Risale-i Nurlar'ın Âyet ve Hadîs Meâlleri

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟﻨُّﻘْﻄَﺔُ ﺍﻟﺴَّﺎﺑِﻌَﺔُ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻓَﻮُﺟُﻮﺩُ ﺍﻟْﻮَﺍﺟِﺐِ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﻧِﻌْﻤَﺔٌ ﻟَﻴْﺴَﺖْ ﻓَﻮْﻗَﻪُ ﻧِﻌْﻤَﺔٌ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍَﺣَﺪٍ ﻭَ ﻟِﻜُﻞِّ ﻣَﻮْﺟُﻮﺩٍ.. ﻭَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟﻨِّﻌْﻤَﺔُ ﺗَﺘَﻀَﻤَّﻦُ ﺍَﻧْﻮَﺍﻉَ ﻧِﻌَﻢٍ ﻟﺎَ ﻧِﻬَﺎﻳَﺔَ ﻟَﻬَﺎ ﻭَ ﺍَﺟْﻨَﺎﺱَ ﺍِﺣْﺴَﺎﻧَﺎﺕٍ ﻟﺎَ ﻏَﺎﻳَﺔَ ﻟَﻬَﺎ ﻭَ ﺍَﺻْﻨَﺎﻑَ ﻋَﻄِﻴَّﺎﺕٍ ﻟﺎَ ﺣَﺪَّ ﻟَﻬَﺎ. ﻗَﺪْ ﺍُﺷِﻴﺮَ ﺍِﻟَﻰ ﻗِﺴْﻢٍ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺍَﺟْﺰَﺍﺀِ ﴿ﺭِﺳَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ﴾ ﻭَ ﺑِﺎﻟْﺨَﺎﺻَّﺔِ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤَﻮْﻗِﻒِ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺚِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺮِّﺳَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻴَﺔِ ﻭَ ﺍﻟﺜَّﻠﺎَﺛِﻴﻦَ. ﻭَ ﻛُﻞُّ ﺍﻟﺮَّﺳَﺎﺋِﻞِ ﺍﻟْﺒَﺎﺣِﺜَﺔِ ﻋَﻦِ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻥِ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﻣِﻦْ ﺍَﺟْﺰَﺍﺀِ ﺭِﺳَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺗَﻜْﺸِﻒُ ﺍﻟْﺤِﺠَﺎﺏَ ﻋَﻦْ ﻭَﺟْﻪِ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟﻨِّﻌْﻤَﺔِ، ﻓَﺎِﻛْﺘِﻔَﺎﺀً ﺑِﻬَﺎ ﻧَﻘْﺘَﺼِﺮُ ﻫُﻨَﺎ ٭

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﺭَﺣْﻤَﺎﻧِﻴَّﺘِﻪِ ﺗَﻌَﺎﻟَﻰ ﺍَﻟَّﺬِﻯ ﺗَﺘَﻀَﻤَّﻦُ ﻧِﻌَﻤًﺎ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﻣَﻦْ ﺗَﻌَﻠَّﻖَ ﺑِﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﺔُ ﻣِﻦْ ﺫَﻭِﻯ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓِ.. ﺍِﺫْ ﻓِﻰ ﻓِﻄْﺮَﺓِ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ﺑِﺴِﺮِّ ﺟَﺎﻣِﻌِﻴَّﺘِﻪِ ﻋَﻠﺎَﻗَﺎﺕٌ ﺑِﻜُﻞِّ ﺫَﻭِﻯ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓِ ﺗَﺤْﺼُﻞُ ﻟَﻪُ ﺳَﻌَﺎﺩَﺓٌ ﻣَﻌْﻨَﻮِﻳَّﺔٌ ﺑِﺴَﺒَﺐِ ﺳَﻌَﺎﺩَﺍﺗِﻬِﻢْ.. ﻭَ ﻓِﻰ ﻓِﻄْﺮَﺗِﻪِ ﺗَﺎَﺛُّﺮٌ ﺑِﺎَﻟﺎَﻣِﻬِﻢْ، ﻓَﺎﻟﻨِّﻌْﻤَﺔُ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﺗَﻜُﻮﻥُ ﻧَﻮْﻉَ ﻧِﻌْﻤَﺔٍ ﻟِﺬَﻟِﻚَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥِ ٭

ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﺭَﺣِﻴﻤِﻴَّﺘِﻪِ ﺗَﻌَﺎﻟَﻰ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺍْﻟﺎَﻃْﻔَﺎﻝِ ﺍﻟْﻤُﻨْﻌَﻢِ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﺑِﺸَﻔَﻘَﺎﺕِ ﻭَﺍﻟِﺪَﺍﺗِﻬِﻢْ. ﺍِﺫْ ﻛَﻤَﺎ ﺍَﻥَّ ﻛُﻞَّ ﻣَﻦْ ﻟَﻪُ ﻓِﻄْﺮَﺓٌ ﺳَﻠِﻴﻤَﺔٌ ﻳَﺘَﺎَﻟَّﻢُ ﻭَ ﻳَﺘَﻮَﺟَّﻊُ ﻣِﻦْ ﺑُﻜَﺎﺀِ ﻃِﻔْﻞٍ ﺟَﺎﺋِﻊٍ ﻟﺎَ ﻭَﺍﻟِﺪَﺓَ ﻟَﻬَﺎ ﻛَﺬَﻟِﻚَ ﻳَﺘَﻨَﻌَّﻢُ ﺑِﺘَﻌَﻄُّﻒِ ﺍﻟْﻮَﺍﻟِﺪَﺍﺕِ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻃْﻔَﺎﻟِﻬَﺎ ٭ ...


Yedinci Nokta

Allâh'dan dolayı hamd Allâh'a mahsûstur. Vâcibü'l-Vücûdun vücûdu öyle bir ni'mettir ki, her bir ferd bir mevcûd için O'nun fevkınde bir ni'met yoktur. Bu ni'met, nihâyeti olmayan çeşit çeşit ni'metleri ve sonu olmayan ihsânât cinslerini ve hudûdu olmayan atiyyelerin sınıflarını tazammun eder.

Bunlardan bir kısmına Risâle-i Nûr eczâlarında hâssaten Otuzikinci Risâlenin Üçüncü Mevkıfında işâret edilmiştir. Allâh'a îmândan bahseden Risâle-i Nûr eczâlarının bütün risâleleri bu ni'metin yüzünden o hicâbı kaldırır. Ona iktifâ ederek burada kısa kesiyoruz.

Allâh-ü teâlânın rahmâniyetinden dolayı zevi'l-hayâttan rahmetin taalluk ettiği kimseler adedince ni'metleri tazammun eden, hamd Allâh'a mahsûstur. Çünki câmiiyeti sırrıyla insân fıtratında bütün zevi'l-hayâtla alâkalar vardır. Onların saâdetleri sebebiyle kendisinde ma'nevî bir saâdet hâsıl olur. Ve O'nun fıtratında, onların elemlerinden dolayı bir teessür vardır. Onlara verilen ni'met, bu insân için bir nev'î ni'met olur.

Allâh-ü teâlânın rahîmiyetinden dolayı vâlidelerinin şefkatleriyle kendilerine ni'met verilen çocuklar adedince, hamd Allâh'a mahsûstur. Çünki fıtrat-ı selîme sâhibi olan herkes, vâlidesi olmayan aç bir çocuğun ağlamasından dolayı teellüm ve teveccu' ettiği gibi, vâlidelerin çocuklarına olan taattufundan dolayı da aynen öyle tena'um eder.

Allâh-ü teâlânın hakîmiyetinden dolayı kâinâttaki bütün envâ'-ı hikmetinin dakîkaları adedince hamd Allâh'a mahsûstur. Zîrâ O'nun rahmâniyetinin cilveleriyle insânın nefsi tena'um ettiği ve rahîmiyetinin tecelliyâtıyla insânın kalbi tena'um ettiği gibi, aynen öyle de O'nun hikmetinin letâifiyle de insânın aklı telezzüz eder.

Hak teâlânın hafîziyetinden dolayı "Vâris" isminin tecelliyâtı adedince ve usûlünün ve babalarının ve sâhiblerinin zevâlinden sonra geriye kalan bütün şeyler adedince ve âhiret yurdunun mevcûdâtı adedince ve uhrevî mükâfat sebebiyle muhâfaza olunan âmâl-i beşer adedince hamd Allâh'a mahsûstur. Çünki ni'metin devâmı, ni'metin kendisinden daha büyük bir ni'mettir. Lezzetin bekâsı, lezzetin kendisinden lezzet cihetiyle daha yüksek bir lezzettir. Cennetteki devâmlılık, cennetin kendisinin fevkınde bir ni'mettir. Ve hâkezâ.

Hak teâlânın hafîziyeti, bütün kâinâttaki mevcûdât üzerine, bütün ni'metlerinden daha çok ve daha ziyâde ve daha yüksek ni'metleri tazammun eder.

Ve hâkezâ "Rahmân, Rahîm, Hakîm ve Hafîz" isimlerini sâir Esmâ-yı hüsnâ ile kıyâs et.

Hak teâlânın isimlerinden her bir isim sebebiyle hamd, nihâyetsiz bir hamd ile Allâh'a mahsûstur. Çünki onlardan her bir isimde nihâyetsiz ni'metler vardır.

Nihâyetsiz in'âmâtın hepsinden geçmişte kalanlarının tamâmına bir tercümân olan Kur'ân'dan dolayı hamd nihâyetsiz bir hamd ile Allâh'a mahsûstur.

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan dolayı hamd nihâyetsiz bir hamd ile Allâh'a mahsûstur. Çünki o, daha önce bu ikinci bâbda işâret ettiğimiz bütün ni'metlerin hazînelerinin bütün anahtarları içinde olan îmâna vesîledir.

Rabbi'l-Âlemînin marzıyâtı olan ve mâddî ve ma'nevî çeşit çeşit ni'metlerine bir fihriste olan İslâmiyet ni'metinden dolayı hamd, nihâyetsiz bir hamd ile Allâh'a mahsûstur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 681)


ﺍَﻟﻨُّﻘْﻄَﺔُ ﺍﻟﺜَّﺎﻣِﻨَﺔُ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻳَﺤْﻤَﺪُ ﻟَﻪُ ﻭَ ﻳُﺜْﻨِﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺑِﺎِﻇْﻬَﺎﺭِ ﺍَﻭْﺻَﺎﻑِ ﺟَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻟِﻪِ - ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏُ ﺍﻟْﻜَﺒِﻴﺮُ ﺍﻟْﻤُﺴَﻤَّﻰ ﺑِـ ﴿ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ﴾ ﺑِﺠَﻤِﻴﻊِ ﺍَﺑْﻮَﺍﺑِﻪِ ﻭ ﻓُﺼُﻮﻟِﻬَﺎ، ﻭَ ﺑِﺠَﻤِﻴﻊِ ﺻَﺤَﺎﺋِﻔِﻪِ ﻭَ ﺳُﻄُﻮﺭِﻫَﺎ، ﻭَ ﺑِﺠَﻤِﻴﻊِ ﻛَﻠِﻤَﺎﺗِﻪِ ﻭَ ﺣُﺮُﻭﻓِﻬَﺎ ﻛُﻞٌّ ﺑِﻘَﺪَﺭِ ﻧِﺴْﺒَﺘِﻪِ ﻳَﺤْﻤَﺪُﻩُ ﺗَﻌَﺎﻟَﻰ ﻭَ ﻳُﺴَﺒِّﺤُﻪُ ﺑِﺎِﻇْﻬَﺎﺭِ ﺑَﻮَﺍﺭِﻕِ ﺍَﻭْﺻَﺎﻑِ ﺟَﻠﺎَﻝِ ﻧَﻘَّﺎﺷِﻪِ ﺍْﻟﺎَﺣَﺪِ ﺍﻟﺼَّﻤَﺪِ ﺑِﻤَﻈْﻬَﺮِﻳَّﺔِ ﻛُﻞٍّ ﺑِﻘَﺪَﺭِ ﻧِﺴْﺒَﺘِﻪِ ِﻟﺎَﺿْﻮَﺍﺀِ ﺍَﻭْﺻَﺎﻑِ ﺟَﻤَﺎﻝِ ﻛَﺎﺗِﺒِﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ٭ ﻭَ ﺑِﻤَﻈْﻬَﺮِﻳَّﺔِ ﻛُﻞٍّ ﺑِﻘَﺪَﺭِ ﻧِﺴْﺒَﺘِﻪِ ِﻟﺎَﻧْﻮَﺍﺭِ ﺍَﻭْﺻَﺎﻑِ ﻛَﻤَﺎﻝِ ﻣُﻨْﺸِﺌِﻬَﺎ ﻭَ ﻣُﻨْﺸِﺪِﻫَﺎ ﺍﻟْﻘَﺪِﻳﺮِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢِ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰِ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢِ ٭ ﻭَ ﺑِﻤِﺮْﺍَﺗِﻴَّﺔِ ﻛُﻞٍّ ﺑِﻘَﺪَﺭِ ﻧِﺴْﺒَﺘِﻪِ ِﻟﺎَﺷِﻌَّﺔِ ﺗَﺠَﻠِّﻴَﺎﺕِ ﺍَﺳْﻤَﺎﺀِ ﻣَﻦْ ﻟَﻪُ ﺍْﻟﺎَﺳْﻤَﺎﺀُ ﺍﻟْﺤُﺴْﻨَﻰ ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﻭَ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ ٭


Sekizinci Nokta

Hamd O Allâh'a mahsûstur ki, "Kâinât" diye isimlendirilen şu kitâb-ı kebîr, O'nun evsâf-ı cemâlini ve kemâlini izhâr edecek bütün bâbları ve fasılları ile ve bütün sahîfeleri ve satırları ile ve bütün kelimeleri ve harfleri ile O'na hamd eder ve O'na senâda bulunur.

Her birisi, Ehad ve Samed olan Nakkâşının evsâf-ı celâlinin parlaklığını izhâr ederek her birinin, Rahmân ve Rahîm olan Kâtibinin evsâf-ı cemâlinin ziyâsına kendi nisbeti mikdârınca mazhariyeti ile ve her birinin, Kadîr-i Alîm ve Azîz-i Hakîm olan münşî ve münşîdinin evsâf-ı kemâlinin envârına kendi nisbeti mikdârınca mazhariyeti ile ve her birinin, Esmâ-yı Hüsnânın sâhibi olan zâtın tecelliyât-ı esmâsının şuâ'larına kendi nisbeti mikdârınca âyinedârlığı ile kendi nisbeti mikdârınca O'na hamd eder ve O'nu tesbîh eder O'nun celâli ne yücedir ve O'ndan başka ilâh yoktur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 682)


ﺍَﻟﻨُّﻘْﻄَﺔُ ﺍﻟﺘَّﺎﺳِﻌَﺔُ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ - ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻟﻠَّﻪ*ِ - ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺿَﺮْﺏِ ﺫَﺭَّﺍﺕِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻣِﻦْ ﺍَﻭَّﻝِ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﺧِﺮِ ﺍﻟْﺨِﻠْﻘَﺔِ ﻓِﻰ ﻋَﺎﺷِﺮَﺍﺕِ ﺩَﻗَﺎﺋِﻖِ ﺍْﻟﺎَﺯْﻣِﻨَﺔِ ﻣِﻦَ ﺍْﻟﺎَﺯَﻝِ ﺍِﻟَﻰ ﺍْﻟﺎَﺑَﺪِ ٭

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﴿ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟﻠَّﻪ*ِ﴾ ﺑِﺪَﻭْﺭٍ ﺩَﺍﺋِﺮٍ ﻓِﻰ ﺗَﺴَﻠْﺴُﻞٍ ﴿٤﴾ ﻳَﺘَﺴَﻠْﺴَﻞُ ﺍِﻟَﻰ ﻣَﺎ ﻟﺎَ ﻳَﺘَﻨَﺎﻫَﻰ ٭

Devir ve teselsül, mümkünât dâiresinde muhâldirler. Çünki ikisi de nihâyetsizliği iktizâ ettiklerinden ve mümkünât dâiresi mütenâhî olduğundan mümkünât dâiresinde gayr-i mütenâhî olan yerleşmez. Fakat dâire-i vücûba tealluk eden hamd ise o gayr-i mütenâhîdir. Devir ve teselsül ile gayr-i mütenâhî bir dâireye girer yerleşir.

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﻋَﻠَﻰ ﻧِﻌْﻤَﺔِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻥِ ﻋَﻠَﻰَّ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍِﺧْﻮَﺍﻧِﻰ ﺑِﻌَﺪَﺩِ ﺿَﺮْﺏِ ﺫَﺭَّﺍﺕِ ﻭُﺟُﻮﺩِﻯ ﻓِﻰ ﻋَﺎﺷِﺮَﺍﺕِ ﺩَﻗَﺎﺋِﻖِ ﻋُﻤْﺮِﻯ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻭَ ﺑَﻘَﺎﺋِﻰ ﻭَ ﺑَﻘَﺎﺋِﻬِﻢْ ﻓِﻰ ﺍْﻟﺎَﺧِﺮَﺓِ ٭

Dokuzuncu Nokta

O'nun celâli ne yücedir ve O'ndan başka ilâh yoktur. Dünyânın evvelinden hilkatin âhirine kadar bütün zerrât-ı kâinâtın, ezelden ebede kadar bütün zamânların dakîkalarının âşireleriyle darbı adedince hamd Allâh'dan gelir, Allâh ile olur, Allâh'dan dolayı olur Allâh'a mahsûstur.

"Elhamdülillâh"dan dolayı, sonsuza doğru teselsül eden (Hâşiye) bir teselsüldeki dâirenin devri kadar hamd Allâh'a mahsûstur.

Bana ve kardeşlerime olan Kur'ân ve îmân ni'metinden dolayı, zerrât-ı vücûdumun, dünyâdaki ömrümün dakîkalarının âşireleriyle ve âhirette benim ve kardeşlerimin bekâlarıyla darbı adedince hamd Allâh'a mahsûstur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 684, yeniyazı sh: 285)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﺒَﺎﺏُ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺚُ
Üçüncü Bâb

ﻓِﻰ ﻣَﺮَﺍﺗِﺐِ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ
Allahü Ekber hakkındadır.

ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍْﻟﺎُﻭﻟَﻰ

ﻭَ ﻗُﻞِ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻟَﻢْ ﻳَﺘَّﺨِﺬْ ﻭَﻟَﺪًﺍ ﻭَ ﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﻟَﻪُ ﺷَﺮِﻳﻚٌ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚِ ﻭَ ﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﻟَﻪُ ﻭَﻟِﻰٌّ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺬُّﻝِّ ﻭَ ﻛَﺒِّﺮْﻩُ ﺗَﻜْﺒِﻴﺮًﺍ ٭

ﻟَﺒَّﻴْﻚَ ﻭَ ﺳَﻌْﺪَﻳْﻚَ ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ٭ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗُﺪْﺭَﺓً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺨَﺎﻟِﻖُ ﺍﻟْﺒَﺎﺭِﺉُ ﺍﻟْﻤُﺼَﻮِّﺭُ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺻَﻨَﻊَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ﺑِﻘُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﻛَﺎﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻭَ ﻛَﺘَﺐَ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﺑِﻘَﻠَﻢِ ﻗَﺪَﺭِﻩِ ﻛَﻤَﺎ ﻛَﺘَﺐَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ﺑِﺬَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻘَﻠَﻢِ ﺍِﺫْ ﺫَﺍﻙَ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢُ ﺍﻟْﻜَﺒِﻴﺮُ

ﻛَﻬَﺬَﺍ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢِ ﺍﻟﺼَّﻐِﻴﺮِ ﻣَﺼْﻨُﻮﻉُ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﻣَﻜْﺘُﻮﺏُ ﻗَﺪَﺭِﻩِ ﺍِﺑْﺪَﺍﻋُﻪُ ﻟِﺬَﺍﻙَ ﺻَﻴَّﺮَﻩُ ﻣَﺴْﺠِﺪًﺍ ﺍِﻳﺠَﺎﺩُﻩُ ﻟِﻬَﺬَﺍ ﺻَﻴَّﺮَﻩُ ﺳَﺎﺟِﺪًﺍ ﺍِﻧْﺸَﺎﺋُﻪُ ﻟِﺬَﺍﻙَ ﺻَﻴَّﺮَ ﺫَﺍﻙَ ﻣُﻠْﻜًﺎ ﺑِﻨَﺎﺋُﻪُ ﻟِﻬَﺬَﺍ ﺻَﻴَّﺮَﻩُ ﻣَﻤْﻠُﻮﻛًﺎ ﺻَﻨْﻌَﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﺫَﺍﻙَ ﺗَﻈَﺎﻫَﺮَﺕْ ﻛِﺘَﺎﺑًﺎ ﺻِﺒْﻐَﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﻫَﺬَﺍ ﺗَﺰَﺍﻫَﺮَﺕْ ﺧِﻄَﺎﺑًﺎ ﻗُﺪْﺭَﺗُﻪُ ﻓِﻰ ﺫَﺍﻙَ ﺗُﻈْﻬِﺮُ ﺣِﺸْﻤَﺘَﻪُ ﺭَﺣْﻤَﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﻫَﺬَﺍ ﺗَﻨْﻈِﻢُ ﻧِﻌْﻤَﺘَﻪُ ﺣِﺸْﻤَﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﺫَﺍﻙَ ﺗَﺸْﻬَﺪُ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻮَﺍﺣِﺪُ ﻧِﻌْﻤَﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﻫَﺬَﺍ ﺗُﻌْﻠِﻦُ ﻫُﻮَ ﺍْﻟﺎَﺣَﺪُ ﺳِﻜَّﺘُﻪُ ﻓِﻰ ﺫَﺍﻙَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜُﻞِّ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺟْﺰَﺍﺀِ ﺳُﻜُﻮﻧًﺎ ﺣَﺮَﻛَﺔً ﺧَﺎﺗَﻤُﻪُ ﻓِﻰ ﻫَﺬَﺍ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺠِﺴْﻢِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻋْﻀَﺎﺀِ ﺣُﺠَﻴْﺮَﺓً ﺫَﺭَّﺓً ٭

ﻓَﺎﻧْﻈُﺮْ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﺛَﺎﺭِﻩِ ﺍﻟْﻤُﺘَّﺴِﻘَﺔِ ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﺮَﻯ ﻛَﺎﻟْﻔَﻠَﻖِ ﺳَﺨَﺎﻭَﺓً ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔً ﻣَﻊَ ﺍِﻧْﺘِﻈَﺎﻡٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﺳُﺮْﻋَﺔٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍِﺗِّﺰَﺍﻥٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﺳُﻬُﻮﻟَﺔٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍِﺗِّﻘَﺎﻥٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﻭُﺳْﻌَﺔٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺣُﺴْﻦِ ﺻُﻨْﻊٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﺑُﻌْﺪَﺓٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍِﺗِّﻔَﺎﻕٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﺧِﻠْﻄَﺔٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍِﻣْﺘِﻴَﺎﺯٍ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ﻓِﻰ ﺭُﺧْﺼَﺔٍ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٍ ﻣَﻊَ ﻏُﻠُﻮٍّ ﻣُﻄْﻠَﻖٍ ٭ ﻓَﻬَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﻴْﻔِﻴَّﺔُ ﺍﻟْﻤَﺸْﻬُﻮﺩَﺓُ ﺷَﺎﻫِﺪَﺓٌ ﻟِﻠْﻌَﺎﻗِﻞِ ﺍﻟْﻤُﺤَﻘِّﻖِ ﻣُﺠْﺒِﺮَﺓٌ ﻟِْﻠﺎَﺣْﻤَﻖِ ﺍﻟْﻤُﻨَﺎﻓِﻖِ ﻋَﻠَﻰ ﻗَﺒُﻮﻝِ ﺍﻟﺼَّﻨْﻌَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻮَﺣْﺪَﺓِ ﻟِﻠْﺤَﻖِّ ﺫِﻯ ﺍﻟْﻘُﺪْﺭَﺓِ ﺍﻟْﻤُﻄْﻠَﻘَﺔِ ﻭَ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﻤُﻄْﻠَﻖُ ٭ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻮَﺣْﺪَﺓِ ﺳُﻬُﻮﻟَﺔٌ ﻣُﻄْﻠَﻘَﺔٌ ﻭَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﺜْﺮَﺓِ ﻭَ ﺍﻟﺸِّﺮْﻛَﺔِ ﺻُﻌُﻮﺑَﺔٌ ﻣُﻨْﻐَﻠِﻘَﺔٌ ٭ ﺍِﻥْ ﺍُﺳْﻨِﺪَ ﻛُﻞُّ ﺍْﻟﺎَﺷْﻴَﺎﺀِ ﻟِﻠْﻮَﺍﺣِﺪِ ﻓَﺎﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕُ ﻛَﺎﻟﻨَّﺨْﻠَﺔِ ﻭَ ﺍﻟﻨَّﺨْﻠَﺔُ ﻛَﺎﻟﺜَّﻤَﺮَﺓِ ﺳُﻬُﻮﻟَﺔً ﻓِﻰ ﺍْﻟﺎِﺑْﺘِﺪَﺍﻉِ ٭ ﺍِﻥْ ﺍُﺳْﻨِﺪَ ﻟِﻠْﻜَﺜْﺮَﺓِ ﻓَﺎﻟﻨَّﺨْﻠَﺔُ ﻛَﺎﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻭَ ﺍﻟﺜَّﻤَﺮَﺓُ ﻛَﺎﻟﺸَّﺠَﺮَﺍﺕِ ﺻُﻌُﻮﺑَﺔً ﻓِﻰ ﺍْﻟﺎِﻣْﺘِﻨَﺎﻉِ ٭ ...



Birinci Mertebe

"Ve de ki: 'Hamd o Allâh'a mahsûstur ki, çocuk edinmemiştir; hem mülkte kendisine hiçbir ortak olmamıştır; âcizlikten dolayı O'nun için hiçbir yardımcı da olmamıştır. Artık O'nu tekbîr getirerek yücelt!" (İsrâ Sûresi, 11:111). Lebbeyk ve sa'deyk..

Celâli ne yücedir o Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle bir Hâlık ve Bârî ve Musavvirdir ki, kudretiyle insânı kâinât gibi yapmış ve insânı kader kalemiyle yazdığı gibi kâinâtı da bu kalemle yazmıştır. Çünki bu büyük âlem, bu küçük âlem gibi, O'nun kudretinin masnûu ve kaderinin mektûbudur. O'nun bu büyük âlemi ibdâ' etmesi, onu bir mescid hâline getirmiştir. Bu küçük âlemi îcâd etmesi, onu bir secde eden hâline getirmiştir. Bu büyük âlemi inşâ etmesi, onu bir mülk hâline getirmiştir. Bu küçük âlemi binâ etmesi, onu bir memlûk hâline getirmiştir. O'nun şu büyük âlemdeki san'atı, bir kitâb şeklinde tezâhür etmiştir. Bu küçük âlemdeki sıbgası, bir hitâb şeklinde çiçek vermiştir. O'nun şu büyük âlemdeki kudreti, O'nun haşmetini gösterir. Bu küçük âlemdeki rahmeti, ni'metini tanzîm eder. O'nun şu büyük âlemdeki haşmeti, O'nun vahdâniyetine şehâdet eder. Bu küçük âlemdeki ni'meti, O'nun ehadiyetini i'lân eder. O'nun şu büyük âlemde bulunan küll ve cüz'lerdeki mührü, sükûn ve hareket şeklindedir. Bu küçük âlemde bulunan cisim ve a'zâlardaki mührü, hüceyre ve zerre şeklindedir.

Şimdi O'nun toplu hâldeki eserlerine bak. Nasıl sabâhın aydınlığı gibi mutlak bir intizâm ile berâber mutlak bir sehâvet göreceksin. Mutlak bir ittizân ile berâber mutlak bir sür'at içinde (göreceksin), mutlak bir ittikân ile berâber mutlak bir kolaylık içinde (göreceksin). Mutlak bir hüsn-i san'at ile berâber mutlak bir vüs'at içinde (göreceksin). Mutlak bir ittifâk ile berâber mutlak bir uzaklık içinde (göreceksin). Mutlak bir imtiyâz ile berâber mutlak bir karışıklık içinde (göreceksin). Mutlak bir kıymetlilik ile berâber mutlak bir kolaylık içinde (göreceksin). İşte bu görünen keyfiyet, ehl-i tahkîk olan akıl sâhibi için bir şâhiddir. Münâfık olan ahmağı, mutlak kudret sâhibi olan Hakk'ın san'atını ve vahdetini kabûle mecbûr bırakır. O, mutlak ilim sâhibidir.

