Reşhalar

Huseyni

Müdavim

Reşhalar


besmele.jpg



Tenbih

Hâlık-ı Âlemi bize târif ve ilân eden deliller ve burhanlar, lâyüad ve lâyuhsâdır. O delillerin en büyükleri üçtür.Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu kitab-ı kebir-i kâinattır.

İkincisi: Bu kitabın âyetü’l-kübrâsı ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künûz‑u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmdır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.

Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci burhanı tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i mâneviyeye mâlik, burhan-ı nâtık dediğimiz, “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

Hazret-i Muhammed (a.s.m.) öyle bir zâttır ki, azamet-i mâneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın mescid-i aksâsıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemâlidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âli imam ve nev-i beşerin hatîb-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan



Aleyhissalatü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHâlık: herşeyi var eden yaratıcı Allah
Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı AllahMedine-i Münevvere: (bk. bilgiler – Medine)
Mekke-i Mükerreme: (bk. bilgiler – Mekke)Mescid-i Aksâ: (bk. bilgiler)
Reşhalar: "sızıntılar " mânâsına gelen bir risaleazamet-i mâneviye: mânevî büyüklük
burhan: güçlü ve sarsılmaz delil, kanıtburhan-ı nâtık: konuşan delil
cemaat-ı mü'minîn: mü’minler cemaati, topluluğucevaben: cevap olarak
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanıdüstur: kâide, kural
hatîb-i şehîr: çok meşhur hatiphâtem: mühür, damga
hüccet: kanıt, delilkitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı
kitab-ı âlem: âlem kitabı; bir kitap gibi her bir varlığıyla iman esaslarını gösteren kâinatkünûz-u mahfiye: gizli hazineler
lâyüad ve lâyuhsâ: sayısız ve hesap edilemeyecek kadar çokmahlûkat: yaratılmışlar, varlıklar
miftah: anahtarmihrab: câmide imamın namaz kıldırdığı yer
minber-i fazl-ı kemâl: mükemmellik ve fazilet minberimâlik: sahip
nev-i beşer: insan nevi, insanlıkreşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
saadet: mutluluksath-ı arz: yeryüzü
sual: sorutefsir: yorum, açıklama
tenbih: ikaz, uyarızat: kişi
zımnında: dahilinde, içindeâli: yüksek, yüce
âyet: delil; Kur’ân’daki âyetler gibi, iman esaslarına delâlet eden kâinattaki herbir fiil, hâl ve varlıkâyetü'l-kübrâ: büyük delil, alâmet
şahsiyet-i mâneviye: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 34


ediyor. Ve bütün enbiyânın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü, dini bütün dinlerin esasatına câmidir. Ve bütün evliyânın başıdır; şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.

O zât (a.s.m.) öyle bir kutup ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiyâ-i ahyâr, ebrâr-ı sâdıkîn onun gelmesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyânın esasat-ı semâviyesidir. Dal ve budakları, evliyânın maarif-i ilhamiyesidir.

Bu itibarla, herhangi bir dâvâyı iddia etmiş ise, bütün enbiyâ mu’cizelerine istinaden ve bütün evliyâ kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet, bütün dâvâlarının tasdiklerini iş’âr eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır. Ezcümle:

O zâtın (a.s.m.) dâvâlarından biri tevhiddir. Bu dâvâyı tasrih ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübârekesidir. O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o dâvânın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itmi’nan ve iz’anları hâsıl olmuş ki, zaman ve mekâna şâmil bir tarzda, o kelime-i mübâreke, meşrepleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semâvî deveran ve cevelân ediyor.

Binaenaleyh, gayr-ı mütenahî şahitlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir dâvâya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!



Lâ ilâhe illâllah: “Allah’tan başka ilâh yoktur”Mevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup kimse
an’ane: gelenekbeyan etmek: açıklamak, izah etmek
binaenaleyh: bundan dolayıcevelân etmek: dolaşmak, gezmek
câmi: kapsamlıdest-i itiraz: itiraz eli
deveran etmek: dönüp dolaşmakdâvâ: iddia
ebrâr-ı sâdıkîn: sâdık, iyi kullarenbiyâ: nebiler, peygamberler
enbiyâ-i ahyâr: seçkin peygamberleresasat: esaslar, prensipler
esasat-ı semâviye: vahiyle yoluyla gelmiş olan esaslarevliyâ: veliler, Allah’ın sevgili kulları
ezcümle: meselâ, örneğingayr-ı mütenahî: sınırsız, sonsuz
hak: doğru, gerçekhakikat: doğru gerçek
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhalka-i din ve zikir: İslâm dininin esaslarının ortaya konulduğu ve zikirlerin yapıldığı halka
halka-i zikir: zikir halkasıhâsıl olmak: meydana gelmek
istinaden: dayanarakitmi’nan: inanma, tatmin olma
iz’an: kesin şekilde kavramaiş’âr eden: bildiren
kanaat: inanma, razı olmakelime-i mukaddese: mukaddes söz, ifade
kelime-i mübâreke: mübarek kelimekelâm-ı nutk: mantıklı söz
keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hal ve fiilkutup: mânevî açıdan merkez konumunda bulunan
kâmil: kemâl ve fazilet sahibi, olgunmaarif-i ilhamiye: ilhamla kalbe gelen bilgiler
meşrep: hareket tarzı, metodmu’cize: Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri olağanüstü şey
müstenid: dayanan, dayanmışmütebayin: ayrı ayrı
mütehalif: aykırı, zıtmüttefik: ittifak etmiş, birleşmiş
nokta-i merkeziye: merkezî noktanâtık: konuşan
reis: başkanrükn-i iman: imanın temel esası
semâvî: gökyüzünde dönen yıldızlar gibi; mevlevîlerin döndüğü gibitahakkuk eden: gerçekleşen, kesinleşen
tasdik: doğrulama, onaytasrih: açık şekilde bildirme
tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmakterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
tevhid: birleme; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu ilân etmetezkiye: iyi ve doğru olduğuna şahitlik etme
vehm: kuruntu, zanvird-i zeban etme: sürekli olarak tekrarlama, dilden düşürmeme
zât: Hz. Muhammed (a.s.m.)şecere-i nuraniye: nurlu ağaç
şehadet etmek: şahitlik etmekşems-i risalet: peygamberlik güneşi
şâmil: kapsayıcı


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 35


İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! Tevhidi ispat ve nev-i beşeri irşad eden o nuranî burhan; biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, diğeri mecma-ı aleyh bulunan nübüvvet ve velâyetle mücehhezdir. Ve aynı zamanda, irhasat denilen kablen-nübüvvet kendisinden zuhur eden harika hallerin rumuzatıyla ve kütüb-ü semâviyenin beşârâtıyla ve hevâtif denilen, gayptan verilen tebşirat-ı müteaddide ile musaddaktır.

