Sikke-i Tasdik-i Gaybi 7. Ders - Risale-i Nur Hakkında Bir İtiraza Cevap..

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Konu: Kur'an Ayetleri ve Risale-i Nur

Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.


  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.

Selam ve dua ile.


[BILGI]
[SUP][SUP]2[/SUP] [/SUP]وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ[SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP]بِاسْمِهِ


Bu âciz kardeşiniz, hem o itiraz eden eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın feyziyle, Yeni Said (r.a.), hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

Amma, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbârâtı nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân dahi bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’a nazar ı dikkati celb etmesine mânâ-yı işârî tabakasından rumuz ve imaları, i’câzının şe’nindendir ve o lisan-ı gaybın, belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır.

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki

[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP]وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kur’ân’dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev’indeki tabakattan, mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medâr-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatimde hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı ve ben de, ehl-i imanın imanını, Risale-i Nur’la takviye etmek niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “âyetin mânâ-yı sarîhi budur;” tâ hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’câz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez.

Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip böyle itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur’ân’ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i’câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum: Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, meslekler, tarikatler bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassut altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. Ve o eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i maneviyesi olarak rahmet i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in (r.a.) (HAŞİYECİK) kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar. Ve hâkezâ...

Demek, biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, şu hizmette hâlisâne, muhlisâne bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim muvaffak eylesin. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn…

Said Nursî


[SUP]1[/SUP] : Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

[SUP]3[/SUP] : “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.[/BILGI]


[TAVSIYE]Diğer Sikke-i Tasdik-i Gaybi dersleri: Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Diğer açıklamalı dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
[BILGI]Bu âciz kardeşiniz, hem o itiraz eden eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın feyziyle, Yeni Said (r.a.), hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.[/BILGI]

Ustad Bediüzzaman r.a. kendi hayatını üç dönemde ele almakta. Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said dönemleri. Bu dönemlerin üçüde Risale-i Nur eserlerinde mevcut. Bu üç dönemdeki hayatında Kur'an-ı Azimüşşanın dersini tebliğ etmekte, aralarındaki fark ise metod farkıdır. Nasıl ki istanbuldan Ankaraya gitmek için çeşitli araçlar kullanmak mümkündür öylede Kur'anın hakikatlerinide Ustadımız Bediüzzaman hayatında çeşitli dönemlerde farklı metodları ele alarak kullanmaktadır. İşte bu dönemlerden biri olan Yeni Said döneminde ise yine ustadımız r.a. kendi ifadesi ile "hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar zikrediyor.." demektedir. Bu dönemde Ustadımız Bediüzzamanın r.a İman Hakikatlerini mantık ve ispat ile ele aldığını ifade etmektedir. Hatta bu hakikatleri ele aldığı metod öyle kuvvetlidir ki en muannid insanları dahi bu hakikatleri kabul etmeye mecbur etmektedir.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Amma, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbârâtı nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân dahi bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’a nazar ı dikkati celb etmesine mânâ-yı işârî tabakasından rumuz ve imaları, i’câzının şe’nindendir ve o lisan-ı gaybın, belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır.

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki

[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP]وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.


[SUP]3[/SUP] : “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.[/NOT]


Üstad Sekiz, On Sekiz ve Yirmi Sekizinci Lem'alarda Hazret-i Ali radıyallahü anh ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hazretlerinden k.s. Risale-i Nur'un makbuliyetine dair işaretleri telif etmiştir. Bunun gibi Kur'an dahi Risale-i Nur'la alakadardır. Bazıları bu meseleleri saptırmaya çalışıyorlar. Haşa Risale-i Nur Kur'an yerine konuyormuş gibi mana çıkartılıyor. Halbuki Risale-i Nur Kur'anın bir tefsiridir. Okuyan herkeste anlar ki, Kur'andaki hakikatler anlatılıyor. Kur'an-ı Kerim bütün zaman ve mekanlara ve olaylara şamil bir kitaptır. Bundan dolayı da hiçbir zaman halavetini, gençliğini kaybetmez. Her zamanın sorunlarına, kafi gelecek derinlikte ilimleri haizdir. Kur'an gibi kutsal bir kitabın, kendisine tefsir olmuş bir kitaba kayıtsız kalması düşünülemez. Yukarıdaki ayette bunu ifade etmektedir. Yaş ve kuru ne varsa yani geçmişten geleceğe her ne varsa Kur'an'da vardır, mevcuttur. Bilhassa bu Kendisinin, bu zamanın ihtiyacına bakan manalarını izah eden bir tefsirse, elbette Ona da işaretleri, remizleri olacaktır.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Ben de Kur’ân’dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev’indeki tabakattan, mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medâr-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim;[/NOT]

Burda bahsi geçen otuz üç ayetle ilgili kısa bir bilgi..


[TAVSIYE]Risale-i Nur'a işaret eden ayetler 33 adet olduğu halde, neden 30, 31, 32 ve 33 . ayetlerin izahı ve manaları latince külliyatlarda basılmamış?