Hem vahdette mutlak bir kolaylık vardır. Kesret ve şirkte ise kilitlenmiş bir zorluk vardır. Eğer bütün eşyâ tek zâta isnâd edilse, yoktan îcâd etmekdeki kolaylık cihetiyle kâinât hurmâ ağacı gibidir, hurmâ ağacı da meyve gibidir. Eğer kesrete isnâd edilse, yoktan îcâd etmekdeki zorluk cihetiyle hurmâ ağacı kâinât gibidir, meyve ise ağaçlar gibidir. Zîrâ tek zât tek fiil ile pek çok eşyâya âid bir netîceyi ve bir vaz'iyeti külfetsiz ve mübâşeretsiz te'mîn edebilir. Eğer şu vaz'iyet ve netîce kesrete havâle edilse, tekellüfler, mübâşereler ve çekişmeler olmadan onlara ulaşmak mümkün olmaz. Askerlerle berâber kumandan gibi, taşlarla berâber usta gibi, yıldızlarla berâber yer gibi, damlalarla berâber fıskıye gibi, dâiredeki noktalarla berâber merkez noktası gibi.

Şu sırdandır ki, vahdette intisâb, hudûdsuz kudret makâmına geçer. Hem sebeb kuvvetinin menba'larını taşımaya mecbûr olmaz. Ve eser o isnâd edilen şeye nisbet etmekle büyür. Şirket ise her sebeb kendi kuvvetinin menba'larını taşımaya mecbûrdur. Eser de kendi cirmi nisbetinde küçülür. Buradan hareketle karınca ve sinek cebbârlara karşı galebe etti. Ve küçük çekirdek koca bir ağacı taşıdı.

Yine şu sırdandır ki, bütün eşyânın tek zâta isnâd edilmesinde îcâd etmek mutlak ademden olmaz. Bi'l-akis îcâd etmek, tıpkı âyînede temessül eden sûretin, kendisine bir vücûd-ı hâricînin verilmesi için kemâl-i sühûletle fotoğraf kâğıdına nakledilmesi gibi veyâ görünmez bir mürekkeb ile yazılmış bir hattın, gizli yazıyı ortaya çıkaran bir mâdde vâsıtasıyla izhâr edilmesi gibi, ilmen mevcûd olanı vücûd-ı hâricîye çıkarmakdır.

Eşyânın esbâba ve kesrete isnâdında ise îcâd etmek adem-i mutlaktan olması gerekir. O ise eğer muhâl olmazsa, en zor şeylerden biri olur. Demek vahdetteki sühûlet vücûb derecesine varmaktadır. Kesretteki suûbet ise imtinâ' derecesine varmaktadır.

Yine şu hikmettendir ki, Vahdette, ibdâ' ve îcâd "el-Eysi min el-leysi" yani mevcûdu müddetsiz ve mâddesiz olarak adem-i sırftan ibdâ' ve zerrâtı külfetsiz ve karışıksız olarak ilmî kalıba dökmek mümkün olur. Şirk ve kesrette ise, bütün ehl-i aklın ittifâkıyla ademden ibdâ' mümkün olmaz. Çünki bir zîhayâtın vücûdu için yeryüzü ve unsurlarda yayılmış olan zerrâtın toplanması gerekir. Ve ilmî kalıbın olmaması sebebiyle, o zîhayâtın cismindeki zerrelerin muhâfazası için, her zerrede küllî bir ilim ve mutlak bir irâde lâzım olur.

Bununla berâber, şerîkler, kendilerine ihtiyâc duyulmayan, zâtları mümteni' ve sırf tahakkümî olan şeylerdir. Mevcûdâttan hiçbir şeyde onlara ne bir emâre vardır, ne de kendilerine bir işâret vardır. Zîrâ semâvât ve arzın hilkati, bizzarûre gayr-i mütenâhî bir kudret-i kâmile îcâb ettirir. Bu yüzden şerîklere ihtiyâc duyulmamıştır. Yoksa gayr-i mütenâhî bir kudret-i kâmilenin, hiçbir zarûret olmadan, zarûret bunun aksinde iken, nihâyetsiz olma vaktinde, mütenâhî başka bir kuvvetle sınırlandırılması ve sona erdirilmesi gerekir. O ise beş vecihle muhâldir. İşte şerîkler mümteni' oldular. Zâten mevcûdâttan hiçbir şeyde, ne şu vecihlerle mümteni' olan şerîklerin vücûtlarına bir işâret vardır, ne de tahakkuklarına bir emâre vardır.

Bu mes'eleyi Otuzikinci Risâlenin Birinci Mevkıfında zerrâttan seyyârâta kadar ve İkinci Mevkıfda semâvâttan teşehhusât-ı vechiyeye kadar îzâh ettik. Hepsi de sikke-i tevhîdi göstererek şirki reddeden cevâbı verdiler.

O'nun şerîkleri olmadığı gibi, böylece O'nun ne muîni vardır ne de vezîrleri vardır. Esbâb ise, kudret-i ezeliyenin tasarrufu üzerine ancak ince bir perdedir. Esbâbın en şerefli ve ihtiyârı en geniş olanı insânın kendisidir; bununla berâber, yemek, söz söylemek ve düşünmek gibi en zâhir ef'âl-i ihtiyâriyesinin yüzlerce cüz'ünden elinde sâdece meşkûk tek bir cüz' vardır. Eğer ihtiyârı en şerefli ve en geniş olan sebeb, böyle gördüğün gibi tasarruf-ı hakîkîden elleri bağlanmış ise, îcâd ve rubûbiyette semâvât ve arzın hâlıkına hayvânât ve cemâdâtın şerîk olmaları nasıl mümkün olabilir. Nasıl ki pâdişâhın içine hediye koyduğu zarf veyâ içine hediye sardığı mendîl veyâ eliyle sana ni'met gönderdiği nefer o pâdişâha saltanatında şerîkler olması mümkün değildir. Öyle de elleriyle bize ni'metler gönderilmiş olan sebeblerin ve bizim için iddihâr edilmiş olan ni'metlere bizzât sandukçalar olan zarfların ve bize hediye edilmiş olan atâyâ-yı ilâhiyeye sarılan esbâbın yardımcı şerîkler veyâ müessir vâsıtalar olması mümkün değildir.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 689, yeniyazı sh: 290)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻴَﺔُ

ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗُﺪْﺭَﺓً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَّﻕُ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟﺼَّﺎﻧِﻊُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕُ ﺍْﻟﺎَﺭْﺿِﻴَّﺔُ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺟْﺮَﺍﻡُ ﺍﻟْﻌُﻠْﻮِﻳَّﺔُ ﻓِﻰ ﺑُﺴْﺘَﺎﻥِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻣُﻌْﺠِﺰَﺍﺕُ ﻗُﺪْﺭَﺓِ ﺧَﻠﺎَّﻕٍ ﻋَﻠِﻴﻢٍ ﺑِﺎﻟْﺒَﺪَﺍﻫَﺔِ ٭ ﻭَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟﻨَّﺒَﺎﺗَﺎﺕُ ﺍﻟْﻤُﺘَﻠَﻮِّﻧَﺔُ ﺍﻟْﻤُﺘَﺰَﻳِّﻨَﺔُ ﺍﻟْﻤَﻨْﺜُﻮﺭَﺓُ ﻭَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﺤَﻴْﻮَﺍﻧَﺎﺕُ ﺍﻟْﻤُﺘَﻨَﻮِّﻋَﺔُ ﺍﻟْﻤُﺘَﺒَﺮِّﺟَﺔُ ﺍﻟْﻤَﻨْﺸُﻮﺭَﺓُ ﻓِﻰ ﺣَﺪِﻳﻘَﺔِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﺧَﻮَﺍﺭِﻕُ ﺻَﻨْﻌَﺔِ ﺻَﺎﻧِﻊٍ ﺣَﻜِﻴﻢٍ ﺑِﺎﻟﻀَّﺮُﻭﺭَﺓِ ﻭَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍْﻟﺎَﺯْﻫَﺎﺭُ ﺍﻟْﻤُﺘَﺒَﺴِّﻤَﺔُ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺛْﻤَﺎﺭُ ﺍﻟْﻤُﺘَﺰَﻳِّﻨَﺔُ ﻓِﻰ ﺟِﻨَﺎﻥِ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﺤَﺪِﻳﻘَﺔِ ﻫَﺪَﺍﻳَﺎﺀُ ﺭَﺣْﻤَﺔِ ﺭَﺣْﻤَﻦٍ ﺭَﺣِﻴﻢٍ ﺑِﺎﻟْﻤُﺸَﺎﻫَﺪَﺓِ ﺗَﺸْﻬَﺪُ ﻫَﺎﺗِﻴﻚَ ﻭَ ﺗُﻨَﺎﺩِﻯ ﺗَﺎﻙَ ﻭَ ﺗُﻌْﻠِﻦُ ﻫَﺬِﻩِ ﺑِﺎَﻥَّ ﺧَﻠﺎَّﻕَ ﻫَﺎﺗِﻴﻚَ ﻭَ ﻣُﺼَﻮِّﺭَ ﺗَﺎﻙَ ﻭَ ﻭَﺍﻫِﺐَ ﻫَﺬِﻩِ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ ﻭَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ ﻗَﺪْ ﻭَﺳِﻊَ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﺭَﺣْﻤَﺔً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺗَﺘَﺴَﺎﻭَﻯ ﺑِﺎﻟﻨِّﺴْﺒَﺔِ ﺍِﻟَﻰ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﺍﻟﺬَّﺭَّﺍﺕُ ﻭَ ﺍﻟﻨُّﺠُﻮﻡُ ﻭَ ﺍﻟْﻘَﻠِﻴﻞُ ﻭَ ﺍﻟْﻜَﺜِﻴﺮُ ﻭَ ﺍﻟﺼَّﻐِﻴﺮُ ﻭَ ﺍﻟْﻜَﺒِﻴﺮُ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﺘَﻨَﺎﻫِﻰ ﻭَ ﻏَﻴْﺮُ ﺍْﻟﻤُﺘَﻨَﺎﻫِﻰ ﻭَ ﻛُﻞُّ ﺍﻟْﻮُﻗُﻮﻋَﺎﺕِ ﺍﻟْﻤَﺎﺿِﻴَّﺔِ ﻭَ ﻏَﺮَﺍﺋِﺒِﻬَﺎ ﻣُﻌْﺠِﺰَﺍﺕُ ﺻَﻨْﻌَﺔِ ﺻَﺎﻧِﻊٍ ﺣَﻜِﻴﻢٍ ﺗَﺸْﻬَﺪُ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻥَّ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟﺼَّﺎﻧِﻊَ ﻗَﺪِﻳﺮٌ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺍْﻟﺎِﻣْﻜَﺎﻧَﺎﺕِ ﺍْﻟﺎِﺳْﺘِﻘْﺒَﺎﻟِﻴَّﺔِ ﻭَ ﻋَﺠَﺎﺋِﺒِﻬَﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَّﻕُ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﻭَ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ٭ ...


İkinci Mertebe

Celâli ne yücedir o Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk-ı Alîm, Sâni'-i Hakîm, Rahmânü'r-Rahîmdir ki, kâinât bostânındaki şu mevcûdât-ı arziye ve ecrâm-ı ulviye bilbedâhe o Hallâk-ı Alîmin mu'cizât-ı kudretidir.

Ve yeryüzü bahçesindeki rengârenk, süslenen, serilmiş şu bitkiler ve çeşit çeşit, açılıp saçılan, yayılmış şu hayvânlar bizzarûre O Sâni'-i Hakîmin havârik-ı san'atıdır ve bu bağın bahçelerindeki tebüssüm eden çiçekler ve süslenen meyveler, bilmüşâhede O Rahmân-ı Rahîm'in hedâyâ-yı rahmetidir. O şehâdet ediyor, şu nidâ ediyor ve bu i'lân ediyor ki, O'nun hallâkı, şunun Musavviri ve bunun Vâhibi her şeye kâdirdir. Her şeye alîmdir. Rahmet ve ilim cihetiyle her şeyi kaplamıştır. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, sonu olan ve sonu olmayan müsâvîdir. Ve mâzînin bütün vukûât ve garâibi o Sâni'-i Hakîm'in mu'cizât-ı san'atıdır ki, istikbâlin bütün imkânât ve acâibine bu Sâniin hakkıyla kâdir olduğuna şehâdet eder. Zîrâ O, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîmdir.

Her türlü noksânlıktan ve kusûrdan münezzehtir O Zât ki, yeryüzü bahçesini san'atının meşheri, yarattıklarının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medârı, rahmetinin çiçekliği, cennetinin tarlası, mahlûkâtın geçit yeri, mevcûdâtın akacak yeri, masnûâtın ölçeği yapmıştır. İşte müzeyyen hayvânât, münakkaş kuşlar, meyveli ağaçlar, çiçekli bitkiler O'nun ilminin mu'cizeleridir. San'atının hârikalarıdır. Cömertliğinin hediyeleridir. Lütfunun bürhânlarıdır.

Meyvelerin zînetinden dolayı çiçeklerin tebessümü, seherin nesîminde kuşların cıvıltısı, çiçeklerin yapraklarındaki yağmur damlalarının nağmeli sesi, vâlidelerin küçük çocuklara olan merhameti.. Cin ve insâna, rûh ve hayvâna, melek ve câna bir Vedûd'ün tanıttırması, bir Rahmân'ın sevdirmesi, bir Hannân'ın merhameti, Bir Mennân'ın tahannünüdür.

Tohumlar ve meyveler, dâneler ve çiçekler, birer hikmet mu'cizesi, birer san'at hârikası, birer rahmet hediyesi, birer vahdet bürhânı, dâr-ı âhiretteki lütfunun birer şâhididir. Birer şâhid-i sâdıktırlar. Çünki kendilerinin Hallâkı her şeye kadîr ve her şeye alîmdir. Rahmet ve ilimle, halk ve tedbîrle, sun' ve tasvîrle her şeyi kaplamıştır. Bu yüzden güneş tohum gibidir, yıldız çiçek gibidir, yer dâne gibidir. Yaratmak ve tedbîr, sun' ve tasvîr O'na ağır gelmez.

Tohumlar ve meyveler, kesretin aktârında vahdetin âyîneleri, kaderin işâretleri, kudretin remizleridir. Çünki bu kesret vahdetin menbaındandır. Fâtırın sun' ve tasvîrdeki vahdetine şehâdet ederek sudûr eder. Sonra Sâni'in halk ve tedbîrdeki hikmetini zikrederek vahdette nihâyet bulur.

Hem hikmetin telvîhâtıdır. Çünki Hâlık-ı kül küllî nazarla cüz'iye bakarken orada cüz'üne (de bakar). Zîrâ bir meyve olsa, bu ağacın halk edilmesinden en zâhir bir maksad işte odur. Beşer de şu kâinât için bir meyvedir. Mevcûdâtın Hâlıkı için en zâhir maksûd da O'dur.

Kalb ise çekirdek gibidir, mahlûkâtın Sânii için en parlak âyîne odur. İşte şu hikmettendir ki, bu mevcûdâttaki neşir ve haşre ve bu kâinâtın tahrîb, tebdîl, tahvîl ve tecdîdine en zâhir medâr, ancak bu kâinâttaki o küçücük insândır.

Allâh en büyüktür. Ey büyük olan! Azametinin künhüne akılların erişemediği Zât ancak Sensin.

Çünki her şey berâber (hareketleri ve sesleriyle mûsîka-i zikriye tarzında) Lâ ilâhe illâ hû derler. Sürekli "yâ Hak" ararlar, hepsi "yâ Hay" derler.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 691, yeniyazı sh: 292)

ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺜَﺔُ

﴿ﺍِﻳﻀَﺎﺣُﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺭَﺍْﺱِ ﺍﻟْﻤَﻮْﻗِﻒِ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺚِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺮِّﺳَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻴَﺔِ ﻭَ ﺛَﻠﺎَﺛِﻴﻦَ﴾

ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗُﺪْﺭَﺓً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻘَﺪِﻳﺮُ ﺍﻟْﻤُﻘَﺪِّﺭُ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍﻟْﻤُﺼَﻮِّﺭُ ﺍﻟْﻜَﺮِﻳﻢُ ﺍﻟﻠَّﻄِﻴﻒُ ﺍﻟْﻤُﺰَﻳِّﻦُ ﺍﻟْﻤُﻨْﻌِﻢُ ﺍﻟْﻮَﺩُﻭﺩُ ﺍﻟْﻤُﺘَﻌَﺮِّﻑُ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ﺍﻟْﻤُﺘَﺤَﻨِّﻦُ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻞُ ﺫُﻭ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝِ ﻭَ ﺍﻟْﻜَﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻤُﻄْﻠَﻖِ ﺍﻟﻨَّﻘَّﺎﺵُ ﺍْﻟﺎَﺯَﻟِﻰُّ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻣَﺎﺣَﻘَﺎﺋِﻖُ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻛُﻠﺎًّ ﻭَ ﺍَﺟْﺰَﺍﺀً ﻭَ ﺻَﺤَﺎﺋِﻒَ ﻭَ ﻃَﺒَﻘَﺎﺕٍ ﻭَ ﻣَﺎ ﺣَﻘَﺎﺋِﻖُ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕِ ﻛُﻠِّﻴًّﺎ ﻭَ ﺟُﺰْﺋِﻴًّﺎ ﻭَ ﻭُﺟُﻮﺩًﺍ ﻭَ ﺑَﻘَﺎﺀً ﺍِﻟﺎَّ ﻭَ ﻫِﻰَ ﺧُﻄُﻮﻁُ ﻗَﻠَﻢِ ﻗَﻀَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﻗَﺪَﺭِﻩِ ﺑِﺘَﻨْﻈِﻴﻢٍ ﻭَ ﺗَﻘْﺪِﻳﺮٍ ﻭَ ﻋِﻠْﻢٍ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺔٍ ﻭَ ﺍِﻟﺎَّ ﻧُﻘُﻮﺵُ ﭘَﺮْﻛَﺎﺭِ ﻋِﻠْﻤِﻪِ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺘِﻪِ ﺑِﺼُﻨْﻊٍ ﻭَ ﺗَﺼْﻮِﻳﺮٍ ﻭَ ﺍِﻟﺎَّ ﺗَﺰْﻳِﻴﻨَﺎﺕُ ﻳَﺪِ ﺑَﻴْﻀَﺎﺀِ ﺻُﻨْﻌِﻪِ ﻭَ ﺗَﺼْﻮِﻳﺮِﻩِ ﻭَ ﺗَﺰْﻳِﻴﻨِﻪِ ﻭَ ﺗَﻨْﻮِﻳﺮِﻩِ ﺑِﻠُﻄْﻒٍ ﻭَ ﻛَﺮَﻡٍ ﻭَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍَﺯَﺍﻫِﻴﺮُ ﻟَﻄَﺎﺋِﻒِ ﻟُﻄْﻔِﻪِ ﻭَ ﻛَﺮَﻣِﻪِ ﻭَ ﺗَﻌَﺮُّﻓِﻪِ ﻭَ ﺗَﻮَﺩُّﺩِﻩِ ﺑِﺮَﺣْﻤَﺔٍ ﻭَ ﻧِﻌْﻤَﺔٍ ﻭَ ﺍِﻟﺎَّ ﺛَﻤَﺮَﺍﺕُ ﻓَﻴَّﺎﺽِ ﻋَﻴْﻦِ ﺭَﺣْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻧِﻌْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﺗَﺮَﺣُّﻤِﻪِ ﻭَ ﺗَﺤَﻨُّﻨِﻪِ ﺑِﺠَﻤَﺎﻝٍ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻝٍ ﻭَ ﺍِﻟﺎَّ ﻟَﻤَﻌَﺎﺕُ ﺟَﻤَﺎﻝٍ ﺳَﺮْﻣَﺪِﻯٍّ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻝٍ ﺩَﻳْﻤُﻮﻣِﻰٍّ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺓِ ﺗَﻔَﺎﻧِﻴَﺔِ ﺍﻟْﻤَﺮَﺍﻳَﺎ ﻭَ ﺳَﻴَّﺎﻟِﻴَّﺔِ ﺍﻟْﻤَﻈَﺎﻫِﺮِ ﻣَﻊَ ﺩَﻭَﺍﻡِ ﺗَﺠَﻠِّﻰ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝِ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺮِّ ﺍﻟْﻔُﺼُﻮﻝِ ﻭَ ﺍﻟْﻌُﺼُﻮﺭِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺩْﻭَﺍﺭِ ﻭَ ﻣَﻊَ ﺩَﻭَﺍﻡِ ﺍْﻟﺎِﻧْﻌَﺎﻡِ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺮِّ ﺍْﻟﺎَﻧَﺎﻡِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻳَّﺎﻡِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻋْﻮَﺍﻡِ


Bu üçüncü mertebe, cüz'î bir çiçeği ve güzel bir kadını nazara alıyor. Koca bahâr bir çiçektir. Cennet dahi bir çiçek gibidir, bu mertebenin mazharlarıdırlar ve âlem güzel ve büyük bir insândır ve hûrîler nev'i ve rûhânîler tâifesi ve hayvânlar cinsi ve insân sınıfı herbiri ma'nen güzel bir insân hükmündedirler. Bu mertebenin gösterdiği esmâyı safahâtıyla gösteriyorlar

. ﻧَﻌَﻢْ ﺗَﻔَﺎﻧِﻰ ﺍﻟْﻤِﺮْﺍَﺓِ ﺯَﻭَﺍﻝُ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕِ ﻣَﻊَ ﺍﻟﺘَّﺠَﻠِّﻰ ﺍﻟﺪَّﺍﺋِﻢِ ﻣَﻊَ ﺍﻟْﻔَﻴْﺾِ ﺍﻟْﻤُﻠﺎَﺯِﻡِ ﻣِﻦْ ﺍَﻇْﻬَﺮِ ﺍﻟﻈَّﻮَﺍﻫِﺮِ ﻣِﻦْ ﺍَﺑْﻬَﺮِ ﺍﻟْﺒَﻮَﺍﻫِﺮِ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻥَّ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝَ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮَ ﺍَﻥَّ ﺍﻟْﻜَﻤَﺎﻝَ ﺍﻟﺰَّﺍﻫِﺮَ ﻟَﻴْﺴَﺎ ﻣُﻠْﻚَ ﺍﻟْﻤَﻈَﺎﻫِﺮِ ﻣِﻦْ ﺍَﻓْﺼَﺢِ ﺗِﺒْﻴَﺎﻥٍ ﻣِﻦْ ﺍَﻭْﺿَﺢِ ﺑُﺮْﻫَﺎﻥٍ ﻟِﻠْﺠَﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻤُﺠَﺮَّﺩِ ﻟِْﻠﺎِﺣْﺴَﺎﻥِ ﺍﻟْﻤُﺠَﺪَّﺩِ ﻟِﻠْﻮَﺍﺟِﺐِ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﻟِﻠْﺒَﺎﻗِﻰ ﺍﻟْﻮَﺩُﻭﺩِ ٭

ﻧَﻌَﻢْ ﻓَﺎْﻟﺎَﺛَﺮُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻳَﺪُﻝُّ ﺑِﺎﻟْﺒَﺪَﺍﻫَﺔِ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻔِﻌْﻞِ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞِ ﺛُﻢَّ ﺍﻟْﻔِﻌْﻞُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻳَﺪُﻝُّ ﺑِﺎﻟﻀَّﺮُﻭﺭَﺓِ ﻋَﻠَﻰ ﺍْﻟﺎِﺳْﻢِ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞِ ﻭَ ﺍﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞِ ﺛُﻢَّ ﺍْﻟﺎِﺳْﻢُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻳَﺪُﻝُّ ﺑِﻠﺎَ ﺭَﻳْﺐٍ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻮَﺻْﻒِ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞِ ﺛُﻢَّ ﺍﻟْﻮَﺻْﻒُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻳَﺪُﻝُّ ﺑِﻠﺎَ ﺷَﻚٍّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺸَّﺎْﻥِ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞِ ﺛُﻢَّ ﺍﻟﺸَّﺎْﻥُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻳَﺪُﻝُّ ﺑِﺎﻟْﻴَﻘِﻴﻦِ ﻋَﻠَﻰ ﻛَﻤَﺎﻝِ ﺍﻟﺬَّﺍﺕِ ﺑِﻤَﺎ ﻳَﻠِﻴﻖُ ﺑِﺎﻟﺬَّﺍﺕِ ﻭَ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﺍﻟْﻴَﻘِﻴﻦُ ٭



Üçüncü Mertebe

Kudret ve ilim cihetiyle Allâh her şeyden en büyüktür. Zîrâ O öyle bir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerîm, Latîf, Müzeyyin, Mün'im, Vedûd, Mütearrif, Rahmân, Rahîm, Mütehannin, Cemîl-i Zülcelâl, Kemâl-i Mutlak ve Nakkâş-ı Ezelîdir ki, Kül ve cüz', sahâif ve tabakât olarak bu kâinâtın hakîkati ve küllîlik ve cüz'îlik, vücûd ve bekâ i'tibâriyle bu mevcûdâtın hakîkati,

Ancak O'nun kazâ ve kader kaleminin, tanzîm ve takdîr, ilim ve hikmetle çizdiği hatlarıdır.

Ve ancak O'nun ilim ve hikmet pergelinin sun' ve tasvîr ile yaptığı nakışlarıdır.

Ve ancak O'nun sun' ve tasvîri, tezyîn ve tenvîrinin yed-i beyzâsının lütuf ve keremle işlediği tezyînâtıdır.

Ve ancak O'nun lütuf ve keremi, tearrüf ve teveddüdünün latîfelerinin rahmet ve ni'metle açmış çiçekleridir.

Ve ancak O'nun ayn-ı rahmet ve ni'meti, terahhum ve tahannününün feyzinin cemâl ve kemâl ile çıkmış semereleridir.

Hem mevsimler, asırlar ve devirlerin geçmesine rağmen cemâlin tecellîsinin devâm etmesiyle berâber ve mahlûkâtın ve günlerin ve senelerin geçmesine rağmen in'âmın devâm etmesiyle berâber, âyînelerin fânîliği ve mazharların seyyâliyetinin şehâdetiyle ancak dâimî bir cemâlin ve bâkî bir kemâlin lemeâtıdır.

Evet dâimî tecellî ile berâber, sürekli feyiz ile berâber, âyînelerin fânîliği, mevcûdâtın zevâli, o görünen cemâlin, o parlayan kemâlin mazharların mülkü olmadığını zâhirlerin en zâhiri, âşikârların en âşikârı olarak gösterir. O mücerred cemâlin, o yenilenen ihsânın, o vâcibü'l-vücûdun, o Bâkî-i Vedûd'ün en fasîh beyânı ve en vâzıh bürhânıdır.

