Şahitlerin Dilinden

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren...


Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir.

Hasretle, takdirlerle anılırlar.

Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar,koku ve meyve vermeğe başlarlar.

Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar.1971'de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii'nde on bini aşmış insanın kıldığı cenaze namazından sonra eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı'na kadar götürülüp, buraya defnedilmişti.Bu müstesna Kur'ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp'ti.

Üstad Bediüzzaman, Ziver, yani süs mânâsındaki ismi, büyük sahabilerden Zübeyir b. Avvam


Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisiidi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil'in ruh ve edâsı ile dolu idi.

Zaten neseben de, kendileri Kafkasyalıydı. İstiklâl Harbinin acı günlerinden sonraki Mütareke günlerinde Ermenek'te dünyaya gelen bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti.

Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana:

"Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur."

Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt'e, Niğbolu'ya,Mohaç'a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa'yagitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, dahasonraları Isparta'nın güller dünyasında, Emirdağ'ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü.

Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa'da kalmıştı. 27 Mayıs'tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa'dan Ankara'ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul'da geçirmişti.

Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur'ân'ın hizmetine koşmuştu.

Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.




 
1964'ün sonbaharında Eskişehir'de muhterem Abdülvahid Tabakçı'nın nur kokan hanesinde tanımıştım bu azizi.

Lütufkâr alâkalarıyla üç gün misafiri olmakla
şerefyâb olmuştum.Açık alnı yılların izini taşıyan alın çizgileri ve yanlardan dökülmüş saçları.

Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre.

Tane tane, sert ve yol gösteren kelimeler ve
konuşmalar.

İslâmın yüce tarihindeki meseleleri, nurlardaki bahislerle birleştirilerek anlaştılar.
 
İslâm'ın dertlisi...

Feregat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri harflerle bana yazdırarak,odasına bir levha halinde asmıştı:

Muarradır, feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan

Bize dad-ı ezeldir, zîrden, bâlâdan istiğna

Çekildik, neşve-i ümitten, tûl-u emellerden

Öyle mecnunuz ki; ettik vuslat-ı leyladan istiğna."
 
Kara Sevda...

Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:

Ben Risale-i Nur'larla insanların ve İslâmların imanını
kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum.

Sizin tıbbiyenizde,
doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?" diye sorular yöneltiyordu.

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.

Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her
an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.

Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır...


 
Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç


sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.


Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi


suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz


halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde,


Selimler'in, Sinanlar'ın edası içinde, İstanbul'daki


Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir


yürüyüşü vardı ki...

Bazı görülen, yaşanan ve tadılan


durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!


 
Üstadın Hizmetinde...

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını,

sıhhatinin en gürbüz günlerini,

varını, yoğunu, hülasa herşeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti.


Günün birinde, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber
Şah'ı, Emirdağ'dan yolcu etmek için;

bu zatla birlikte on kilometre kadar yola iştirak ettikten sonra,

Ekber Şah'la vedalaşırken, karşı istikametten gelen başka bir arabadan da,

Sevgili Kur'an talebesi Zübeyir Gündüzalp çıkagelmişti nurlu Üstadın yanına.

Bu esnada Üstad şunları ifade ediyordu:

"Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziride karşılamaya gelmişiz!"

Bu vedâ ve mülakattan sonra ise nurlu Üstad:

"Hayır hayır, ben Zübeyir'i karşılamaya geldim!"

diye düşüncelerini dile getiriyordu.





 
Üst