Peygamber Efendimiz(S.A.V)'in Örnek Ahlakı

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Peygamber Efendimizin Ağlayışı

Peygamber Efendimizin Ağlayışı

Peygamberimiz (s.a.s.)’in göz pınarları merhamet ve şefkat yaşlarıyla dolu idi. Merhametli oluşunun tabiî neticesi olarak da bazı hâdiseler O’nu ağlatırdı. Yanık bir Kur’ân okunuşu, vecdle ibadet hâli, yoksul bir çocuğun ızdırabı, Müslümanların veya kendisinin küçük yaşta ölen çocukları, beklenmedik felâketler O’nu daima ağlatırdı. Ama O’nun ağlayışı feryâd-ü figân yani sızlanma ve şikâyet değildi.

Şimdi yaşanmış birkaç hâdiseyi sıralayalım: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’i namaz kılarken gören bir sahâbi, müşahedelerini şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’in huzuruna gelmiştim. Bu esnada namaz kılıyordu. Üzerinde sanki bir ağlama hâli vardı. Bu durum o kadar belirgindi ki, kendisinden çıkan ses, ateş üzerine konmuş çömleğin kaynamasından hasıl olan seda gibiydi. (1)

İbn Abbas Hazretleri şöyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kız çocuğunu kucağına aldı, bir saat kadar böyle kaldı ve kız çocuğu ruhunu Hakk’a teslim etti. Bu sırada Ümmü Eymen yüksek sesle ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), feryât ederek ağlamaktan onu engelleyince: “Ben seni ağlarken görmedim mi ya Rasûlullah! Zaman zaman siz de ağlamıyor musunuz?” dedi. Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.) şu cevabı verdi: “Ey Ümmü Eymen, benim ağlayışım, sabırsızlıktan kaynaklanan feryâd-ü figân tarzında değildir. Ben merhametimden ağlarım. Şüphesiz mü’min her durumda hayr ister, hayr üzeredir. Ruhun kâbzolunuşu, onun için bir hayırdır, bu yüzden Allah’a hamd eder.”(2)

Şârih bu konuda şu açıklamayı getiriyor: “Peygamberimiz (s.a.s.) demek istiyor ki: Ey Ümmü Eymen! Sen ölüye ağlıyorsun, halbuki ölü, durumundan memnundur. Durumundan memnun olana ağlanır mı?”

Hz. Aişe (r.a) naklediyor. “Peygamberimiz (s.a.s.)’in süt kardeşi Osman b. Maz’un Hazretleri ölmüştü.

Peygamberimiz (s.a.s.) gelerek süt kardeşini iki gözü arasından öptü. Bu sırada gözlerinden yaşlar dökülüyordu."(3)

Peygamberimiz (s.a.s.)’in kızı Ümmügülsüm ölmüştü. Cenazesi hazırlandı, toprağa verildikten sonra Peygamberimiz (s.a.s.) kabrin bir kenarına çekilmiş içten içten ağlıyordu.(4)

Peygamberimiz (s.a.s.)’in Mısırlı Mariye’den doğma bir oğlu vardı. Peygamberimiz (s.a.s.) onu çok sevmiş ve yaşadığı sürece babalık şefkatini göstermişti. Yavrucak yaklaşık 18 aylık olunca hastalandı. Hastalığı hızla ağırlaştı. Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.), oğlunu kucağına almış ve son defa bağrına basıp öpmüştü. Gözyaşlarını tutamayarak: “Allah’ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim!” demişti.

Nihayet yavrucak, ruhunu teslim etmişti ki sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) gözleri yaşlı şöyle diyordu: “Göz yaşarır, kalb mahzun olur. Biz Allah’ın rızasına uygun olmayan bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz... Bu, Allah’ın bir emri olmasaydı, vade dolmuş bulunmasaydı, sonra gelenler öncekilere kavuşmayacak olsaydı, senin ölümüne daha çok üzülürdük oğlum!”