Evet mükemmel eser bilbedâhe mükemmel fiile delâlet eder. Sonra mükemmel fiil, bizzarûre mükemmel isme ve mükemmel fâile delâlet eder. Sonra mükemmel isim, bilâşübhe mükemmel sıfata delâlet eder. Sonra mükemmel vasıf, bilâşek mükemmel şe'ne delâlet eder. Sonra mükemmel şe'n, O Zâta lâyık bir sûrette, ki o da hakka'l-yakîndir bilyakîn o Zâtın kemâline delâlet eder.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 693, yeniyazı sh: 293)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟﺮَّﺍﺑِﻌَﺔُ

ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻌَﺪْﻝُ ﺍﻟْﻌَﺎﺩِﻝُ ﺍﻟْﺤَﻜَﻢُ ﺍﻟْﺤَﺎﻛِﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍْﻟﺎَﺯَﻟِﻰُّ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺍَﺳَّﺲَ ﺑُﻨْﻴَﺎﻥَ ﺷَﺠَﺮَﺓِ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻓِﻰ ﺳِﺘَّﺔِ ﺍَﻳَّﺎﻡٍ ﺑِﺎُﺻُﻮﻝِ ﻣَﺸِﻴﺌَﺘِﻪِ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻓَﺼَّﻠَﻬَﺎ ﺑِﺪَﺳَﺎﺗِﻴﺮِ ﻗَﻀَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﻗَﺪَﺭِﻩِ ﻭَ ﻧَﻈَّﻤَﻬَﺎ ﺑِﻘَﻮَﺍﻧِﻴﻦِ ﻋَﺎﺩَﺗِﻪِ ﻭَ ﺳُﻨَّﺘِﻪِ ﻭَ ﺯَﻳَّﻨَﻬَﺎ ﺑِﻨَﻮَﺍﻣِﻴﺲِ ﻋِﻨَﺎﻳَﺘِﻪِ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻧَﻮَّﺭَﻫَﺎ ﺑِﺠَﻠَﻮَﺍﺕِ ﺍَﺳْﻤَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﺻِﻔَﺎﺗِﻪِ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺍﺕِ ﺍِﻧْﺘِﻈَﺎﻣَﺎﺕِ ﻣَﺼْﻨُﻮﻋَﺎﺗِﻪِ ﻭَ ﺗَﺰَﻳُّﻨَﺎﺕِ ﻣَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺗِﻪِ ﻭَ ﺗَﺸَﺎﺑُﻬِﻬَﺎ ﻭَ ﺗَﻨَﺎﺳُﺒِﻬَﺎ ﻭَ ﺗَﺠَﺎﻭُﺑِﻬَﺎ ﻭَ ﺗَﻌَﺎﻭُﻧِﻬَﺎ ﻭَ ﺗَﻌَﺎﻧُﻘِﻬَﺎ ﻭَ ﺍِﺗِّﻘَﺎﻥِ ﺍﻟﺼَّﻨْﻌَﺔِ ﺍﻟﺸُّﻌُﻮﺭِﻳَّﺔِ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠَﻰ ﻣِﻘْﺪَﺍﺭِ ﻗَﺎﻣَﺔِ ﻗَﺎﺑِﻠِﻴَّﺘِﻪِ ﺍﻟْﻤُﻘَﺪَّﺭَﺓِ ﺑِﺘَﻘْﺪِﻳﺮِ ﺍﻟْﻘَﺪَﺭِ ﻓَﺎﻟْﺤِﻜْﻤَﺔُ ﺍﻟْﻌَﺎﻣَّﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﻨْﻈِﻴﻤَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻌِﻨَﺎﻳَﺔُ ﺍﻟﺘَّﺎﻣَّﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺰْﻳِﻴﻨَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﺔُ ﺍﻟْﻮَﺍﺳِﻌَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﻠْﻄِﻴﻔَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺭْﺯَﺍﻕُ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻋَﺎﺷَﺔُ ﺍﻟﺸَّﺎﻣِﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﺑِﻴَﺘِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓُ ﺍﻟْﻌَﺠِﻴﺒَﺔُ ﺍﻟﺼَّﻨْﻌَﺔِ ﺑِﻤَﻈْﻬَﺮِﻳَّﺘِﻬَﺎ ﻟﻠِﺸُّﺆُﻥِ ﺍﻟﺬَّﺍﺗِﻴَّﺔِ ﻟِﻔَﺎﻃِﺮِﻫَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﺤَﺎﺳِﻦُ ﺍﻟْﻘَﺼْﺪِﻳَّﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺤْﺴِﻴﻨَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺩَﻭَﺍﻡُ ﺗَﺠَﻠِّﻰ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻤُﻨْﻌَﻜِﺲِ ﻣَﻊَ ﺯَﻭَﺍﻟِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻌِﺸْﻖُ ﺍﻟﺼَّﺎﺩِﻕُ ﻓِﻰ ﻗَﻠْﺒِﻬَﺎ ﻟِﻤَﻌْﺒُﻮﺩِﻫَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺠِﺬَﺍﺏُ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮُ ﻓِﻰ ﺟَﺬْﺑَﺘِﻬَﺎ ﻭَ ﺍِﺗِّﻔَﺎﻕُ ﻛُﻞِّ ﻛُﻤَّﻠِﻬَﺎ ﻋَﻠَﻰ ﻭَﺣْﺪَﺓِ ﻓَﺎﻃِﺮِﻫَﺎ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺼَﺮُّﻑُ ﻟِﻤَﺼَﺎﻟِﺢَ ﻓِﻰ ﺍَﺟْﺰَﺍﺋِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺪْﺑِﻴﺮُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﻟِﻨَﺒَﺎﺗَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺮْﺑِﻴَﺔُ ﺍﻟْﻜَﺮِﻳﻤَﺔُ ﻟِﺤَﻴْﻮَﺍﻧَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺘِﻈَﺎﻡُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻓِﻰ ﺗَﻐَﻴُّﺮَﺍﺕِ ﺍَﺭْﻛَﺎﻧِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻐَﺎﻳَﺎﺕُ ﺍﻟْﺠَﺴِﻴﻤَﺔُ ﻓِﻰ ﺍِﻧْﺘِﻈَﺎﻡِ ﻛُﻠِّﻴَّﺘِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﺤُﺪُﻭﺙُ ﺩَﻓْﻌَﺔً ﻣَﻊَ ﻏَﺎﻳَﺔِ ﻛَﻤَﺎﻝِ ﺣُﺴْﻦِ ﺻَﻨْﻌَﺘِﻬَﺎ ﺑِﻠﺎَ ﺍِﺣْﺘِﻴَﺎﺝٍ ﺍِﻟَﻰ ﻣُﺪَّﺓٍ ﻭَ ﻣَﺎﺩَّﺓٍ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺸَﺨُّﺼَﺎﺕُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻤَﺔُ ﻣَﻊَ ﻋَﺪَﻡِ ﺗَﺤْﺪِﻳﺪِ ﺗَﺮَﺩُّﺩِ ﺍِﻣْﻜَﺎﻧَﺎﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﻗَﻀَﺎﺀُ ﺣَﺎﺟَﺎﺗِﻬَﺎ ﻋَﻠَﻰ ﻏَﺎﻳَﺔِ ﻛَﺜْﺮَﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺗَﻨَﻮُّﻋِﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺍَﻭْﻗَﺎﺗِﻬَﺎ ﺍﻟﻠﺎَّﺋِﻘَﺔِ ﺍﻟْﻤُﻨَﺎﺳِﺒَﺔِ ﻣِﻦْ ﺣَﻴْﺚُ ﻟﺎَﻳَﺤْﺘَﺴِﺐُ ﻭَ ﻣِﻦْ ﺣَﻴْﺚُ ﻟﺎَﻳُﺸْﻌَﺮُ ﻣَﻊَ ﻗَﺼْﺮِ ﺍَﻳْﺪِﻳﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﺍَﺻْﻐَﺮِ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻘُﻮَّﺓُ ﺍﻟْﻤُﻄْﻠَﻘَﺔُ ﻓِﻰ ﻣَﻌْﺪَﻥِ ﺿَﻌْﻔِﻬَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻘُﺪْﺭَﺓُ ﺍﻟْﻤُﻄْﻠَﻘَﺔُ ﻓِﻰ ﻣَﻨْﺒَﻊِ ﻋَﺠْﺰِﻫَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓُ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮَﺓُ ﻓِﻰ ﺟُﻤُﻮﺩِﻫَﺎ ﻭَ ﺍﻟﺸُّﻌُﻮﺭُ ﺍﻟْﻤُﺤِﻴﻂُ ﻓِﻰ ﺟَﻬْﻠِﻬَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺘِﻈَﺎﻡُ ﺍﻟْﻤُﻜَﻤَّﻞُ ﻓِﻰ ﺗَﻐَﻴُّﺮَﺍﺗِﻬَﺎ ﺍﻟْﻤُﺴْﺘَﻠْﺰِﻡُ ﻟِﻮُﺟُﻮﺩِ ﺍﻟْﻤُﻐَﻴِّﺮِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟْﻤُﺘَﻐَﻴِّﺮِ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﺗِّﻔَﺎﻕُ ﻓِﻰ ﺗَﺴْﺒِﻴﺤَﺎﺗِﻬَﺎ ﻛَﺎﻟﺪَّﻭَﺍﺋِﺮِ ﺍﻟْﻤُﺘَﺪَﺍﺧِﻠَﺔِ ﺍﻟْﻤُﺘَّﺤِﺪَﺓِ ﺍﻟْﻤَﺮْﻛَﺰِ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﻘْﺒُﻮﻟِﻴَّﺔُ ﻓِﻰ ﺩَﻋَﻮَﺍﺗِﻬَﺎ ﺍﻟﺜَّﻠﺎَﺙِ ﺑِﻠِﺴَﺎﻥِ ﺍِﺳْﺘِﻌْﺪَﺍﺩِﻫَﺎ ﻭَ ﺑِﻠِﺴَﺎﻥِ ﺍِﺣْﺘِﻴَﺎﺟَﺎﺗِﻬَﺎ ﺍﻟْﻔِﻄْﺮِﻳَّﺔِ ﻭَ ﺑِﻠِﺴَﺎﻥِ ﺍِﺿْﻄِﺮَﺍﺭِﻫَﺎ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨَﺎﺟَﺎﺓُ ﻭَ ﺍﻟﺸُّﻬُﻮﺩَﺍﺕُ ﻭَ ﺍﻟْﻔُﻴُﻮﺿَﺎﺕُ ﻓِﻰ ﻋِﺒَﺎﺩَﺍﺗِﻬَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺘِﻈَﺎﻡُ ﻓِﻰ ﻗَﺪَﺭَﻳْﻬَﺎ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻃْﻤِﺌْﻨَﺎﻥُ ﺑِﺬِﻛْﺮِ ﻓَﺎﻃِﺮِﻫَﺎ ﻭَ ﻛَﻮْﻥُ ﺍﻟْﻌِﺒَﺎﺩَﺓِ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺧَﻴْﻂَ ﺍﻟْﻮُﺻْﻠَﺔِ ﺑَﻴْﻦَ ﻣُﻨْﺘَﻬَﻴﻬَﺎ ﻭَ ﻣَﺒْﺪَﺋِﻬَﺎ ﻭَ ﺳَﺒَﺐَ ﻇُﻬُﻮﺭِ ﻛَﻤَﺎﻟِﻬَﺎ ﻭَ ﻟِﺘَﺤَﻘُّﻖِ ﻣَﻘَﺎﺻِﺪِ ﺻَﺎﻧِﻌِﻬَﺎ. ...


Dördüncü Mertebe

Celâli ne yücedir o Allâh ki, en büyüktür. Zîrâ o öyle Adl-i Âdil, Hakem-i Hâkim, Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinât şeceresinin binâsını, meşîet ve hikmetinin usûlü ile altı günde te'sîs etmiş ve onu kazâ ve kaderinin düstûrlarıyla tafsîl etmiş ve âdet ve sünnetinin kânûnlarıyla onu tanzîm etmiş ve inâyet ve rahmetinin namûslarıyla onu tezyîn etmiş ve masnûâtının intizâmâtı, mevcûdâtının tezeyyünâtı, teşâbühü, tenâsübü, tecâvübü, teâvünü ve teânukunun ve her şeyde o şeyin kâmet-i kâbiliyetinin mikdârına göre kaderin takdîri ile takdîr edilmiş şuûrlu itkân-ı san'atın şehâdetleriyle onu esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvîr etmiştir. O'nun tanzîmâtındaki hikmet-i âmme, tezyînâtındaki inâyet-i tâmme, taltîfâtındaki rahmet-i vâsia, terbiyesindeki erzâk ve iâşe-i şâmile, Fâtır'ının şuûn-ı zâtiyesine mazhariyetiyle san'atı acîb olan hayât, tahsînâtındaki mehâsin-i kasdiye, zevâliyle berâber in'ikâs eden cemâlin tecellîsinin devâm etmesi, kalbinde ma'bûduna olan sâdık aşk, cezbesinde zâhir olan incizâb, bütün kâmillerinin, O'nun Fâtır'ının vahdeti üzerine ittifâkları, eczâsındaki maslahatlar için tasarruf, nebâtâtı için hikmetli tedbîr, hayvânâtı için keremli terbiye, erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizâm, külliyetinin intizâmındaki cesîm gâyeler, zamâna ve mâddeye ihtiyâc duymadan hüsn-i san'atının gâyet kemâliyle berâber def'aten îcâd edilmesi, imkânâtının tereddüdünün adem-i tahdîdiyle berâber hikmetli teşahhusât, en küçük matlablarına karşı ellerinin kısalığıyla berâber, ihtiyâclarının, gâyet kesretli ve mütenevvi' olmasına rağmen beklenmedik bir yerden ve hissedilmedik bir yerden lâyık ve münâsib vakitte kazâ edilmesi, za'fının ma'denindeki kuvvet-i mutlaka, aczinin menbaındaki kudret-i mutlaka, cümûdundaki zâhir hayât, cehlindeki muhît şuûr tagayyürsüz olan tağyîr edicinin vücûdunu istilzâm eden tagayyürâtındaki mükemmel intizâm, merkezi bir olan mütedâhil dâireler gibi tesbîhâtındaki ittifâk, isti'dâdının lisânıyla, fıtrî ihtiyâclarının lisânıyla, ızdırârının lisânıyla yaptığı üç nev'î duâlarının makbûliyeti, ibâdetlerindeki münâcât ve şühûdât ve füyûzât, kaderindeki intizâm, fâtırının zikriyle hâsıl olan itmi'nân, ondaki ibâdetin, O'nun nihâyeti ile mebdei arasında vuslat ipi oluşu ve kemâlinin zuhûruna sebeb oluşu ve Sâniinin maksadlarının tahakkuk etmesi.

Ve hâkezâ sâir şuûnâtı ve ahvâli ve keyfiyâtı şâhiddirler ki, bütün bunlar bir tek Müdebbir-i Hakîm'in tedbîriyledir ve bir Mürebbî-i Kerîm'in, bir Ehad-i Samed'in terbiyesindedir. Ve bunların hepsi bir tek Seyyidin hademeleridir ve bir tek Mutasarrıf'ın tasarrufu altındadır. Ve masdarları öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mevcûdâtının sahîfelerinden her bir sahîfede bulunan mektûbâtından her bir mektûb üzerindeki vahdetinin hâtemleri tezâhür ve tekâsür etmiştir.

Evet, her bir vâdî ve dağdaki ve her bir ova ve sahrâdaki her bir çiçek ve meyve, her bir nebât ve ağaç, belki her bir hayvân ve taş, belki her bir zerre ve toprak nakış ile eser arasında bir hâtemdir. Nazarı dikkatli olanlara gösterir ki, bu eserin sâhibi, aynı zamânda o ibârelerdeki bu mekânın kâtibidir. Karanın sırtının ve denizin batnının kâtibi de O'dur. İbârelerle dolu semâvâtın sahîfesindeki şems ve kameri nakış eden de O'dur. Onları nakşedenin celâli ne yücedir. Allâh en büyüktür. Çünki âlem berâber (hareketleri ve sesleriyle mûsîka-i zikriye tarzında) Lâ ilâhe illâ hû der.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 695, yeniyazı sh: 296)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟْﺨَﺎﻣِﺴَﺔُ

ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَّﻕُ ﺍﻟْﻘَﺪِﻳﺮُ ﺍﻟْﻤُﺼَﻮِّﺭُ ﺍﻟْﺒَﺼِﻴﺮُ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻫَﺬِﻩِ ﺍْﻟﺎَﺟْﺮَﺍﻡُ ﺍﻟْﻌُﻠْﻮِﻳَّﺔُ ﻭَ ﺍﻟْﻜَﻮَﺍﻛِﺐُ ﺍﻟﺪُّﺭِّﻳَّﺔُ ﻧَﻴِّﺮَﺍﺕُ ﺑَﺮَﺍﻫِﻴﻦِ ﺍُﻟُﻮﻫِﻴَّﺘِﻪِ ﻭَ ﻋَﻈَﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﺷُﻌَﺎﻋَﺎﺕُ ﺷَﻮَﺍﻫِﺪِ ﺭُﺑُﻮﺑِﻴَّﺘِﻪِ ﻭَ ﻋِﺰَّﺗِﻪِ ﺗَﺸْﻬَﺪُ ﻭَ ﺗُﻨَﺎﺩِﻯ ﻋَﻠَﻰ ﺷَﻌْﺸَﻌَﺔِ ﺳَﻠْﻄَﻨَﺔِ ﺭُﺑُﻮﺑِﻴَّﺘِﻪِ ﻭَ ﺗُﻨَﺎﺩِﻯ ﻋَﻠَﻰ ﻭُﺳْﻌَﺔِ ﺣُﻜْﻤِﻪِ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺣِﺸْﻤَﺔِ ﻋَﻈَﻤَﺔِ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﻓَﺎﺳْﺘَﻤِﻊْ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﻳَﺔِ ﴿ﺍَﻓَﻠَﻢْ ﻳَﻨْﻈُﺮُﻭﺍ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَﺎﺀِ ﻓَﻮْﻗَﻬُﻢْ ﻛَﻴْﻒَ ﺑَﻨَﻴْﻨَﺎﻫَﺎ ﻭَ ﺯَﻳَّﻨَّﺎﻫَﺎ﴾ ﺍﻟﺦ.. ﺛُﻢَّ ﺍﻧْﻈُﺮْ ﺍِﻟَﻰ ﻭَﺟْﻪِ ﺍﻟﺴَّﻤَﺎﺀِ ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﺮَﻯ ﺳُﻜُﻮﺗًﺎ ﻓِﻰ ﺳُﻜُﻮﻧَﺔٍ ﺣَﺮَﻛَﺔً ﻓِﻰ ﺣِﻜْﻤَﺔٍ ﺗَﻠَﺌْﻠﺄً ﻓِﻰ ﺣِﺸْﻤَﺔٍ ﺗَﺒَﺴُّﻤًﺎ ﻓِﻰ ﺯِﻳﻨَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍِﻧْﺘِﻈَﺎﻡِ ﺍﻟْﺨِﻠْﻘَﺔِ ﻣَﻊَ ﺍِﺗِّﺰَﺍﻥِ ﺍﻟﺼَّﻨْﻌَﺔِ ﺗَﺸَﻌْﺸُﻊُ ﺳِﺮَﺍﺟِﻬَﺎ ﻟِﺘَﺒْﺪِﻳﻞِ ﺍﻟْﻤَﻮَﺍﺳِﻢِ ﺗَﻬَﻠْﻬُﻞُ ﻣِﺼْﺒَﺎﺣِﻬَﺎ ﻟِﺘَﻨْﻮِﻳﺮِ ﺍﻟْﻤَﻌَﺎﻟِﻢِ ﺗَﻠَﺌْﻠﺄُ ﻧُﺠُﻮﻣِﻬَﺎ ﻟِﺘَﺰْﻳِﻴﻦِ ﺍﻟْﻌَﻮَﺍﻟِﻢِ ﺗُﻌْﻠِﻦُ ِﻟﺎَﻫْﻞِ ﺍﻟﻨُّﻬَﻰ ﺳَﻠْﻄَﻨَﺔً ﺑِﻠﺎَ ﺍِﻧْﺘِﻬَﺎﺀٍ ﻟِﺘَﺪْﺑِﻴﺮِ ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢِ ٭ ...


Beşinci Mertebe

Allâh en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk, Kadîr, Musavvir, Basîrdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve inci gibi yıldızlar O'nun ulûhiyet ve azametinin bürhânlarının birer nûru ve rubûbiyet ve izzetinin şâhidlerinin birer şuâıdır. Saltanat-ı rubûbiyetinin şa'şaası üzerine şâhidlik eder ve nidâ eder. Hakimiyet ve hikmetinin vüs'atini ve azamet-i kudretinin haşmetini nidâ eder.

Şimdi âyet-i kerîmeye kulak ver: "Üstlerindeki göğe hiç bakmadılar mı ki, onu nasıl binâ etmişiz ve onu süslemişiz?" (Kâf Sûresi, 50:6).

Sonra semânın yüzüne bak ki, nasıl bir sükûnet içinde bir sükût, bir hikmet içinde bir hareket, bir haşmet içinde bir parlaklık, bir zînet içinde bir tebessümü, intizâm-ı hilkat ve ittizân-ı san'atla berâber göreceksin.

Mevsimlerin tebdîli için lambasının parlaması, meâlimin tenvîri için kandîlinin tehelhülü, âlemlerin süslendirilmesi için yıldızların parlaması, bu âlemin tedbîri için nihâyetsiz bir saltanatın olduğunu ehl-i fikre i'lân eder.

İşte bu Hallâk-ı Kadîr her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeye şâmil bir irâde ile irâde eder. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Mutlak ve muhît ve zâtî kudretiyle O, her şeye kadîrdir. Bu gündeki şu güneşin ziyâsız ve harâretsiz vücûdu mümkün olmadığı ve tasavvur edilmediği gibi, aynen öyle de semâvâtı, ilm-i muhîtsiz ve kudret-i mutlakasız yaratan bir ilâhın vücûdu mümkün olmaz ve tasavvur edilmez. Demek o, bizzarûre, muhît ve zât için lâzım-ı zâtî olan bir ilimle her şeyi hakkıyla bilendir. Bu ilmin her şeye taalluku lâzımdır. Huzûr ve şühûd ve nüfûz ve nûrânî ihâta sırrıyla hiçbir şeyin ondan ayrılması mümkün olmaz.

Mevcûdâtın hepsinde müşâhede edilen ölçülü intizâmlar, intizâmlı ittizânât, umûmî hikmetler, inâyât-ı tâmme, muntazam kaderler, müsmir kazâlar, muayyen eceller, mukannen rızıklar, müfennen itkânât, müzeyyen ihtimâmât, imtiyâz ve ittizân ve intizâm ve itkânın gâyet kemâli ve mutlak sühûlet, Allâmü'l-Guyûbun ilminin her şeyi ihâtasına şâhiddirler. "(Hiç) yaratan bilmez mi? Çünki o, Latîf'dir, Habîr'dir." (Mülk Sûresi, 61:14) Âyeti delâlet eder ki, bir şeydeki vücûd onu bilmeyi istilzâm eder. Ve eşyâdaki nûr-ı vücûd, ondaki nûr-ı ilmi istilzâm eder.

İnsânın hüsn-i san'atının O'nun şuûruna olan delâletinin nisbeti, hilkat-i insânın O'nun ilm-i hâlıkına olan delâletinin nisbeti yanında, karanlık gecedeki yıldız böceğinin ışıkcığının, gündüzün ortasında yeryüzünde parlayan güneşin şa'şaasına olan nisbeti gibidir.

Hem o her şeyi hakkıyla bilen olduğu gibi, her şeyi irâde eden de O'dur. O'nun dilemesi olmadan bir şeyin tahakkuk etmesi mümkün olmaz. Hem kudret te'sîr ettiği ve ilim temyîz ettiği gibi, irâde de tahsîs eder sonra eşyânın vücûdu tahakkuk eder.
Sübhânehû ve Teâlâ'nın irâde ve ihtiyârının varlığına şâhidler, eşyânın keyfiyâtı ve ahvâli ve şüûnâtı adedincedir.

Evet hadsiz imkânât arasından ve akîm yollar arasından ve müşevveş ihtimâller arasından ve karışık sellerin elleri altında bu en dakîk ve en rakîk nizâmla mevcûdâtın tanzîmi ve sıfatlarıyla tahsîsi ve bu görülen hassâs ve cessâs mîzânla tevzîni, ve basît ve câmid şeylerden muhtelif ve muntazam zîhayât mevcûdâtın halkedilmesi -insânın bütün cihâzâtıyla nutfeden, kuşun bütün a'zâlarıyla yumurtadan, ağacın mütenevvi' a'zâlarıyla tohumdan olması gibi- her şeyin tahassus ve taayyünu o sübhânehûnun irâde ve ihtiyâr ve meşîeti ile olduğuna delâlet eder. Bir cinsten olan eşyânın ve bir nev'den olan efrâdın a'zâ-yı esâsiye de tevâfuk etmeleri, onların sâniinin vâhid ve ehad olduğuna bizzarûre delâlet ettiği gibi, muntazam alâmet-i fârikalara müştemil hikmetli teşahhusâttaki temâyüzleri de, bu sâni'-i Vâhid-i Ehad'in, dilediğini yapan ve dilediği gibi hüküm veren o Fâil-i Muhtâr ve Mürîd olduğuna öyle delâlet eder. O'nun Celâli ne yücedir.

Hem bu Hallâk-ı Alîm ve Mürîd, her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyi irâde eden ve ilm-i muhît ve irâde-i şâmile ve ihtiyâr-ı tâm sâhibi olduğu gibi, zâtın lâzımı olan ve zâttan neş'et eden zâtî ve zarûrî bir kudret-i kâmileye öyle sâhibdir. Zıddının müdâhalesi muhâldir. Yoksa bi'littifâk muhâl olan iki zıddın cem'î lâzım gelir.

Şu kudrette merâtib de bulunmaz. Nûrâniyet, şeffâfiyet, mukâbele, muvâzene, intizâm ve imtisâl sırrıyla, sür'at ve sühûlet ve kesret-i mutlakât içindeki intizâm-ı mutlak ve ittizân-ı mutlak ve imtiyâz-ı mutlakın şehâdetiyle, imdâd-ı vâhidiyet ve yüsr-i vahdet ve tecellî-i ehadiyet sırrıyla, vücûb ve tecerrüd ve mübâyenet-i mâhiyet hikmetiyle, adem-i tekayyüd ve adem-i tehayyüz ve adem-i tecezzî sırrıyla, hâl şu ki, hiç ihtiyâc yok, eğer ona ihtiyâc olsa, avâik ve mevâniin -insânın a'sâbı ve seyyâlât-ı latîfeyi nakil için olan demir hatlar gibi- teshîlde bulunan vesîlelere inkılâb etmesi hikmetiyle, cezâlet cihetiyle zerre yıldızdan, cüz' nev'den ve küllden, cüz'î küllîden, az çoktan, küçük büyükten, insân âlemden ve tohum ağaçtan daha az olmadığı hikmetiyle, ona nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, cüz'î ve küllî, cüz' ve kül, insân ve âlem, tohum ve ağaç müsâvîdirler.

Onları kim yarattıysa, bunları da O'nun yaratması istib'âd olunmaz. Zîrâ o ihâta olunanlar küçültülmüş mektûb misâlleri gibidir. Yâhûd sağılmış ve süzülmüş noktalar gibidir. Hem ihâta eden şeyin, bizzarûre, o ihâta olunan şeyin hâlıkının kabza-i tasarrufunda olması gerekir. Tâ ki, ihâta edenin misâli, O'nun ilminin desâtiriyle o ihâta olunanlarda derc edilsin ve O'nun hikmetinin mîzânlarıyla onları ondan süzsün. İşte şu cüz'iyâtı ibrâz eden öyle bir kudrettir ki, bu külliyâtı ibrâz etmek ona zor gelmez.

Hem cevher-i ferd üzerine esîr zerrâtıyla yazılmış Kur'ân-ı hikmet nüshası, semâvât sahîfeleri üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle yazılmış Kur'ân-ı azamet nüshasından cezâlet cihetiyle daha az olmadığı gibi, aynen öyle de ne bir arı ve bir karıncanın hilkati, hurmâ ağacı ve fîlin hilkatinden cezâlet cihetiyle daha azdır. Ne de çiçeğin gülünün san'atı, Zühre yıldızının parlamasının san'atından cezâlet cihetiyle daha azdır. Ve hâkezâ kıyâs et.

Hem îcâd-ı eşyâdaki kemâl-i sühûletin gâyet derecede olması, ehl-i dalâleti, akılların kendisini reddettiği, hattâ evhâmın ondan ürktüğü hurâfe muhâlâtı istilzâm eden teşekkül ile teşkîli iltibâs etmeye düşürdüğü gibi, aynen öyle de, ehl-i hak ve hakîkate, Hâlık-ı kâinâtın kudretine nisbeten seyyârâtın zerrât ile müsâvî olduğunu kat'î ve zarûrî bir şekilde isbât ettirmiştir.

