Sahabiler hakkındadır

Ahmet.1

Well-known member
Soruyorsunuz: Bazı rivayetlerde, "Bid'atların arttığı ve revaç bulduğu devirde takva sahibi, salih müminlerden bir kısmı sahabe derecesinde, hatta daha faziletli olabilir." deniliyor. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise hakikati nedir?

Cevap: Peygamberlerden sonra insanlığın en faziletlilerinin sahabiler olduğu, ehl-i sünnet ve cemaatin üzerinde birleştiği kesin bir hükümdür. O rivayetlerin sahih kısmı şahsi faziletler hakkındadır. Çünkü şahsi fazilette ve hususi kemâlde "mecruh racihe tereccuh edebilir", yani ikinci derecede bir şey, aslolan şeye tercih edilebilir. Yoksa Fetih sûresinin sonunda Cenâb-ı Hakk'ın övgüsüne mazhar olan, Tevrat, İncil ve Kur'an'da methedilen sahabilere, küllî fazilet noktasında yetişilemez. Şu hakikatin pek çok sebep ve hikmetinden, şimdilik üç sebebi içeren üç hikmeti söyleyeceğiz.

Birincisi
Hazreti Peygamber'in (aleyhissalâtü vesselam) sohbeti öyle bir iksirdir ki, ona bir dakika mahzar olan bir zât, ancak senelerce manevî yolculukla varılabilecek hakikat nurlarına erişir. Çünkü sohbette "insibağ ve inikâs" vardır; yani o mecliste bulunanlar Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) boyasıyla boyanır, nurunu aksettirir. O yüce nübüvvet nurunun yansımasıyla ve ona uymakla en yüksek mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı, efendisine tâbi olmakla öyle bir makama çıkar ki, bir vezir bile oraya erişemez. İşte bu sırdan dolayı, en büyük veliler bile sahabe derecesine ulaşamıyor. Hatta Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa peygamber sohbetine mazhar olan veliler, Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) sohbetiyle bu âlemde şereflenseler de yine sahabeye yetişemezler. Çünkü sahabiler, Nübüvvet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselam) nuruyla boyanmış, yani onun "nebi" olarak sohbetinde bulunmuşlardır. Evliyanın Resûl-u Ekrem'le (aleyhissalâtü vesselam), onun dünyadan ayrılmasından sonra görüşmesi ise Allah Resûlü'nin (aleyhissalâtü vesselam) velâyetinin nuruyla sohbettir. Yani Resûl-u Ekrem'in (aleyhisalâtü vesselam) onların nazarında cisme bürünüp görünmesi, Velâyet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselam) yönüyledir, peygamberlik itibari ile değildir. Madem öyle, peygamberlik derecesi velilik derecesinden ne kadar yüksekse, o iki sohbet arasında da o derece fark olması gerekir.

Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) sohbetinin nasıl nuranî bir iksir olduğu şuradan anlaşılır: Bedevi bir adam, kalbi kızını sağ olarak toprağa gömecek kadar vahşi bir şekilde katılaştığı halde, gelip bir saat Allah Resûlü'nün (aleyhissalâtü vesselam) sohbetiyle şereflenir, artık karaıncaya basamaz derecede bir şefkat ve merhamet kazanırdı. Yahut cahil, vahşi bir adam, bir gün peygamber sohbetinde bulunur, sonra Çin ve Hindistan gibi uzak ülkelere gider, medeni toplumlara hakikat ve kemâl rehberi olurdu.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
İkincisi
Bu Söz'ün başındaki içtihat bahsinde beyan ve ispat edildiği gibi, sahabilerin büyük çoğunluğu insani kemâlâtın en yüksek derecesindedir. Çünkü o zaman, İslam'la gelen o büyük değişimde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl da bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddî olarak hissedilmiş. Şer ile hayır, yalan ile doğru arasında öyle bir mesafe açılmış ki, bunlar küfür ve iman kadar, belki cehennem ve cennet gibi birbirlerinden uzaklaşmışlar. Yaradılışları gereği ulvi hislere ve yüksek ahlâka düşkün, izzete meyilli olan sahabiler, elbette bilerek yalana ve şerre el uzatıp yalanın, şerrin ve bâtılın ilancısı ve numunesi olan Müseylime-i Kezzab seviyesine düşmemişler. Sıdkın, hayrın, hakkın ilancısı ve misali olan Habibullah'ın (aleyhissalâtü vesselam) yüceler yücesi kemâl vasıflarındaki makamına bakarak fıtratları gereği bütün kuvvet ve gayretleriyle o tarafa koşmuşlar.