Gözyaşlarını gören ashâb, Peygamberimiz (s.a.s.)’e, bunun kendilerine yasaklanmış olduğunu hatırlatınca da şöyle buyurdu: “Ben üzülmeyi yasaklamış değilim, bağıra çağıra feryat ederek dövünerek ağlamayı yasakladım. Bende gördüğünüz göz yaşları, kalbteki sevgi ve acımanın eseridir...” (5)



(1) Hoca M. Raif Efendi, Muhtasar Şemâil-i Şerif Tercümesi, 221.
(2) A.g.e., 224,
(3) A.g.e., 224.
(4) A.g.e.., 225.
(5) Bk. Müslim, Fedâil, 62-63.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Efendimizin ibadeti, Kur’an Okuması Ve Dinlemesi

Efendimizin ibadeti, Kur’an Okuması Ve Dinlemesi

Hz. Peygamber (s.a.s.) ibadete düşkündü; namaz için “gözümün nuru” diyordu. Farz namazları camide, teheccüd ve benzeri nafileleri evinde kılmayı tercih ederdi. Gecenin başlangıcında yatsı namazını kılar yatardı. Üçte birlik süre içinde uyanır, bir müddet teheccüd, sonra da vitir namazını kılar, daha sonra tekrar yatar ve sabah ezanı okunur okunmaz çabucak kalkar; gerekiyorsa gusleder, gerekmiyorsa abdest alır, sünnetini evinde kılar, farzı için camiye giderdi. Toplum işleriyle yorgun düştüğü günlerin gecelerinde, bilhassa âhir ömründe teheccüdü oturarak kılardı. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükürden bir an bile geri durmazdı.

Peygamberimiz (s.a.s.), Ramazan orucuna ilâveten bilhassa Recep, Şaban ve diğer aylarda nafile oruç da tutuyordu. Müteaddit defalar umre yapmış, bir kere de hacc yapmıştı.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “En makbul amelin az da olsa sürekli yapılanı olduğunu” ashabına söylüyor, usanç doğuracak kadar aşırı nafilelerle vücuda meşakkat verilmemesini belirtiyordu. Bu hususta şöyle buyuruyordu:

“Amelleri gücünüz yettiği ölçüde yapınız. Gücünüzün dışına çıkarak kendinize meşakkat yüklemeyiniz!” “En makbul âmel, az da olsa devamlı yapılanıdır.”

Peygamberimiz (s.a.s.) ibadetler konusunda kendisi nasıl davranıyorsa örnek alınmasını, buna bir şey ilâve edilmemesini veya bir şey eksiltilmemesini ısrarla ifâde ediyordu. Sahabeden her gece, uykusuz ve ibadetle sabahlayanı, eşiyle ömür boyu yakınlaşmamaya azmetmiş olanı ve farz dışında bütün yıl boyunca ara vermeksizin oruca niyetleneni bu tutumlarından dolayı kınamıştı. Çünkü o, gecenin bir bölümünde ibadet ediyor, bir bölümünde de uyuyup istirahat ediyordu. Farz dışında bazı günler oruçlu oluyor, bazı günler de iftar ediyordu, eşleriyle de gerektikçe yakınlaşıyordu. Çünkü Rasûlullâh (s.a.s.) halktan biriydi ve genel olarak bir ferdin ihtiyacı ne ise onu İslâm ışığında örnek olarak gösteriyordu.

Peygamberimiz (s.a.s.) Kur’ân okurken kelimeler gayet açık bir şekilde anlaşılırdı, medlere riâyet ederdi; bazen yüksek sesle, bazen de içinden sessizce okuyordu... Sesi sedası gayet güzeldi. Sesli okurken başka evdekiler duymazdı, ancak odadakiler duyardı. Hiç bir zaman sesi çıktığı kadar alabildiğine bağırarak okumazdı. Tatlı ve yumuşak bir sesi olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yakıcı ve etkileyici bir okuyuşa sahipti. O, Kur’ân okurken dinleyenleri bir vecd kaplar ve kendilerini sanki bir başka âlemde hissederlerdi. Teğannide aşırı gitmezdi. Teğannisi tabiîydi, yani ahenkli okumayı severdi.

Peygamberimiz (s.a.s.) başkası okurken dinlemeyi de çok severdi.

Birgün Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’dan Kur’ân okumasını istedi. O zât Kur’ân’ın kendisine vahyolunduğu Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda okumaktan tereddüt ettiyse de Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ben Kur’ân-ı başkasından dinlemeyi severim!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ud (r.a), Nisa Suresini okumaya başladı...

“... Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed seni de bunlara şahid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?” âyetine gelince Rasûlullâh (s.a.s.)’in gözlerinden yaşlar akıyordu. (1)



(1) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İbadetleriyle ilgili nakiller için b k. Tirmizi, Şemâil,44-52;Hoca M. Raif Efendi, a.g.e., 193-217; H. Nakşibendi, Şemail Terc.225-257;İbn Ke’sir,ŞemaiKi’r Resul, mtc.N.Erdoğan, 116 vd.d; Aliyyü’l-Kari, Şerh-i Şifâ, I, 181 vd.d; İbn Sa’d, Tabakat, I, 375-388.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Efendimizin(S.A.V) Çocuk Sevgisi Çocuklara Şefkati

Efendimizin(S.A.V) Çocuk Sevgisi Çocuklara Şefkati

Hz. Aişe (r.a.)’nin anlattığına göre, bir defasında bedevîlerden bir grup Rasûlullâh (s.a.s.)’ın huzuruna gelmişlerdi. Bunlar bir münasebetle: “Sizler çocuklarınızı öper sever misiniz?” dediler. Sahâbiler: “Evet!” cevabını verdiler. Bedevîler: “Fakat Allah’a yemin ederiz ki, bizler öpüp okşamayız” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.):

“ Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?” buyurdu.(1)

Hz. Enes (r.a.) diyor ki: “Rasûlullâh (s.a.s.) biz çocukların
arasına karışır ve (güler yüzle bize şaka yapar)dı.”(2)

“Çocukları hakkıyla sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, onları çeşitli tehlikeler karşısında korumayı cehennemden kurtuluşa vesile sayan” Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in çoluk çocuğuna düşkünlüğünü Enes b. Mâlik (r.a) şöyle nakleder: “Ben Rasûlullâh (s.a.s.) kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhameti olan hiçbir kimse görmedim. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in oğlu İbrahim, Medine’nin yüksek taraflarındaki köylerin birinde süt annesinin yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) -biz de beraberinde olduğumuz hâlde- onun yanına giderdi. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.) o eve gitmişti ki, ev o sırada duman içindeydi. Çünkü İbrahim’in süt babası bir demirciydi. Peygamberimiz (s.a.s.), İbrahim’i kucağına alır, onu öper, sonra da geri dönerdi.”(3)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) özellikle yetim ve yoksul çocuklarla yakından ilgilenir, kız çocukları arasında hizmetçi ve işçi gibi çalışmak mecburiyetinde kalanlara da merhametle davranır, onların her istediğini dinler, her ihtiyacını gidermeye çalışırdı. Nakledeceğimiz şu hâdise bu açıdan enteresandır:

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in cebinde on lirası (on dirhem) vardı. Dört lirasına elbiseciden bir gömlek aldı. Dışarıya çıkınca yoksul bir Medineli: “Ey Allah’ın Rasûlu, o gömleğe çok ihtiyacım var, onu bana verir misin?” dedi.

Peygamberimiz (s.a.s.), gömleği yoksula verdi. Elbiseci dükkânına tekrar girdi, geri kalan paranın dört lirasına kendisi için bir gömlek satın aldı.

Dışarıya çıkınca küçük bir kızın ağladığını gördü. Hemen yaklaşıp sebebini sordu. Bir evde hizmetçilik yapan bu küçük kız: “Ev sahibim bana un almak için iki lira vermişti, onu kaybettim, onun için ağlıyorum” dedi.

Peygamberimiz (s.a.s.) son kalan iki lirayı da bu kızcağıza verdi. Fakat küçük kız ağlamaya devam ediyordu.

Peygamberimiz (s.a.s.) tekrar sordu: “Kaybettiğin iki liraya yeniden kavuştun, hâlâ niçin ağlıyorsun?”

Kız: “Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum!” cevabını verdi.

Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.), küçük kızın elinden tuttu: “Korkma yavrum, gel benimle!” dedi. Onu eve kadar götürdü, önce selâm verdi. Ancak üçüncü selâmında kapı açıldı. Peygamberimiz: “İlk selâmımı duymadınız mı?” deyince “Duyduk ama selâmınızın artmasını ve sesinizi daha çok duymayı arzu ettik. Sana canımız feda ey Allah’ın Rasûlü, buraya kadar niye zahmet ettiniz?” dediler.