O'nun celâli ne yücedir ve şânı ne büyüktür ve O'ndan başka ilâh yoktur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 700, yeniyazı sh: 300)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟﺴَّﺎﺩِﺳَﺔُ

ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﻭَ ﻋَﻈُﻢَ ﺷَﺄْﻧُﻪُ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗُﺪْﺭَﺓً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻌَﺎﺩِﻝُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍﻟْﻘَﺎﺩِﺭُ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﻮَﺍﺣِﺪُ ﺍْﻟﺎَﺣَﺪُ ﺍﻟﺴُّﻠْﻄَﺎﻥُ ﺍْﻟﺎَﺯَﻟِﻰُّ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻌَﻮَﺍﻟِﻢُ ﻛُﻠُّﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺗَﺼَﺮُّﻑِ ﻗَﺒْﻀَﺘَﻰْ ﻧِﻈَﺎﻣِﻪِ ﻭَ ﻣِﻴﺰَﺍﻧِﻪِ ﻭَ ﺗَﻨْﻈِﻴﻤِﻪِ ﻭَ ﺗَﻮْﺯِﻳﻨِﻪِ ﻭَ ﻋَﺪْﻟِﻪِ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻋِﻠْﻤِﻪِ ﻭَ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﻭَ ﻣَﻈْﻬَﺮُ ﺳِﺮِّ ﻭَﺍﺣِﺪِﻳَّﺘِﻪِ ﻭَ ﺍَﺣَﺪِﻳَّﺘِﻪِ ﺑِﺎﻟْﺤَﺪْﺱِ ﺍﻟﺸُّﻬُﻮﺩِﻯِّ ﺑَﻞْ ﺑِﺎﻟْﻤُﺸَﺎﻫَﺪَﺓِ ﺍِﺫْ ﻟﺎَ ﺧَﺎﺭِﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ﻣِﻦْ ﺩَﺍﺋِﺮَﺓِ ﺍﻟﻨِّﻈَﺎﻡِ ﻭَ ﺍﻟْﻤِﻴﺰَﺍﻥِ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﻨْﻈِﻴﻢِ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﻮْﺯِﻳﻦِ ﻭَ ﻫُﻤَﺎ ﺑَﺎﺑَﺎﻥِ ﻣِﻦَ ﺍْﻟﺎِﻣَﺎﻡِ ﺍﻟْﻤُﺒِﻴﻦِ ﻭَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏِ ﺍﻟْﻤُﺒِﻴﻦِ ﻭَ ﻫُﻤَﺎ ﻋُﻨْﻮَﺍﻧَﺎﻥِ ﻟِﻌِﻠْﻢِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢِ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢِ ﻭَ ﺍَﻣْﺮِﻩِ ﻭَ ﻗُﺪْﺭَﺓِ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ﻭَ ﺍِﺭَﺍﺩَﺗِﻪِ ﻓَﺬَﻟِﻚَ ﺍﻟﻨِّﻈَﺎﻡُ ﻣَﻊَ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻤِﻴﺰَﺍﻥِ ﻓِﻰ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏِ ﻣَﻊَ ﺫَﻟِﻚَ ﺍْﻟﺎِﻣَﺎﻡِ ﺑُﺮْﻫَﺎﻧَﺎﻥِ ﻧَﻴِّﺮَﺍﻥِ ﻟِﻤَﻦْ ﻟَﻪُ ﻓِﻰ ﺭَﺍْﺳِﻪِ ﺍِﺫْﻋَﺎﻥٌ ﻭَ ﻓِﻰ ﻭَﺟْﻬِﻪِ ﺍﻟْﻌَﻴْﻨَﺎﻥِ ﺍَﻥْ ﻟﺎَ ﺷَﻲْﺀَ ﻣِﻦَ ﺍْﻟﺎَﺷْﻴَﺎﺀِ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ﻭَ ﺍﻟﺰَّﻣَﺎﻥِ ﻳَﺨْﺮُﺝُ ﻣِﻦْ ﻗَﺒْﻀَﺔِ ﺗَﺼَﺮُّﻑِ ﺭَﺣْﻤَﻦٍ ﻭَ ﺗَﻨْﻈِﻴﻢِ ﺣَﻨَّﺎﻥٍ ﻭَ ﺗَﺰْﻳِﻴﻦِ ﻣَﻨَّﺎﻥٍ ﻭَ ﺗَﻮْﺯِﻳﻦِ ﺩَﻳَّﺎﻥٍ ٭ ...


Altıncı Mertebe

O'nun celâli ne yücedir, şânı ne büyüktür. Allâh ilim ve kudret cihetiyle en büyüktür. Zîrâ O öyle Âdil-i Hakîm ve Kâdir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultân-ı Ezelîdir ki, bu âlemlerin hepsi O'nun nizâm ve mîzânının, tanzîm ve tevzîninin, adl ve hikmetinin, ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır. Ve şühûd derecesinde olan hads ile belki bilmüşâhede O'nun vâhidiyet ve ehadiyet sırrının mazharıdır. Çünki kâinâtta nizâm ve mîzân, tanzîm ve tevzîn dâiresinden hâric hiçbir şey yoktur. Ve onlar İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînden iki bâbdır. Hem onlar O Alîm-i Hakîm'in ilim ve emrine ve O Azîz-i Rahîm'in kudret ve irâdesine iki ünvândır. Ve şu imâm ile berâber şu kitâbda bulunan şu mîzânlı nizâm, başında iz'ân ve yüzündeki iki göz bulunan kimse için, kâinât ve zamân içindeki eşyâlardan, bir Rahmân'ın kabza-i tasarrufundan ve bir Hannân'ın tanzîminden ve bir Mennân'ın tezyîninden ve bir Deyyân'ın tevzîninden hâric kalan hiçbir şey olmadığına iki parlak bürhândırlar.

Elhâsıl: Mebde' ve müntehâya, asıl ve nesle, mâzî ve müstakbele, emir ve ilme bakan ism-i Evvel ve Âhir'in hallâkıyetteki tecellîsi İmâm-ı Mübîne işâret etmektedir. İsm-i Zâhir ve Bâtın'ın hallâkıyet zımnında eşyâ üzerine tecellîsi ise Kitâb-ı Mübîne işâret eder.

Zîrâ kâinât büyük bir ağaç gibidir. O'nun her bir âlemi de yine ağaç gibidir. Bu yüzden cüz'î bir ağacı, kâinât ve envâı ve âlemlerinin hilkati için misâl verebiliriz. İşte şu cüz'î ağacın bir aslı ve bir mebdei vardır ki, o da, üzerinde neş'et ettiği çekirdektir. Ve kezâ O'nun ölümünden sonra vazîfesini devâm ettiren bir nesli vardır ki, o dahi O'nun meyvesindeki çekirdektir.

İşte mebde' ve müntehâ, ism-i Evvel ve Âhir'in tecellîsine mazhardırlar. Sanki o mebde' ve o aslî çekirdek, intizâm ve hikmetle, o ağacın teşekkül düstûrlarının mecmûundan mürekkeb bir fihriste ve ta'rîfedir. Nihâyetlerinde olan meyvelerindeki çekirdekler, ism-i Âhir'in tecellîsine mazhardırlar. Kemâl-i hikmetle meyvelerde bulunan bu çekirdekler, sanki bu ağacın benzerinin teşekkülü için kendisine bir fihriste ve bir ta'rîfe tevdî' edilmiş küçük sandukçalardır. Ve sanki gelecek ağaçların teşekkülünün düstûrları onlarda kalem-i kaderle yazılmıştır.

Ağacın zâhiri ise, ism-i Zâhir'in tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizâm ve tezyîn ve hikmetle olan zâhiri, sanki O'nun kâmetine göre kemâl-i hikmet ve inâyetle takdîr edilmiş muntazam, müzeyyen ve murassa' bir hulledir.

O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtın'ın tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizâmla ve akılları hayrette bırakan tedbîr ile ve hayâtî mâddeleri muhtelif a'zâlar kemâl-i intizâmla tevzî' etmekle, sanki bu ağacın bâtını, gâyet intizâm ve ittizân içinde hârika bir makinedir.

Hem nasıl O'nun evveli acîb bir ta'rîfe ve âhiri hârika bir ta'rîfedir, İmâm-ı Mübîne işâret ederler, öyle de acîb san'atlı bir hulle olarak O'nun zâhiri ve gâyet intizâm içinde bir makine olarak bâtını Kitâb-ı Mübîne işâret ederler.

Hem nasıl insândaki kuvve-i hâfızalar levh-i mahfûza işâret eder ve ona delâlet eder, öyle de her bir ağaçtaki aslî çekirdekler ve meyveler İmâm-ı Mübîne işâret eder. Zâhir ve bâtını ise Kitâb-ı Mübîni gösterir. İşte bu cüz'î ağaca, mâzîsi ve müstakbeliyle şecere-i arzı, evâili ve âtîsiyle şecere-i kâinâtı, ecdâdı ve nesilleriyle şecere-i insânı kıyâs et. Ve hâkezâ.

O'nun hâlıkının celâli ne yücedir. Ve O'ndan başka ilâh yoktur.

Ey Kebîr! Sen öyle bir zâtsın ki, azametini tavsîf etmek için akıllar yol bulamaz ve fikirler ceberûtunun künhüne erişemez.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 703, yeniyazı sh: 302)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﺮْﺗَﺒَﺔُ ﺍﻟﺴَّﺎﺑِﻌَﺔُ

ﺟَﻞَّ ﺟَﻠﺎَﻟُﻪُ ﺍَﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗُﺪْﺭَﺓً ﻭَ ﻋِﻠْﻤًﺎ ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺨَﻠﺎَّﻕُ ﺍﻟْﻔَﺘَّﺎﺡُ ﴿٩﴾ ﺍﻟْﻔَﻌَّﺎﻝُ ﺍﻟْﻌَﻠﺎَّﻡُ ﺍﻟْﻮَﻫَّﺎﺏُ ﺍﻟْﻔَﻴَّﺎﺽُ ﺷَﻤْﺲُ ﺍْﻟﺎَﺯَﻝِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕُ ﺑِﺎَﻧْﻮَﺍﻋِﻬَﺎ ﻭَ ﻣَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺗِﻬَﺎ ﻇِﻠﺎَﻝُ ﺍَﻧْﻮَﺍﺭِﻩِ ﻭَ ﺍَﺛَﺎﺭُ ﺍَﻓْﻌَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﺍَﻟْﻮَﺍﻥُ ﻧُﻘُﻮﺵِ ﺍَﻧْﻮَﺍﻉِ ﺗَﺠَﻠِّﻴَﺎﺕِ ﺍَﺳْﻤَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﺧُﻄُﻮﻁُ ﻗَﻠَﻢِ ﻗَﻀَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﻗَﺪَﺭِﻩِ ﻭَ ﻣَﺮَﺍﻳَﺎ ﺗَﺠَﻠِّﻴَﺎﺕِ ﺻِﻔَﺎﺗِﻪِ ﻭَ ﺟَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﺟَﻠﺎَﻟﻪِ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻟِﻪِ ﺑِﺎِﺟْﻤَﺎﻉِ ﺍﻟﺸَّﺎﻫِﺪِ ﺍْﻟﺎَﺯَﻟِﻰِّ ﺑِﺠَﻤِﻴﻊِ ﻛُﺘُﺒِﻪِ ﻭَ ﺻُﺤُﻔِﻪِ ﻭَ ﺍَﻳَﺎﺗِﻪِ ﺍﻟﺘَّﻜْﻮِﻳﻨِﻴَّﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻧِﻴَّﺔِ ﻭَ ﺑِﺎِﺟْﻤَﺎﻉِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ...


Yedinci Mertebe

Celâli ne yücedir O Allâh ki, kudret ve ilim cihetiyle her şeyden en büyüktür. Zîrâ o öyle Hallâk, Fettâh, Fa'âl, Allâm, Vehhâb, Feyyâz ve Şems-i Ezelîdir ki, şu kâinât, envâı ve mevcûdâtı ile berâber, O'nun envârının gölgeleri, ef'âlinin eserleri, esmâsının envâı tecelliyâtının elvân-ı nukûşu, O'nun kazâ ve kader kaleminin hatları ve O'nun sıfât ve cemâl ve kemâlinin tecelliyâtının âyîneleridir. Bütün kitâbları ve suhufuyla ve tekvînî ve Kur'ânî âyetleriyle Şâhid-i Ezelîn'in icmâı, üzerinde tezâhür eden gınâ-yı mutlak ve servet-i mutlaka ile berâber zâtında ve zerrâtındaki iftikârâtı ve ihtiyâcâtıyla arzın âlemle berâber icmâı, ervâh-ı neyyire ve kulûb-i münevvere ve ukûl-ı nûrâniye sâhiblerinden olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâdan bütün ehl-i şühûdun bütün tahkîkâtları ve keşfiyâtları ve füyûzâtları ve münâcâtlarının icmâı ile, onların ve arz ve ecrâm-ı ulviyenin ve süfliyenin hepsi Vâcibü'l-Vücûd ile berâber ittifâk etmişlerdir ki, bu mevcûdât O'nun kudretinin âsârı, kaderinin mektûbâtı, esmâsının âyîneleri ve envârının temessülâtıdır. O'nun celâli ne yücedir ve O'ndan başka ilâh yoktur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 704)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﺒَﺎﺏُ ﺍﻟﺮَّﺍﺑِﻊُ
Dördüncü Bâb

Lâ ilâhe illallah hakkındadır.

İki Fasıl'dır.

Birinci Fasıl

Hazret-i Hızır'ın (a.s.) meşhûr ve mühim bir virdi mebde' ve esâs olarak ma'rifetullâhta ve tevhîdin merâtibinde altmış üç mertebeye işâret ediyor. O altmış üç mertebenin herbirisi iki cümledir. ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ* vahdâniyeti isbât ettiği gibi ﻫُﻮَ ile başlayan isimler, Vücûd-u Vâcibi isbât ediyor. Âdetâ birinci cümle vahdâniyeti gösterdiği zamân bir suâl-i mukadder hâtıra geliyor. "O vâhid kimdir? Nasıl bileceğiz?" diye vâki' olan suâle, meselâ ﻫُﻮَ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ile cevâb veriyor. Yani kâinâtı dolduran âsâr-ı şefkat ve merhamet Onundur. O Rahmân'ı tanıttırıyor ve hâkezâ... Kıyâs et.

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ


ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍِﻧِّﻰ ﺍُﻗَﺪِّﻡُ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺑَﻴْﻦَ ﻳَﺪَﻯْ ﻛُﻞِّ ﻧِﻌْﻤَﺔٍ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺔٍ ﻭَ ﺣِﻜْﻤَﺔٍ ﻭَ ﻋِﻨَﺎﻳَﺔٍ ﻭَ ﺑَﻴْﻦَ ﻳَﺪَﻯْ ﻛُﻞِّ ﺣَﻴَﺎﺓٍ ﻭَ ﻣَﻤَﺎﺓٍ ﻭَ ﺣَﻴْﻮَﺍﻥٍ ﻭَ ﻧَﺒَﺎﺕٍ ﻭَ ﺑَﻴْﻦَ ﻳَﺪَﻯْ ﻛُﻞِّ ﺯُﻫْﺮَﺓٍ ﻭَ ﺛَﻤَﺮَﺓٍ ﻭَ ﺣَﺒَّﺔٍ ﻭَ ﺑُﺬْﺭَﺓٍ، ﻭَ ﺑَﻴْﻦَ ﻳَﺪَﻯْ ﻛُﻞِّ ﺻَﻨْﻌَﺔٍ ﻭَ ﺻِﺒْﻐَﺔٍ ﻭَ ﻧِﻈَﺎﻡٍ ﻭَ ﻣِﻴﺰَﺍﻥٍ، ﻭَ ﺑَﻴْﻦَ ﻳَﺪَﻯْ ﻛُﻞِّ ﺗَﻨْﻈِﻴﻢٍ ﻭَ ﺗَﻮْﺯِﻳﻦٍ ﻭَ ﺗَﻤْﻴِﻴﺰٍ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕِ ﻭَ ﺫَﺭَّﺍﺗِﻬَﺎ ﺷَﻬَﺎﺩَﺓً

(10) Bu şehâdetlerde iki hüküm var. Birisi vahdâniyeti gösterir.

ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ* dır. Diğeri o vâhidin vücûdunu isbât eder ki ﻫُﻮَ ile başlayan isimlerdir. Herbir ﻫُﻮَ geldiği vakit bir suâl-i mukaddere cevâbdır.

Gûyâ deniliyor ki; "O İlâh-ı vâhidi nasıl tanıyacağız?"

Cevâb veriyor ki; Meselâ ﻫُﻮَ ﺍﻟﺴَّﻤِﻴﻊُ ﺍﻟْﺒَﺼِﻴﺮُ bunda diyor ki: "Bu mevcûdâtın derdlerini görüp dinleyen birisi var ki, istediklerini yapıyor." Böyle âsâr-ı ef'âl-i İlâhiyeyi ve o ef'âl; Semî', Basîr gibi isimleri isbât eder. O isimler mevsûfların vücûdunu gösterirler. İşte bütün bu cümleler bu tarzdadırlar. Âsâr ile ef'âli, ef'âl ile esmâyı, esmâ ile Vücûd-ı Vâcib'i isbât ederler.

ﻧَﺸْﻬَﺪُ ﺍَﻥْ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺤَﻰُّ ﺍﻟْﻘَﻴُّﻮﻡُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﺍﻟﺪَّﻳْﻤُﻮﻡُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻭَﺣْﺪَﻩُ ﻟﺎَ ﺷَﺮِﻳﻚَ ﻟَﻪُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰُ ﺍﻟْﺠَﺒَّﺎﺭُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍﻟْﻐَﻔَّﺎﺭُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍْﻟﺎَﻭَّﻝُ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺧِﺮُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮُ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﺎﻃِﻦُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟﺴَّﻤِﻴﻊُ ﺍﻟْﺒَﺼِﻴﺮُ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟﻠَّﻄِﻴﻒُ ﺍﻟْﺨَﺒِﻴﺮُ ...


11 ﺍﻟْﺤَﻨَّﺎﻥُ Rahmetlerin en latîf cilvesini gösterendir.

12 ﺍﻟْﻤَﻨَّﺎﻥُ Ni'met verici demektir. ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺮُﻭﻑُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﻌَﺎﺭِﻓِﻴﻦَ ﴿٣١﴾


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺒُﻮﺩُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﻌَﺎﺑِﺪِﻳﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺸْﻜُﻮﺭُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟﺸَّﺎﻛِﺮِﻳﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺬْﻛُﻮﺭُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟﺬَّﺍﻛِﺮِﻳﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺤْﻤُﻮﺩُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﺤَﺎﻣِﺪِﻳﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟﻄَّﺎﻟِﺒِﻴﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺻُﻮﻑُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﻤُﻮَﺣِّﺪِﻳﻦَ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺤْﺒُﻮﺏُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﻤُﺤِﺒِّﻴﻦَ ...


13 ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺮُﻭﻑُ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍﻟْﻌَﺎﺭِﻓِﻴﻦَ fıkrasından sonraki fıkraların meâli şudur ki: "O İlâh-ı Vâhid'i tanımak istiyorsan bak bütün nev'-i beşerde gelen âriflerin ayrı ayrı yollarla delîlleriyle tanıdıkları bir Ma'rûf var. İşte o Ma'rûf O'dur. O İlâh-ı Vâhid'in böyle had ve hesâba gelmez ehl-i ma'rifetin had ve hesâba gelmez ayrı ayrı tarzlarda tanıdıkları bir Zâtın vücûdu güneş gibi zâhir olur. Hem nev'-i beşerdeki had ve hesâba gelmez âbidlerin bir tek Ma'bûda ibâdet etmeleri ve o ibâdete karşı mukâbele-i ma'neviye görmeleri ve münâcât ve füyûzâta mazhar olmaları güneş gibi o Ma'bûdun vücûdunu muzâaf tevâtürlerle güneş gibi gösteriyorlar ve hâkezâ." Öteki fıkraları kıyâs et.

14 ﻣُﻨِﻴﺐِ Kâinatdan yüzünü çeviren ve Baki-i Hakikiye müteveccih olan kimse.
15 ﺟَﻨَﺎﻥِ Kalb.
16 ﺍﻟﺎَﻧَﺎﻡِ Mahlûkat.

ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺒُﻮﺩُ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﻣَﻜَﺎﻥٍ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺬْﻛُﻮﺭُ ﺑِﻜُﻞِّ ﻟِﺴَﺎﻥٍ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﺸْﻜُﻮﺭُ ﺑِﻜُﻞِّ ﺍِﺣْﺴَﺎﻥٍ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ٭ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤُﻨْﻌِﻢُ ﺑِﻠﺎَ ﺍِﻣْﺘِﻨَﺎﻥٍ ...



17 ﺍِﻳﻤَﺎﻧًﺎ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ Bu kelime ile Allaha iman ediyorum.
٭ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻣَﺎﻧًﺎ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﴿٨١

18 ﺍَﻣَﺎﻧًﺎ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪ* Bana azabdan emniyetim için bir vesikadır.


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻣَﺎﻧَﺔً ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ٭ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺣَﻘًّﺎ ﺣَﻘًّﺎ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍِﺫْﻋَﺎﻧًﺎ ﻭَ ﺻِﺪْﻗًﺎ ٭ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺗَﻌَﺒُّﺪًﺍ ﻭَ ﺭِﻗًّﺎ


ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍﻟْﻤَﻠِﻚُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﺍﻟْﻤُﺒِﻴﻦُ ٭ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺻَﺎﺩِﻕُ ﺍﻟْﻮَﻋْﺪِ ﺍْﻟﺎَﻣِﻴﻦُ
 

Ahmet.1

Well-known member
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla

Allâhım, her bir ni'met ve rahmet ve hikmet ve inâyetin önünde, her bir hayât ve memât ve hayvân ve nebâtın önünde, her bir çiçek ve meyve ve çekirdek ve tohum önünde, her san'at ve sıbgat ve nizâm ve mîzânın önünde ve bütün mevcûdât ve zerrâtında bulunan her bir tanzîm ve tevzîn ve temyîzin önünde sana şöyle bir şehâdeti takdîm ediyorum: Şehâdet ederiz ki,

Allâh'dan başka ilâh yoktur. Hay ve Kayyûm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Bâkî ve Zevâlsiz olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Azîz ve Cebbâr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Hakîm ve Gaffâr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Evvel ve Âhir olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Zâhir ve Bâtın olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Semî' ve Basîr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Latîf ve Habîr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Gafûr ve Şekûr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Hallâk ve Kadîr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Musavvir ve Basîr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Cevâd ve Kerîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Muhyî ve Alîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Muğnî ve Kerîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Müdebbir ve Hakîm olan ancak O'dur.

Allâh'dan başka ilâh yoktur. Mürebbî ve Rahîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Azîz ve Hakîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Aliyy ve Kaviyy olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Veliyy ve Ganiyy olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Şehîd ve Rakîb olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur. Garîb ve Mücîb olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Fettâh ve Alîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Hallâk ve Hakîm olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Rezzâk ve Kuvvet sâhibi Metîn olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Ehad ve Samed olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Bâkî ve Emced olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Vedûd ve Mecîd olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Dilediğini yapan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Melik ve Vâris olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Bâkî ve Bâis olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Bârî ve Musavvir olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Latîf ve Müdebbir olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Seyyid ve Deyyân olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Hannân ve Mennân olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Sübbûh ve Kuddûs olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Adl ve Hakem olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Ferd ve Samed olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Nûr ve Hâdî olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her ârifin Ma'rûf'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her âbidin hak Ma'bûd'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her şâkirin Meşkûr'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her zâkirin Mezkûr'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her hâmidin Mahmûd'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her tâlibin Mevcûd'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her muvahhidin Mevsûf'u olan ancak O'dur.

Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her muhibbin hak Mahbûb'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her mürîdin Mergûb'u olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her münîbin Maksûd'u ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her kalbin Maksûd'u ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her mahlûkun Mûcid'i ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her zamânda Mevcûd olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her mekânda Ma'bûd olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her lisânla Mezkûr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Her ihsânla Meşkûr olan ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Minnetsiz in'âm eden ancak O'dur.
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Allâh'a îmân ile
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Allâh'dan emân ile
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Allâh katında emânetle
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Hak ve Hak ile
Allâh'dan başka ilâh yoktur; İz'ân ve Sıdk ile
Allâh'dan başka ilâh yoktur; Kulluk ve kölelik ile
Melik ve Hak ve Mübîn olan Allâh'dan başka ilâh yoktur;
Muhammed Allâh'ın resûlü ve va'dinde sâdık ve emîndir.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 710)
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Bâb'ın İkinci Faslı

Ekser aktâbın ve bilhâssa Gavs-ı Geylânî'nin her sabâh virdlerinin fâtihası hükmünde beş altı satır temcîd ve ta'zîm, benim için uzun bir silsile-i tefekkürün çekirdeği hükmüne geçip, doksan dokuz mertebe-i ma'rifet ve tevhîde işâret nev'inden bir sünbül-i ma'nevî vermiş. O doksan dokuz mertebesinden yetmiş dokuz mertebesi burada zikredildi. O işârâtın herbir fıkrasında iki cihetle Zât-ı Akdes'e bakar. Biri, hâzır ve meşhûd vaz'iyetiyle şehâdet eder, ma'nâsıyla
ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ta'bîriyle ifâde ediliyor ve emsâllerinin birbiri arkasından gelip geçmesinden tezâhür eden silsilenin işâretine ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ diye delâlet eder ma'nâsında ifâde edilmiştir. İşte

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﺍَﺻْﺒَﺤْﻨَﺎ ﴿٩١﴾ ﻭَ ﺍَﺻْﺒَﺢَ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻜِﺒْﺮِﻳَﺎﺀُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ


19
ﺍَﺻْﺒَﺤْﻨَﺎ Biz sabâha girdik. Bu sabâhın mülkü de Allâh'a şâhiddir. Bu bâbda iki nükte var.

Birinci Nükte şudur ki: Her şey hâl-i hâzır vücûduyla Cenâb-ı Hakk'ın vücûduna ve vahdetine şehâdet ettikleri gibi muntazaman tebeddül edip arkalarındaki emsâllerine yer vermek için gitmesiyle bir teceddüd sûreti altında azîm bir silsileyi göstermekle Cenâb-ı Hakk'ın vücûb ve vahdâniyetine delîl demektir.

Elhâsıl:
ﺷَﻬِﻴﺪٌ fıkrasıyla hâl-i hâzır vücûdunu ve ﺩَﻟِﻴﻞٌ cümlesiyle de gelip geçen emsâllerinin terkîbinden teşekkül eden silsilesini gösterir.

İkinci Nükte: Kâide-i nahviye ile
ﺍْﻟﺎَﻟﺎَﺀُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪَﺓٌ demek lâzım gelirken, ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ deniliyor. Çünki herbir ﺍَﻟﺎَﺀ tek başıyla bir şâhiddir. ﺷَﻬِﻴﺪٌ müzekker lafzıyla herbir ferd şehâdet eder ma'nâsını ifâde ediyor. Eğer ﺷَﻬِﻴﺪَﺓٌ dese idi, cemâatin ma'nâsını ifâde ederdi. Meselâ: ﻭَﺍﻟﺮُّﺑُﻮﺑِﻴَّﺔُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ deniliyor. Çünki, rubûbiyetten murâd Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetiyle ettiği terbiyeler ve tedbîrler şehâdet ediyor demektir. Nefs-i rubûbiyet görünmüyor. Fakat onun eseri olan terbiyeler ve tedbîrler görünüyor ki görünen şeyleri şâhid yapmak için ﺷَﻬِﻴﺪٌ denilmiş. Eğer ﺷَﻬِﻴﺪَﺓٌ denilse idi, doğrudan doğruya rubûbiyete râci' olurdu.

ﺍ ﺍِﻥَّ ﺭَﺣْﻤَﺖَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻗَﺮِﻳﺐٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺤْﺴِﻨِﻴﻦَ âyetinin dahi ﺭَﺣْﻤَﺖَ müennes iken ﻗَﺮِﻳﺒَﺔٌ denmeyip ﻗَﺮِﻳﺐٌdenmesinin nüktesi, güneş hükmündeki âlî, küllî rahmetin yakınlığını ifâde etmekten ziyâde, o güneşin şuâ'ları olan husûsî ihsânlar murâd edildiğinden herbir muhsine yakın bir ihsân görülür. İhsân lafzı ise müzekkerdir. Onun hakkı ﻗَﺮِﻳﺐٌ dür.

Hem Cenâb-ı Hakk'ın muhsinlere rahmetiyle karîb olduğunu ifâde içindir ki
ﻗَﺮِﻳﺒَﺔٌ denilmedi.

ﻭَ ﺍﻟْﻌَﻈَﻤَﺔُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻬَﻴْﺒَﺔُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﻘُﻮَّﺓُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻘُﺪْﺭَﺓُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ


ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻟﺎَﺀُ ﴿٠٢﴾ ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ﴿١٢﴾

٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﻌَﺎﻡُ ﺍﻟﺪَّﺍﺋِﻢُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﺒَﻬَﺎﺀُ ﴿٢٢﴾ ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺠَﻤَﺎﻝُ ﺍﻟﺴَّﺮْﻣَﺪُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﺠَﻠﺎَﻝُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻜَﻤَﺎﻝُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ ...



20
ﺍْﻟﺎَﻟﺎَﺀُ Ni'met.

21 Bunun emsâlinde
ﺷَﻬِﻴﺪَﺓٌ lâzım gelirken müzekker lafzı bulunması, ﺍِﻥَّ ﺭَﺣْﻤَﺖَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻗَﺮِﻳﺐٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺤْﺴِﻨِﻴﻦَ deki ﻗَﺮِﻳﺒَﺔٌ yerine ﻗَﺮِﻳﺐٌ deki nükte içindir. Bazı yerde cemâat gelse de ﻛﻞِّ ﻭﺍﺣﺪ murâd olduğundan müzekker lafzı olan ﺷَﻬِﻴﺪٌ zikredilmiştir.

22
ﺍَﻟْﺒَﻬَﺎﺀُ Hüsün demektir.

23
ﻭَﺍﻟْﻌَﻈَﻤُﻮﺕُ Mübâlağalı azamet.

24
ﺍَﻟْﺠَﺒَﺮُﻭﺕُ Azamûtun daha bâtını ve daha dâimîsi

25
ﺍَْﻟﺄَ ﻗْﻀِﻴَﺔُ ﺓ Hâl-i hâzır ve cüz'iyâtın mahsûs ve muntazam mikdârları Fâtır-ı Hakîm'in vücûduna şehâdet ettikleri gibi..