Nasıl ki, bazen medeniyet çarşısında ve toplum hayatı dükkânında, bazı şeylerin öldürücü zehir gibi dehşetli neticeleri ve çirkin eserleri görülünce, herkes o şeyi satın almak şöyle dursun, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Bazı şeylerin ve manevî vasıfların güzel neticeleri ve kıymetli eserleri ise faydali bir ilaç ve pırlanta gibi, herkesin dikkatini çeker ve rağbetini kazanır. Herkes gücü yettiği kadar onları elde etmeye çalışır. Aynen öyle de, Saadet Asrı'nda, o devrin toplum hayatının çarşısında, yalan, şer ve küfür gibi şeyler ebedî azabı netice verdiğinden ve Müseylime-i Kezzab gibi aşağılık maskaraları doğurduğundan, yüksek ahlâka ve vasıflara çok bağlı olan sahabilerin, bunlardan öldürücü zehirden kaçar gibi kaçtıkları ve nefret ettikeri şüphe götürmez. Fıtratları saf ve karakterleri yüksek olan sahabilerin, ebedî saadet gibi bir netice veren ve Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) gibi nuranî meyveler gösteren doğruluğa, hakka ve imana, en faydalı iksir ve en kıymetli elmas misali, bütün kuvvetleriyle, hisleriyle ve latifeleriyle arzu duymaları kaçınılmazdır.

Halbuki o devirden sonra, doğru ile yalan arasındaki mesafe azala azala ikisi omuz omuza geldi. Âdeta bir dükkânda beraber satılmaya başladığı gibi, toplum ahlâkı bozuldu. Siyaset propagandası, yalana fazla itibar kazandırdı. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip doğruluğun parlak güzelliğinin görünmemeye başladığı bir zamanda, kimin haddine ki, sahabenin adalet, doğruluk, yüksek ahlâk ve hakkaniyet hususundaki kuvvetine, metanetine, takvasına yetişebilsin, onları geçsin!

Bu meseleyi bir derece aydınlatacak, yaşadığım bir hali anlatacağım. Şöyle ki: Bir zaman kalbime şu soru geldi: Niçin Muhyiddin İbni Arabî gibi harika zâtlar sahabilere yetişemiyor? Sonra namazda
ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﺭَﺑِّﻰَ ﺍْﻟﺎَﻋْﻠَﻰ "En yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim." derken, bu ifadenin mânâsı açığa çıktı. Hakikati tam olmasa da bir parça göründü. Kalbimden dedim ki: "Keşke bir tek namazı, bu ifadenin mânâsının açığa çıkması gibi, hakkıyla kılabilseydim, bir sene ibadetten daha iyiydi." Namazdan sonra anladım ki, kalbime gelen o mânâ ve o hal, sahabilerin ibadetteki derecelerine yetişilemeyeceğine dair bir derstir.

Evet, Kur'an-ı Hakîm'in nurlarıyla meydana gelen toplumdaki o büyük değişimde zıt kutuplar birbirinden ayrılmıştır. Şer kendisine bütün tâbi olanlarla, karanlığıyla ve teferruatıyla; hayır ve faziletler ise bütün nurlarıyla ve neticeleriyle beraber karşı karşıya gelmiştir. Böyle bir vaziyette ve zamanda her zikir ve tesbih, bütün mânâ tabakalarını taze ve canlı bir şekilde ifade etmiş, o büyük değişimin gürültüsü altında bulunan insanların bütün hissiyatını, manevî latifelerini uyandırmıştır. Hatta vehim, hayal ve sır gibi duygular uyanık bir surette, o zikir ve tesbihlerdeki çeşitli mânâları kendi zevklerine göre alır, emer.