Peygamberimiz (s.a.s.): “Şu kızcağız, geç kaldım diye dövülmekten korkuyordu da bunu size kadar getirdim.” cevabını verdi. Ev sahibi: “Ey Allah’ın Rasûlü, sizin evimize gelmenize sebep olduğu için bu hizmetçi kızı (cariyeyi) âzâd ediyorum. Artık hürdür” deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah’ın bana verdiği on lira ne kadar bereketli imiş! Allah onunla peygamberine ve Medineli bir yoksula birer gömlek giydirdi, bir kız çocuğunu da sevindirdi, hürriyetinin bağışlanmasına vesile oldu! Şüphesiz bize sonsuz gücüyle rızık veren O’dur.”(4)


(1) Müslim, Fedâil, 64 (M. Sofuoğlu tercümesi, VII, 197):

(2) Tecrid, XII, 152/2003; Hz. Peygamber (s.a.s.) çocuklara selâm verirdi. Bk. îbn Sa’d, Tabakat, I, 382.

(3) Müslim, Fedâil, 62 ( VII, 196).

(4) İbn Kesir, a.g.e., 78.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Peygamberizin(S.A.V) Anne Sevgisi

Peygamberizin(S.A.V) Anne Sevgisi

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.) annesi Amine Hatun’u, altı yaşında küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Ancak, şayet annesi sağ olsaydı ömrü boyunca ona göstereceği sevgi ve saygının ne kadar samimî ve içten olacağını tahmin etmek zor değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde anne ve baba haklarıyla ilgili emir ve tavsiyeler, Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, yaşlandığında şayet yanında olsaydı ebeveynine nasıl davranacağı hakkında bize ipucu vermektedir.

Önce Kur’ân ve hadislerden konu ile alâkalı birkaç misâl nakledelim:

Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Allah’a kulluk edin, O’na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve eliniz altında bulunan kimselere iyilik edin.” (Nisa,4/36) “ Biz insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir...” (Lokman, 31/14)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır.” (Tirmizi, birr ve sıla, 3) “Büyük günahların en büyüğü Allah’a ortak koşmak ve anne-babaya karşı gelmektir.” (Tirmizi, birr ve sıla, 4) “Kendisiyle en çok ilgilenilmesi, ihtiyaçlarının evvelemirde karşılanması ve kendisine yakın olunması gereken kimdir?” diye sorulunca da Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) üç kere “Annendir” buyurdu, dördüncüde “Babandır” diye ekledi. (Buharî, Edeb, 2)
Görüldüğü gibi yukarıda mealleri verilen âyet ve hadislerde anne babaya sevgi ve saygı konusunda hassasiyetle durulmaktadır.

Şimdi de annesi ile alâkalı bir hatırasını ve anne mevkiindeki hanımlarla alâkalı davranışlarını sıralayarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, annesi sağ olsaydı ona nasıl davranacağını ve bu mevzuda Müslümanlara nasıl örnek teşkil ettiğini göstermeğe çalışacağız:

Hz. Peygamber (s.a.s.), Hudeybiye Umresinde Mekke’ye giderken Ebva’ya uğramıştı. Cenâb-ı Allah’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyaret etti. Ziyaret esnasında kabri eliyle düzeltti, teessüründen ağladı. Rasûlullah (s.a.s.)’in ağladığını gören Müslümanlar da ağladılar. Bu sırada, “Niçin ağladığını” soranlara, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Annemin benim hakkımda şefkat ve merhametini hatırladım da ağladım” cevabını verdi.

Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe, Peygamberimiz (s.a.s.) doğduğunda bir hafta kadar emzirmişti. Peygamberimiz (s.a.s.), hayatı boyunca bu hanıma çok iyi davranmış ve iyilik etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Medine’ye göç ettiğinde ona sürekli olarak yiyecek gönderir, gidip gelenler aracılığıyla devamlı selâm yollar, hâl hatır sorardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu ilgisini Süveybe Hatun ölünceye kadar devam ettirdi. Hatta onun ölüm haberini aldıktan sonra da Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), bir yakını olup olmadığını soruşturmuş, kimsesi olmadığını tesbit etmişti.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in süt annesi Halime Hatun, bir defasında Mekke’ye gelmiş ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e “Yaman bir kıtlık geçirmekte olduklarını, kuraklıktan hayvanların kırıldığını...” söylemişti. Bu sırada Hz. Hatice (r.a) ile evli olan ve henüz Mekke’de bulunan Peygamberimiz (s.a.s.), Halime Hatun’a kırk koyun ile, binip gitmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve vermişti. Yine bir gün süt annesi Halime, Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna gelmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) hemen ayağa kalktı: “Anneciğim! Anneciğim!” diye hürmet ve muhabbet gösterdi, abasını sererek üzerine oturttu.