26
ﺍَﻟﺘَّﻘْﺪِﻳﺮُ Küllî şeylerin ve cüz'iyâtın zevâliyle başka bir takdîrin ve muntazam bir mikdârın tezâhürü yine o Fâtır-ı Hakîm'in vücûduna delâlet eder. Âdetâ hayâttaki intizâmât-ı kazâiye şehâdet ve hayât ve mevtin münâvebeleri içinde tecellî-i kader ve muntazamâne takdîr, ihyâ ve imâteye delâlet ediyor, demektir. Meselâ terbiye: Vücûdunu şerâiti dâhilinde idâre etmek ve tedbîr onu değiştirmek olup herbiri ayrı ayrı delâlet eder. Sair fıkralar buna kıyas edilsin..

ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺮْﺑِﻴَﺔُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺪْﺑِﻴﺮُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺼْﻮِﻳﺮُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﻨْﻈِﻴﻢُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺰْﻳِﻴﻦُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺘَّﻮْﺯِﻳﻦُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍْﻟﺎِﺗِّﻘَﺎﻥُ ﴿٧٢﴾ ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺠُﻮﺩُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﺨَﻠْﻖُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻳﺠَﺎﺩُ ﺍﻟﺪَّﺍﺋِﻢُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﺤُﻜْﻢُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻣْﺮُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ ...


27
ﺍْﻟﺎِﺗِّﻘَﺎﻥُ Ehemmiyetli ve san'atlı yapılmasıdır.

28 Görünen mehâsinin zevâliyle ma'nevî ve misâlî sûretlerinin letâifi irâde edilmiştir. Veyâhûd o gelip geçen silsilenin mehâsini murâddır.

29
ﻣَﺤَﺎﻣِﺪْ Hâzır hamdleri murâd edip, medâih-i dâimiye ve sâbit senâlardır ki, gûyâ hâzır hamdlerin mâzî ve müstakbeli ihâta eden silsile-i emsâlinden tezâhür eden senâlardır.

30 Kemâlât; ma'bûdiyeti iktizâ eden kemâlât demektir. Yani âbidler ibâdetleriyle gitse de ma'bûdiyeti istilzâm eden kemâlât bâkîdirler. Bütün gelen silsileleri geçenlerin yerlerine ibâdete sevk eder.

31 ﻭَ ﺍﻟﺘَّﺤِﻴَّﺎﺕُ Yani bütün zîhayâtlar âsâr-ı hayâtlarını muntazaman murâd-ı İlâhî dâiresinde gösterdikleri cihetle Sâni'-i Zülcelâllerinin san'atını alkışlıyorlar. Nasıl ki bir zât hârika bir makine yapsa o makinenin başında bir fonoğraf bir fotoğraf gibi ayrı ayrı kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhâbere eder cihâzât bulunsa, o adamın istediği tarzda işlese, netîcelerini güzelce verse, o makineye bakan nasılki o zâtı mâşâallâhlarla ve bârekallâhlarla alkışlar, ma'nevî hediyeler verir. Aynen o makine de ondan maksûd olan netîceleri, eserleri mükemmel izhâr etmekle o cihâzâtın lisân-ı hâliyle san'atkârını takdîrler ve tahsînlerle ve ma'nen mâşâallâhlarla tebrîk edip alkışlar ve tahiyyeler ve hediyeler verir. İşte bütün zîhayâtın herbirisi başında pek çok muhtelif fonoğraflar ve fotoğraflar ve telgraf ve telefon makineleri gibi çok makineler var. Onlar hilkatlerindeki netâici ve maksadları nihâyet derecede mükemmel gösterdiklerinden hayâtlarının tezâhürâtıyla tahiyyât ta'bîr edilen ma'nevî alkışlar hediyeler, tebrîkler ve tahsînlerle Sâni'-i Zülcelâl'in tesbîhâtını hem kemâlât-ı san'atını i'lân ediyorlar, demektir. Biz ise ﺍَﻟﺘَّﺤِﻴَّﺎ ﺕُ demekle kendi lisânımızla o tahiyyâtları yâd edip kendi hesâbımıza dergâh-ı İlâhîyeye takdîm ederiz. Zâten lisân o makinelerden birisidir ve ondan matlûb netîcelerden birincisi bu tercümânlıktır.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﺮَﻛَﺎﺕُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮَﺍﺕُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟﻄَّﻴِّﺒَﺎﺕُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﻤَﺨْﻠُﻮﻗَﺎﺕُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺨَﻮَﺍﺭِﻕُ ﺍﻟْﻤَﺎﺿِﻴَﺔُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻌْﺠِﺰَﺍﺕُ ﺍْﻟﺎَﺗِﻴَﺔُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻌَﺮْﺵُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﺸُّﻤُﻮﺱُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻗْﻤَﺎﺭُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ

ﻭَ ﺍﻟﻨُّﺠُﻮﻡُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺷَﻬِﻴﺪٌ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻴَّﺎﺭَﺍﺕُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﺩَﻟِﻴﻞٌ ...



Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Biz sabâha girdik. Mülk Allâh'a şâhid ve Kibriyâ Allâh'a delîldir.
Azamet Allâh'a şâhid ve heybet Allâh'a delîldir.
Kuvvet Allâh'a şâhid ve Kudret Allâh'a delîldir.
Ni'metler Allâh'a şâhid ve dâimî in'âmlar Allâh'a delîldir.
Güzellik Allâh'a şâhid ve Cemâl-i sermedî Allâh'a delîldir.
Celâl Allâh'a şâhid ve Kemâl Allâh'a delîldir.
Azamût Allâh'a şâhid ve Ceberût Allâh'a delîldir.
Rubûbiyet Allâh'a şâhid ve Ulûhiyet-i Mutlaka Allâh'a delîldir.
Saltanat Allâh'a şâhid ve Göklerin ve yerin orduları Allâh'a delîldir.
Kazâlar Allâh'a şâhid ve Takdîr Allâh'a delîldir.
Terbiye Allâh'a şâhid ve Tedbîr Allâh'a delîldir.
Tasvîr Allâh'a şâhid ve Tanzîm Allâh'a delîldir.
Tezyîn Allâh'a şâhid ve Tevzîn Allâh'a delîldir.
İtkân Allâh'a şâhid ve Vücûd Allâh'a delîldir.
Halk Allâh'a şâhid ve Dâimî Îcâd Allâh'a delîldir.
Hüküm Allâh'a şâhid ve Emir Allâh'a delîldir.
Mehâsin Allâh'a şâhid ve Letâif Allâh'a delîldir.
Mehâmid Allâh'a şâhid ve Medâih Allâh'a delîldir.
İbâdât Allâh'a şâhid ve Kemâlât Allâh'a delîldir.
Tahiyyât Allâh'a şâhid ve Berekât Allâh'a delîldir.
Salavât Allâh'a şâhid ve Tayyibât Allâh'a delîldir. Mahlûkât Allâh'a şâhid ve Geçmiş hârikalar Allâh'a delîldir.
Mevcûdât Allâh'a şâhid ve Gelecek mu'cizeler Allâh'a delîldir.
Gökler Allâh'a şâhid ve Arş Allâh'a delîldir.
Güneşler Allâh'a şâhid ve Aylar Allâh'a delîldir.
Yıldızlar Allâh'a şâhid ve Seyyâreler Allâh'a delîldir.
Cev, tasarrûfâtı ve yağmurlarıyla Allâh'a şâhid ve yer Allâh'a delîldir. Yani, yerde zâhir olan kudret ve onda bâhir olan hikmet ve ondaki mükemmel san'at ve ondaki müzeyyen renk ve ondaki mütenevvi' ni'met ve ondaki vâsi' rahmet Allâh'a delîldir.
Binler âyâtıyla Kur'ân Allâh'a şâhid ve binler mu'cizâtıyla Muhammed (asm) Allâh'a delîldir.
Acâibi ve garâibiyle denizler Allâh'a şâhid ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle nebâtât Allâh'a delîldir. Yani, yapraklarıyla tesbîh eden, çiçekleriyle hamd eden, meyveleriyle tekbîr getiren o süslü, çiçekli ve meyveli nebâtât Allâh'a delîldir.
Tesbîh eden yaprakları ve hamd eden çiçekleri ve tekbîr getiren meyveleriyle ağaçlar Allâh'a şâhid ve tekbîr getiren hayvânât ve tesbîh eden huveynât ve hamd eden kuşçuklar ve saf tutup tehlîl eden kuşlar Allâh'a delîldir.
Kâinât mescidindeki ibâdetleri ve salâvâtlarıyla ins ve cin Allâh'a şâhid ve tesbîhâtları ve ibâdetleriyle âlem mescidindeki melek ve rûh Allâh'a delîldir.
San'at Allâh'ındır; öyleyse medih Allâh'a âiddir.
Sıbgat Allâh'ındır; öyleyse Senâ Allâh'a âiddir.
Ni'met Allâh'ındır; öyleyse Şükür Allâh'a âiddir.
Rahmet Allâh'ındır; öyleyse Hamd âlemlerin Rabbi olan Allâh'a âiddir.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 717)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﺒَﺎﺏُ ﺍﻟْﺨَﺎﻣِﺲُ
Beşinci Bâb

ﻓِﻰ ﻣَﺮَﺍﺗِﺐِ ﴿ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ﴾

Hasbünallahü ve ni'mel vekil hakkındadır.

İki makâmdır.

ﻭَ ﻫُﻮَ ﺧَﻤْﺴَﺔُ ﻧُﻜْﺘَﺔٍ

Hasbünallâhü ve ni'me'l vekîl'in mertebeleri hakkındadır.

Beş nüktedir. (32)

32 Ben on üç sene evvel yüksek bir yer olan Yûşa' Tepesi'nden dünyâya baktım. Birbiri içindeki mevcûdât tabakâtına ve mehâsinine herkes gibi meftûn idim. Âdetâ şedîd bir muhabbetle alâkadârdım. Hâlbuki, pek zâhir bir sûrette fenâ ve zevâlde yuvarlanmalarını aklen müşâhede ettim. Dehşetli bir elem ve firâk ve hadsiz firâklardan gelen bir zulmet hissettim.

Birden
ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ âyeti otuz üç mertebesiyle imdâdıma yetişti. Ben de gelecek tarzda remizli okuyordum. Mağrible yatsı ortasında devâm ettiğim yedi cümle-i mübârekenin herbirisi birer lem'a olarak Otuzbirinci Mektûb'un Lemeât'ına girecekti. Beş cümlesi girdi. Bu ikisi kalmıştı. Onun için Dördüncü, Beşinci Lem'a'ların yerleri açık kalmıştı. Biri ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ diğeri ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻰِّ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢِ in merâtibine dâir olacaktı. Bu iki mübârek kelâmın merâtibi ilimden ziyâde fikir ve zikir olduğundan Beşinci Bâb olarak Arabî zikredildi.

ﺍَﻟﻨُّﻜْﺘَﺔُ ﺍْﻟﺎُﻭﻟَﻰ

ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟْﻜَﻠﺎَﻡُ ﺩَﻭَﺍﺀٌ ﻣُﺠَﺮَّﺏٌ ﻟِﻤَﺮَﺽِ ﺍﻟْﻌَﺠْﺰِ ﺍﻟْﺒَﺸَﺮِﻯِّ ﻭَ ﺳَﻘَﻢِ ﺍﻟْﻔَﻘْﺮِ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻧِﻰِّ

ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ ...

33 Bir zamân bu cümle-i mübârekenin çok envârını ve makâmâtını gördüm. Beni çok zulümâttan ve vartalardan kurtardı. Ben o ahvâl ve makâmâta işâret için gâyet muhtasar birer fıkra bazen birer kelime ile kendi tahatturum için işâretler koymuştum. O baştaki fıkra ise herkes gibi benim de bir mahbûbum olan koca dünyânın zevâlini ve fenâsını ve içindeki zîhayâtların ölümünü düşündüğümden bu çok elîm ve derin derdlerime merhem olarak ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ i buldum. Baştaki cümleler bu sırra göre gidiyorlar.

ﻭَ ﻫُﻮَ ﺍﻟﺸَّﺎﻫِﺪُ ﺍﻟْﻌَﺎﻟِﻢُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺗَﺤَﺴُّﺮَ ﻋَﻠَﻰ ﻏَﻴْﺒُﻮﺑَﺔِ ﺍﻟْﻤَﺤْﺒُﻮﺑَﺎﺕِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻟِﺒَﻘَﺎﺋِﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺩَﺍﺋِﺮَﺓِ ﻋِﻠْﻢِ ﺷَﺎﻫِﺪِﻫَﺎ ﻭَ ﻓِﻰ ﻧَﻈَﺮِﻩِ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟﺼَّﺎﺣِﺐُ ﺍﻟْﻔَﺎﻃِﺮُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﻛَﺪَﺭَ ﻋَﻠَﻰ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟْﻤُﺴْﺘَﺤْﺴَﻨَﺎﺕِ ﻟِﺪَﻭَﺍﻡِ ﻣَﻨْﺸَﺎِ ﻣَﺤَﺎﺳِﻨِﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺍَﺳْﻤَﺎﺀِ ﻓَﺎﻃِﺮِﻫَﺎ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟْﻮَﺍﺭِﺙُ ﺍﻟْﺒَﺎﻋِﺚُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺗَﻠَﻬُّﻒَ ﻋَﻠَﻰ ﻓِﺮَﺍﻕِ ﺍْﻟﺎَﺣْﺒَﺎﺏِ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﻣَﻦْ ﻳَﺮِﺛُﻬُﻢْ ﻭَ ﻳَﺒْﻌَﺜُﻬُﻢْ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻞُ ﺍﻟْﺠَﻠِﻴﻞُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺗَﺤَﺰُّﻥَ ﻋَﻠَﻰ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻠﺎَﺕِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻫِﻰَ ﻣَﺮَﺍﻳَﺎ ﻟِْﻠﺎَﺳْﻤَﺎﺀِ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻠﺎَﺕِ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﺍْﻟﺎَﺳْﻤَﺎﺀِ ﺑِﺠَﻤَﺎﻟِﻬَﺎ ﺑَﻌْﺪَ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟْﻤَﺮَﺍﻳَﺎ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟْﻤَﻌْﺒُﻮﺩُ ﺍﻟْﻤَﺤْﺒُﻮﺏُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺗَﺎَﻟُّﻢَ ﻣِﻦْ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟْﻤَﺤْﺒُﻮﺑَﺎﺕِ ﺍﻟْﻤَﺠَﺎﺯِﻳَّﺔِ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﺍﻟْﻤَﺤْﺒُﻮﺏِ ﺍﻟْﺤَﻘِﻴﻘِﻰِّ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦُ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢُ ﺍﻟْﻮَﺩُﻭﺩُ ﺍﻟﺮَّﺅُﻑُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﻏَﻢَّ ﻭَ ﻟﺎَ ﻣَﺎْﻳُﻮﺳِﻴَّﺔَ ﻭَ ﻟﺎَ ﺍَﻫَﻤِّﻴَّﺔَ ﻣِﻦْ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟْﻤُﻨْﻌِﻤِﻴﻦَ ﺍﻟْﻤُﺸْﻔِﻘِﻴﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮِﻳﻦَ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﻣَﻦْ ﻭَﺳِﻌَﺖْ ﺭَﺣْﻤَﺘُﻪُ ﻭَ ﺷَﻔْﻘَﺘُﻪُ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ٭ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻞُ ﺍﻟﻠَّﻄِﻴﻒُ ﺍﻟْﻌَﻄُﻮﻑُ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺣِﺮْﻗَﺔَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ﺑِﺰَﻭَﺍﻝِ ﺍﻟﻠَّﻄِﻴﻔَﺎﺕِ ﺍﻟْﻤُﺸْﻔِﻘَﺎﺕِ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﻣَﻦْ ﻳَﻘُﻮﻡُ ﻣَﻘَﺎﻡَ ﻛُﻠِّﻬَﺎ، ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻘُﻮﻡُ ﺍﻟْﻜُﻞُّ ﻣَﻘَﺎﻡَ ﺗَﺠَﻞٍّ ﻭَﺍﺣِﺪٍ ﻣِﻦْ ﺗَﺠَﻠِّﻴَﺎﺗِﻪِ، ﻓَﺒَﻘَﺎﺋُﻪُ ﺑِﻬَﺬِﻩِ ﺍْﻟﺎَﻭْﺻَﺎﻑِ ﻳَﻘُﻮﻡُ ﻣَﻘَﺎﻡَ ﻛُﻞِّ ﻣَﺎ ﻓَﻨَﻰ ﻭَ ﺯَﺍﻝَ ﻣِﻦْ ﺍَﻧْﻮَﺍﻉِ ﻣَﺤْﺒُﻮﺑَﺎﺕِ ﻛُﻞِّ ﺍَﺣَﺪٍ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ...


Birinci Nükte

Bu kelâm, acz-i beşerî marazına ve fakr-ı insânî hastalığına mücerreb bir devâdır. "Allâh bize yeter. Ve (O) ne güzel vekîldir."

Zîrâ O, Mûcid, Mevcûd-ı Bâkîdir. Bu yüzden mevcûdâtın zevâlinde bir beis yoktur. Çünki Vâcibü'l-Vücûd olan Mûcidinin bekâsıyla, mahbûbun vücûdu dâimîdir.

O, Sâni' ve Fâtır-ı Bâkîdir. Bu yüzden masnûâtın zevâline üzülmek yoktur. Çünki Sâni'indeki medâr-ı muhabbet bâkîdir.

O, Melik ve Mâlik-i Bâkîdir. Bu yüzden zevâl ve gidişlerde yenilenen mülkün zevâline teessüf yoktur.

O, Şâhid ve Âlim-i Bâkîdir. Sevilen şeylerin dünyâdan kaybolup gitmelerine tahassür yoktur. Bu yüzden Çünki onlar, onları Görenin dâire-i ilminde ve nazarında bâkîdir.

O, Sâhib ve Fâtır-ı Bâkîdir. Bu yüzden güzel şeylerin zevâline keder yoktur. Çünki onların güzelliklerinin menşei, onların Fâtır'ının isimlerinde dâimîdir.

O, Vâris ve Bâis-i Bâkîdir. Bu yüzden ahbâbın firâkına mahzûn olmak yoktur. Çünki onlara Vâris olan ve onları tekrâr Diriltecek olan Bâkîdir.

O, Cemîl ve Celîl-i Bâkîdir. Bu yüzden güzel isimlerin âyîneleri olan güzel şeylerin zevâline üzülmek yoktur.
Çünki âyinelerin zevâlinden sonra isimler güzellikleriyle berâber bâkîdir.

O, Ma'bûd ve Mahbûb-ı Bâkîdir. Bu yüzden mecâzî mahbûbların zevâlinden elem çekmek yoktur. Çünki Mahbûb-ı Hakîkî Bâkîdir.

O, Rahmân, Rahîm, Vedûd ve Raûf-ı Bâkîdir. Bu yüzden zâhirî ni'met verici ve şefkat edicilerin zevâlinden ne gam vardır, ne yeise düşmek vardır, ne de ehemmiyet vermek vardır. Çünki rahmeti ve şefkati her şeyi kaplamış olan Zât Bâkîdir.

O, Cemîl, Latîf ve Atûf-ı Bâkîdir. Bu yüzden lütfedicilerin ve şefkat edicilerin zevâline yanmak ve ehemmiyet vermek yoktur. Çünki onların hepsinin yerine geçen ve bütün bunlar, O'nun tecelliyâtından bir tek tecellînin yerine geçemeyen Zât Bâkîdir.

O'nun bu sıfatlarla bâkî oluşu, dünyâdan her bir ferdin fenâ ve zevâl bulan her nev'î mahbûbâtının yerine geçer Allâh bize yeter Ve (O) ne güzel vekîldir.

Evet, dünyâ ve içindekilerin bekâsı için, O'nun Mâlikinin ve Sâni'inin ve Fâtır'ının bekâsı bana yeter.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 719)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟﻨُّﻜْﺘَﺔُ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻴَﺔُ ...

34 Nasıl ki âfâkın ve dünyânın fenâ ve zevâlinin arkasında Bâkî-i Zülcelâl'in bâkî esmâsının cilvelerini gördüm. Tâm tesellî buldum. Öyle de şahsıma baktım, şahsımdaki müteaddid muhtelif tabaka-i mevcûdât-ı nefsiye ve meftûn olduğum sıfât ve hakâik-i şahsiye gâyet sür'atle zevâl ve fenâya koştuklarından insânın fıtratındaki aşk-ı bekâ sırrıyla o fânîlerde bir bekâ aradım. Hâlıkımın bâkî cilve-i esmâsını gördüm. Herbir sıfatımın zevâlinde ona temessül eden bir ismin cilvesini bâkî gördüm. Ve kat'iyen anladım ki: Fıtrat-ı insâniyedeki aşk-ı bekâ, muhabbet-i İlâhiyeden teşa'ub eden bir muhabbettir. İnsân mahbûbunu yanlış bir sûrette arıyor. Âyînede temessül edeni sevmek ve aramak lâzım iken, âyîneyi veyâ âyînenin zîneti hükmüne geçen temessülün keyfiyetini sevmeğe başlıyor. ﻫُﻮَ yerine ﺍَﻧَﺎ ye perestiş ediyor. Zevâlinden sonra yanlışını anlıyor. İşte kalb ve mâhiyet-i insâniye zîşuûr bir âyînedir. Onda temessül edeni şuûr ile hisseder, aşk-ı bekâ ile sever.

35 Şu ve gelecek altı kelimedeki harfleri mütekellim zamîri olup kendini gösteriyor.

ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﻣُﻮﺟِﺪِﻯَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﻓَﺎﻃِﺮِﻯَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﻣَﺎﻟِﻜِﻰَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﺷَﺎﻫِﺪِﻯَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﻣَﻌْﺒُﻮﺩِﻯَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻭَ ﺑَﺎﻋِﺜِﻰَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ٭ ﻓَﻠﺎَ ﺑَﺎْﺱَ ﻭَ ﻟﺎَ ﺣُﺰْﻥَ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺎَﺳُّﻒَ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﺤَﺴُّﺮَ ﻋَﻠَﻰ ﺯَﻭَﺍﻝِ ﻭُﺟُﻮﺩِﻯ ﻟِﺒَﻘَﺎﺀِ ﻣُﻮﺟِﺪِﻯ، ﻭَ ﺍِﻳﺠَﺎﺩِﻩِ ﺑِﺎَﺳْﻤَﺎﺋِﻪِ ٭ ﻭَ ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺷَﺨْﺼِﻰ ﻣِﻦْ ﺻِﻔَﺔٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَ ﻫِﻰَ ﻣِﻦْ ﺷُﻌَﺎﻉِ ﺍِﺳْﻢٍ ﻣِﻦْ ﺍَﺳْﻤَﺎﺋِﻪِ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻴَﺔِ؛ ﻓَﺰَﻭَﺍﻝُ ﺗِﻠْﻚَ ﺍﻟﺼِّﻔَﺔِ ﻭَ ﻓَﻨَﺎﺋُﻬَﺎ ﻟَﻴْﺲَ ﺍِﻋْﺪَﺍﻣًﺎ ﻟَﻬَﺎ، ِﻟﺎَﻧَّﻬَﺎ ﻣَﻮْﺟُﻮﺩٌ ﻓِﻰ ﺩَﺍﺋِﺮَﺓِ ﺍﻟْﻌِﻠْﻢِ ﻭَ ﺑَﺎﻕٍ ﻭَ ﻣَﺸْﻬُﻮﺩٌ ﻟِﺨَﺎﻟِﻘِﻬَﺎ ٭


ﻭَ ﻛَﺬَﺍ ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺒَﻘَﺎﺀِ ﻭَ ﻟَﺬَّﺗِﻪِ ﻋِﻠْﻤِﻰ ﻭَ ﺍِﺫْﻋَﺎﻧِﻰ ﻭَ ﺷُﻌُﻮﺭِﻯ ﻭَ ﺍِﻳﻤَﺎﻧِﻰ ﺑِﺎَﻧَّﻪُ ﺍِﻟَﻬِﻰَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﺍﻟْﻤُﺘَﻤَﺜِّﻞُ ﺷُﻌَﺎﻉُ ﺍِﺳْﻤِﻪِ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﻓِﻰ ﻣِﺮْﺍَﺓِ ﻣَﺎﻫِﻴَّﺘِﻰ؛ ﻭَ ﻣَﺎ ﺣَﻘِﻴﻘَﺔُ ﻣَﺎﻫِﻴَّﺘِﻰ ﺍِﻟﺎَّ ﻇِﻞٌّ ﻟِﺬَﻟِﻚَ ﺍْﻟﺎِﺳْﻢِ ٭ ﻓَﺒِﺴِﺮِّ ﺗَﻤَﺜُّﻠِﻪِ ﻓِﻰ ﻣِﺮْﺍَﺓِ ﺣَﻘِﻴﻘَﺘِﻰ ﺻَﺎﺭَﺕْ ﻧَﻔْﺲُ ﺣَﻘِﻴﻘَﺘِﻰ ﻣَﺤْﺒُﻮﺑَﺔً، ﻟﺎَ ﻟِﺬَﺍﺗِﻬَﺎ ﺑَﻞْ ﺑِﺴِﺮِّ ﻣَﺎ ﻓِﻴﻬَﺎ. ﻭَ ﺑَﻘَﺎﺀُ ﻣَﺎ ﺗَﻤَﺜَّﻞَ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻧَﻮْﻉُ ﺑَﻘَﺎﺀٍ ﻟَﻬَﺎ ٭



İkinci Nükte

Allâh'ın, Bâkî olan İlâhım ve Bâkî olan Hâlıkım ve bâkî olan Mûcidim ve Bâkî olan Fâtırım ve Bâkî olan Mâlikim ve Bâkî olan Şâhidim ve Bâkî olan Ma'bûdum ve Bâkî olan Bâisim olması, bekâm için bana yeter. Bu yüzden vücûdumun zevâlinde beis yok, hüzün yok, teessüf yok, tahassür yoktur, benim şahsımda bulunan her bir sıfat, ancak O'nun bâkî isimlerinden bir ismin şuâıdır. Bu sıfatın zevâli ve fenâsı, O'nun için i'dâm değildir. Çünki o, ilim dâiresinde mevcûddur ve Hâlıkına bâkî ve meşhûddur. Ve kezâ, O'nun, Bâkî olan ve mâhiyetimin âyînesinde Bâkî isminin şuâı temessül eden ilâhım olduğuna ve Benim mâhiyetimin hakîkati, ancak bu ismin gölgesi olduğuna dâir ilmim ve iz'ânım ve şuûrum ve îmânım, bekâ ve lezzeti için bana yeter. O ismin, benim hakîkatimin âyînesinde temessülü sırrıyla, hakîkatim kendisi mahbûb oldu. Zâtından dolayı mahbûb değil, belki onda olan ve onda temessül eden şeylerin bekâsı, O'nun için bir çeşit bekâ olması sırrıyladır.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 720)

ﺍﻟﻨُّﻜْﺘَﺔُ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺜَﺔُ

(36)


ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ


ﺍِﺫْ ﻫُﻮَ ﺍﻟْﻮَﺍﺟِﺐُ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻣَﺎ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕُ ﺍﻟﺴَّﻴَّﺎﻟﺎَﺕُ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﻈَﺎﻫِﺮُ ﻟِﺘَﺠَﺪُّﺩِ ﺗَﺠَﻠِّﻴَﺎﺕِ ﺍِﻳﺠَﺎﺩِﻩِ ﻭَ ﻭُﺟُﻮﺩِﻩِ؛ ﺑِﻪِ ﻭَ ﺑِﺎْﻟﺎِﻧْﺘِﺴَﺎﺏِ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻭَ ﺑِﻤَﻌْﺮِﻓَﺘِﻪِ ﺍَﻧْﻮَﺍﺭُ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﺑِﻠﺎَ ﺣَﺪٍّ ٭ ﻭَ ﺑِﺪُﻭﻧِﻪِ ﻇُﻠُﻤَﺎﺕُ ﺍﻟْﻌَﺪَﻣَﺎﺕِ ﻭَ ﺍَﻟﺎَﻡُ ﺍﻟْﻔِﺮَﺍﻗَﺎﺕِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟْﻤَﺤْﺪُﻭﺩَﺍﺕِ ٭ ﻭَ ﻣَﺎ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕُ ﺍﻟﺴَّﻴَّﺎﻟَﺔُ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَ ﻫِﻰَ ﻣَﺮَﺍﻳَﺎ ﻭَ ﻫِﻰَ ﻣُﺘَﺠَﺪِّﺩَﺓٌ ﺑِﺘَﺒَﺪُّﻝِ ﺍﻟﺘَّﻌَﻴُّﻨَﺎﺕِ ﺍْﻟﺎِﻋْﺘِﺒَﺎﺭِﻳَّﺔِ ﻓِﻰ ﻓَﻨَﺎﺋِﻬَﺎ ﻭَ ﺯَﻭَﺍﻟِﻬَﺎ ﻭَ ﺑَﻘَﺎﺋِﻬَﺎ ﺑِﺴِﺘَّﺔِ ﻭُﺟُﻮﻩٍ ٭



36 Kâinâtın en mühim muammâsı, mütemâdiyen mevt ve hayât, zevâl ve fenâ içindeki fa'âliyet-i dâimenin tılsımını keşfeden Yirmidördüncü Mektûb'da Beş Remiz ve Beş İşâretle îzâh edilen mühim bir hakîkatin merâtibine gâyet icmâlli işâretler nev'inden eskiden beri tahatturla tefekkür ediyordum. Fenâ ve zevâl ve adem ise, başka başka vücûdların ünvânları olduğunu ve kesretli vücûdları semere verdiğini ve zevâle giden bir şey kendine bedel çok vücûdları bıraktığını gösterir bir nüktedir. Bir zîhayâtın mevti ve zevâli birçok vücûdları meyve verip, o meyveleri arkasında bırakır, sonra gider. Evet, bir fânî çok cihetlerle bâkî kalır. Bir dâne çürümekle ölür. Fakat yüz dâneyi câmi' bir sünbülü yerinde bırakır. İşte bu sırra binâen mevtten ve ademden ürkmek ve zevâlden teessüf etmek yerinde değildir.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ

َﺍْﻟﺎَﻭَّﻝُ: ﺑَﻘَﺎﺀُ ﻣَﻌَﺎﻧِﻴﻬَﺎ ﺍﻟْﺠَﻤِﻴﻠَﺔِ ﻭَ ﻫُﻮِﻳَّﺎﺗِﻬَﺎ ﺍﻟْﻤِﺜَﺎﻟِﻴَّﺔِ ٭

ﻭَ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻰ: ﺑَﻘَﺎﺀُ ﺻُﻮَﺭِﻫَﺎ ﻓِﻰ ﺍْﻟﺎَﻟْﻮَﺍﺡِ ﺍﻟْﻤِﺜَﺎﻟِﻴَّﺔِ ٭

ﻭَ ﺍﻟﺜَّﺎﻟِﺚُ: ﺑَﻘَﺎﺀُ ﺛَﻤَﺮَﺍﺗِﻬَﺎ ﺍْﻟﺎُﺧْﺮَﻭِﻳَّﺔِ ٭

ﻭَ ﺍﻟﺮَّﺍﺑِﻊُ: ﺑَﻘَﺎﺀُ ﺗَﺴْﺒِﻴﺤَﺎﺗِﻬَﺎ ﺍﻟﺮَّﺑَّﺎﻧِﻴَّﺔِ ﺍﻟْﻤُﺘَﻤَﺜِّﻠَﺔِ ﻟَﻬَﺎ ﺍَﻟَّﺘِﻰ ﻫِﻰَ ﻧَﻮْﻉُ ﻭُﺟُﻮﺩٍ ﻟَﻬَﺎ ٭

ﻭَ ﺍﻟْﺨَﺎﻣِﺲُ: ﺑَﻘَﺎﺋُﻬَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤَﺸَﺎﻫِﺪِ ﺍﻟْﻌِﻠْﻤِﻴَّﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﻨَﺎﻇِﺮِ ﺍﻟﺴَّﺮْﻣَﺪِﻳَّﺔِ ٭ ...