Ve keza, o burhan-ı nurânîden zuhur eden inşikak-ı kamer, parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onun dâvetine icabetleri, duasının akabinde yağmurun nüzulü, pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt, ceylân, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibi mu’cizelerinin delâlet ve şehadetiyle tasdik edilmiş bir zâttır (a.s.m.).

Ve keza, dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil ve kâfi olan şeriatı, nübüvvetini tasdik ve ispata kâfidir. Geçen derslerde, şems-i şeriatinden bazı şuaları gördük. Tatvil-i kelâmı mucip tekrarları lâzım değildir.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! O zât (a.s.m.), delâil-i âfâkiye denilen haricî delillerle musaddak olduğu gibi, delâil-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretlerle dahi musaddaktır. Çünkü o zât şems gibidir; zâtını, zâtıyla ziyalandırarak gösterir. Meselâ, bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtimâ etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. Ve keza, en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi bir şahsiyet-i mâneviye sahibi olduğuna icmâ vardır. Ve keza, o zâtın en yüksek derecede bulunan zühd ve takvâ ve ubudiyeti,



ahlâk-ı hamîde: büyük övgülere lâyık olan güzel ahlâkakabinde: devamında
beşârât: müjdelerburhan: güçlü ve sarsılmaz delil, kanıt
burhan-ı nurânî: nurlu delilcâmi: kapsamlı
delâil-i enfüsiye: dahilî deliller; bir insanın doğrudan kendisinde bulunan delillerdelâil-i âfâkiye: dış âlemde bulunan maddî deliller
delâlet: delil olma, göstermegayb: bilinmeyen ve görünmeyen âlem
haricî: dışa aithaslet: huy, özellik
hevâtif: gaybdan haber verenlericabet: kabul etme
icmâ: görüş birliğiinşikak-ı kamer: Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
irhasat: Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen olağanüstü haller ve hadiselerirşad eden: doğru yolu gösteren
içtimâ etmek: toplamakkeza: aynı, aynı biçimde
kâfi: yeterlikâfil: kefil olan
kütüb-ü semâviye: vahye dayanan mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm gibimecma-ı aleyh: üzerinde ittifak edilen konu
mucip: gerektirenmusaddak: doğrulanan, onaylanan
mu’cize: Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri olağanüstü şeymücehhez: donatılmış
mütevatir: yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan topluluklar tarafından aktarılan habernefs: kişinin kendisi
nev-i beşer: insanlıknezih: temiz, hoş
nuranî: aydınlık, ışık saçannübüvvet: peygamberlik, elçilik
nüzul: gökten aşağıya inmereşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
rumuzat: işaretlersair: diğer, başka
seciye: huy, karaktertakvâ: Allah’ın emirlerini tutup, günahlardan sakınma
tasdik: doğrulama, onaytatvil-i kelâm: sözü uzatma
tebşirat-ı müteaddide: çeşitli müjdelertemin: sağlama
tevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olmasıvelâyet: velilik
ziyalandırmak: aydınlatmak, parlatmakzuhur eden: ortaya çıkan, görünen
zât: kişi; Hz. Muhammed (a.s.m.)zâtı: kişinin kendisinde
zühd: Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete vermeâlem: dünya
şahsiyet-i mâneviye: mânevî şahsiyetşehadet: şahidlik, tanıklık
şems: Güneşşems-i şeriat: İslâm güneşi, yani din
şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsişua: ışık hüzmesi


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 36


şehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniyeyle musaddaktır. Ve keza, siyer-i nebeviyenin şehadetiyle derece-i vüsûku ve kemâl-i ciddiyet ve metaneti ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik olduğunu tasdik eden kat’î delillerdir. Evet, yaprakların yeşilliği, çiçeklerin tarâvet ve güzelliği ve semerelerin tazeliği, ağacın canlı, hayatlı, hayy olduğuna sadık şahittirler.
DÖRDÜNCÜ REŞHA: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhâkemat‑ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza,
blank.gif
1 لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِdüsturuna ittibâen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekânla, hayalen Ceziretü’l-Araba gidelim ve Medine-i Münevverede nurânî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.

İşte, hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-ü suret ile hüsn-ü sîreti cem eden o mürşid-i umumî, o hatîb-i kudsî, cevâhir dolu bir kitab-ı mu’cizülbeyan eline alarak, bütün insanlara mele-i âlâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün benî Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i âlemin acip muammâsını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere,



[NOT]Dipnot-1 Haber, gözle görmeye benzemez, ikisi aynı şey değildir.
[/NOT]