Ümmü Eymen Bereke (r.a.)yı da burada rahmetle analım.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), uzun süre kendisine hizmet eden bu hanımı çok sever sayardı. Peygamberimiz (s.a.s.) bu hanıma o kadar hürmet ederdi ki; “Sen benim ikinci annem sayılırsın” derdi. Bu ifade, Peygamberimiz (s.a.s.)’in dadısı Ümmü Eymen’i annesi kadar sevdiğini, onu kendisine ve kendisini ona annesi kadar yakın hissettiğini belirtmesi bakımından enteresandır. Ümmü Eymen’in cariye statüsünde yetişmiş bir kadın olduğu dikkate alınırsa Peygamberimiz (s.a.s.)’in ona “Annem” diye hitab etmesinin mânâ ve önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü câhiliye çağı Araplarında cariyeler her çeşit insanî ve tabiî haklarından mahrum idiler. İşte böyle bir vasatta da Hz. Peygamber (s.a.s.), Ümmü Eymen’i anne mevkiine yükseltiyordu.

Burada bir de Ebu Talib’in hanımı Fatma Hatun’a değinmekte yarar var. Bu hanım, sekiz yaşından itibaren evine gelen Peygamberimiz (s.a.s.)’ e öz oğulları gibi davranmış ve O’nu bağrına basmıştı.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) küçükken kendisine hizmeti geçen diğer kadınlara olduğu gibi, Fatma Hatun’a da ömrü boyunca iyi davranmış, hürmette kusur etmemişti. Bu cümleden olarak onu sık sık ziyaret eder, hatırını sorardı. Fatma Hatun öldüğünde Hz. Peygamber (s.a.s.) “Annem öldü” ifadesini kullanmış, gömleğini kefen olarak vermiş ve kabre eliyle indirmişti. Çevresindekiler, Fatma Hatun’un ölümü karşısında Peygamberimiz (s.a.s.)’in gösterdiği sıcak alâkanın sebebini sorduklarında şöyle cevap verdi:

“Ebu Talib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan hiç bir kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen olarak verdim. Kabre ısınması, alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, Fatma Hatun’un ölümü karşısındaki üzüntüsünden hayret edenlere söylemiş olduğu şu söz daha enteresandır: “O benim annemdi! Kendi çocukları aç durur, suratlarını asarlarken o, önce benim karnımı doyurur, saçımı tarardı, o benim annemdi!”(1)

Bu tarihî hakikatleri sıraladıktan sonra rahatlıkla ifade edebiliriz ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.)’de anne sevgisi çok kuvvetli idi.

Annesi Amine Hatun’un kabrini ziyaret etmesi, teessüründen gözyaşı dökmesi; büyüdüğünde -vaktiyle kendisine çok az bir süre de olsa süt emziren- Süveybe’ye çeşitli yardımlarda bulunması, süt annesi Halime’ye rastladıkça “Anneciğim, anneciğim!” diye hitap etmesi ve eksikliklerini gidererek yardımda bulunması; öz annesinin yokluğunu hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösteren Ümmü Eymen’e: “Sen benim ikinci annem sayılırsın.” diyerek teşekkür etmesi, keza uzun bir süre sofrasında yemek yediği amcasının eşi yengesi Fatma Hatun için “O benim annemdi!” demesi, Peygamberimiz (s.a.s.)de anne sevgisinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.

Böylece Müslümanlar her konuda olduğu gibi anneye sevgi ve saygı konusunda da en güzel örnekleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şahsında görmektedirler.


(1) Bk. Ahmed b. Ebi Ya’kub b.Ca’fer, Tarihu’l-Ya’kubi,II, 14.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Efendimiz(S.A.V) in Şakası

Efendimiz(S.A.V) in Şakası

Hz. Peygamber (s.a.s.) dinî tefekküre engel teşkil eden, kindarlık ve çekememezlik doğuran, vakar ve ağırbaşlılığı gideren şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları kendisi yaptığı gibi ashabının da birbirine yapmasına mâni olmazdı. Şimdi birkaç misâl verelim:

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) yanına on yaşında bir çocuk iken gelen ve uzun süre terbiyesi altında kalan Enes b. Mâlik (r.a)’a “iki kulak sahibi” diyordu. Âlimler bu sözü Rasûlullâh (s.a.s.)’in; “Hz. Enes (r.a)i, konuşulanı dikkatle dinlemeye, anlamaya özendirmek için yapılmış bir lâtife” olarak yorumlarlar.(1)

Hz. Enes (r.a) nakleder: Sür’at-i intikali ve anlayışı kıt bir kişi Hz. Peygamber (s.a.s.)den bir binek hayvanı istedi.

Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Ben seni dişi deveden doğmuş bir hayvana bindirmek istiyorum” deyince adam: “Ben yavru hayvanı ne yapayım? O beni taşıyamaz ki!” demekten kendini alamadı. Peygamberimiz (s.a.s.), sözündeki inceliği kavrayamamış olan kişiye: “Devenin küçüğünü de büyüğünü de dişi deve doğurmaz mı? Benim kastettiğim, dişi deveden doğmuş ve insanı taşıma çağına gelmiş büyük devedir” diye açıklama yapmak durumunda kaldı.(2)

Yine Hz. Enes (r.a) nakleder: Çölden şehre geldikçe çiçek, meyve ve bitkilerden hediye getiren Zahir adlı kimseye Peygamberimiz (s.a.s.): “Zahir bizim badiyemiz (tarlamız)!” diye takılır, “Biz de onun şehriyiz!” diye eklerdi. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.s.) de çöle dönen Zahir’e şehir ürünlerinden alır verirdi.

Bir gün Zahir çölden gelmiş, pazarda mallarını satacak yer ararken Peygamberimiz (s.a.s.) takip etmiş ve onu arkasından yakalayıp elleriyle gözlerini kapatmıştı. Zahir: “Kimdir o?” derken, göz ucuyla süzünce Rasûlullâh (s.a.s.) olduğunu anlamıştı. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.) şaka ile: “Bu köleyi kim alacak?” diyor; Zahir: “Bana kimse kıymet biçmez Ya Rasûlullâh! Zira benim yüzüm çirkindir!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Zahir, dıştan bakanlara göre öyle fazla kıymet biçilmezse de senin Allah katında değerin çok büyüktür.”(3)

Bilhassa bu misâlde görüyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.s.), bir pazarcı esnafı ve bir köylü ile şakalaşıyor. Peygamber (s.a.s.), böylesine halkın arasında idi, onlardan biriydi.

Hasan-ı Basrî Hazretlerinden naklolunduğuna göre, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna yaşlı bir kadın (rivayete göre Zübeyr b. El Avvam’ın annesi Safiyye) gelir ve: “Yâ Rasûlullâh, cennete girmem için Allah’a dua eder misin?” der. Peygamberimiz (s.a.s.) buna, şaka ile: “Yaşlılar cennete giremez” deyiverir. Kadın buradaki lâtifeyi anlamamış olacak ki, ağlayarak geri gider. Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.) orada bulunan sahâbilere: “Varın Safiyye kadına haber verin, Cenâb-ı Hakk yaşlı kadınları 33 yaşına indirip gençlik hâlleriyle cennetine alacaktır!” buyurur.(4)

Meşru ve makul şakaları yapabilmek, o insanlara karşı samimî ve iyi niyetli olmayı gerektirir. Görüldüğü gibi Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı bir kadına bile şaka yapabilmektedir ki, bu O’nun her zümreden insana sıcak ve samimî bir sevgi beslediğini gösterir.


(1) Hoca M. Raif Efendi, a.g.e., 172.

(2) İbn Kesir, a.g.e., 91.

(3) İbn Kesir, a.g.e., 92 vd.

(4) İbn Kesir, a.g.e., 94; M. Raif Efendi, a.g.e., 176; Vakıa Suresi’nin 35 - 38. âyetlerinde islâm hanımlarının gençleşerek cennete girecekleri bildirilmektedir.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Efendimiz(S.A.V) in Şairlere İlgisi