Tercümesi: Yirmidokuzuncu Risâlede kat'iyetle ve zarûretle ve bâhir bürhânlarla O'nun bekâsı isbât edildiği gibi, eğer zîrûhlardan değilse, o zamân kavânîn-i hakîkatlerinin ve hilkatlerinin ve nevâmîs-i mâhiyetlerinin ve desâtîr-i teşekküllerinin bekâsıdır. Çünki bu kânûn ve nâmûs ve düstûr, bu ferd ve nev' için bir rûh-ı emrîdir. Nasıl ki, incir ağacı ölür ve yok olur; O'nun kavânîn-i teşekkülü olan rûh-ı emrîsi ise bâkî kalır ve bir zerre gibi olan çekirdeklerinde devâm eder. İşte bu rûh-ı emrî ölmüyor, belki O'nun üzerinde sûretler yenileniyor, belki zîhayâtın mâhiyeti devâm ediyor. Zîrâ O'nun mâhiyeti, bâkî olan esmâ-yı hüsnâdan bir ismin bir gölgesidir ki, şu mâhiyet, o bâkî ismin şuâı altında bekâ bulur ve O'nun hüviyeti yine bir çok misâlî levhalarda bâkî kalır. Öyleyse adem, ancak zâil bir vücûdun dâimî vücûdlara intikâli için bir ünvândır.

ﻳﻌﻨِﻰ؛ ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﺍَﻧِّﻰ ﺍَﺛَﺮٌ ﻣِﻦْ ﺍَﺛَﺎﺭِ ﻭَﺍﺟِﺐِ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ٭ ﻛَﻔَﺎﻧِﻰ ﺍَﻥٌ ﺳَﻴَّﺎﻝٌ ﻣِﻦْ ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﺍﻟْﻤُﻨَﻮَّﺭِ ﺍﻟْﻤَﻈْﻬَﺮِ ﻣِﻦْ ﻣَﻠﺎَﻳِﻴﻦَ ﺳَﻨَﺔٍ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ﺍﻟْﻤُﺰَﻭَّﺭِ ﺍْﻟﺎَﺑْﺘَﺮِ ٭ ﻧَﻌَﻢْ ﺑِﺴِﺮِّ ﺍْﻟﺎِﻧْﺘِﺴَﺎﺏِ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻧِﻰِّ ﺗَﻘُﻮﻡُ ﺩَﻗِﻴﻘَﺔٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ؛ ﻣَﻘَﺎﻡَ ﺍُﻟُﻮﻑِ ﺳَﻨَﺔٍ ﺑِﻠﺎَ ﺍِﻧْﺘِﺴَﺎﺏٍ ﺍِﻳﻤَﺎﻧِﻰٍّ، ﺑَﻞْ ﺗِﻠْﻚَ ﺍﻟﺪَّﻗِﻴﻘَﺔُ ﺍَﺗَﻢُّ ﻭَ ﺍَﻭْﺳَﻊُ ﺑِﻤَﺮَﺍﺗِﺐَ ﻣِﻦْ ﺗِﻠْﻚَ ﺍْﻟﺎَﻟﺎَﻑِ ﺳَﻨَﺔٍ ٭ ...


Üçüncü Nükte

Allâh bize yeter Ve (O) ne güzel vekîldir. Zîrâ O öyle bir Vâcibü'l-Vücûddur ki, bu mevcûdât-ı seyyâle ancak O'nun îcâd ve vücûdunun tecelliyâtındaki teceddüde birer mazhardırlar. Onunla ve ona intisâbla ve O'nun ma'rifetiyle hadsiz envâr-ı vücûd hâsıl olur. O olmadığı zamân ise, adem zulümâtı ve firâk elemleri zuhûr eder.

Bu mevcûdât-ı seyyâle ancak birer âyînedir. Ve fenâları ve zevâlleri ve bekâlarında i'tibârî teayyünâtın değişmesiyle altı cihetle yenilenmektedir.

Birincisi: Güzel ma'nalarının ve misâlî hüviyetlerinin bâkî kalması.

İkincisi: Sûretlerinin misâlı levhalarda bâkî kalması.

Üçüncüsü: Uhrevî semerelerinin bekâsı.

Dördüncüsü: O'nun için bir nev'î vücûd olan ve kendisini temsîl eden Rabbânî tesbîhâtının bekâsı.

Beşincisi: İlmî meşhedler ve sermedî manzaralarda bekâsı.

Altıncısı: Eğer zîrûhlardan ise rûhlarının bekâsı. Zîrâ mevtlerinde, fenâlarında, zevâllerinde, ademlerinde, zuhûrlarında ve sönüp gitmelerindeki muhtelif keyfiyâtında olan vazîfeleri, ancak esmâ-yı ilâhiyenin mukteziyâtını izhâr etmektir.

Bu vazîfenin sırrından dolayıdır ki, mevcûdât, mevt ve hayât, vücûd ve ademle dalgalanan gâyet sür'atte bir sel gibi olmuştur. Yine bu vazîfeden dolayı, dâîmî fa'âliyet ve müstemir hallâkıyet tezâhür eder. Öyleyse hem benim hem her bir ferdin "Allâh bize yeter. Ve (O) ne güzel vekîldir." demesi gerekir.

Yani, Vâcibü'l-Vücûdun eserlerinden bir eser olmam, vücûd olarak bana yeter. Müzevver ve akîm olan vücûdun milyonlarca senesine karşı, münevver ve mazhar olan vücûdun bir ân-ı seyyâlesi bana kâfîdir.

Evet, intisâb-ı îmânî sırrıyla vücûdun bir dakîkası, intisâb-ı îmânîsiz binlerce senenin yerine geçebilir.

Belki şu dakîka, merâtib i'tibâriyle şu binlerce seneden daha etem ve daha geniştir.

Kezâ, semâda azameti ve arzda âyetleri olan ve gökleri ve yeri altı günde yaratan Zâtın san'atı olmam, vücûd ve kıymeti i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, semâyı kandîllerle süsleyip nûrlandıran ve yeryüzünü çiçeklerle süsleyip güzelleştiren zâtın masnûu olmam, vücûd ve kemâli i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, bu kâinât bütün kemâlâtı ve mehâsiniyle O'nun kemâli ve cemâline nisbetle zaîf bir gölge ve O'nun âyât-ı kemâli ve işârât-ı cemâli olan zâtın mahlûku ve memlûkü ve abdi olmam, fahır ve şeref olarak bana yeter.

Kezâ, sayısız ve saymakla bitmez ni'metlerin kâf ve nûn arasındaki latîf sandukçalarda iddihâr eden ve milyonlar kantarı, içinde tohumlar ve çekirdekler denilen latîf sandukçalar bulunan bir tek avuç içinde depolayan Zât, her şey için bana yeter.

Kezâ, bütün cemâl ve ihsân sâhiblerine karşı, bana O Cemîl ve Rahîm olan Zât yeter ki, bu güzel masnûât, mevsimlerin ve asırların ve dehirlerin geçmesiyle O'nun envâr-ı cemâlinin yenilenmesi için birer fânî âyînelerden başka bir şey değildir. Ve bu bahâr ve yaz mevsiminde yenilenen ni'metler ve birbirini ta'kîb eden meyveler, mahlûkâtın ve günlerin ve senelerin geçmesi üzerine O'nun dâimî in'âmındaki mertebelerin yenilenmesi için birer mazhardır.

Kezâ, Hâlık-ı mevt ve hayâtın esmâsının cilvelerine bir harîta ve bir fihriste ve bir fezleke ve bir mîzân ve bir mikyâs olmam, hayât ve mâhiyeti i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, Esmâ-yı Hüsnânın sâhibi olan Fâtırımın şuûnât-ı zâtiyesine hayâtımın mazhariyetiyle, kalem-i kudretle yazılmış ve o Kadîr-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûmun esmâsını anlatıp gösteren bir kelime olmam, hayât ve vazîfesi i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, beni, içinde hedâyâ-yı rahmetinin müzeyyenâtı bulunan vücûd hullemin ve fıtrat kaftanımın ve muntazam hayâtımın gerdânlığının murassaâtıyla süsleyen Hâlıkımın esmâsının cilveleriyle süslenmekle kardeşlerim olan mahlûkât arasında i'lânım ve teşhîrim ve Hâlık-ı kâinâtın nazar-ı şühûduna i'lânım ve izhârım, hayât ve hukûku i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, zîhayâtların vâhib-i Hayât'a olan tahiyyelerini fehmetmem ve onlara şâhid olup onlara şâhidlik etmem, hukûk-ı hayâtım i'tibâriyle bana yeter. Kezâ, Sultân-ı Ezelîmin nazar-ı şühûduna arz olunmak için, îmânî bir şuûrla O'nun cevâhir-i ihsânının murassaâtıyla teberrüc ve tezyînim hukûk-ı hayâtım için bana yeter.

Kezâ, O'nun abdi ve masnûu ve mahlûku ve muhtâc olanı olduğuma ve O'na muhtâc bulunduğuma ve O'nun, hikmetine ve rahmetine lâyık bir şekilde terbiye eden Rahîm, Kerîm, Latîf ve bana ni'met verici ola Hâlıkım olduğuna dâir ilmim ve iz'ânım ve şuûrum ve îmânım, hayât ve lezzeti i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, mutlak olan aczimin ve mutlak olan fakrimin ve mutlak olan za'fımın emsâliyle o Kadîr-i Mutlak'ın merâtib-i kudretine ve o Rahîm-i Mutlak'ın derecât-ı rahmetine ve o Kaviyy-i Mutlak'ın tabakât-ı kuvvetine mikyâsiyetim, hayât ve kıymeti i'tibâriyle bana yeter.

Kezâ, Hâlıkımın muhît sıfatlarını anlamak için cüz'î ilim, irâde ve kudret sıfatlarımın cüz'iyetiyle ma'kesiyetim bana yeter. Böylece cüz'î ilmimin mîzânıyla O'nun muhît ilmini fehmederim.

Kezâ, Kâmil-i Mutlak ancak benim ilâhım olduğuna ve kâinâtta kemâlâttan ne varsa, O'nun kemâlinin âyetlerinden ve O'nun kemâline birer işâret olduğuna dâir ilmim kemâl olarak bana yeter.

Kezâ, nefsimde kemâlât olarak îmân-ı billâh bana yeter. Zîrâ îmân, beşer için bütün kemâlâtına bir menba'dır.

Kezâ, Esmâ-yı Hüsnânın sâhibi olan, beni yediren ve beni içiren ve beni terbiye eden ve beni tedbîr eden ve benimle konuşan ve celâli yüce olan ve lütuf ve ihsânı her şeyi kuşatan İlâhım ve Rabbim ve Hâlıkım ve Müsavvirim, muhtelif cihâzâtımın çeşitli lisânlarıyla istenilen envâ'-ı ihtiyâcâtıma âid her şey için bana yeter.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 725)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟﻨُّﻜْﺘَﺔُ ﺍﻟﺮَّﺍﺑِﻌَﺔُ

ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻟِﻜُﻞِّ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻰ ﻣَﻦْ ﻓَﺘَﺢَ ﺻُﻮﺭَﺗِﻰ ﻭَ ﺻُﻮﺭَﺓَ ﺍَﻣْﺜَﺎﻟِﻰ ﻣِﻦْ ﺫَﻭِﻯ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓِ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤَﺎﺀِ ﺑِﻠَﻄِﻴﻒِ ﺻُﻨْﻌِﻪِ ﻭَ ﻟَﻄِﻴﻒِ ﻗُﺪْﺭَﺗِﻪِ ﻭَ ﻟَﻄِﻴﻒِ ﺣِﻜْﻤَﺘِﻪِ ﻭَ ﻟَﻄِﻴﻒِ ﺭُﺑُﻮﺑِﻴَّﺘِﻪِ ٭ ...



Dördüncü Nükte

Benim sûretimi ve zîhayâtlardan olan emsâlimin sûretini, latîf san'atıyla ve latîf kudreti ve hikmetiyle ve latîf rubûbiyeti ile su içinde açan Zât, bütün metâlibim için bana yeter.

Kezâ, beni inşâ eden, kulağımı ve gözümü açan, cismimde bir lisân ve bir kalb derc eden, onda ve cihâzâtımda, rahmetinin çeşit çeşit hazînelerinin müddeharâtını tartmak için sayısız hassâs mîzânlar yerleştiren ve kezâ lisânımda ve kalbimde ve fıtratımda, esmâsının çeşit çeşit defînelerini anlamak için saymakla bitmez hassâs âletler derc eden zât, bütün maksadlarım için bana yeter.

Kezâ, bütün envâ'-i ni'metini ihsâs etmek ve ekser tecelliyât-ı esmâsını tattırmak için, bu a'zâ ve âlâtı ve bu cevârih ve cihâzâtı ve bu havâs ve hissiyâtı ve bu letâif ve ma'neviyâtı, celîl ulûhiyeti ve cemîl rahmetiyle ve kebîr rubûbiyeti ve kerîm re'fetiyle ve azîm kudreti ve latîf hikmetiyle, benim küçük ve hakîr şahsımda derc eden ve zaîf ve fakîr vücûdumda derc eden Zât bana yeter.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 726)

ﺍَﻟﻨُّﻜْﺘَﺔُ ﺍﻟْﺨَﺎﻣِﺴَﺔُ

ﻟﺎَ ﺑُﺪَّ ﻟِﻰ ﻭَ ﻟِﻜُﻞِّ ﺍَﺣَﺪٍ ﺍَﻥْ ﻳَﻘُﻮﻝَ ﺣَﺎﻟﺎً ﻭَ ﻗَﺎﻟﺎً ﻭَ ﻣُﺘَﺸَﻜِّﺮًﺍ ﻭَ ﻣُﻔْﺘَﺨِﺮًﺍ:

ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻣَﻦْ ﺧَﻠَﻘَﻨِﻰ ﻭَ ﺍَﺧْﺮَﺟَﻨِﻰ ﻣِﻦْ ﻇُﻠْﻤَﺔِ ﺍﻟْﻌَﺪَﻡِ ﻭَ ﺍَﻧْﻌَﻢَ ﻋَﻠَﻰَّ ﺑِﻨُﻮﺭِ ﺍﻟْﻮُﺟُﻮﺩِ ٭

ﻭَ ﻛَﺬَﺍ ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻣَﻦْ ﺟَﻌَﻠَﻨِﻰ ﺣَﻴًّﺎ ﻓَﺎَﻧْﻌَﻢَ ﻋَﻠَﻰَّ ﻧِﻌْﻤَﺔَ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺗُﻌْﻄِﻰ ﻟِﺼَﺎﺣِﺒِﻬَﺎ ﻛُﻞَّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﺗُﻤِﺪُّ ﻳَﺪَ ﺻَﺎﺣِﺒِﻬَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ٭

ﻭَ ﻛَﺬَﺍ ﺣَﺴْﺒِﻰ ﻣَﻦْ ﺟَﻌَﻠَﻨِﻰ ﺍِﻧْﺴَﺎﻧًﺎ ﻓَﺎَﻧْﻌَﻢَ ﻋﻠَﻰَّ ﺑِﻨِﻌْﻤَﺔِ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻧِﻴَّﺔِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺻَﻴَّﺮَﺕِ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ﻋَﺎﻟَﻤًﺎ ﺻَﻐِﻴﺮًﺍ ﺍَﻛْﺒَﺮَ ﻣَﻌْﻨًﺎ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢِ ﺍﻟْﻜَﺒِﻴﺮِ ٭ ...



Beşinci Nükte

Benim her bir ferdin, hâl ve kâl ile ve teşekkür ve iftihârla şöyle dememiz gerekir.

Beni yaratan ve beni adem zulmetinden çıkararak bana vücûd nûrunu in'âm eden Zât bana yeter.

Kezâ, beni hayât sâhibi kılarak, sâhibine her şeyi veren ve sâhibinin elini her şeye uzatan hayât ni'metini bana in'âm eden Zât bana yeter.

Kezâ, beni insân yaparak, insânı, âlem-i kebîrden ma'nen daha büyük olan küçük bir âlem hâline getiren insâniyet ni'metini bana in'âm eden Zât bana yeter.

Kezâ, beni mü'min kılarak, dünyâ ve âhireti ni'metlerle dolu iki sofra hâline getirip îmân eliyle mü'mine onları takdîm eden îmân ni'metini bana in'âm eden Zât bana yeter.

Kezâ, beni habîbi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetinden kılarak, îmânda bulunan ve kemâlât-ı beşeriyenin en yüksek merâtibinden olan muhabbet ve mahbûbiyet-i ilâhiyeyi bana in'âm eden Zât bana yeter ki, bu muhabbet-i îmâniye ile, mü'minin istifâde elleri imkân ve vücûb dâiresinin nihâyetsiz müştemilâtına kadar uzanır.

Kezâ, cins ve nev'î ve dîn ve îmân cihetiyle beni mahlûkâtının bir çoğundan üstün kılıp beni ne câmid, ne hayvân ne de dalâlette giden yapmayan Zât bana yeter ki, hamd de O'na mahsûstur, şükür de O'na mahsûstur.

Kezâ, "Beni ne yerim ne de göğüm içine sığdırabilir; fakat beni mü'min kulumun kalbi içine sığdırabilir" meâlindeki hadîsin sırrıyla, beni esmâsının tecelliyâtına câmi' bir mazhar yaparak kâinâtın içine sığdıramadığı bir ni'meti bana in'âm eden Zât bana yeter. Yani, mâhiyet-i insâniye, bütün kâinâtta tecellî eden esmânın bütün tecelliyâtına mazhar ve câmi'dir.

Kezâ, bende bulunan mülkünü benim için muhâfaza edip sonra onu bana iâde etmek için benden satın alan ve karşılığında bize cenneti veren Zât bana yeter. Vücûdumun zerrelerinin zerrât-ı kâinâtla darbı adedince şükür de Ona mahsûstur. Hamd de O'na mahsûsdur.

Hasbî Rabbî Cellallâh Nûr-u Muhammed Sallallâh. Lâ ilâhe illallâh.

Hasbî Rabbî Cellallâh Sırr-u kalbî zikrullâh. Zikr-u Ahmed Sallallâh.

Lâ ilâhe illallâh.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 728)

ﺍَﻟْﺒَﺎﺏُ ﺍﻟﺴَّﺎﺩِﺱُ

(38)

38 Çok risâlelerde beyân etmişiz ki: İnsânın fıtratında hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir fakr bulunmakla berâber hadsiz a'dâsı ve nihâyetsiz metâlibi vardır. İnsân bu acz ve fakrından fıtraten bir Kadîr-i Rahîm'e ilticâya muhtâcdır. Nasıl ki ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ birinci cümlesi acze merhem ve bütün a'dâsına karşı bir melce' gösterir. ﻭَ ﻧِﻌْﻢَ ﺍﻟْﻮَﻛِﻴﻞُ cümlesinde de fakrına da ve o bütün metâlibine de bir vesîleyi gösterdiği gibi ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻰِّ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢِ dahi başka bir sûrette aynen ﺣَﺴْﺒُﻨَﺎ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ gibi acz ve fakr-ı beşerînin ilâcı ﻭَ ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ kelimesi a'dâsına karşı nokta-i istinâdı kendi kuvvetinden teberrî etmekle kuvvet-i İlâhiyeye ilticâ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ kelimesiyle metâlibine ve hâcâtına vesîle-i mutlak tevekkül ile kudret-i İlâhiyeye i'timâd etmektir. Bu ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ cümlesinin pek çok merâtibini kendimde tecrübe ile hissettim. O mertebelere birer kısa kelime ile işâretler koymuşum. O işâretler vâsıtasıyla o merâtibi mülâhaza ediyorum. Bu bâbda kısmen o mertebeleri remzeden kelimeler aynen zikredilecektir.

Altıncı Bâb

ﻓِﻰ ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻰِّ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢِ

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l aliyyi'l azîm hakkındadır.

ﻭَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﻠِﻤَﺔُ ﺍﻟﻄَّﻴِّﺒَﺔُ ﺍﻟْﻤُﺒَﺎﺭَﻛَﺔُ ﺧَﺎﻣِﺴَﺔٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﺨَﻤْﺴَﺔِ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻴَﺎﺕِ ﺍﻟﺼَّﺎﻟِﺤَﺎﺕِ ﺍﻟْﻤَﺸْﻬُﻮﺭَﺍﺕِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻫِﻰَ ﴿ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﻭَ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ ﻭَ ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟْﻌَﻠِﻰِّ ﺍﻟْﻌَﻈِﻴﻢِ﴾

Bu mübârek kelime-i tayyibe, "Subhanallah" ve "Elhamdulillah" ve "Lâ ilahe illallah" ve "Allahuekber" ve "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l aliyyi'l azîm" olan meşhûr "bâkiyât-ı sâlihât" tan [bâkî kalıcı beş sâlih amel] beşinci olanıdır.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 729)

ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻭَ ﺳِﻴِّﺪِﻯ ﻭَ ﻣَﺎﻟِﻜِﻰ ﻟِﻰ ﻓَﻘْﺮٌ ﺑِﻠﺎَ ﻧِﻬَﺎﻳَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺣَﺎﺟَﺎﺗِﻰ ﻭَ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻰ ﻟﺎَ ﺗُﻌَﺪُّ ﻭَ ﻟﺎَ ﺗُﺤْﺼَﻰ ﻭَ ﺗَﻘْﺼُﺮُ ﻳَﺪِﻯ ﻋَﻦْ ﺍَﺩْﻧَﻰ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻳَﺎ ﺭَﺑِّﻰَ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ﻭَ ﻳَﺎ ﺧَﺎﻟِﻘِﻰَ ﺍﻟْﻜَﺮِﻳﻢِ ﻳَﺎ ﺣَﺴِﻴﺐُ ﻳَﺎ ﻭَﻛِﻴﻞُ ﻳَﺎ ﻛَﺎﻓِﻰ ٭ ﺍِﻟَﻬِﻰ ﺍِﺧْﺘِﻴَﺎﺭِﻯ ﻛَﺸَﻌْﺮَﺓٍ ﺿَﻌِﻴﻔَﺔٍ ﻭَ ﺍَﻣَﺎﻟِﻰ ﻟﺎَ ﺗُﺤْﺼَﻰ ﻓَﺎَﻋْﺠِﺰُ ﺩَﺍﺋِﻤًﺎ ﻋَﻤَّﺎ ﻟﺎَ ﺍَﺳْﺘَﻐْﻨِﻰ ﻋَﻨْﻬَﺎ ﺍَﺑَﺪًﺍ؛ ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻳَﺎ ﻏَﻨِﻰُّ ﻳﺎَ ﻛَﺮِﻳﻢُ ﻳَﺎ ﻛَﻔِﻴﻞُ ﻳﺎَ ﻭَﻛِﻴﻞُ ﻳﺎَ ﺣَﺴِﻴﺐُ ﻳَﺎ ﻛَﺎﻓِﻰ ٭ ...


Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim,

Benim nihâyetsiz fakrım vardır. Bununla berâber hâcâtım ve metâlibim sayısız ve saymakla bitmez. Benim elim ise, metâlibimin en ednâsına ulaşmaz. Havl ve kuvvet ancak Sendedir, ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Ey Hasîb, ey Vekîl, ey Kâfî!

İlâhî, ihtiyârım zaîf bir kıl gibi; emellerim ise saymakla bitmez. Hiçbir zamân kendilerinden müstağnî kalamayacağım şeylerden ise dâimâ âcizim.

Havl ve Kuvvet ancak Sendedir, ey Ganî, ey Kerîm, ey Kefîl, ey Hasîb, ey Kâfî!

Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim,

Benim iktidârım zaîf bir zerre gibidir. Bununla berâber düşmanlar, illetler, evhâmlar, korkular, elemler, hastalıklar, zulmetler, dalâletler ve uzun seferler saymakla bitmez. Onlara karşı havl ve onlara mukâbele etmeye kuvvet ancak sendedir, ey Kavî, ey Kadîr, ey Karîb, ey Mücîb, ey Hafîz, ey Vekîl!

Ey ilâhım! Emsâlim gibi, hayâtım da sönecek olan bir şu'le gibidir. Arzûlarım ve emellerim ise saymakla bitmez. Bu emelleri taleb etmeye karşı havl ve onları tahsîl etmeye kuvvet ancak sendedir.

Ey Hay, ey Kayyûm, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Vekîl, ey Vâfî!

Ey ilâhım! Akrânım gibi, ömrüm de tükenecek bir dakîka gibidir. Bununla berâber maksadlarım ve metâlibim sayısızdır ve saymakla bitmez. Onlara karşı havl ve onlara yetecek kuvvet ancak Sendedir, ey Ezelî olan, ey Ebedî olan, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Vekîl, ey Vâfî!

Ey ilâhım! Şuûrum, sönüp gidecek olan bir lem'a gibidir. Bununla berâber envâr-ı ma'rifetinden olup muhâfaza edilmesi gereken şeyler ve zulümât ve dalâletten olup kendisinden muhâfaza olunulması gereken şeyler sayısızdır ve saymakla bitmez. Bu zulümât ve dalâlete karşı havl ve bu envâr ve hidâyât üzerine kuvvet ancak sendedir, ey Alîm olan, ey Habîr olan, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Hafîz, ey Vekîl!

Ey ilâhım! Benim sabırsız bir nefsim, feryâd eden bir kalbim, zaîf bir sabrım, nahîf bir cismim, alîl ve zelîl bir bedenim vardır. Bununla berâber mâddî ve ma'nevî yüklerden üzerime yüklenen ağırdır ağır. Bu yüklere karşı havl ve onları taşımaya kuvvet ancak sendedir, ey Rabb-i Rahîmim, ey Hâlık-ı Kerîmim, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Vekîl, ey Vâfî.

Ey ilâhım! Zamândan bana âid olan, akışı sür'atli olan geniş bir selde akıp giden bir ândır. Mekândan bana âid olan ise kabir kadardır. Bununla berâber sâir mekânlarla ve zamânlarla alâkam vardır. Onlara olan alâkaya karşı havl ve onlarda bulunanlara ulaşmaya kuvvet ancak Sendedir, ey mekânların ve kevnlerin Rabbi, ey dehirlerin ve zamânların Rabbi, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Kefîl, ey Vâfî!