Ceziretü’l-Arab: (bk. bilgiler – Arap Yarımadası)Medine-i Münevvere: (bk. bilgiler – Medine)
acip: hayret verici, şaşırtıcıbenî Âdem: Âdemoğulları; insanlık
bizzat: doğrudan, aracısız olarakbu’d-i mekân: mekânın uzaklığı
cem eden: toplayan, bir araya getirencevâhir: her birisi paha biçilmez değer taşıyan mücevherler
derece-i vüsûk: güvenilirlik derecesidüstur: kâide, kural
fenn-i hikmet: varlıklardaki hikmetleri araştıran ilim, felsefehak: doğru gerçek
hakikat: doğru gerçekharekât: hareketler, davranışlar
hatib-i kudsî: insanlara hak ve hakikatleri anlatan kutsal hatiphayalen: hayal ederek
hayalât: hayallerhayy: diri, canlı
hilkat-i âlem: varlıklar âleminin yaratılışıhitaben: hitap ederek, seslenerek
hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Ezelî olan Allah’ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur’ânhüsn-ü suret: dış görünüş güzelliği
hüsn-ü sîret: ahlâk ve sıfat güzelliğiirşadat: irşadlar; doğru yolu gösteren nasihat ve emirler
ittibâen: tâbi olarakkat'î: kesin bir şekilde
kemâl-i ciddiyet: tam bir ciddiyetkeza: aynı, aynı biçimde
kitab-ı mu’cizülbeyan: açıklama ve izahları mu’cize olan kitapkuvvet-i emniyet: güven verme özelliği
kâinat: evrenmaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mele-i âlâ: en yüce ve yüksek meclismetanet: sağlamlık, kararlılık
mevcudat: varlıklarminber-i saadet: Hz. Peygamber’in (a.s.m.) saadet kaynağı olan yüce makâmı
muammâ: anlaşılması zor olan sırmuhit: çevre, etraf
muhâkemat-ı akliye: akıl yürütmeler, değerlendirmelermusaddak: doğrulanmış, onaylanmış
mâlik: sahipmürşid-i umumî: bütün insanlığı irşad edip doğru yolu gösteren
mütemessik: sıkı sıkıya yapışan; bağlanannev-i beşer: insanlık
nurânî: nurlu, etrafına nur saçannâzil olan: inen, indirilen
reşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisisadık: doğru
semere: meyvesiyer-i nebeviye: Peygamberimizin hayatı
suret: biçim, şekilsâlik: bir yola giren, bir yolda gitmek
sırr-ı hikmeti: gayelerinin esprisitarâvet: tazelik
tayy-ı zaman ve mekân: zaman ve mekân sınırlarını ortadan kaldırmatûl-i zaman: uzun zaman dilimi
tılsım: sır, gizli gerçekubudiyet: kulluk
zât-ı muallâ: yüce zâtşehadet: şahitlik, tanıklık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 37


“Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irad ettiği akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor.

BEŞİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu zât-ı nuranî (a.s.m.), mürşid-i imânî, Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) bak, nasıl neşrettiği hakikatin nuruyla, hakkın ziyasıyla, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâp ile âlemin şeklini değiştirerek nuranî bir şekle sokmuştur. Evet, o zâtın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zâtın telkin ettiği iman nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat iman nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbânî mektuplar,



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHâlık: herşeyi yaratan Allah
Rabbânî: her şeyin Rabbi olan Allah’a aitResûl-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
abesiyet: faydasız ve gayesiz oluşacz: âcizlik, zayıflık
ahbap: dostlar, sevgililerarz-ı dîdâr: nazarlara sunma, güzelliğini gösterme
bilhassa: özelliklecemâdat: cansız varlıklar
ecnebî: yabancıeytam: yetimler, yetim kalanlar
firak: dostlardan ayrılıkhak: doğru, gerçek
hakikat: doğru gerçekhakir: hor ve değersiz
harekât: hareketler, sürekli meydana gelen değişmelerhayattar: canlı
inkılâp: değişimirad etmek: sunmak, söylemek
kâinat: evrenlisan-ı hal: hal dili
mescid-i zikir ve şükür: Allah'ın isim ve sıfatlarının sürekli anıldığı, verdiği sonsuz nimetler için şükredildiği mekânmevcudat: varlıklar
musahhar: boyun eğerek itaatte bulunanmâtem-i umumî: herkesin yas tutması
mürşid-i imânî: insanlara iman hakikatlerini gösteren ve onları doğru yola iletenmürşid-i kâmil: insanları hakikî mânâda irşad eden, hakikatleri ders veren mürşid; Hz. Muhammed (a.s.m.)
müteşekkî: şikâyet eden; şikâyetçinazar: bakış açısı, görüş
nev-i beşer: insanlıkneşretmek: yaymak
nukuş: nakışlar, işlemelernur: aydınlık, ışık
nuranî: aydınlık, ışık saçannurlu: aydınlık
nâtık: konuşanreşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
sual: sorusuret: biçim, şekil
sıfat: özellik, vasıftagayyürat: değişmeler
telkin etmek: fikir aşılamak, öğüt vermektelâkki edilen: kabul edilen; düşünülen
tenevvü: çeşitliliktenevvüat: çok çeşitlilik
vaziyet: durum, hâlvâveylâ: çığlık, feryad
zelil: aşağı, alçakzeval: geçip gitme, yok olup gitme
ziya: ışıkziyadar: ışıklı
zulümat: karanlıkzâkir: zikreden, Allah’ı anan
zât: kişi; Hz. Muhammed (a.s.m.)zât-ı nuranî: etrafına nur saçan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)
âyât: âyetler, delilerünsiyetli: cana yakın, dost
şâkir: Allah’a şükreden


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 38


âyat-ı tekviniyeye sahifeler, esmâ-i İlâhiyeye ayineler suretine inkılâp ederler.

Hülâsa: İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki, “Hikmet-i Samedâniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuaıyle, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur’ân’ın ziyasıyla tenevvür eder, Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zât-ı nurânî olmasaydı, kâinat da, insan da, herşey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. “Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı” meâlinde
blank.gif
1 لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَolan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor.


ALTINCI REŞHA: Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât, kâinatın kemâlâtını keşfeden canlı bir güneştir; saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Nihayetsiz



[NOT]Dipnot-1 Ali el-Kàri, Şerhü’ş-Şifâ, 1:6; Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 2:164.

[/NOT]



