfkeyle bağırıyordu ‘“Sıkma başlı annem gibi olmayacağım’ de! Yoksa kovarım seni bu okuldan! Sınıfımda yobaz zürriyetine yer veremem! Çabuk bana anan gibi başını kapamayacağına söz ver!”


Sonra artık onu duyamadığımın farkına vardım. Kalp atışlarım kulaklarımda çınlıyordu. Hiçbir ses duyamıyordum. Sadece öğretmenimin bir sağ, bir de sol gözüme odaklanan bakışlarını ayırt edebiliyordum.


Söylediği şeyleri dilim çözülüp de tekrarlayıncaya kadar dayak yedim. Derken burnum kanadı. Sonra kulağıma olanlardan anneme veya bir başkasına söz etmem halinde canıma okuyacağını söyleyerek saçlarımdan sıkıca kavradı. Beni öylece yürüterek ikinci kattaki sınıfımızın hemen solundaki lavaboya götürdü. İşte o an çok korktum. Beni ölüme götürüyor sandım. Kanayan burnumdan yüzüme dağılan kanı temizledi. Siyah önlük giyerdik o zamanlar. Beyaz yakalı siyah önlük... Yakamı değiştirdi. Son zil çalıncaya kadar bahçeye çıkmama izin vermedi. Masasında oturarak konuşmadan beni izlemesi içimi daha bir ürpertmişti. Daha 10 yaşımdaydım. Konuşursam beni gerçekten öldüreceğine inandığımdan ne istediyse yaptım, sırrımızı sakladım. Bu yüzden öğretmenimin ezici muamelelerine okulum bitinceye kadar katlanmak zorunda kaldım. A. A, öğretmenlik mesleğine devam ediyor.


İngilizce Hocam C. K, sınava giren bütün öğrencilerin tanıklığında beni
“Sıkma baş! Sen buraya!” diye çağırdı. Karşısına oturttu. Okulumdaki müdür yardımcısı, H. Hanım da yanında oturuyordu.


İngilizce öğretmenim “Hadi, bana şu cümlelerin Türkçe karşılıklarını söyle."
Diyarbakır’dı burası. Sanki doğru düzgün İngilizce öğrendiğimiz vardı. Kitapta olmayan hiçbir soruyu yanıtlayamazdım. İyi çalışmıştım ancak hocamın sözünü ettiği sözcüklerle ilk kez karşılaşmıştım. Ama C. Hoca, ben yanıtlayamadıkça sürekli olarak cümleleri tekrar ediyor, bir yandan H. Hanım’la utanç içindeki halime bakarak gülüşüp duruyordu. Nihayet H. Hanım dayanamayıp “yazık ama bu kadar yeter” dedi. Utancımdan yerin dibini boylamıştım.


Sonra, C. Hoca, bu kez aynı cümleleri Türkçe tekrar ederek, benim İngilizce karşılıklarını vermem gerektiğini söyledi. "'Aptesimi aldıııımm, başımı bağladıııım, camiye gittiiiiim. Namazımı kıldııııım. Bir de eğer bu dersten sınıfta kalmak istemiyorsan İngilizce anlat bize bakalım başını neden kapadın?’”


Tabii ki söyleyemedim. Kahkahalarla gülmeye başladılar. Yanındaki H. Hocaya bakarak “İşte çocuklar, yobazlık, örümcek kafalılık budur! Bu başı kapalılar işte böyle kültürsüz ve cahildirler. İngilizce bilmezler. Babaları başlarını zorla kapatır. Kocaları aşağılar. Göreceksiniz! Bu geri kafalılar, bu ülkede yaşam boyu sürünmek zorunda kalacaklar. Siz siz olun, bu örümcek kafalı gibi olmayın!”


Kıpkırmızı olmuştum. Yerin dibine girdiğimi sandım. Ama yine de gözlerinin içine bakarak “Lütfen bana kitaptan sorun Hocam! Ben kitaba çalıştım!” diye tekrarlamaktaydım. Aileme hakaretler yağdırdı. Beni sınıftan kovdu sonrasında. Kaçınılmaz olarak o dersten sınıfta bırakıldım. 14 yaşımdaydım.


Bileklerim zonk zonk zonkluyordu. Evrak çantamı güçlükle taşıyabiliyordum. El bileklerimdeki ağrının benzeri ayak bileklerimde de başlamıştı. Her adım attığımda burkulma ağrısına benzeyen hatta farklı olarak daha yakıcı olan bu travmanın etkisiyle korkunç acılar çekiyordum.


Buna rağmen o günlerde Tercüman’daki köşemde yayımlanmak üzere kaleme aldığım “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”yle alakalı yazımı tamamladıktan sonra İbni Sina Hastanesi’ne gitmek üzere sevk aldım.