Birinci Şua'da geçen; "Birinci Şuânın telifine ve Şuânın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç..." cümlesi otuz üç ayetin yirmi dokuz ayette münderiç olduğu ifade edilmektedir. Cümlenin tümü şöyledir:

"...hem otuz bir adet Lem’alardan ibaret olan Otuz Birinci Mektubun telif zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lem’asının vakt-i zuhuruna ve o lem’adan Birinci Şuânın telifine ve Şuânın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç edildiği hengâmına ve yirmi beşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsine yakışıyor, gayet lâtif ve müjdeli bir tevâfuktur."(1)

Ayrıca otuz ikinci ayet ise Kastamonu Lahikası'nda geçmektedir. Bu ayeti Ahmet Nazif Çelebi istihraç etmiştir. İlgili ayetin yer aldığı mektubun giriş cümleleri şöyledir:

"Risale-i Nur’un faal bir şakirdi olan, Ahmed Nazif Çelebi’nin bir istihracıdır ve bir fıkrasıdır. Bunu, hem Birinci Şuânın otuz ikinci âyeti olarak ve hem Yirmi Yedinci Mektubun fıkralarında kaydetmek münasip görüldü."(2)

Otuz üçüncü ayet ise Hafız Alinin istihracı olup yine Kastamonu Lahikası'nda geçmektedir. İlgili mektubun giriş cümleleri şöyledir:

"Risale-i Nur’a işaret eden Otuz Üçüncü Âyetin istihracına dâir Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır..."(3)
Osmanlıca olan Birinci Şua'da otuz bir ayet mevcuttur; Latincede ise yirmi dokuz ayet yer almıştır. Otuz iki ile otuz üçüncü ayetler Kastamonu Lahikası'nda yer aldığınıa göre, Latince olan Birinci Şua'da eksik olan iki ayet vardır. Bunlar otuz ve otuz birinci ayetlerdir. Bunların neden latince eserlere alınmadığını bilmiyoruz.

Ancak unutulmamalıdır ki, bu tasarruf tamamen Üstad'a aittir ve tek örnek de değildir. Vahhabiler bahsi ve münafıklar bahsi gibi örnekleri de mevcuttur.


(1) bk. Şualar, Birinci Şua.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, (281. Mektup)
(3) bk. a.g.e., (41. Mektup)


Sorularla Risale
[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]“Risale-i Nur’un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki

[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP]وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.[/NOT]


[TAVSIYE]Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden
[SUP][SUP]2[/SUP] [/SUP]وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ âyet-i kerimesinin hükmüne göre; Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor.


[SUP]2[/SUP] : “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


İşaratü'l-İ'caz
[/TAVSIYE]


[NOT]Ben de Kur’ân’dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev’indeki tabakattan, mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medâr-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatimde hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı ve ben de, ehl-i imanın imanını, Risale-i Nur’la takviye etmek niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “âyetin mânâ-yı sarîhi budur;” tâ hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’câz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez.

Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.[/NOT]


Üstad Kur'an daki 33 ayetin Risale-i Nur'a mana olarak işaret ettiğini, bu zamanda Kur'anın işaret nevinden manalarının, külliyetinden bir ferdinin Risale-i Nur olduğunu ifade ediyor. Ayetten bu manaları çıkarma işine istihrac diyoruz. İstihracın kelime anlamı: Birşeyin içinden başka şey çıkarmak; bazı işaretleri beliren şeylerden ileriye ait olacak şeyleri çıkarmak. Bu da Kur'anın tefsir metodlarından biridir.

[TAVSIYE]- İşârî tefsir, sonradan ortaya çıkmış bir tefsir çeşidi değildir. Kur'an'ın indiği dönemden itibaren bilinmektedir. Kur'an'ın zâhir mânâsından başka bir mânâ taşımadığını iddia eden Zâhirîlerin dışındaki bütün İslâm âlimleri, işârî tefsir anlayışını kabul etmişlerdir.(Cerrahoğlu, Tefsir tarihi II/10-11)

İbn Kayyim el-Cevzi'ye göre tefsirler genel olarak üçe ayrılır:

1. Kur'an'ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (Lafzî tefsir). Müteahhir âlimlerin metodu budur.

2. Kur'anın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (Mânevî tefsir). Bu, daha çok Selef âlimlerinin kullandığı metottur.