Hikmet-i Samedâniye Kitabı: hiç kimseye muhtaç olmayan Allah’ın, bir kitap misâli, bütün hikmetlerini sergilediği kâinat ve varlıklar âlemiacip: hayret verici, şaşırtıcı
acz: acizlik, güçsüzlükadem: hiçlik, yokluk
binaen: -dayanarakbinaenaleyh: bundan dolayı
ehemmiyet: değer, önemenbiya: nebiler, peygamberler
esbab: sebebleresmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isimleri
evliya: Allah dostları, velîlerfakr: fakirlik, muhtaçlık
hadis-i kudsî: mânâsı Allah tarafından Peygamberimize (a.s.m.) ilham edilen, kelimeleri Peygamberimize (a.s.m) ait olan hadishakikat: bir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
haşmet-i imaniye: imandan kaynaklanan büyüklük, görkemhilâfet: halifelik; insanların yeryüzünde Allah'ın halifesi oluşu
hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Kur’ân-ı Kerimhâkimiyet: egemenlik, hükümranlık
hükmünde kalmak: benzer bir şeyle aynı hükümde olmakhülâsa: öz, özet
ihbar etmek: haber vermekinkılâp etmek: değişmek, dönüşmek
istikbal: gelecekkemâlât: mükemmel özellikler
keşfeden: açığa çıkarankudret: güç, iktidar
kâinat: evrenmezar-ı ekber: çok büyük mezar
meâlinde: mânâsındamürşid-i harika: en harika bir şekilde insanlara yol gösteren ve rehberlik yapan
nam almak: adını taşımaknuranî: aydınlık, ışık saçan
reşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisisaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sukut: düşüşsuret: biçim, şekil
suud: yükselmetarifat ve teşrifatçı: tarif eden ve yönlendiren rehber
tebşir etmek: müjdelemektenevvür etmek: nurlanmak, aydınlanmak
tenvir etmek: aydınlatmak, nurlandırmakterakki etmek: yükselmek, ilerlemek
ubudiyet: kulluk, ibadetzaaf: zayıflık, güçsüzlük
zaman-ı mazi: geçmiş zamanzelil: aşağı, alçak
zirve: doruk, en üst aşamaziya: ışık
ziyadar: ışık saçan, aydınlatan
zulmet: karanlık
zât: Hz. Muhammed (a.s.m.)zât-ı nuranî: etrafını nûrlandıran ve aydınlatan zât; Hz. Peygamber (a.s.m.)
âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyenâlem: dünya
âyat-ı tekviniye: yaratılışa ait deliller, bütün varlıklarşevket: büyüklük, haşmet
şua: ışık, parıltı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 39


rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı ve esmâ-i İlâhiyenin gizli definelerinin keşşâfıdır.

Evet, o zât (a.s.m.) vazifesi itibarıyla, hakkın burhanı, hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmâniyenin misali, rahmet-i Rabbâniyenin timsali, hakikat-i insaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymettar ve kıymetli bahâdar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini de harika bir sür’atle şark ve garbı ihata etmiş, nev-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zâtın dâvâlarında nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?


YEDİNCİ REŞHA: Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılâpları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arabda yaptığı inkılâp ve icraata bak:

O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalâde inatçı ve kasâvet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşî kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ, o zât-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşî insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (a.s.m.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat




Ceziretü’l-Arab: (bk. bilgiler – Arap Yarımadası)ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk
ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâkasabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti
azîm: büyük, yücebahâdar: kıymetli
bilhassa: özellikleburhan: güçlü ve sarsılmaz delil, kanıt
cihet: yön, tarafdefine: hazine, gizli servet
dellâl: duyurucu, ilân edicidâvâ: iddia
emsalsiz: benzersizesmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isimleri
fevkalâde: olağanüstü, çok güzelhakikat: bir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
hakikat-i insaniye: insanın gerçek mahiyetihidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
hüviyet: şahsiyet, kişilikicraat: faaliyet, iş
ihata etmek: kuşatmakinkılâp: değişim, dönüşüm
itibarıyla: özelliğiylekasâvet-i kalb: kalb sertliği, kalb katılığı
kavim: toplulukkeşfetmek: açığa çıkarmak, göstermek
keşşâf: keşfeden, gizli şeyleri bulup meydana çıkarankuvve-i kudsiye: kudsî kuvvet; kaynağı Allah’tan gelen güç
kıymettar: kıymetli, değerlimedeniyet: uygarlık
medenî: çağdaş, uygarmehâsin: güzellikler, iyilikler
misal: örnek, benzermuallim: öğreten, yetiştiren
muhabbet-i Rahmâniye: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah’a duyulan sevgimuhafaza: koruma, saklama
mutaassıp: tutucu, inanç veya geleneklerine aşırı derecede bağlımüteessir olma: etkilenme, tesiri altında kalma, üzülme
nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygunev-i beşer: insanlık türü, insanlar
nihayetsiz: sınırsız, sonsuznur: aydınlık, ışık
rahmet: İlâhî şefkat ve merhametrahmet-i Rabbâniye: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın merhamet ve şefkati
reşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisisaadet: mutluluk
sahra: çölsaltanat: egemenlik, hâkimiyet
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemere: meyve
sür’at: hıztebdil etmek: değiştirmek
tebliğ etmek: bildirmek, sunmaktelkin etmek: fikir aşılamak, öğüt vermek
timsal: görüntü, yansımavahşî: medenî olmayan, kaba
vesile: aracızahirî: açık, görünürde
ziya: ışık, aydınlıkzât: kişi; Hz. Muhammed (a.s.m.)
zât-ı mürşid: doğru yolu gösteren, Hz. Muhammed (a.s.m.)zât-ı nuranî: etrafını nûruyla aydınlatan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)
âdet: alışkanlık, örfüstad: hoca, öğretmen
şark ve garp: doğu ve batışecere-i hilkat: yaratılış ağacı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 40


değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbî ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

SEKİZİNCİ REŞHA: Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azimle, küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz’î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetlerle doldurmuştur.

Evet, Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’ın (radıyallahü teâlâ anh) İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleye güzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesinden binlerce harikalar vardır. O zâtın, o zamandaki icraatına harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda, o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!

DOKUZUNCU REŞHA: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü, bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübâli bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev âdi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir dâvâda yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi?

İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü



Hazret-i Ömer İbnü'l-Hattâb: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)]ahlâk: huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı
asabî: sinirliazim: kesin karar
bilâhare: daha sonracemaat: topluluk
cezb ve celb etmek: bir şeyi çekmekcezire: yarımada
cüz'î: küçük; ferdîevvel: önce
filozof: felsefe ile uğraşan, felsefecihaslet: huy, özellik
hasım: düşmanhaysiyet: itibar
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırıhutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Allah’ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur’ân
hâkim: hükmeden, idarecihâşâ: asla öyle değil
icraat: faaliyet, işicraat-ı esasiye: temel faaliyetler
itiyad edilen: alışkanlık hâline gelenkavim: topluluk, millet
keza: aynı, aynı biçimdelâübâli: saygısız, çekinmesi olmayan, dikkatsiz
mahbub: sevgilimahcup olmak: utanmak
misal: örnek, benzermuallim: öğreten, yetiştiren
muvaffak olmak: başarmakmünazara: tartışma
mürebbî: terbiye edici, eğiticimüşkilât: zorluklar
nefis: bir kimsenin kendisinezih: temiz, pâk
pervasız: korkusuzradıyallahü teâlâ anh: Allah ondan razı olsun
ref etmek: ortadan kaldırmakreşha: "sızıntı " mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
saltanat: egemenlik, hâkimiyetsaltanat-ı bâtıniye: insanların iç dünyalarında kurulan hâkimiyet, egemenlik
tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmakteshir etmek: boyun eğdirmek; etkisi altına almak
tiryaki: bağımlıvahşet-âbâd: vahşetlerle dolu
vahşî: medenî olmayan, kabavazifedar: görevli
velev: eğer, gerçizahmet: zorluk, sıkıntı
zât-ı mürşid: insanlara doğru yolu gösteren, Hz. Muhammed (a.s.m.)zât-ı nurânî: etrafını nuruyla aydınlatan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)
âdet: alışkanlıkâdi: basit, sıradan
ıslah: düzelme, iyileşmeşedit: çok şiddetli