Ey ilâhım! Benim nihâyetsiz bir aczim, hadsiz bir za'fım vardır. Bununla berâber düşmanlarım ve bana elem verenler ve kendisinden korktuğum şeyler ve beni tehdîd eden belâlar ve âfetler saymakla bitmez. Onların hücûmlarına karşı havl ve onları def' edecek kuvvet ancak Sendedir, ey Kavî, ey Kadîr, ey Karîb, ey Rakîb, ey Kefîl, ey Vekîl, ey Hafîz, ey Kâfî!
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻟِﻰ ﻓَﻘْﺮٌ ﺑِﻠﺎَ ﻏَﺎﻳَﺔٍ ﻭَ ﻓَﺎﻗَﺔٌ ﺑِﻠﺎَ ﻧِﻬَﺎﻳَﺔٍ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺣَﺎﺟَﺎﺗِﻰ ﻭَ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻰ ﻭَ ﻭَﻇَﺎﺋِﻔِﻰ ﻣَﺎ ﻟﺎَ ﺗُﺤْﺼَﻰ ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻋَﻨْﻬَﺎ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﻋَﻠَﻴْﻬَﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻳَﺎ ﻏَﻨِﻰُّ ﻳَﺎ ﻛَﺮِﻳﻢُ ﻳَﺎ ﻣُﻐْﻨِﻰ ﻳَﺎ ﺭَﺣِﻴﻢُ ٭ ...


Ey ilâhım! Benim hadsiz bir fakrım, nihâyetsiz bir ihtiyâcım vardır. Bununla berâber hâcâtım ve metâlibim ve vazîfelerim saymakla bitmez. Onlara karşı havl ve onlara yetecek kuvvet ancak Sendedir, ey Ganî, ey Kerîm, ey Muğnî, ey Rahîm!

Ey ilâhım! Kendi havl ve kuvvetimden kurtuldum Sana yöneldim ve Senin havl ve kuvvetine sığındım. Beni kendi havl ve kuvvetime bırakma. Aczime ve za'fıma ve fakrıma ve ihtiyâcıma merhamet et. Göğsüm daraldı, ömrüm zâyi' oldu, sabrım bitti, fikrim helâk oldu. Gizlimi de açığımı da bilen ancak Sensin. Bana fâide verene de zarar verene de mâlik olan ancak Sensin. Üzüntümü ferahlatmaya ve zorluklarımı kolaylaştırmaya kâdir olan ancak Sensin. Bütün üzüntülerimi ferahlat, bana ve kardeşlerime bütün zorlukları kolaylaştır.

Ey ilâhım! Ona sevk olunmakla berâber zamâna karşı ve korkularına karşı havl ve kendisiyle alâkalı olmakla berâber mâzî ve lezzetlerine karşı kuvvet ancak Sendedir, ey Ezelî, ey Ebedî!

Ey ilâhım! Korktuğum ve kendisinden kurtulamadığım zevâle karşı havl ve hayâtımdan hasretini çektiğim ve kendisine ulaşamadığım geçmiş şeyleri iâde edecek kuvvet ancak Sendedir, ey Sermedî, ey Bâkî!

Ey ilâhım! Adem zulmetine karşı havl ve vücûd nûruna kuvvet ancak Sendedir, ey Mûcid, ey Mevcûd, ey Kadîm!

Ey ilâhım! Hayâta katılan zararlara karşı havl ve hayâta lâzım olan sevinçlere kuvvet ancak Sendedir, ey Müdebbir, ey Hakîm!

Ey ilâhım! Zîşuûrlara hücûm eden elemlere karşı havl ve his sâhibleri için matlûb olan lezzetlere kuvvet ancak Sendedir, ey Mürebbî ey Kerîm!

Ey ilâhım! Akıl sâhiblerine ârız olan kötülüklere karşı havl ve himmet sâhibleri için tezyîn edici olan mehâsine kuvvet ancak Sendedir, ey Muhsin, ey Kerîm!

İlâhî! Ehl-i isyâna gelen nikmetlere karşı havl ve ehl-i tâate gelen ni'metlere kuvvet ancak Sendedir, ey Gafûr, ey Mün'im!

İlâhî! Hüzünlere karşı havl ve sevinçlere eriştirecek kuvvet ancak Sendedir. Çünki güldüren ve ağlatan ancak Sensin, ey Cemîl, ey Celîl!

İlâhî! Hastalıklara karşı havl ve âfiyete eriştirecek kuvvet ancak Sendedir, ey Şâfî, ey Muâfî!

İlâhî! Elemlere karşı havl ve emellere eriştirecek kuvvet ancak Sendedir, ey Müncî, ey Mugîs!

İlâhî! Zulmetlere karşı havl ve nûrlara eriştirecek kuvvet ancak Sendedir. ey Nûr, ey Hâdî!

İlâhî! Mutlak sûrette şerlere karşı havl ve aslen hayırlara eriştirecek kuvvet ancak Sendedir, ey hayır elinde olan ve her şeye gücü yeten ve kullarını hakkıyla gören ve mahlûkâtının ihtiyâclarından haberdâr olan Zât!

İlâhî! Ma'siyetlere karşı havl ancak Senin ismetinledir, tâate eriştirecek kuvvet ancak Senin tevfîkinledir, ey Muvaffık, ey Muîn!
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻟِﻰ ﻋَﻠﺎَﻗَﺎﺕٌ ﺷَﺪِﻳﺪَﺓٌ ﻣَﻊَ ﻧَﻮْﻋِﻰَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻧِﻰِّ ﻭَ ﺟِﻨْﺴِﻰَ ﺍﻟْﺤَﻴْﻮَﺍﻧِﻰِّ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺍَﻳَﺔَ ﴿ﻛُﻞُّ ﻧَﻔْﺲٍ ﺫَﺍﺋِﻘَﺔُ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ﴾ ﺗُﻬَﺪِّﺩُﻧِﻰ ﻭ ﺗُﻄْﻔِﺊُ ﺍَﻣَﺎﻟِﻰَ ﺍﻟْﻤُﺘَﻌَﻠِّﻘَﺔَ ﺑِﻨَﻮْﻋِﻰ ﻭَ ﺟِﻨْﺴِﻰ ﻭَ ﺗَﻨْﻌِﻰ ﻋَﻠَﻰَّ ﺑِﻤَﻮْﺗِﻬَﺎ ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻋَﻦْ ﺫَﺍﻙَ ﺍﻟْﺤُﺰْﻥِ ﺍْﻟﺎَﻟِﻴﻢِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﻰ ﻣِﻦْ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﻭَ ﺍﻟﻨَّﻌْﻰِ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﻋَﻠَﻰ ﺗَﺴَﻞٍّ َﻳْﻤَﻠﺄُ ﻣَﺤَﻞَّ ﻣَﺎ ﺯَﺍﻝَ ﻋَﻦْ ﻗَﻠْﺒِﻰ ﻭَ ﺭُﻭﺣِﻰ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻓَﺎَﻧْﺖَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺗَﻜْﻔِﻰ ﻋَﻦْ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻜْﻔِﻰ ﻋَﻨْﻚَ ﻛُﻞُّ ﺷَﻲْﺀٍ ٭ ...

39 Bu ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ye dâir mertebelerde hakîkatlerine yalnız işâretler edildi. Bürhânlar ve delîller zikredilmedi. Çünki geçmiş bâblarda zikredilen yüzler ve belki binler vahdâniyet bürhânları ve rubûbiyet delîlleri umûmiyetle ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ nin hakîkatlerine delîllerdir. Onun için ayrı ayrı delîller zikredilmedi.

ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻟِﻰ ﻋَﻠﺎَﻗَﺎﺕٌ ﺷَﺪِﻳﺪَﺓٌ ﻭَ ﺍِﺑْﺘِﻠﺎَﺀٌ ﻭَ ﻣَﻔْﺘُﻮﻧِﻴَّﺔٌ ﻣَﻊَ ﺷَﺨْﺼِﻴَّﺘِﻰَ ﺍﻟْﺠِﺴْﻤَﺎﻧِﻴَّﺔِ ﺣَﺘَّﻰ ﻛَﺎَﻥَّ ﺟِﺴْﻤِﻰ ﻋَﻤُﻮﺩٌ ﻓِﻰ ﻧَﻈَﺮِﻯَ ﺍﻟﻈَّﺎﻫِﺮِﻯِّ ﻟِﺴَﻘْﻒِ ﺟَﻤِﻴﻊِ ﺍَﻣَﺎﻟِﻰ ﻭَ ﻣَﻄَﺎﻟِﺒِﻰ ﻭَ ﻓِﻰَّ ﻋِﺸْﻖٌ ﺷَﺪِﻳﺪٌ ﻟِﻠْﺒَﻘَﺎﺀِ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺟِﺴْﻤِﻰ ﻟَﻴْﺲَ ﻣِﻦْ ﺣَﺪِﻳﺪٍ ﻭَ ﻟﺎَ ﺣَﺠَﺮٍ ﻟِﻴَﺪُﻭﻡَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺠُﻤْﻠَﺔِ ﺑَﻞْ ﻣِﻦْ ﻟَﺤْﻢٍ ﻭَ ﺩَﻡٍ ﻭَ ﻋَﻈْﻢٍ ﻋَﻠَﻰ ﺟَﻨَﺎﺡِ ﺍﻟﺘَّﻔَﺮُّﻕِ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺍَﻥٍ ﻭَ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺣَﻴَﺎﺗِﻰ ﻛَﺠِﺴْﻤِﻰ ﻣَﺤْﺪُﻭﺩَﺓُ ﺍﻟﻄَّﺮَﻓَﻴْﻦِ ﺳَﺘُﺨْﺘَﻢُ ﺑِﺨَﺎﺗَﻢِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﻋَﻦْ ﻗَﺮِﻳﺐٍ ﻣَﻊَ ﺍَﻧِّﻰ ﻗَﺪْ ﺍِﺷْﺘَﻌَﻞَ ﺍﻟﺮَّﺃْﺱُ ﺷَﻴْﺒًﺎ ﻣِﻨِّﻰ ﻭَ ﻗَﺪْ ﺿَﺮَﺏَ ﺍﻟﺴَّﻘْﻢُ ﻇَﻬْﺮِﻯ ﻭَ ﺻَﺪْﺭِﻯ ﻓَﺎَﻧَﺎ ﻓِﻰ ﻗَﻠَﻖٍ ﻭَ ﺿَﺠَﺮٍ ﻭَ ﺍِﺿْﻄِﺮَﺍﺏٍ ﻭَ ﺗَﺎَﻟُّﻢٍ ﻭَ ﺗَﺤَﺰُّﻥٍ ﺷَﺪِﻳﺪٍ ﻣِﻦْ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﻴْﻔِﻴَّﺔِ ٭ ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻋَﻦْ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﺤَﺎﻟَﺔِ ﺍﻟْﻬَﺎﺋِﻠَﺔِ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺎ ﻳُﺴَﻠِّﻴﻨِﻰ ﻋَﻤَّﺎ ﻳَﺤْﺰُﻧُﻨِﻰ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺎ ﻳُﻌَﻮِّﺿُﻨِﻰ ﻣَﺎ ﻳَﻀِﻴﻊُ ﻣِﻨِّﻰ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺎ ﻳَﻘُﻮﻡُ ﻣَﻘَﺎﻡَ ﻣَﺎ ﻳَﻔُﻮﺕُ ﻣِﻨِّﻰ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻳَﺎ ﺭَﺑِّﻰَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ، ﻭَ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻰ ﺑِﺒَﻘَﺎﺋِﻪِ ﻭَ ﺍِﺑْﻘَﺎﺋِﻪِ ﻣَﻦْ ﺗَﻤَﺴَّﻚَ ﺑِﺎﺳْﻢٍ ﻣِﻦْ ﺍَﺳْﻤَﺎﺋِﻪِ ﺍﻟْﺒَﺎﻗِﻴَﺔِ ٭


İlâhî! Benim insânî olan nev'imle şiddetli bir alâkam vardır. Bununla berâber "Her nefis ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân Sûresi, 3:185) âyeti beni tehdîd ediyor ve nev'imle cinsimle alâkalı emellerimi söndürüyor ve onların ölümlerini bana haber veriyor. Bu mevt ve haberden neş'et eden bu hüzn-i elîme karşı havl ve kalb ve rûhumdan zâil olanların yerini dolduracak olan tesellîyi verecek kuvvet ancak Sendedir. Çünki her şeye karşı kâfî gelen fakat her şey kendisine kâfî gelemeyen Zât ancak Sensin.

İlâhî! Benim, evim ve menzilim gibi olan dünyamla şiddetli bir alâkam vardır. Bununla berâber "O'nun üzerindeki herkes fânîdir. Celâl ve ikrâm sâhibi Rabbinin zâtı ise bâkî kalır" (Rahmân Sûresi, 55:27) âyeti, benim bu evimin harâb olacağını ve bu yıkılacak olan evde kendileriyle berâber oturduğum mahbûblarımın zevâl bulacağını i'lân ediyor. Bu korkunç musîbete karşı ve göçüp giden ahbâbdan ayrılıklara bile karşı havl ve bunlara karşı bana tesellî verecek ve onların yerine geçecek kuvvet ancak Sendedir, ey tecelliyât-ı rahmetinden bir cilve, benden ayrılan her şeyin yerine geçebilen Zât!

İlâhî! Mâhiyetimin câmiiyeti ve bana in'âm ettiğin cihâzâtımın gâyet kesreti i'tibâriyle alâkalarım ve kâinâta ve envâına şiddetli ihtiyâclarım vardır. Bunlar berâber "O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur. Hüküm O'nundur ve ancak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas Sûresi, 28:88) Âyeti beni tehdîd eder ve eşyâlarla olan pek çok alâkamı keser. Ve her bir alâkanın kesilmesiyle, rûhumda bir yara ve ma'nevî bir elem oluşur. İşte bu hadsiz yaralara karşı havl ve onları tedâvî edecek kuvvet ancak Sendedir, ey her şeye kâfî gelen ve bütün eşyâ, teveccüh-i rahmetinden bir tek şeye kâfî gelemeyen Zât, ey bir şey için olduğunda her şey o şey için olan ve o şey için olmadığında o şey için hiçbir şey olmayan Zât!

İlâhî! Cismânî şahsiyetimle şiddetli alâkam ve ibtilâ ve meftûniyetim var. Öyle ki, sanki cismim, zâhirî nazarımda bütün âmâl ve metâlibimin tavanına bir direktir. Bende bekâya karşı şiddetli aşk var. Bununla berâber cismim ne demir ne de taştandır ki filcümle devâm etsin. Bi'lakis her ân dağılmak üzere bulunan et ve kan ve kemiktendir. Yine bununla berâber hayâtım cismim gibi iki tarafı sınırlıdır, yakın bir zamânda mevtin hâtemiyle mühürlenecektir. Bununla berâber ihtiyârlıktan başım beyâz âlev aldı. Hastalık sırtımı ve göğsümü darbelemiştir. Bu hâlden dolayı ben üzüntü, sıkıntı, ızdırâb, teellüm ve şiddetli hüzün içindeyim. Bu korkunç hâle karşı havl ve beni üzen şeylere karşı beni tesellî edecek ve benden kaybolan şeyleri telâfî edecek ve benden geçip giden şeylerin yerine geçebilecek kuvvet ancak Sendedir, ey Bâkî olan ve bâkî isimlerinden bir isme yapışan kimse, kendisinin bekâsı ve ibkâsı ile bâkî olan Rabbim!
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍِﻟَﻬِﻰ ﻟِﻰ ﻭَ ﻟِﻜُﻞِّ ﺫِﻯ ﺣَﻴَﺎﺓٍ ﺧَﻮْﻑٌ ﺷَﺪِﻳﺪٌ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﻭَ ﺍﻟﺰَّﻭَﺍﻝِ ﺍﻟﻠَّﺬَﻳْﻦِ ﻟﺎَ ﻣَﻔَﺮَّ ﻣِﻨْﻬُﻤَﺎ ﻭَ ﻟِﻰَ ﻣُﺤَﺒَّﺔٌ ﺷَﺪِﻳﺪَﺓٌ ﻟِﻠْﺤَﻴَﺎﺓِ ﻭَ ﺍﻟْﻌُﻤْﺮِ ﺍﻟﻠَّﺬَﻳْﻦِ ﻟﺎَ ﺩَﻭَﺍﻡَ ﻟَﻬُﻤَﺎ؛ ﻣَﻊَ ﺍَﻥَّ ﺗَﺴَﺎﺭُﻉَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﺟْﺴَﺎﻣِﻨَﺎ ﺑِﻬُﺠُﻮﻡِ ﺍْﻟﺎَﺟَﺎﻝِ ﻟﺎَ ﻳُﺒْﻘِﻰ ﻟِﻰ ﻭَ ﻟﺎَ ِﻟﺎَﺣَﺪٍ ﺍَﻣَﻠﺎً ﻣِﻦَ ﺍْﻟﺎَﻣَﺎﻝِ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﻮِﻳَّﺔِ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَ ﻳَﻘْﻄَﻌُﻬَﺎ ﻭَ ﻟﺎَ ﻟَﺬَّﺓً ﺍِﻟﺎَّ ﻭَ ﻳَﻬْﺪِﻣُﻬَﺎ، ﻓَﻠﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻋَﻦْ ﺗِﻠْﻚَ ﺍﻟْﺒَﻠِﻴَّﺔِ ﺍﻟْﻬَﺎﺋِﻠَﺔِ ﻭَ ﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﺎ ﻳُﺴَﻠِّﻴﻨَﺎ ﻋَﻨْﻬَﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﺑِﻚَ ﻳَﺎ ﺧَﺎﻟِﻖَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓِ ﻭَ ﻳَﺎ ﻣَﻦْ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓُ ﺍﻟﺴَّﺮْﻣَﺪِﻳَّﺔُ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﻣَﻦْ ﺗَﻤَﺴَّﻚَ ﺑِﻪِ ﻭَ ﺗَﻮَﺟَّﻪَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻭَ ﻳَﻌْﺮِﻓُﻪُ ﻭَ ﻳُﺤِﺒُّﻪُ ﻳَﺪُﻭﻡُ ﺣَﻴَﺎﺗُﻪُ ﻭَ ﻳَﻜُﻮﻥُ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕُ ﻟَﻪُ ﺗَﺠَﺪُّﺩَ ﺣَﻴَﺎﺓٍ ﻭَ ﺗَﺒْﺪِﻳﻞَ ﻣَﻜَﺎﻥٍ ﻓَﺎِﺫًﺍ ﻓَﻠﺎَ ﺣُﺰْﻥَ ﻟَﻪُ ﻭَ ﻟﺎَ ﺍَﻟَﻢَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺑِﺴِﺮِّ ﴿ﺍَﻟﺎَ ﺍِﻥَّ ﺍَﻭْﻟِﻴَﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ﻟﺎَ ﺧَﻮْﻑٌ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭَ ﻟﺎَ ﻫُﻢْ ﻳَﺤْﺰَﻧُﻮﻥَ( ٭ ...


40 ﻟﺎَ ﺣَﻮْﻝَ ﻭَﻟﺎَ ﻗُﻮَّﺓَ nin merâtibindeki yirmi mertebe başta yazılacaktı. Âhirde yazacağım diye te'hîr etmiştim. Âhire geldiğimiz vakit şimdilik teehhür etti. Çünki îzâh ile olsa çok uzun olurdu. Kendime mahsûs yalnız işâretlerle yazılsa idi, istifade az olurdu. Başka vakte ta'lîk edildi.

İlâhî Benim ve bütün zîhayâtın, kendilerinden kaçış olmayan ölüm ve zevâle karşı şiddetli bir korkumuz var. Ve benim, devâmları olmayan ömür ve hayâta karşı şiddetli bir muhabbetim var. Bununla berâber ecellerin bizim cisimlerimize hücûmuyla mevtin sür'ati, ne bende başka birinde, kesip attığı hâric dünyevî emellerden ne hiçbir emel ve tahrîb ettiği hâric ne de bir lezzet bırakır. Bu korkunç belâya karşı havl ve buna karşı bizi tesellî edecek kuvvet ancak Sendedir, ey Hâlık-ı mevt ve hayât! Ey hayât-ı sermediye sâhibi olan ve kendisine temessük eden ve kendisine yönelenin ve kendisini tanıyan ve kendisini sevenin hayâtının devâm ettiği ve ölümün ona teceddüd-i hayât ve tebdîl-i mekân olduğu zât! Öyle ise "Dikkat edin! Şübhesiz Allâh'ın Velî (kul)larına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun (da) olmayacaklardır" sırrıyla, ona ne hüzün vardır ve ona ne de elem vardır.

İlâhî! Nev'im ve cinsimden dolayı benim göklerde ve yerde olan teellümât ve temenniyât ile ve onların ahvâli ile alâkalarım var. Fakat hiçbir cihetle onlara emrimi dinletecek ve emelimi bu cirimlere teblîğ edecek kuvvet bende yok. Bu belâlara ve alâkalara karşı havl ancak Sendedir, ey Göklerin ve yerin Rabbi ve ey onları sâlih kullarına teshîr eden Zât!

İlâhî! Benim ve bütün akıl sâhiblerinin, geçmiş zamânlar ve gelecek vakitlerle alâkalarımız var. Bununla berâber biz daracık bir zamân-ı hâzırda hapsolunduk; mâzî ve müstakbel zamânın en ednâsına bile ellerimiz yetişmez ki, bizi sevindirecek bir şeyi bundan celb edelim yâhûd bizi üzecek bir şeyi bundan def' edelim.

Bu hâle karşı havl ve o hâlin en güzel hâle tahvîline yetecek kuvvet ancak Sendedir, ey asırların ve zamânların Rabbi!

İlâhî! Benim fıtratımda ve her bir ferdin fıtratlarında, ebedü'l-âbâda uzanan ebedî emeller ve sermedî matlablar var. Çünki fıtratımıza öyle acîb ve câmi' bir isti'dâd tevdî' etmişsin ki, onda, dünyâ ve içindekilerin kendilerini doyuramayacağı bir ihtiyâc ve bir muhabbet vardır. Bu ihtiyâc ve bu muhabbet bâkî cennetten başka hiçbir şeye râzı olmaz ve bu isti'dâd saâdet-i ebediye yurdundan başka hiçbir şeyle tatmîn olmaz, ey dünyâ ve âhiretin Rabbi! Ve ey Cennetin ve dâr-ı karârın Rabbi!

"Seni (her türlü noksânlıktan) tenzîh ederiz; senin bize öğrettiklerinden başka bizim için bir ilim yoktur. Şübhe yok ki Alîm, Hakîm ancak sensin." (Bakara Sûresi, 2:32.)

"Bizi buna (bu mükâfâta vesîle olan amellere) hidâyet eden Allâh'a hamd olsun; eğer Allâh bizi hidâyete erdirmeseydi, doğru yolu bulamazdık. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri (bize) hakkı getirmişlerdir." (A'râf Sûresi, 1:43.)

Allâhım, ümmetimin hasenâtı adedince, Efendimiz Muhammed'e ve âl ve ashâbına salât ve selâm et. Âmîn. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh'a mahsûstur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 737)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﺒَﺎﺏُ ﺍﻟﺴَّﺎﺑِﻊُ
Yedinci Bâb

Neşhedü en Lâ ilâhe illallahü ve enne Muhammeden resulullah hakkındadır.

ﻣَﻘَﺎﻣَﺎﻥِ

İki makamdır

ﺍَﻟْﻤَﻘَﺎﻡُ ﺍْﻟﺎَﻭَّﻝُ
ﻓِﻰ ﺷَﻬَﺎﺩَﺓِ ﻧَﺸْﻬَﺪُ ﺍَﻥْ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ ﻭَ ﺍَﻥَّ ﻣُﺤَﻤَّﺪًﺍ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪ*ِ ...

41 Bu ikinci şehâdette herbir kelime nübüvvet-i Ahmediyenin(asm) birer hak bürhânına îmâ ettiği ve birer vazîfe-i nübüvvete ve birer makâmât-ı Muhammediyeye(asm) işâret ettiği gibi birinci şehâdette herbir fıkra dahi küllî çok berâhîn-i vahdâniyete delâlet ettiğinden gûyâ herbiri hem benim şâhidim hem benimle şehâdet eder ve ben onların lisân-ı hâl ile şehâdetlerini lisân-ı kâle niyetimle kalb edip berâber şehâdet getiriyoruz demektir.

ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﻳَﺎ ﺣَﻔِﻴﻆُ ﻳَﺎ ﺣَﺎﻓِﻆُ ﻳَﺎ ﺧَﻴْﺮَ ﺍﻟْﺤَﺎﻓِﻈِﻴﻦَ ﻧَﺴْﺘَﻮْﺩِﻉُ ﺣِﻔْﻈَﻚَ ﻭَ ﺣِﻤَﺎﻳَﺘَﻚَ ﻭَ ﺭَﺣْﻤَﺘَﻚَ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟﺸَّﻬَﺎﺩَﺍﺕِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺍَﻧْﻌَﻤْﺘَﻬَﺎ ﻋَﻠَﻴْﻨَﺎ ﻓَﺎﺣْﻔَﻈْﻬَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﻳَﻮْﻡِ ﺍﻟْﺤَﺸْﺮِ ﻭَ ﺍﻟْﻤِﻴﺰَﺍﻥِ ﺍَﻣِﻴﻦَ ﻭَ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ ٭

Birinci Makâm

"Şehâdet ederiz ki Allâh'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed (asm) Allâh'ın Resûlüdür" cümlesinin şehâdeti hakkındadır.

Allâhım! Ey seçilmiş olan Muhammed'in (asm) Rabbi, Ey cennetin ve cehennemin Rabbi, Ey peygamberlerin ve hayırlı kimselerin Rabbi, Ey sıddîkların ve ebrârın Rabbi, Ey küçüklerin ve büyüklerin Rabbi, Ey habbelerin ve meyvelerin Rabbi, Ey nehirlerin ve ağaçların Rabbi, Ey sahrâların ve ovaların Rabbi, Ey kölelerin ve hürlerin Rabbi, Ey gecenin ve gündüzün Rabbi.

Akşamladık ve sabâhladık, Seni şâhid tutarız; Senin bütün mukaddes sıfatlarını şâhid tutarız; Senin bütün esmâ-yı hüsnânı şâhid tutarız; Senin bütün yüce meleklerini şâhid tutarız; Senin çeşitli mahlûkâtının hepsini şâhid tutarız; Senin büyük peygamberlerinin hepsini ve Senin büyük velîlerinin hepsini ve Senin yüksek asfiyânın hepsini şâhid tutarız; Senin sayısız ve saymakla bitmez tekvînî âyetlerinin hepsini şâhid tutarız; Senin müzeyyen, mevzûn, manzûm, mütemâsil masnûâtının hepsini şâhid tutarız; Senin âciz, câmid, câhil olan fakat havl ve tavlinle ve emir ve izninle acîb ve muntazam vazîfeleri taşıyan kâinât zerrelerinin hepsini şâhid tutarız; basît ve câmid şeylerden olan zerrâtın, mütenevvi', muntazam, sağlam ve san'atlı hadsiz mürekkebâtının hepsini şâhid tutarız; hayât mâddeleri gâyet ihtilât içinde karışık olan ve gâyet imtiyâz içinde def'aten birbirinden ayrılan nâmî mevcûdâtın terekkübâtının hepsini şâhid tutarız; enbiyâ ve evliyânın sultânı, mahlûkâtın en efdali ve apaçık mu'cizelerin sâhibi olan Habîb-i Ekrem'ini -salavât ve teslîmâtın en üstünü O'nun ve âlinin üzerine olsun- şâhid tutarız; apaçık âyetler ve nûrlu bürhânlar ve vâzıh delîller ve parlak nûrlar sâhibi olan Furkân-ı Hakîm'ini şâhid tutarız:

Bizim hepimiz şehâdet ederiz ki, sen ancak Vâcibü'l-Vücûd, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Hay, Kayyûm, Alîm, Hakîm, Kadîr, Mürîd, Semî', Basîr, Rahmân, Rahîm, Adl, Hakem, Muktedir ve Mütekellim olan Allâh'sın ve bütün güzel isimler Senindir.

Yine şehâdet ederiz ki, tek başına senden başka ilâh yoktur. Senin şerîkin yoktur. Ve sen her şeye hakkıyla kadîrsin ve her şeyi hakkıyla bilensin.