3. İşârî tefsir: Sûfilerin çoğu ve daha başkalarının kullandıkları bu metot dört şartla kabul edilir: a. Çıkarılan işârî mânâ, âyetin sarih mânâsı ile çelişmemelidir. b. Çıkarılan mânâ kendi zatında da şer'i delillere göre doğru olmalıdır. c. Âyetin ifadesinde, çıkarılan mânâyı gösteren bazı işaretler bulunmalıdır. d. Çıkarılan işârî mânâ ile söz konusu âyet arasında bir münasebet bulunmalıdır. Bu dört şart meydana geldiği taktirde çıkarılan işârî mânâ, makbul ve güzel bir istihraç olur.(bk. el-Kattan, Mebahis, s. 357-58. )


http://www.risaleforum.net/bediuzza...itirazlara-cevaplar-yas-ve-kuru-ne-varsa.html[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip böyle itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.[/NOT]

Üstad Hazretleri gerek ayetlerden, gerekse Hazret-i Ali r.a. ve Gavsı- Geylani k.s. Hazretlerinin kasidelerinden, Risale-i Nur'a olan işaretleri çıkarmasından dolayı, hem yaşadığı dönemde, hem de günümüzde birçok itirazlara muhatap olmuş ve olmaktadır. Üstad bu şerefi kendisine değil, Kur'anın tefsiri olan Risale-i Nur'a veriyor. Hiç bir zaman enaniyet yapmamış, "bunu ben yazdım" diye ortaya çıkıp kendini reklam etmemiş. Zaten öyle olsaydı, biz ona bugün de Bediüzzaman diyemezdik. Çünkü zaman da bir müfessirdir, doğruyu yanlışı, hak ve batılı ayırmada önemli bir fonksiyonu vardır. Üstad Hazretleri kendi döneminde de İslam uleması tarafından kabul görmüş bir alimdir. Kendisini o kadar öven, takdir eden kişiler arasında, mütevaziliğinden ödün verdiği, göze çarpan tek bir misal yoktur. Hatta Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde, nefsini yerden yere vurduğu misalleri çoktur. Bunlardan sadece bir iki tanesini paylaşayım yeri gelmişken..


[TAVSIYE]Nefs-i emmâreme bir sille-i tedip
Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrinle tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun.

Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.

Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var. O da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.

Hem siz birer perde yaratılmışsınız, tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıt bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb ettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz! Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun.

Hem deme ki, “Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.[SUP][SUP]HAŞİYE[/SUP] [/SUP]


Sözler[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, bir eserdeki mezâyâ, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvârında aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevâhir-i gàliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.


DÖRDÜNCÜ SEBEP: Bazan tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi -ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun- meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakikînin eser-i in’âmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne bir fahirdir.

İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.”

İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki:

Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.

وَمَامَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى - وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP]
düsturuyla derim ki:

وَمَامَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتِى - وَلٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْاٰنِ
Yani, “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.


[SUP]1[/SUP] : “Ben sözlerimle Muhammed’i (a. s.m.) övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmla övmüş ve güzelleştirmiş oldum.”


Mektubat
[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur’ân’ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i’câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum: Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, meslekler, tarikatler bu dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassut altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. Ve o eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i maneviyesi olarak rahmet i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in (r.a.) (HAŞİYECİK) kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar. Ve hâkezâ...

Demek, biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, şu hizmette hâlisâne, muhlisâne bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim muvaffak eylesin. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn…

Said Nursî[/NOT]



Risale-i Nur'lar yazıldığı dönem itibariyle de, günümüz esas alındığında da emsallerinden farklı olduğunu bariz bir şekilde gösteriyor ve okuyanlarca da malumdur. Üstad Bediüzzaman bu harikulade eserlerin, Allah'ın cc. ilhamen lutfettiği eserler olduğunu beyan ediyor. Buna delil olarakta kaleme aldığı eserlerin telif sürelerini gösteriyor.

[TAVSIYE]Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniyede üç keramet-i Kur’âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:

Birincisi: Telifinde fevkalâde suhulet ve sür’attir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında -mecmuu on iki saat eder- kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman bu sür’ate hayrette kaldık. Ve hâkezâ...

Mektubat[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]“Yirmi senedir Kur’ân-ı Hakim’den ve Risale-i Nur’dan başka bir kitabı ne mütalaa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum; Risale-i Nur kâfi geliyor.” Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur’âniye kalb-i münevverine ilham ve ilka-ı küllî ile ifaza olunur da Kur’ân-ı Mucizi’l-Beyândan başka neye muhtaç olur? Bundan şüphesi olanlar, Risale-i Nur’a dikkat etsinler. Cenâb-ı Hak, Üstadımıza, Risale-i Nur’un telifinde öyle bir iktidar-ı bedi ihsan etmiştir ki, bu herkese nasip olacak hasletlerden değildir. O harika Nur Risaleleri, herbiri, gurbette, hastalık içinde, dağda, bağda, kâtipsiz, tahammülü müşkül gayet ağır şerait dahilinde, zahiri nice müşkilâtlarla meydana gelmiş ve mü’minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat, Cenâb-ı Hakka şükrolsun ki, inayet-i İlâhiye, harika bir tarzda Üstadımıza fevkalâde muvaffakıyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki Cenâb-ı Hak, ona kâinatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf ve şuhudla bihakkılyakin okuyacak bir iktidar vermiş; mahz-ı inayetle böyle kudsî bir esere sahip kılmıştır.


Tarihçe-i Hayat[/TAVSIYE]
 
Üst