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 41


var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor. Acaba böyle bir dâvâda, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ!

blank.gif
1 اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak hileye muhtaç değil; hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilâf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz.


ONUNCU REŞHA: Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor.

Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar. Bu zâtın (a.s.m.) keşf ve ihbar ettiği hakaike ne için ehemmiyet vermiyorlar? Halbuki, bütün enbiyâ ve evliyâ ve sıddıkîn gibi ehl-i şuhud ve ashab-ı ihtisas, bilittifak o zâtı tasdik etmiş ve ediyorlar.

Bu zât (a.s.m.), öyle bir Sultanın şuûnundan bahsediyor ki, kamer Onun mülkünde bir sinek gibidir. Acip harikalardan bahsettiği gibi, pek müthiş infilâk ve inkılâplardan da haber veriyor. Bakınız: O hutbe-i ezeliyede,
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
blank.gif
2 اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ
blank.gif
3 اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا
blank.gif
4

gibi tilâvet ettiği âyetlere dikkat ediniz.




[NOT]Dipnot-1 “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:4.
Dipnot-2 “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.
Dipnot-3 “Gök yarıldığı zaman.” İnfitar Sûresi, 82:1.
Dipnot-4 “Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır.” Zilzâl Sûresi, 99:1.
[/NOT]



Sultan: otorite, kudret ve egemenlik sahibi olan Allahacip: hayret verici, şaşırtıcı
ashab-ı ihtisas: ihtisas sahibi olan uzman kişilerbilittifak: görüş birliği sağlanmak sûretiyle
celb eden: kendi tarafına çekencezb: çekme
ehl-i şuhud: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gören kimselerenbiyâ: peygamberler
evliyâ: Allah dostlarıgaraib: hayret verici şeyler
garip: tuhafhak: doğru gerçek
hakaik: gerçekler, doğrularhakikat: herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti
hasım: düşmanhicab: utanma
hile: aldatmahilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı
hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Allah’ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur’ânhâlis: içten, katıksız, samimi
hâşâ: asla öyle değilihbar etmek: haber vermek
iltibas: farkını bilemeyip karıştırmainfilâk: patlama
inkılâp: değişim, dönüşümizzet: değer, itibar
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatmakamer: ay
keşif: gizli bir şeyi açığa çıkarmamiskal: yaklaşık 4.5 grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
mülk: sahip olunan şeymüthiş: dehşet veren
nazar: bakış, düşüncenefis: insanın kendisi
nev-i beşer: insanlıkreşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
safa-i kalp: bütün kirlerden arınmış bir kalpsıddıkîn: daima doğruluk üzere olan ve Allah’a ve peygambere bağlı yaşayan büyük insanlar
tahkir etmek: aşağılamaktasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tebşir: müjde vermekteessür: bir başkasının tesirinde kalma, etkilenme
temyiz etmek: birbirinden ayırmaktereddüd: kararsızlık, şüphe
tezyif: hakaret, küçük düşürmetilâvet etmek: okumak
zerre: atom zât-ı mürşid: doğru yolu gösteren zât, Hz. Muhammed (a.s.m.)
şevk: çok arzu, şiddetli istekşuûn: hâller, işler; Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 42


Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur. Evet, bu kâinatın perdesi altında çok acaip şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o harika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.

Ve keza, o zât, Hâlıkımızın bizden talep ettiği şeylerden bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden haber veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba! Ekser-i nâs neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar, hakikatlerden kulak tıkıyorlar?

ON BİRİNCİ REŞHA: Arkadaş! Şu minber-i âlide hutbe-i ezeliyeyi okuyan ve şahsiyet-i mâneviyesiyle bizlere meşhud ve yüksek şuûnatıyla âlemde meşhur olan zât-ı nurânî, (a.s.m.) vahdaniyet-i İlâhiyeye bir burhan-ı sâdık-ı nâtık ve tevhidin hakikat olduğuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin de vücuda gelmesine kat’î bir delil ve zahir bir burhandır.

Ve keza, o zât, insanları hidayete davet etmekle saadet-i ebediyenin husulüne sebep olduğu gibi, vüsulüne de sebeptir.

Ve keza, o zât, duasıyla, ubudiyetiyle o saadetin vücuduna ve icadına vesiledir. Evet, bak: O zât, nev-i beşere imamdır. Mescidi, yalnız Ceziretü’l-Arab değildir, küre-i arzdır. Cemaati de yalnız o zamanın insanları değildir. Belki Âdem zamanından kıyamete kadar herbir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmin” diyorlar.

Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmâda umum zevilhayata şâmil pek şedit bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve




Ceziretü’l-Arab: (bk. bilgiler – Arap Yarımadası)Hâlık: her şeyi var eden yaratıcı Allah
acaip: hayret verici, şaşırtıcıarz: yeryüzü
asır: yüzyılbeşer: insan
bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilburhan-ı sâdık-ı nâtık: doğru konuşan delil
cemaat: toplulukcemaat-ı uzmâ: büyük cemaat, topluluk
delil-i hak: hak delildünyevî: dünya ile ilgili
ekser-i nâs: çoğu insanlarfeyâ acaba!: “Yahu” gibi bir mânaya gelir, hayret ifade eder.
garaib: tuhaf, hayret verici şeylerhak: doğru, gerçek
hakikat: herbir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyetihidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
husul: meydana gelmehutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Kur'ân-ı Kerim
hârikulâde: olağanüstü, şaşırtıcı derecedehükmünde: benzer bir şeyle aynı hükmü taşıyan
icad: var edilme, yaratılmaihtiyac-ı azîm: büyük ihtiyaç
intizar etmek: beklemekistikbal: gelecek
kat'î: kesin bir şekildekatre: damla
keyfiyet: nitelik, özellikkeza: aynı, aynı biçimde
küre-i arz: yer küre, dünyakıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
meşhud: görünen, bilinenminber-i âli: yüksek, yüce minber
nazaran: bakarak, –görenev-i beşer: insanlık
nisbeten: kıyasla, oranlareşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı
saf: sıra ile uzun uzadıya dizilmektalep etmek: istemek
tevhid: birleme, her şeyin bir olan Allah’a ait olmasıubudiyet: kulluk
umum: bütün, genelvahdaniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması
vesile: aracıvücud: varlık
vücuda gelmek: ortaya çıkmak, meydana gelmekvüsul: kavuşma, erişme
zahir: açık, görünenzevilhayat: canlılar
zât-ı nurânî: nuranî zât; Hz. Peygamber (a.s.m.)Âdem: (bk. bilgiler)
âlem: dünyaâmin: “Allah’ım kabul eyle”
şahsiyet-i mâneviye: manevî şahsiyet; bir kimsenin temsil ettiği makam ve mevkiye ait kişiliği, taşıdığı meziyetlerişedit: çok şiddetli
şuûnat: hâller, işler, temel özellikler; Hz. Peygamber'de (a.s.m.) bulunan temel vasıflarşâmil: içine alan


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 43


semâ ve bütün mevcudat “Âmin” söyler. Yani, “Yâ Rabbenâ! onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talep ettiğini talep ediyoruz.”

Bilhassa, o cemaat-i uzmâ önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, o zâtın duasına iştirâk eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlûkat değil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne düşer. Çünkü, o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemâlâta erişir.

Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir Zâttan talep eder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir. Ve keza, en ednâ bir emeli, en ednâ bir gaye için, en ednâ bir zîhayatta görür ve onu ona yetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semî’ ve Basîr, bir Alîm ve Hakîmden olduğuna şüphe bırakmaz.

Acaba o zât, o minberde Arşa müteveccihen ellerini kaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlûkat “Âmin” söylüyor?

Evet, o zât, Cenâb-ı Hakkın rızasını ve Cennette mülâkat ve rüyetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbap olmadığı takdirde, o zât-ı nurânînin tek duası ve tazarru ile niyaz etmesi, Cennetin icadına ve îtâsına kâfidir. Binaenaleyh, o zâtın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücâzat için dâr-ı âhiretin îcadına sebep olur.

Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel san’at ve kusursuz cemâl ile zulüm ve çirkinlik arasında tezat vardır. İçtimaları mümkün değildir.



Alîm: her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan AllahArş: Allah’ın hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer
Basîr: her şeyi gören AllahCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Hakîm: her işini hikmetle yapan AllahSemî': herşeyi duyan ve işiten Allah
Yâ Rabbenâ: ey Rabbimizadalet: hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
cemaat-i uzmâ: büyük cemaat, toplulukcemâl: güzellik
cereyan etmek: meydana gelmekcüz'î: ferdî, küçük
dâr-ı âhiret: âhiret âlemiednâ: basit, küçük
emel: arzu, istekesbap: sebepler
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısıhikmet: gaye fayda
husule gelmek: meydana gelmekikram: bağış, ihsan
intizam: disiplin, düzeniçtima: toplanma, bir araya gelme
iştirâk etmek: katılmakiştiyak: şiddetli arzu ve istek
kemâlât: mükemmel özellik ve derecelerkeza: aynı, aynı biçimde
kâfi: yeterlilisan-ı hal: hal dili
mahlûkat: yaratılmış varlıklarmatlub: istek, arzu
merhamet: şefkat, acımamevcudat: varlıklar
minber: câmide hutbe okunan yermücâzat: cezalandırma
mükâfat: ödülmülâkat: kavuşma
müteveccihen: yönelmiş olarakniyaz: dua etme, yalvarıp yakarma
rahmet: merhamet ve şefkatrisalet: elçilik, peygamberlik
rüyet: Allah’ın cemâlini görmerıza: memnuniyet, hoşnut olma
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksemâ: gökyüzü
talep etmek: istemektazarru: dua, yakarış
tedbir: çekip çevirme, ihtiyacını karşılamaterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tezat: zıtlıktezellül: Allah'ın huzûrunda boyun büküp yalvarma
ubudiyet: kullukzulüm: haksızlık
zât-ı nurânî: nûrânî zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)zîhayat: hayat sahibi, canlı
âlem: dünyaâmin: “Allah’ım kabul eyle”
îcad: var etme, yaratmaîtâ: aynen tekrar edilme, verilme


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 44


Evet, ednâ bir sesi, ednâ bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle, en yüksek bir savtı, en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, hüsn-i zâtî, kubh‑u zâtîye inkılâp eder. İnkılâb-ı hakâik ise muhaldir.

ON İKİNCİ REŞHA: Arkadaş! O hatib-i mürşidden gördüğün, işittiğin kâfidir. Çünkü ahvalini tamamıyla ihâta etmek mümkün değildir. Öyleyse, ondan sonra gelen asırların o zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak, arkadaş! Bütün bu asırlar o Asr-ı Saadetin güneşinden Ebû Hânife, Şâfiî, Ebû Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Ebû Hasen-i Şâzelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî (radiyallâhü anhüm ecmaîn) gibi binlerce nurânî ziyâdar yıldızlar ayrılıp âlem-i beşeri tenvir etmişlerdir.

Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte tehir ederek, mu’cizat sahibi o zât-ı nurânî Aleyhissalâtü Vesselâma bir salât ü selâm getirelim.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى هٰذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ اْلحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدَنَا مُحَمَّدً اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ.عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبوُرُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. سَيِّدِنَا وَمْوْلاٰنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ.عَلٰى مَنْ جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ، وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَاۤءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ



Abdülkadir-i Geylânî: (bk. bilgiler)Asr-ı Saadet: mutluluk çağı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) peygamber olarak dünyada bulunduğu devir
Cüneyd-i Bağdadî: (bk. bilgiler)Ebû Hasen-i Şâzelî: (bk. bilgiler – Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî)
Ebû Yezid: (bk. bilgiler – Bâyezid-i Bistâmî)Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
ahval: haller, durumlarasır: yüzyıl
ednâ: en basit, küçükemsalsiz: benzersiz
feyiz: bereket, bollukhatib-i mürşid: doğru yolu gösteren hatip; Hz. Peygamber (a.s.m.)
hüsn-i zâtî: bir şeyin bizzat kendisinin güzel olması, güzelilği başkasından gelmemesiihâta etmek: kuşatmak, her şeyi içine almak
inkılâb-ı hakâik: gerçeklerin zıddına dönüşmesiinkılâp etmek: değişmek, dönüşmek
kubh: çirkinlik, kötülükkubh-u zâtî: bir şeyin bizzat kendisinin çirkin olması
meşhudat: görünen, gözlemlenen şeylermuhal: imkânsız
mu’cizat: mu’cizelernurânî: nur gibi etrafını aydınlatan
radiyallâhü anhüm ecmaîn: Allah onların hepsinden razı olsunreşha: sızıntı
salât ü selâm: Peygamberimiz (a.s.m.) için yapılan dua ve niyazsavt: ses
tafsilât: ayrıntıtehir etmek: ertelemek, sonraya bırakmak
tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmakziyâdar: ışıklı, nurlu
zât-ı nurânî: nûrânî zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)âdi: basit, sıradan
âlem-i beşer: insanlık âlemiİmam-ı Gazalî: (bk. bilgiler)
İmam-ı Rabbânî: (bk. bilgiler)İmâm-ı Âzam Ebû Hânife: (bk. bilgiler)
Şah-ı Nakşibend: (bk. bilgiler)Şâfiî: (bk. bilgiler – İmâm-ı Şâfiî)


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 45

مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ فِى كَفَّيْهِ اْلحَصَاةُ وَالْمَدَرُ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ... سَيِّدِنَا وَمَوْلاَنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى اْلكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاۤءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّماَنِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَاۤ اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ.
blank.gif
1



Arkadaş! Risalet-i Ahmediyeyi ispat eden deliller pek büyük bir yekûn teşkil ediyor. On Dokuzuncu Söz namındaki risalemde o delillerden bir kısmı zikredilmiştir. O zâtın izhar ettiği bine yakın mu’cizeleriyle Yirmi Beşinci Söz namındaki eserimde tafsil edilen kırk vech-i i’câza bâliğ olan Kur’ân, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) şehadet ettiği gibi, bu kâinat da âyâtıyla o zâtın nübüvvetine delâlet eder. Evet, kâinatta yazılan sayısız âyetler Zât-ı Ehadin vahdaniyetine şehadet ettikleri gibi, risalet-i Ahmediyeye de (a.s.m.) delâlet ve şehadet ederler.



[BILGI]Dipnot-1

Salât ve selâm o nurânî zâta olsun ki, o zât, Rahmân ve Rahîm’den ve Arş-ı Âzamdan gelen Furkân-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’dir. Ümmetinin iyilikleri sayısınca milyonlar salât ve milyonlar selâm üzerine olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsatla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşer kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay’ı parçalayan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin nefesleri sayısınca milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, onun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi olan ve gözü asla şaşmayan o büyük miraç mu’cizesinde rüyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefaatçimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk inmeye başladığı andan zamanın sonuna kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin hava dalgalarının âyinelerinde Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan her biri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.[/BILGI]



Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklüğünün tecellî ettiği yerFurkân-ı Hakîm: doğruyu yanlıştan ayıran ve her âyeti hikmetlerle dolu olan Kur’ân
Rahmân: rahmeti her şeyi kuşatan AllahRahîm: şefkat ve merhametinin kişiye özel tecellîleri olan Allah
Risalet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğiZât-ı Ehad: her bir varlıkta birliği tecellî eden Zât, Allah
bâliğ olan: erişen, ulaşandelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
hâtif: gaybdan haber verenirhasat: Peygamberimize peygamberlik verilmeden önceki peygamberlik delilleri
izhar etmek: açıklamak, göstermekkevser: Cennet’te bir havuz veya nehir
kâhin: gelecekten haber verenmiraç: Peygamber Efendimizin (a.s.m) bir gece Cebrâil (a.s.) ile kâinatı gezerek Allah’ın huzuruna yükselmesi
mu’cize: Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işnamında: adında
nurânî: nur gibi etrafını aydınlatannübüvvet: peygamberlik
risale: küçük çaplı kitap; Risale-i Nur’un bölümleririsalet: bir semâvî kitaba sahip olan peygamberlik
rüyetullah: Allah’ın Cemâlini görmesalât: Peygamber Efendimiz için yapılan dua
tafsil edilen: ayrıntılı olarak açıklananteşkil etmek: meydana gelmek, oluşmak
vahdaniyet: Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışıvech-i i'câz: mu’cize olma yönü
yekûn: bütün, toplamzikredilmek: anılmak, belirtilmek
zât: kişi; Hz. Muhammed (a.s.m.)âyet: delil, Allah’ın varlığına işaret eden şey
âyât: âyetler, delilerşehadet etmek: şahitlik yapmak
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 46


Ezcümle:
Kâinatta görünen hüsn-ü san’at dahi risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) delâlet ve şehadet eden kat’î bir delildir. Zira, şu ziynetli masnuatın cemâli, hüsn-i san’at ve ziyneti izhar eder. San’at ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve ziynetlendirmek isteği mevcut olduğuna delâlet eder. Güzelleştirmek ve zînetlendirmek sıfatları, Sâniin san’atına olan muhabbetine delâlet eder. Bu muhabbet ise, masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır. İnsan dahi masnuatın en câmi ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi ve baîd bir cüzdür. İnsan zîşuur ve câmi olduğu cihetle, nazarı âmm, şuuru küllî olur. Nazarı âmm olduğundan şecere‑i hilkati tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniin makasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin muhatab-ı hâssıdır.