Efendimiz(S.A.V) in Şairlere İlgisi

Mescid-i Nebi’nin yapılışında Peygamberimiz (s.a.s.) de bir işçi olarak çalışıyordu. Kendisine: “Ne olur siz istirahat buyurunuz, kerpiçleri biz taşıyalım ey Allah’ın Rasûlü!” diyenlere: “Siz de başka kerpiç ve taşları taşıyın!” der ve aralıksız taşımaya devam ederdi. Tabi ki, bu durum, Muhacirler ve Ensar için enerji kaynağı idi. Çünkü bu Mescid, yükselişi, ilerlemeyi, cemaatleşmeyi temsil ediyordu; umutlu istikbalden müjdeler sunuyordu. Müslümanların artık, korku ve endişe içinde kırda, mağaralarda, gözden ırak yerlerde namaz kılmaya mecbur kaldıkları günler gerilerde kalmıştı. İşte bu şanlı mabedin yapımını adım adım takip eden Peygamberimiz (s.a.s.), sevinç içinde -Abdullah b. Revâha (r.a)’ya ait olduğu sanılan- şu beyitleri okuyordu:

“Ey Rabbimiz! Yüklenip taşıdığımız şu kerpiç yükü, Hayber’in hurma ve üzüm mahsulleriyle dolu yükünden daha hayırlıdır ve daha temizdir. Şüphesiz ki hakikî hayır ve menfaat, âhiret ecir ve sevabıdır. Allah’ım! Sen Ensar’a ve muhacirlere merhamet buyur.”

Benu Temim heyeti Medine’ye geldiler ve Mescid’e giderek -biraz da sert bir üslupla- Hz. Peygamber (s.a.s.)’i evinden çağırdılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunların kabalığını hoş görerek yanlarına çıktı. Benu Temim, şâir ve hatiplerine izin verilmesini istediler. Hz. Peygamber (s.a.s.) müsaade verdi.

Bunun üzerine Benu Temim’e ait şâir ve hatipler kendi kabilelerini öven şiirler söylediler, nutuklar verdiler. Bunlara karşı Hz. Peygamber (s.a.s.)’in emriyle hatip olarak Sabit b. Kays, şair olarak da Hasan b. Sabit ve Kâ’b b. Malik cevap verdiler. Sonunda kafilenin ileri gelenlerinden Akra b. Habis İslâm şair ve hatiplerinin kendi hatip ve şairlerinden üstün olduğunu, onların söylediği sözlerin daha parlak, daha etkili ve daha manâlı olduğunu; ayrıca ifadelerinde bir tatlılık, bir akıcılık bulunduğunu itiraf etti. Böylece Benu Temim heyeti topyekün Müslüman oldular.(1)

Ka’b b. Züheyr câhiliye devrinde ünlü bir şair olarak tanınırdı. Kardeşi Buceyr Müslüman olmuştu. Ancak buna Ka’b’ın canı fena hâlde sıkılmış ve onu hicveden bir şiir yazıp göndermişti. Buceyr bunu Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e de göstermişti. Kâ’b bu şiirinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’e hakaret ediyor, onun hakkında “memur” tabirini kullanıyordu. Araplar bunu, cinlerle ilişki kuranlar hakkında kullanırlardı. O devirde hitabet ve şiir kılıçtan daha keskin iki etkili silâhtı. Ve Kâ’b bu silâhı İslâm’ın aleyhine olarak harekete geçirmiş, esasa müteallik hususlara ve kutsî değerlere saldırmıştı. Hz.Peygamber (s.a.s.) şahsı ile alâkalı hususları bağışlardı, ama ortada kutsî değerlere bir hakaret söz konusu ise hemen harekete geçer ve mütecavize haddini bildirirdi. İşte bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.) Kâ’b b. Züheyr hakkında, gıyabında idam kararı verdi. Nerede bulunursa hemen idam edilecekti.

Kardeşi Buceyr, şayet Kâ’b gelip Müslüman olursa bağışlayıp bağışlamayacağını Rasûlullâh (s.a.s.)’tan sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bağışlayacağını öğrenince kardeşine Medine’ye gelip Müslüman olmasını, aksi hâlde durumunun kötüye gideceğini bildirdi. Birgün Peygamberimiz (s.a.s.) Mescid’de sohbet ederken Kâ’b bir bedevî kıyafetiyle huzura girdi, Müslüman oldu ve bey’at verdi. “Sonra da Kâ’b gelip de bey’at etseydi bağışlar mıydınız?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “işte Kâ’b huzurunuzdadır” diyerek kendisini bildirdi. Şair, o sırada irticali olarak bir şiir söyledi.