İşte şu hikmetten dolayı, hisleri ve latifeleri uyanık olan sahabiler, iman nurlarını ve tesbihatını ifade eden mübarek kelimeleri söyledikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve ondan bütün duygularıyla hisse alırlardı. Halbuki o devirden sonra latifeler git gide uykuya dalmış, duygular o hakikatler noktasında gaflete düşmüş, o mübarek kelimeler meyveler gibi git gide alışkanlık perdesiyle tatlılığını ve tazeliğini kaybetmiştir. Sığlık havasıyla o hisler âdeta kurumuş, az bir yaşlık kalmıştır ki, ancak kuvvetli bir tefekkür ameliyatıyla önceki haline dönebilir. İşte bu yüzden, bir sahabinin kırk dakikada kazandığı fazilete ve ulaştığı makama başkası ancak kırk günde, hatta kırk senede erişebilir.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncüsü
On İkinci, Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Söz'lerde ispat edildiği üzere, peygamberliğin veliliğe nispeti, güneşin aslının, aynalarda görünen yansımasına nispeti gibidir. İşte peygamberlik dairesi velâyet dairesinden ne kadar yüksekse, peygamberlik dairesinin hizmetkârları ve o güneşin yıldızları olan sahabilerin de, velâyet dairesindeki salih zâtlara o derece üstün olması gerekir. Hatta bir veli, en büyük valâyet makamı olan peygamber varisliğini ve sıddıkiyeti -ki sahabenin makamıdır- kazansa, yine ilk safı teşkil eden sahabilerin makamına yetişemez. Bu üçüncü sebebin üç yönünü izah edeceğiz.

Birinci Yönü: İçtihatta, yani Kur'an ve sünnetten küküm çıkarmakta ve Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından O'nun rızasını anlamakta sahabilere yetişilmez. Çünkü o devirdeki o büyük ilahî değişim, Allah'ın rızasını ve emirlerini anlamak üzere gerçekleşmişti. Zihinler bununla alâkadardı. Kalbler, "Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi. Devrin şartları bu hali hissettirecek, hatırlatacak bir tarzdaydı. Sohbetler bu mânâlar etrafında dönüyordu. İşte bu yüzden, her şey, her hal, konuşmalar ve hadiseler o mânâları bir derece ders verecek şekilde gerçekleştiğinden ve bunlar sahabenin kabiliyetlerini geliştirdiğinden ve fikirlerini aydınlattığından, içtihatta ve hüküm çıkarmakta kabiliyetleri bir kıvılcımla tutuşmaya hazırdı. Bu sebeple sahabenin o hususta bir günde veya bir ayda kazandığı mertebeyi, onlarla aynı zekâ seviyesinde ve kabiliyette olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanamayacaktır. Çünkü bu asırda ebedî saadet yerine dünya saadeti itibar görüyor. İnsanların dikkati başka maksatlara yöneliyor. Tevekkülsüz bir şekilde geçim derdi ruhu sersemlettiğinden, tabiatçı ve maddeci felsefe aklı körleştirdiğinden toplumdaki çevresi insanın zihnine ve kabiliyetlerine içtihat hususunda kuvvet vermiyor, aksine zihnini dağıtıyor. Bu Söz'ün içtihat bahsinde, Süfyan ibni Uyeyne ve onunla aynı zekâ seviyesinde birinin kıyaslanmasında, Süfyan'ın on senede kazandığını ötekinin yüz senede kazanamayacağını ispat etmiştik.

İkinci Yönü: Sahabilerin Allah'a yakınlık noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla erişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak bize her şeyden yakındır, biz ise O'ndan sonsuz uzağız. O'na yakınlığı kazanmak iki şekilde olur.

*Birincisi, yakınlığın açığa çıkmasıyladırki, peygamberlikteki yakınlık böyledir. Peygamber varisi olmaları ve sohbetiyle şereflenmeleri dolayısıyla sahabiler bu sırra mazhardır.
*İkincisi ise Cenâb-ı Hak'tan uzaklığımız noktasında, mertebeleri kat edip bir derece yakınlıkla şereflenmektir ki, velâyet yolundaki çoğu seyr ü sülûk, nefsin iç âlemindeki ve dış dünyadaki deliller vasıtasıyla yapılan manevî yolculuklarla ulaşılan yakınlık böyledir.

İşte birincisi sırf Allah vergisidir, çalışmayla elde edilmez. Rahmanî bir cazibenin neticesidir, mahbubiyet, yani Allah tarafından sevilme makamıdır. Bu yol kısadır, fakat çok sağlam, çok yüksek ve çok hâlistir, gölgesizdir. Diğeri ise gayretle kazanılır, uzundur, gölgelidir. Hayret verici harikaları, kerametleri çok ise de kıymetçe ve Cenâb-ı Hakk'a yakınlık bakımından ilkine yetişemez.