Diyarbakır’daki doktorum beni İbni Sina Hastanesi çalışanlarından Prof. Dr. N. B.'ye yönlendirdi. Sekreterine doktorumun ismini verince, N. B “hemen buyursunlar” diye kabul etti. Odasına girince daha “Merhaba, ben Diyarbakır’dan geliyorum” der demez suratının asıldığının farkına vardım. Sonra gergin tavırlarla masasındaki evrakı incelemeye başladı. Ben zaten ayakta durmakta güçlük çekmekteydim, masasına yaklaşarak armağanımı bıraktım. “Uzak dur masamdan! Yaklaşma!” diye haykırdı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Başım döndü. Oradaki koltuğa oturmak zorunda kaldım.


“Kalk çık odamdan! Ne hakla ben otur demeden oturursun terk et hemen burayı!” diye bağırdı. Karşılık vermeden dışarı çıktım. Dünya kadınlar gününde sırf başörtülü olduğum için üstelik bir kadın tarafından böyle ağır bir şiddete maruz kaldım.


Güçlükle hasta kabul noktasına yürüdüm. Değerli bilim insanı bir dostumu aradım. “Burada bana asgari bir insan muamelesi yapacak bir doktor yok mu?” dedim. “Prof. Dr. Ali Rıza Uysal demokrat ve insan haklarına saygılı bir insandır” dedi. Derken, N. B bu kez Ali Rıza Bey’in de tanıklığında sekreteri aracılığıyla armağanımı kabul edemeyeceğini söyleyerek bana iade etti. Hastaneden çıktım. Kar taneliyordu. Bir internet kafeye girdim ve 20 Mart 2005 Pazar günü yayımlanan “İbni Sina’nın asık yüzü” başlıklı köşe yazımı kaleme aldım. 34 yaşımdaydım.


Bunları bizzat yaşadım. Ancak hayatımın hiçbir evresinde benim gibi düşünmeyenlere yönelik böylesi bir muamele etmeyi insanî bulmadım. Bana yapılacak “olası” bir haksızlıktan ötürü, kimsenin yaşam alanını daraltmadım. Çünkü insan haklarına aykırı olan bu tür davranışların tedavi edilmesi gereken ruhsal rahatsızlıklar olduğuna inanıyorum.


Ortak yönleri şu:

Bana göre şiddet yanlısı olanların hiçbirinin öfkelerinin temeli mutlak bir yaşanmışlığa dayanmıyor.
Zihinlerinde anormal kaygılar yaratıyorlar...
Olasılıklar ve varsayımlarla “başka” olanın yaşam alanlarını daraltıyorlar.
Hiçbir gerçekliği olmayan o kaygılara saplantı derecesinde inanıyorlar.
Sonra dehşete kapılıyorlar.
Sanrılarının gerçekleşeceğinden çok korkuyorlar.
Süreği olarak paniğe kapılıyorlar.
Bu noktada akıl, her tür panik atak olayında olduğu gibi devre dışı kalıyor.
Bu yüzden akılla izah edilemeyen, bilinçsiz tepkiler geliştiriyorlar.
Bu tepkilerini, kurmacalarıyla gerekçelendirmek suretiyle köktenci karşıtlıklarının aslında sanıldığı kadar mesnetsiz olmadığını vurgulamaya çalışıyorlar.


Mehtap Yılmaz / Taraf, 14.10.2010
 

teblið

Vefasýz
Bu yazıyı okuyunca insanın hayatı film şeridi geçiyor gözünün önünden;Maalesefki bu ülkede bu insan bozuntularından yüzlerce var..ve eğitim ordusu içinde adeta sürü gibiler;

Ama bu hakaret ve saldırları birer kamçı oldu benim için..Pes etmedim hiç bir zaman..etmemekte lazım..kadrolaşmak lazım her alanda her meslekte;Ve bu zihniyettte olan insanların hazmedemediği başörtülü müslümünaların sanki zihinsel özürlüdür okumazlar fikirlerini çürütmek lazım inadına..;

O yüzden okumak lazım diyorum..eğitimin öenmini kavramak lazım..bizde varız demek lazım...;

onların bu gayri inasını tavırları aslında psikolojik bir provakatörlükten başka bişey değil.ancak ellerinden bu geliyor..İstediklerini yapsınlar kimin umurunda..;

İlmin her alanında şükürler olsun ki müslümanların sayısı hızla artmakta..kararlı ve mücadele ruhuyla ilerlemek yarınlara YATIRMDIR..Diyorum;

o çok övündükleri dallarda şimdi bizlerde varız ,sıkıysa atsınlar kapının dışına bizi ..artık çok geç..sıradaki müslüman kardeşlerimizi bekliyoruz heyecanla...
 
Üst