Evet, âmm ve şumullü olan nazar ve şuurunu Sâniin ibadetine ve muhabbetine sarf ve san’atını istihsan, takdir ve teşhirine tevcih ve nimetlerinin şükrüne istimal eden bir fert, verdiği nimetlere karşı şükür isteyen ve yarattığı mahlûkatı ibadete, şükre davet eden Sâniin has muhatap ve habibidir.

Ey insanlar! Zikredilen ahval ve şuûnatla muttasıf olan Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.), Sâniin o ferd-i ferid dediğimiz muhatab-ı hassı olmamasına imkân var mıdır? Ve tarihinizin gösterdiği nev-i beşerden en büyük insanlar arasında, bu makama daha lâyık diğer bir şahıs var mıdır?

Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rububiyet dairesidir.

İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.



Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allahahval: haller, vaziyetler
baîd: uzakcemâl: güzellik
cihet: yön, tarafcâmi: kapsamlı
cüz: kısım, parçadelâlet etme: delil olma, gösterme
ecza: parçalar, kısımlarekmel: en mükemmel
ezcümle: meselâ, örneğinferd-i ferid: eşi-benzeri olmayan tek kişi
garib: farklı, benzersizhabib: sevgili
has: özelhüsn-ü san’at: sonsuz güzellikteki sanat
istihsan: beğenme, güzel bulmaistimal eden: kullanan
izhar etmek: açıklamak, göstermekkat'î: kesin, şüphesiz
kâinat: evrenküllî: kapsamlı, geniş
levha: görünen manzara; tablomahlûkat: yaratılmışlar, varlıklar
makasıd: gayeler, istenilen şeylermasnuat: san’at eseri varlıklar
mazhar: bir şeye erişen; ayna olanmedar: sebep, vesile
mevcut: varmuhabbet: sevgi
muhatab-ı hâs: özel muhatapmuhatap: hitap edilen
muttasıf: bir nitelik ve özelliği üzerinde taşıyannazar: bakış, görüş
nev-i beşer: insanlık
risalet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği ve Allah’ın ona semâvî kitap göndermesi
rububiyet: Rablık; Allah’ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sarf: kullanma
semere: meyvesemere-i şuuriye: şuurlu bir meyve; kâinat ağacının şuurlu meyvesi olan insan
suret: biçim, şekilsıfat: nitelik, vasıf
takdir: övgütevcih: yöneltme
teşhir: ilân etme, sergilemeubudiyet: kulluk
zikredilen: hatırlatılan, söylenenzira: çünkü
ziynet: süszîşuur: akıl ve şuur sahibi
âmm: genel, kapsamlı
şecere-i hilkat: yaratılış ağacı; kâinattaki bütün varlıkların bir ağaç misali yaratılmaları
şehadet eden: şahitlik edenşumul: geniş kapsamlı oluş, kuşatıcılık
şuur: bilinç, anlayışşuûnat: hâller, işler
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Reşhalar - Sayfa: 476


Birinci levha:
Hüsn-ü san’attır

İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.

Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemâl-i ihlâsla hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabı ve o intisapla her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyleyse, bilbedâhe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbup ve makbulüdür.

Ey insan! Bu süslü masnuatı envâ-ı mehasinle tezyin eden ve bütün zîhayat olanların zevklerine, iştahlarına göre bu kadar nimetleri in’âm eden Sâni’in en kâmil, en cemîl ve ibadetine kemâl-i iştiyakla teveccüh eden ve Sâni’in mehasin-i san’atına takdir ve istihsanatıyla arş ve ferşi taraba, sevinmeye getiren ve Sâniin ihsanatına yaptığı teşekkürat ve tekbirat ile berr ve bahri cezbeye getiren şu güzel mahlûk ve masnuuna iltifat edip sözünü nazar-ı itibara almaması ve teşekküratına mukabele etmemesi ve teveccüh edip, kendisiyle konuşmaması ve iktidarına göre bütün mahlûkata bir imam ve mürşid yapmaması imkânı var mıdır?

endOfSection.gif
endOfSection.gif



Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allaharş ve ferş: gök ve yer
azîm: büyük, yüceberr ve bahr: denizler ve karalar
bilbedâhe: ap açıkcemîl: güzel
cezbe: Allah aşkıyla kendinden geçmeenvâ-ı mehasin: çeşitli güzellikler
hakikat: gerçekhas: özel
hüsn-ü san’at: san’at güzelliği, güzel san’atlarihsanat: iyilikler, bağışlar
iktidar: güç, kudretiltifat etmek: yönelmek, değer vermek
imam: önder, rehberimkân: mümkün olma, olabilirlik
intisab: bağlanma, mensup olmain’âm eden: nimetlendiren
istihsan: beğenme, güzel bulmaistihsanat: beğenmeler, güzel bulmalar
iştah: istek, arzukavî: kuvvetli, sağlam
kemâl-i ihlâs: mükemmel ve kusursuz samimiyetkemâl-i iştiyak: tam bir istek ve arzu
kâmil: olgun, mükemmellevha: görünen manzara; tablo
mahbup: sevgilimahlûk: yaratılmış varlık, yaratık
mahlûkat: yaratılmışlar, yaratıklarmakasıd: gayeler, istenilen şeyler
makbul: kabul görenmasnu: san’at eseri
masnuat: san’at eseri varlıklarmehasin-i san'at: san’at güzellikleri
mukabele etmek: karşılık vermekmuârefe: karşılıklı tanışma, bilişme; birbirini bilip tanıma
mükâleme: karşılıklı konuşmamünasebet: bağlantı, bağ
mürşid: doğru yolu gösterennazar-ı itibar: dikkate alma
nimet: iyilik, lütuf, ihsanreis: başkan
rububiyet: Allah’ın her varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için zarar verici şeylerden koruyup, onları terbiye etmesi, tedbir, tasarruf ve egemenliği altında bulundurmasıtahakkuk etmek: gerçekleşmek
takdir: övgütaraba getiren: sevinç veren
tefekkür: Allah’ı tanımak için etraflıca ve derinlemesine düşünmetekbirat: tekbirler
teveccüh etmek: yönelmektezyin eden: süsleyen
teşekkürat: teşekkürlerubudiyet: kulluk, ibadet
ubudiyet reisi: Allah'a hakiki kulluğu gösteren lider; Hz. Peygamber (a.s.m.)zîhayat: canlı, hayat sahibi

 
Üst