Mesela, nasıl ki bugünden düne ulaşmak için iki yol var: İlki, zamanın akışına tâbi olmayarak, manevî bir kuvvetle zaman dışına çıkıp dünü bugün gibi gözü önünde görmektir. İkinci yol ise bir sene yol alarak dönüp dolaşıp dünün tarihine gelmektir. Fakat o gün yine elde tutulamaz, insanı bırakıp gider. Aynen öyle de, görünüşten hakikate geçmek iki şekilde olur.

*Biri, doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp tarikat berzahına girmeden, hakikati görünenin kendisinde bulmaktır.
*İkincisi, seyr ü sülûk ile pek çok mertebeden geçmektir.

Gerçi veli zâtlar nefislerini terbiye etmeye muvaffak olur, nefs-i emmarelerini öldürürler; fakat yine de sahabeye yetişemezler. Sahabiler, nefisleri arınıp temizlendiğinden, nefsin mahiyetindeki pek çok latife ile kulluğun inceliklerine, şükür ve hamdin derinliklerine daha fazla mazhardır. Evliyanın kulluğu ise ancak nefsi öldürdükten sonra o hale gelir.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Yönü: Amellerin fazileti, sevabı ve ahirete ait kazanç yönünden sahabilere yetişilmez. Çünkü nasıl bir asker bazı şartlar altında, mühim ve tehlikeli bir mevkide, bir saat nöbetle bir sene ibadet etmiş kadar fazilet kazanabilir ve bir kurşun yemekle en az kırk günde ancak elde edilecek velilik derecesine çıkar. Aynen öyle de, sahabilerin İslamiyet'in esaslarının yerleştirilmesindeki ve Kur'an hükümderinin tebliğindeki hizmetleri ve İslam için bütün dünyaya savaş ilan etmeleri o kadar yüksek kıymettedir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, onların hayatlarının her dakikası, kutsî bir hizmette şehit olan askerin şehadet dakikası gibidir. Her saatleri, hayati önem taşıyan bir mevkide bir saat nöbet tutan fedakâr bir askerin nöbeti gibidir; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.

Evet, madem sahabiler İslamiyet'in esaslarının yerleştirilmesinde ve Kur'an nurlarının yayılmasında ilk safı teşkil ediyor. (Bir işe) sebep olan, (onu bizzat) yapan gibidir. sırrınca, bürün Müslümanların işlediği sevaplarda hisseleri vardır. Ümmetin Allahım! Efendimiz Muhammed'e, onun âl ve ashabına salât ve selam eyle. demesi, sahabilerin bütün Müslümanların sevaplarından hisse aldıklarını gösteriyor.

Hem nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir hususiyet, dallarda büyük neticeler verir; dal büyüdükçe oda büyür. Nasıl ki, başlangıçtaki küçük bir yükseklik, gittikçe büyük bir hal alır. Ve nasıl ki merkeze yakın iğne ucu kadar bir fazlalık, geniş dairede bazen bir metre kadar bir fazlalığa karşılık gelebilir. Aynen şu misaller gibi, sahabiler İslamiyet'in nuranî ağacının köklerinden, esaslarından, Müslümanların ilklerinden, ilk imamlarından oldukları, İslamiyet binasının nurlu temelinde bulundukları ve peygamberlik güneşinin, hakikat ışığının merkezine yakın bulundukları için; onların az amelleri bile çoktur, küçük hizmetleri bile büyüktür. Onlara yetişmek için gerçekten sahabi olmak gerekir.


ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺻَﻞِّ ﻋَﻠَﻰ ﺳَﻴِّﺪِﻧَﺎ ﻣُﺤَﻤَّﺪٍ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻗَﺎﻝَ ﺍَﺻْﺤَﺎﺑِﻰ ﻛَﺎﻟﻨُّﺠُﻮﻡِ ﺑِﺎَﻳِّﻬِﻢْ ﺍِﻗْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ ﺍِﻫْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ ﻭَ ﺧَﻴْﺮُ ﺍﻟْﻘُﺮُﻭﻥِ ﻗَﺮْﻧِﻰ ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ ﻭَ ﺳَﻠِّﻢْ
ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ


Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Soru: Deniliyor ki: "Sahabiler Resûl-u Ekrem'i (aleyhissalâtü vesselam) gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyleyse imanımız daha kuvvetlidir. Hem imanımızın kuvvetine işaret eden bir rivayet var."