Yine yukarıda geçenlerin hepsi ile ve yukarıda geçenlerin hepsiyle berâber şehâdet ederiz ki, Muhammed (asm) Senin kulun, peygamberin, seçkin kulun, halîlin, mülkünün cemâli, san'atının melîki, inâyetinin gözü, hidâyetinin güneşi, muhabbetinin lisânı, rahmetinin misâli, mahlûkâtının nûru, mevcûdâtının şerefi, kâinâtının tılsımının keşşâfı, saltanat-ı rubûbiyetinin dellâlı, isimlerinin hazînelerinin ta'rîf edicisi, kullarına Senin emirlerinin ta'lîm edicisi, kitâb-ı kâinâtın âyetlerinin müfessiri, Senin medâr-ı şühûdun ve işhâdın, kendi cemâline ve esmâna olan muhabbetinin ve san'atına ve masnûâtına ve mahlûkâtının mehâsinine olan muhabbetinin âyînesi, âlemlere rahmet olarak ve âlemler sarâyının nakışlarındaki boya san'atının hikmetiyle saltanat-ı rubûbiyetindeki mehâsin-i kemâlâtı beyân etmek ve âlemler kitâbının satırlarındaki âyetlerin kelimelerindeki hikmetlerin işâretleriyle Senin isimlerinin hazînelerini ta'rîf etmek ve marziyâtını beyân etmek için gönderdiğin habîbin ve resûlündür, ey göklerin ve yerlerin Rabbi! Ona ve âline ve ashâbına ve ihvânına, her anda ve zamânda milyonlar salât ve selâm olsun.

Ey Hafîz, ey Hâfız, ey Hayru'l-Hâfızîn olan Allâhım, bize ihsân ettiğin bu şehâdetleri Senin hıfzına, Senin himâyene ve Senin rahmetine tevdî' ediyoruz. Haşir ve mîzân gününe kadar onları hıfz eyle. Âmîn Hamd âlemlerin Rabbi olan Allâh'a mahsûstur.

(Osmanlıca Lem'alar sh: 740)
 

Ahmet.1

Well-known member
ﺍَﻟْﻤَﻘَﺎﻡُ ﺍﻟﺜَّﺎﻧِﻰ

ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠَّﻪ*ِ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﴿٢٤﴾ ﺩَﻝَّ ﻋَﻠَﻰ ﻭُﺟُﻮﺏِ ﻭُﺟُﻮﺩِﻩِ ﻭَ ﺩَﻝَّ ﺍﻟﻨَّﺎﺱَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻭْﺻَﺎﻑِ ﺟَﻠﺎَﻟِﻪِ ﻭَ ﺟَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﺷَﻬِﺪَ ﻋﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ ﻓَﺮْﺩٌ ﺻَﻤَﺪٌ ﺍَﻟﺸَّﺎﻫِﺪُ ﺍﻟﺼَّﺎﺩِﻕُ ﺍﻟْﻤُﺼَﺪَّﻕُ ﻭَ ﺍﻟْﺒُﺮْﻫَﺎﻥُ ﺍﻟﻨَّﺎﻃِﻖُ ﺍﻟْﻤُﺤَﻘَّﻖُ ﺳَﻴِّﺪُ ﺍْﻟﺎَﻧْﺒِﻴَﺎﺀِ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﺮْﺳَﻠِﻴﻦَ ٭ ﺍَﻟْﺤَﺎﻭِﻯ ﻟِﺴِﺮِّ ﺍِﺟْﻤَﺎﻋِﻬِﻢْ ﻭَ ﺗَﺼْﺪِﻳﻘِﻬِﻢْ ﻭَ ﻣُﻌْﺠِﺰَﺍﺗِﻬِﻢْ ٭ ﻭَ ﺍِﻣَﺎﻡُ ﺍْﻟﺎَﻭْﻟِﻴَﺎﺀِ ﻭَ ﺍﻟﺼِّﺪِّﻳﻘِﻴﻦَ ٭ ﺍَﻟْﺤَﺎﻭِﻯ ﻟِﺴِﺮِّ ﺍِﺗِّﻔَﺎﻗِﻬِﻢْ ﻭَ ﺗَﺤْﻘِﻴﻘِﻬِﻢْ ﻭَ ﻛَﺮَﺍﻣَﺎﺗِﻬِﻢْ ٭ ﺫُﻭ ﺍْﻟﺎِﺭْﻫَﺎﺻَﺎﺕِ ﺍﻟْﺨَﺎﺭِﻗَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻌْﺠِﺰَﺍﺕِ ﺍﻟْﺒَﺎﻫِﺮَﺓِ ﻭَ ﺍﻟْﺒَﺮَﺍﻫِﻴﻦِ ﺍﻟْﻘَﺎﻃِﻌَﺔِ ﺍﻟْﻮَﺍﺿِﺤَﺔِ ٭ ﺫُﻭ ﺍْﻟﺎَﺧْﻠﺎَﻕِ ﺍﻟْﻌَﺎﻟِﻴَﺔِ ﻓِﻰ ﺫَﺍﺗِﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺨِﺼَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﺎﻟِﻴَﺔِ ﻓِﻰ ﻭَﻇِﻴﻔَﺘِﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﺠَﺎﻳَﺎ ﺍﻟﺴَّﺎﻣِﻴَﺔِ ﻓِﻰ ﺷَﺮِﻳﻌَﺘِﻪِ ٭ ﻣَﻬْﺒَﻂُ ﺍﻟْﻮَﺣْﻰِ ﺍﻟﺮَّﺑَّﺎﻧِﻰِّ ﺑِﺎِﺟْﻤَﺎﻉِ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰِﻝِ ﺑِﺘَﻮْﻓِﻴﻖٍ ﻟَﻪُ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝُِ ﺑِﺎِﻋْﺠَﺎﺯِﻩِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝِ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺑِﻘُﻮَّﺓِ ﺍِﻳﻤَﺎﻧِﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝِ ﺍِﻟَﻴْﻬِﻢْ ﺑِﻜُﺸُﻮﻓِﻬِﻢْ ﻭَ ﺗَﺤْﻘِﻴﻘَﺎﺗِﻬِﻢْ ٭ ﺳَﻴَّﺎﺭُ ﻋَﺎﻟَﻢِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺐِ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﻠَﻜُﻮﺕِ ٭ ﻣُﺸَﺎﻫِﺪُ ﺍْﻟﺎَﺭْﻭَﺍﺡِ ﻭَ ﻣُﺼَﺎﺣِﺐُ ﺍﻟْﻤَﻠَﺌِﻜَﺔِ ﻣُﺮْﺷِﺪُ ﺍﻟْﺠِﻦِّ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﻧْﺲِ ٭ ﻭَ ﺍَﻧْﻮَﺭُ ﺛَﻤَﺮَﺍﺕِ ﺷَﺠَﺮَﺓِ ﺍﻟْﺨِﻠْﻘَﺔِ ٭ ﺳِﺮَﺍﺝُ ﺍﻟْﺤَﻖِّ ٭ ﺑُﺮْﻫَﺎﻥُ ﺍﻟْﺤَﻘِﻴﻘَﺔِ ٭ ﻟِﺴَﺎﻥُ ﺍﻟْﻤُﺤَﺒَّﺔِ ٭ ﻣِﺜَﺎﻝُ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﺔِ ٭ ﻛَﺎﺷِﻒُ ﻃِﻠْﺴِﻢِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ٭ ﺣَﻠﺎَّﻝُ ﻣُﻌَﻤَّﺎﺀِ ﺍﻟْﺨِﻠْﻘَﺔِ ٭ﺩَﻟﺎَّﻝُ ﺳَﻠْﻄَﻨَﺔِ ﺍﻟﺮُّﺑُﻮﺑِﻴَّﺔِ ٭ ﻣَﺪَﺍﺭُ ﻇُﻬُﻮﺭِ ﻣَﻘَﺎﺻِﺪِ ﺧَﺎﻟِﻖِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ ﺍﻟْﻤَﻮْﺟُﻮﺩَﺍﺕِ ٭ ﻭَ ﻭَﺍﺳِﻄَﺔُ ﺗَﻈَﺎﻫُﺮِ ﻛَﻤَﺎﻟﺎَﺕِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﺍَﻟْﻤُﺮْﻣِﺰُ ﺑِﺸَﺨْﺼِﻴَّﺘِﻪِ ﺍﻟْﻤَﻌْﻨَﻮِﻳَّﺔِ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻧُﺼْﺐَ ﻋَﻴْﻦِ ﻓَﺎﻃِﺮِ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﴿ﻳَﻌْﻨِﻰ ﺍَﻥَّ ﺍﻟﺼَّﺎﻧِﻊَ ﻧَﻈَﺮَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻭَ ﺧَﻠَﻖَ ِﻟﺎَﺟْﻠِﻪِ ﻭَ ِﻟﺎَﻣْﺜَﺎﻟِﻪِ ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢَ﴾ ٭ ﺫُﻭ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻭَ ﺍﻟﺸَّﺮِﻳﻌَﺔِ ﻭَ ﺍْﻟﺎِﺳْﻠﺎَﻣِﻴَّﺔِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻫِﻰَ ﺑِﺪَﺳَﺎﺗِﻴﺮِﻫَﺎ ﺍَﻧْﻤُﻮﺫَﺝُ ﺩَﺳَﺎﺗِﻴﺮِ ﺍﻟﺴَّﻌَﺎﺩَﺓِ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪَّﺍﺭَﻳْﻦِ ٭ ﻛَﺎَﻥَّ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟﺪِّﻳﻦَ ﻓِﻬْﺮِﺳْﺘَﺔٌ ﺍُﺧْﺮِﺟَﺖْ ﻣِﻦْ ﻛِﺘَﺎﺏِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ٭ ﻓَﻜَﺎَﻥَّ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝَ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻗِﺮَﺍﺋَﺔٌ ِﻟﺎَﻳَﺎﺕِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﺍَﻟْﻤُﺸِﻴﺮُ ﺩِﻳﻨُﻪُ ﺍﻟْﺤَﻖُّ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻧِﻈَﺎﻡُ ﻧَﺎﻇِﻢِ ﺍﻟْﻜَﻮْﻥِ ٭ ﻓَﻨَﺎﻇِﻢُ ﻫَﺬِﻩِ ﺍﻟْﻜَﺎﺋِﻨَﺎﺕِ ﺑِﻬَﺬَﺍ ﺍﻟﻨِّﻈَﺎﻡِ ﺍْﻟﺎَﺗَﻢِّ ﺍْﻟﺎَﻛْﻤَﻞِ ﻫُﻮَ ﻧَﺎﻇِﻢُ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﺍﻟْﺠَﺎﻣِﻊِ ﺑِﻬَﺬَﺍ ﺍﻟﻨَّﻈْﻢِ ﺍْﻟﺎَﺣْﺴَﻦِ ﺍْﻟﺎَﺟْﻤَﻞِ ﺳَﻴِّﺪُﻧَﺎ ﻧَﺤْﻦُ ﻣَﻌَﺎﺷِﺮَ ﺑَﻨِﻰ ﺍَﺩَﻡَ ﻭَ ﻣُﻬْﺪِﻳﻨَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻥِ ﻧَﺤْﻦُ ﻣَﻌَﺎﺷِﺮَ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺍﺑْﻦُ ﻋَﺒْﺪِ ﺍﻟﻠَّﻪ* ﺍِﺑْﻦِ ﻋَﺒْﺪِ ﺍﻟْﻤُﻄَّﻠِﺐِ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﺍَﻓْﻀَﻞُ ﺍﻟﺼَّﻠَﻮَﺍﺕِ ﻭَ ﺍَﺗَﻢُّ ﺍﻟﺘَّﺴْﻠِﻴﻤَﺎﺕِ ﻣَﺎﺩَﺍﻣَﺖِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽُ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕُ ٭ ﻓَﺎِﻥَّ ﺫَﻟِﻚَ ﺍﻟﺸَّﺎﻫِﺪَ ﻳَﺸْﻬَﺪُ ﻋَﻦِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺐِ ﻓِﻰ ﻋَﺎﻟَﻢِ ﺍﻟﺸَّﻬَﺎﺩَﺓِ ﻋَﻠَﻰ ﺭُﺅُﺱِ ﺍْﻟﺎَﺷْﻬَﺎﺩِ ﺑِﻄَﻮْﺭِ ﺍﻟْﻤُﺸَﺎﻫِﺪِ ٭


42 Bu makâmın îzâhı Ondokuzuncu Mektûb olan Mu'cizât-ı Ahmediye(asm) risâlesinin âhirindedir. Şu makâmın herbir kaydı herbir kelimesi risâlet-i Ahmediyenin(asm) birer delîline işâret eder ve Kur'ân-ı Hakîm'in Kelâmullâh olduğuna dâir olan bürhânlara îmâ eder. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile Kur'ân, her ikisi vahdâniyet-i İlâhiyeye birer gâyet parlak delîl olarak burada zikredilmişlerdir.

ﻧَﻌَﻢْ ﻳُﺸَﺎﻫَﺪُ ﺍَﻧَّﻪُ ﻳُﺸَﺎﻫِﺪُ ﺛُﻢَّ ﻳَﺸْﻬَﺪُ ﻣُﻨَﺎﺩِﻳًﺎ ِﻟﺎَﺟْﻴَﺎﻝِ ﺍﻟْﺒَﺸَﺮِ ﺧَﻠْﻒَ ﺍْﻟﺎَﻋْﺼَﺎﺭِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻗْﻄَﺎﺭِ ﺑِﺎَﻋْﻠَﻰ ﺻَﻮْﺗِﻪِ ٭

ﻧَﻌَﻢْ ﻓَﻬَﺬَﺍ ﺻَﺪَﺍﺀُ ﺻَﻮْﺗِﻪِ ﻳُﺴْﻤَﻊُ ﻣِﻦْ ﺍَﻋْﻤَﺎﻕِ ﺍﻟْﻤَﺎﺿِﻰ ﺍِﻟَﻰ ﺷَﻮَﺍﻫِﻖِ ﺍْﻟﺎِﺳْﺘِﻘْﺒَﺎﻝِ ﻭَ ﺑِﺠَﻤِﻴﻊِ ﻗُﻮَّﺗِﻪِ ٭ ﻧَﻌَﻢْ ﻓَﻘَﺪْ ﺍِﺳْﺘَﻮْﻟَﻰ ﻋَﻠَﻰ ﻧِﺼْﻒِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ٭ ﻭَ ﺍِﻧْﺼَﺒَﻎَ ﺑِﺼِﺒْﻐَﺘِﻪِ ﺍﻟﺴَّﻤَﺎﻭِﻳَّﺔِ ﺧُﻤْﺲُ ﺑَﻨِﻰ ﺍَﺩَﻡَ ٭ ﻭَ ﺩَﺍﻣَﺖْ ﺳَﻠْﻄَﻨَﺘُﻪُ ﺍﻟْﻤَﻌْﻨَﻮِﻳَّﺔُ ﺍَﻟْﻔًﺎ ﻭَ ﺛَﻠَﺜَﻤِﺎَﺓٍ ﻭَ ﺧَﻤْﺴِﻴﻦَ ﺳَﻨَﺔً ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺯَﻣَﺎﻥٍ ﻳَﺤْﻜُﻢُ ﻇَﺎﻫِﺮًﺍ ﻭَ ﺑَﺎﻃِﻨًﺎ ﻋَﻠَﻰ ﺛَﻠَﺜَﻤِﺎَﺓٍ ﻭَ ﺧَﻤْﺴِﻴﻦَ ﻣَﻠﺎَﻳِﻴﻦَ ﻣِﻦْ ﺭَﻋِﻴَّﺘِﻪِ ﺍﻟﺼَّﺎﺩِﻗَﺔِ ﺍﻟْﻤُﻄِﻴﻌَﺔِ ﺑِﺎِﻧْﻘِﻴَﺎﺩِ ﻧُﻔُﻮﺳِﻬِﻢْ ﻭَ ﻗُﻠُﻮﺑِﻬِﻢْ ﻭَ ﺍَﺭْﻭَﺍﺣِﻬِﻢْ ﻭَ ﻋُﻘُﻮﻟِﻬِﻢْ ِﻟﺎَﻭَﺍﻣِﺮِ ﺳَﻴِّﺪِﻫِﻢْ ﻭَ ﺳُﻠْﻄَﺎﻧِﻬِﻢْ ٭ ﻭَ ﺑِﻐَﺎﻳَﺔِ ﺟِﺪِّﻳَّﺘِﻪِ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺍﺕِ ﻗُﻮَّﺓِ ﺩَﺳَﺎﺗِﻴﺮِﻩِ ﺍﻟْﻤُﺴَﻤَّﺮَﺓِ ﻋَﻠَﻰ ﺻُﺨُﻮﺭِ ﺍﻟﺪُّﻫُﻮﺭِ ﻭَ ﻋَﻠَﻰ ﺟِﺒَﺎﻩِ ﺍْﻟﺎَﻗْﻄَﺎﺭِ ٭ ﻭَ ﺑِﻐَﺎﻳَﺔِ ﻭُﺛُﻮﻗِﻪِ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺓِ ﺯُﻫْﺪِﻩِ ﻭَ ﺍِﺳْﺘِﻐْﻨَﺎﺋِﻪِ ﻋَﻦِ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ٭ ﻭَ ﺑِﻐَﺎﻳَﺔِ ﺍِﻃْﻤِﺌْﻨَﺎﻧِﻪِ ﻭَ ﻭُﺛُﻮﻗِﻪِ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺓِ ﺳِﻴَﺮِﻩِ ﻭَ ﺑِﻐَﺎﻳَﺔِ ﻗُﻮَّﺓِ ﺍِﻳﻤَﺎﻧِﻪِ ﺑِﺸَﻬَﺎﺩَﺓِ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍَﻋْﺒَﺪُ ﻭَ ﺍَﺗْﻘَﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻜُﻞِّ ﺑِﺎِﺗِّﻔَﺎﻕِ ﺍﻟْﻜُﻞِّ ﺷَﻬَﺎﺩَﺓً ﺟَﺎﺯِﻣَﺔً ﻣُﻜَﺮَّﺭَﺓً ﺑـِ ﴿ﻓَﺎﻋْﻠَﻢْ ﺍَﻧَّﻪُ ﻟﺎَ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪ*ُ﴾ ﺍَﻟَّﺬِﻯ ﺩَﻝَّ ﻋﻠَﻰ ﻭُﺟُﻮﺏِ ﻭُﺟُﻮﺩِﻩِ ﻭَ ﺻَﺮَّﺡَ ﺑِﺎَﻭْﺻَﺎﻑِ ﺟَﻠﺎَﻟِﻪِ ﻭَ ﺟَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﻛَﻤَﺎﻟِﻪِ ﻭَ ﺷَﻬِﺪَ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ ﺍَﺣَﺪٌ ﻓَﺮْﺩٌ ﺻَﻤَﺪٌ ﺍَﻟْﻔُﺮْﻗَﺎﻥُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ﺍَﻟْﺤَﺎﻭِﻯ ﻟِﺴِﺮِّ ﺍِﺟْﻤَﺎﻉِ ﻛُﻞِّ ﻛُﺘُﺐِ ﺍْﻟﺎَﻧْﺒِﻴَﺎﺀِ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﻭْﻟِﻴَﺎﺀِ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻮَﺣِّﺪِﻳﻦَ ﺍﻟْﻤُﺨْﺘَﻠِﻔِﻴﻦَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤَﺸَﺎﺭِﺏِ ﻭَ ﺍﻟْﻤَﺴَﺎﻟِﻚِ ﺍﻟْﻤُﺘَّﻔِﻘَﺔِ ﻗُﻠُﻮﺏُ ﻫَﺆُﻟﺎَﺀِ ﻭَ ﻋُﻘُﻮﻝُ ﺍُﻭﻟَﺌِﻚَ ﺑِﺤَﻘَﺎﺋِﻖِ ﻛُﺘُﺒِﻬِﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﺗَﺼْﺪِﻳﻖِ ﺍَﺳَﺎﺳَﺎﺕِ ﺍﻟْﻘُﺮْﺍَﻥِ ﺍﻟْﻤُﻨَﻮَّﺭِ ﺟِﻬَﺎﺗُﻪُ ﺍﻟﺴِّﺖُّ ٭ ﺍِﺫْ ﻋَﻠَﻰ ﻇَﻬْﺮِﻩِ ﺳِﻜَّﺔُ ﺍْﻟﺎِﻋْﺠَﺎﺯِ ٭ ﻭَ ﻓِﻰ ﺑَﻄْﻨِﻪِ ﺣَﻘَﺎﺋِﻖُ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻥِ ٭ ﻭَ ﺗَﺤْﺘَﻪُ ﺑَﺮَﺍﻫِﻴﻦُ ﺍْﻟﺎِﺫْﻋَﺎﻥِ ٭ ﻭَ ﻫَﺪَﻓُﻪُ ﺳَﻌَﺎﺩَﺓُ ﺍﻟﺪَّﺍﺭَﻳْﻦِ ٭ ﻭَ ﻧُﻘْﻄَﺔُ ﺍِﺳْﺘِﻨَﺎﺩِﻩِ ﻣَﺤْﺾُ ﺍﻟْﻮَﺣْﻰِ ﺍﻟﺮَّﺑَّﺎﻧِﻰِّ ﺑِﺎِﺟْﻤَﺎﻉِ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰِﻝِ ﺑِﺎَﻳَﺎﺗِﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝِ ﺑِﺎِﻋْﺠَﺎﺯِﻩِ ٭
ﻭَ ﺍﻟْﻤُﻨْﺰَﻝِ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺑِﻘُﻮَّﺓِ ﺍِﻳﻤَﺎﻧِﻪِ ﻭَ ﺍَﻣْﻨِﻴَّﺘِﻪِ ...



İkinci Makâm

Hamd, Allâh'a mahsûstur. O'nun Vücûb-ı Vücûduna öyle bir Zât delâlet eder, insânlara O'nun evsâf-ı Celâlini ve Cemâlini ve kemâlini öyle bir Zât gösterir.

Ve O'nun Vâhid ve Ferd ve Samed olduğuna öyle bir Zât şâhidlik eder ki, o, tasdîk olunmuş Şâhid-i Sâdık ve tahkîk olunmuş Bürhân-ı Nâtıktır. Enbiyâ ve mürselînin efendisidir ki, onların icmâ'larının ve tasdîklerinin ve mu'cizelerinin sırrını hâvîdir. Evliyâ ve sıddîkînin imâmıdır ki, onların ittifâklarının ve tahkîklerinin ve kerâmetlerinin sırrını hâvîdir.

Hârika irhâsât ve bâhir mu'cizât ve kat'î ve vâzıh bürhânlar sâhibidir.

Zâtında ahlâk-ı âliye, vazîfesinde hısâl-i gâliye ve şerîatinde secâyâ-yı sâmiye sâhibidir.

Vahyi indiren Zât-ı Zülcelâl'in ona tevfîki ile ve indirilen vahyin îcâzıyla ve kendisine vahiy indirilen Zâtın Ona kuvvet-i îmânı ile ve kendilerine vahiy indirilenlerin keşfiyâtları ve tahkîkâtlarıyla berâber icmâıyla, vahy-i Rabbânînin indiği yerdir.

Âlem-i gayb ve melekûtün seyyârıdır.

Ervâhı müşâhede ve melâikeye arkadaşlık eden ve cin ve insin Mürşidi olandır. Şecere-i hilkatin meyvelerinin en münevveridir.

Hakkın sirâcı, hakîkatin bürhânı, muhabbetin lisânı, rahmetin misâli, kâinât tılsımının keşşâfı, muamma-yı hilkatin halledicisi, saltanat-ı rubûbiyetin dellâlıdır.

Hâlık-ı kâinâtın, mevcûdâtın hilkatindeki makâsıdının medâr-ı zuhûrudur. Kâinâtın kemâlâtının vâsıta-i tezâhürüdür.

Ma'nevî şahsiyetiyle, Fâtır-ı Kâinât'a kâinâtın hilkatinde nasbü'l-ayn olduğunu remzeden (yani Sâni' ona bakmış ve O'nun ve emsâlinin hürmetine bu âlemi yaratmış)dır.

Düstûrlarıyla, her iki dünyâdaki saâdetin düstûrlarına enmûzec olan dîn ve şerîat ve islâmiyetin sâhibidir. Sanki bu dîn kitâb-ı kâinâttan çıkarılmış bir fihristedir. Kendisine indirilmiş olan Kur'ân ise, sanki kâinâtın âyâtını okumaktır. Hak dîni, kendisinin, kâinât Nâzımının nizâmı olduğuna işâret edendir. Çünki bu kâinâtı, bu nizâm-ı etemm ve ekmel ile tanzîm eden kim ise, bu nazm-ı ahsen ve ecmeli câmi' olan bu dîni tanzîm eden de Odur.

Yer ve gökler devâm ettiği müddetçe salavâtın en efdali ve teslîmâtın en etemmi, biz Ademoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü'minler topluluğunun îmâna hidâyet edicisi olan Abdullâh İbn-i Abdülmuttalib oğlu Muhammed'in üzerine olsun.

Çünki bu Şâhid, âlem-i şehâdette bütün şâhidlerin gözü önünde gaybe dâir, müşâhid tavrıyla şehâdet eder. Evet görülüyor ki, kendisi görür, sonra asırların ve aktârın arkasında en yüksek sadâsı ile beşer tâifelerine seslenerek şâhidlik eder.

Evet, bu O'nun, mâzînin derinliklerinden istikbâlin yüksek tepelerine kadar bütün kuvvetiyle işitilen sesinin sadâsıdır. Evet, o ses yerin yarısını istîlâ etti; benî-âdem'in beşte biri O'nun semâvî boyasıyla boyandı. Ma'nevî saltanatı 1350 sene devâm etti; her zamânda sâdık ve mutî' raiyetinden 350 milyon kişi üzerinde, seyyidlerinin ve sultânlarının emirlerine nefislerinin ve kalblerinin ve rûhlarının ve akıllarının inkıyâdıyla zâhiren ve bâtınen hükmediyor.

Asırların kayaları üzerine ve aktârın meydânlarına çivilenmiş kuvvet-i düstûrlarının şehâdetiyle gâyet ciddiyetiyle zühdünün ve dünyâdan istiğnâsının şehâdetiyle gâyet vüsûku ile seyrinin şehâdetiyle gâyet itmi'nânı ve vüsûku ile herkesin ittifâkıyla herkesten daha fazla ibâdet eden ve daha fazla takvâ sâhibi oluşunun şehâdetiyle gâyet derecedeki kuvvet-i îmânı ile, "Gerçekten şunu bil ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur" ile öyle kat'î ve mükerrer şehâdet eder ki, Furkân-ı Hakîm o Zât-ı Zülcelâl'in vücûb-ı vücûduna delâlet eder. O'nun celâlinin ve cemâlinin ve kemâlinin evsâfını tasrîh eder. Öyle bir Furkân-ı Hakîm ki, meşreblerde ve mesleklerde muhtelif, kalbleri ve akılları müttefik olan enbiyânın ve evliyânın ve muvahhidînin bütün kitâblarının sırr-ı icmâını hâvîdir. Çünki o kitâbların hakâiki, altı ciheti münevver olan Kur'ân'ın esâsâtını tasdîk ederler. Zîrâ Kur'ân'ın üstünde sikke-i i'câz, içinde hakâik-ı îmân, altında berâhîn-i iz'ân vardır. Hedefi saâdet-i dâreyndir. Nokta-i istinâdı ise, Onu indiren Zâtın, âyetleriyle, indirilen Kur'ân'ın, i'câzıyla, kendisine Kur'ân indirilen Zât'ın, ona kuvvet-i îmânı ve emniyetiyle ümmîliğiyle ve kemâl-i teslîmiyeti ve safvetiyle ve nüzûlü sırasında ma'lûm vaz'iyetiyle berâber icmâıyla mahz-ı vahy-i Rabbânîdir. O, bilyakîn mecma'-i hakâiktir. Bilbedâhe envâr-ı îmânın menbaıdır. Bilyakîn saâdetlere îsâl bilmüşâhede, kâmil meyveler sâhibidir. Farklı farklı emârelerden olan hads-i sâdık ile, meleklerin ve ins ve cinnin makbûlüdür. Âkıl ve kâmil olanların ittifâkıyla, aklî delîllerle müeyyeddir. Vicdânın ona itmi'nânının şehâdetiyle, fıtrat-ı selîme ile musaddaktır. Bilmüşâhede ebedî mu'cizedir. Basar-ı mutlak sâhibidir ki, eşyâyı kemâl-i vuzûh ile görür. Gaybı ve uzağı, hâzır ve yakîn gibi görür. Mutlak inbisât sâhibidir ki, mukarrabînden olan mele-i a'lâya bir dersi öğretir, etfâl-i beşere de bu dersin aynısını öğretir. Ta'lîmi ve ta'lîmâtı, yükseklerin en yükseğinden, basitlerin en basitine kadar zîşuûrun tabakâtına şâmil olur. "O'ndan başka ilâh yoktur" ve "Şunu bil ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur" şeklindeki kat'î ve mükerrer bir şehâdetle, âlem-i şehâdette gaybın lisânıdır.

(Lem'alar sh: 304)
 
Üst