Cevap: Sahabiler o devirde, bütün âlem İslam hakikatlerine düşman ve muhalifken Resûl-u Ekrem'i (aleyhissalâtü vesselam) yalnız beşerî suretiyle, bazen mucizesiz olarak gördükleri halde öyle bir iman etmişlerdi ki, bütün farklı düşünceler ve endişeler toplansa onların imanını sarsamazdı; değil şüphe, bazısına vesvese bile veremezdi. Sizlerse kendi imanınızı sahabilerin imanıyla kıyaslıyorsunuz. Bütün İslam âlemi imanınıza kuvvet verdiği ve senet sayıldığı halde Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) bir tûba ağacı gibi olan peygamberliğinin çekirdeği hükmündeki beşeriyetini ve cismani suretini değil, belki İslam nuru ve Kur'an hakikatleri ile, nuranî, muhteşem manevî şahsiyetini binlerce mucizeyle kuşatılmış olarak akıl gözüyle görüyorsunuz. Sizin, buna rağmen Avrupalı bir filozofun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanınız nerede... Sahabilerin; bütün küfür âleminin, Hıristiyanların, Yahudilerin ve felsefecelerin hücumları karşısında sarsılmayan imanları nerede! İmanlarının kuvvetini gösteren, imanlarından süzülmüş sağlam takvaları ve mükemmel, salih kullukları nerede! Ey bu iddianın sahibi, senin, aşırı zayıflığından, Allah'ın emirlerine tam uyduğunu göstermeyen sönük imanın nerede!..

"Ahirzamanda beni görmeden iman eden, daha makbuldür." mealindeki hadis ise hususi fazilete dairdir, bazı hususi şahıslar hakkındadır. Oysa bizim bahsimiz, küllî fazilete ve çoğunluğa dairdir.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci Soru: Diyorlar ki: Evliya ve kâmil zâtlar dünyayı kalben terk etmiştir. Hatta hadiste, "Dünya sevgisi bütün hataların başıdır". buyruluyor. Halbuki sahabiler dünya hayatıyla çok meşgul olmuş. Belki bir kısım sahabe, dünyayı terk etmek yerine, dünya hayatında o zamanın medenilerinden bile daha ileri gitmiş. Nasıl oluyor da, böyle sahabilerin en küçüğü için bile en büyük veliden daha üstündür diyorsunuz?

Cevap: Otuz İkinci Söz'ün İkinci ve Üçüncü Mevkıf'larında kesin bir şekilde ispat edilmiştir ki, dünyanın ahirete ve Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine bakan yüzünü sevmek kusur değil, belki kâmil imana ulaşma vesilesidir. İnsan dünyanın o iki yüzünde ne kadar ileri giderse, ibadette ve Allah'ı bilmekte de o kadar ilerler. Sahabilerin dünyası işte o iki yüzdedir. Onlar dünyayı ahiretin tarlası görmüş, ekip biçmişler. Varlıkları Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin aynsı görüp onlara âşıkane bakmışlar. Terk ettikleri ise dünyanın fâni yüzüdür ki, insanın heveslerine bakar.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Soru:Tarikatlar hakikate giden yollardır. Onların en meşhuru, en yükseği ve en geniş cadde olduğu söylenen Nakşibendî tarikatının kahramanlarından ve imamlarından bazıları, o yolun esasını şöyle tarif etmişler:
ﺩَﺭْ ﻃَﺮِﻳﻖِ ﻧَﻘْﺸِﺒَﻨْﺪِﻯ ﻟﺎَﺯِﻡْ ﺁﻣَﺪْ ﭼَﺎﺭْ ﺗَﺮْﻙْ ﺗَﺮْﻙِ ﺩُﻧْﻴَﺎ ﺗَﺮْﻙِ ﻋُﻘْﺒَﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﻫَﺴْﺘِﻰ ﺗَﺮْﻙِ
Yani," Nekşibendî yolunda dört şeyi bırakmak lâzım: Dünyayı terk etmek, nefis hesabına ahireti dahi asıl matsat yapmamak, kendi varlığını unutmak ve kibre, kendini beğenmişliğe girmemek için bu terkleri de düşünmemek." Demek, Cenâb-ı Hakk'ı hakiki mânada bilmek ve insan-ı kâmil mertebesine erişmek, masivâyı, yani Allah'tan başka her şeyi terk etmekle olur.

Cevap: İnsan eğer yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, Allah'tan başka herşeyi terk etmesi, hatta O'nun isim ve sıfatlarını dahi bırakması, kalbini yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına bağlaması gerekirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeli latifesi ve duyguları vardır. İnsan-ı Kâmil odur ki, bütün bu latifeleri kendilerine has ayrı ayrı kulluk yollarında hakikate sevk etsin, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalbi bir kumandan, latifeleri ise onun askerleri olsun ve maksadına kahramanca yürüsün. Yoksa kalbin yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp o yola tek başına girmesi iftihar vesilesi değil, belki çaresizliğin neticesidir.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Soru: Sahabilere karşı üstünlük iddiası nereden çıkıyor? Bunu kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meselenin bahis konusu olmasının sebebi nedir? Hem büyük müçtehitlerle eşitlik iddia etmek nereden ileri geliyor?

Cevap: Bu meseleyi dile getirenler iki kısımdır. Bir kısmı, saf din ve ilim ehlidir ki, bazı hadislerden yola çıkarak şu zamanda takva sahibi salih müminleri teşvik etmek için böyle bahisler açıyorlar. Bu kısma sözümüz yok. Zaten onlar azdır, hatalarını da çabuk anlarlar. Diğer kısım ise müthiş mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, büyük müçtehitlere karşı eşitlik iddiası altında yaymak ve dinsizliklerini sahabeyle denklik iddiası altında uygulamak istiyorlar.

Çünkü öncelikle, o dalâlet ehli kimseler, haram zevk ve eğlencelere girmiş, dünyevi hazların tiryakisi olmuşlar. Dinin bunlara mâni olan emirlerini yerine getiremiyorlar. Kendilerine bir bahane bulmak için diyorlar ki: "Şu meseleler içtihatla ilgilidir. Bunlarda mezhepler birbirine muhaliftir. Hem büyük müçtehitler de bizim gibi insandır, hataya düşebilirler. Öyleyse biz de onlar gibi içtihat ederiz, ibadetimizi istediğimiz gibi yaparız. Onlara uymaya ne mecburiyetimiz var?" İşte o bedbahtlar, şeytanın bu hilesiyle başlarını mezheplerin zincirinden çıkarıyorlar. Onların şu iddialarının ne kadar çürük, ne kadar temelsiz olduğu bu Söz'de kesin bir şekilde gösterildiğinden meseleyi ona havale ediyoruz.

İkinci olarak , o aldanmış kimseler baktılar ki, iş müçtehitlerle bitmiyor. Müçtehitlerin omuzlarındaki, yalnız dinin görüşlere bağlı kısmıdır. Halbuki o dalâlet yolundakiler, dinin kesin emirlerini de terk edip deeğiştirmek istiyor. "Biz müçtehitlerden daha iyiyiz." deseler de meseleleri tam çözülmüyor. Çünkü müçtehitler, dinin görüşlere bağlı ve kesin olmayan teferruat kısmına karışabilirler. Halbuki bu mezhepsiz gafiller, dinin tartışılmaz, kesin hükümlerine dahi fikirlerini karıştırmak, değiştirilmesi mümkün olmayan hükümleri değiştirmek ve İslam'ın esaslarına karşı gelmek istediklerinden, elbette dinin temel direkleri olan sahabilere ilişeceklerdir.

Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanların, hakiki insanların ve onların en kâmilleri olan evliyanın büyüklerinin bile sahabenin küçüklerine karşı eşitlik davasını kazanamadıkları, bu Söz'de kesin bir şekilde ispat edilmiştir.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
... Dördüncü Sual:
Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes'eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?

Elcevab:
Şu mes'eleyi söyleyen iki kısımdır: Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; bazı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler. Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani' olan tekâlif-i Şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi' olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir surette gösterildiğinden ona havale ederiz.

Sâniyen: O kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidîn, nazariyata ve kat'î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kat'î bir surette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiştir.


Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Mektubat
 
Üst