“Peygamber (s.a.s.) dünyayı aydınlatan bir meş’aledir, ışık saçarak etrafı aydınlatan bir nurdur, şerri kesmek üzere gönderilmiş Allah’ın bir kılıcıdır...” mısralarına gelince Peygamberimiz (s.a.s.) son derece hoşlanmış ve memnuniyetinin bir belirtisi olarak sırtındaki bürdeyi (hırkayı) şâire armağan etmişti. Bu sebeple bu şiir ilerde “Kaside-i Bürde” diye şöhret yapmıştır. (2)

Hz. Enes anlatır: Hicretin altıncı yılında Peygamberimiz (s.a.s.) 1400 kişi ile umreye niyetlendi, fakat o yıl Kureyşliler şehre sokmadılar, bu yüzden geri dönüldü. Ertesi yıl aynı kafile umreye gitti. Ashabın şairlerinden Abdullah b. Revâha (r.a) bu sırada şu mânâya gelen şiirini okuyordu:

“Ey kâfir soyu! Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yolundan savulun! Bugün nusret ve zafer bizimdir. Eğer kötülükle önümüze çıkarsanız sizi perişan ederiz ki, başlarınızı bedenlerinizden giderir, size hücumumuz dostu dosta unutturur...” Bu sırada Hz. Ömer (r.a) müdahale ederek: “Burası Harem-i Şeriftir, edep yeridir. Rasûlullâh (s.a.s.)’in huzurunda ve Harem’de şiir söylemen yakışık alır mı?” derse de Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ey Ömer! İbn Revâha’yı kendi hâline bırak! (Şiir söylemesine engel olma!) Zira İbn Revâha’nın sözlerinin kâfirlere etkisi ok atmanın etkisinden daha kuvvetlidir.” (3)

Cabir b. Semure’nin bildirdiğine göre “Ashâb-ı Kiram, Peygamberimiz (s.a.s.)’in de aralarında olduğu zamanlarda câhiliye devrinde geçen şeylerden söyleşirler, karşılıklı şiir söylerlerdi de Peygamberimiz (s.a.s.) susar veya tebessüm ederdi.”

Şemail ile ilgili eser sahibi Hoca M. Raif Efendi bu şiirlerin muhtevası ile alâkalı iki misâl verir:

Ashâb-ı Kiram’dan biri, câhiliye devri ile alâkalı bir hâdiseyi şiirlerinde şöyle naklediyordu: “Hiç bir kabilenin putu bizim kabilenin putu kadar kendine tapanlara fayda verici olmadı. Zira biz putumuzu süt kurusundan imâl etmiştik. Günün birinde bir kıtlık olmuştu da putu parça parça edip kabile fertlerine taksim ettik. Böylece hem kabile hem de bizim ev halkı kıtlıktan kurtuldu.”

Ashâb’dan bir diğeri de şiir yoluyla câhiliye devrindeki bir hatırasını naklediyor: “Kabile olarak taptığımız putun üstüne bir tilki çıkıp yüzüne gözüne pisledi, hatta putun gözü pislikten kapandı. Ben bu durumdan etkilenip, bu nasıl ilâhlıktır! Tilki gelip üstüne pisliyor da o hiç bir güç gösteremiyor, diye düşündüm, işte bu hâdiseden sonra ben puta tapmaktan vazgeçip Müslüman oldum.” (3)

İşte ashabın, Rasûlullâh (s.a.s.)’in da bulunduğu topluluklarda câhiliye devri ile alâkalı söyledikleri şeyler, câhiliye devri geleneklerini kötüleyen bu kabil şeylerdi.

Böylece eskiden önem vererek gittikleri putperestlik an’ane ve şiirlerinin Kur’ân’ın fesahat ve belagatının yanında ne kadar gülünç ve önemsiz olduğunu da anlamış oluyorlardı.

Şerid es Sakafî diyor ki: Bir yere gitmek üzere Rasûlullâh (s.a.s.) bir hayvana binmişti, ben de terkisine binmiştim. Giderken Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimize Umeyye b. Ebi Sait’in şiirlerinden okuyordum. “Allah’ın birliği ve öldükten sonra tekrar dirilme”den bahseden mısraları okudukça Peygamberimiz (s.a.s.) hoş görerek daha da okumamı istiyordu. Bu şekilde yüz beyit okumuştum.

Tamamladıktan sonra Peygamberimiz (s.a.s.) “Umeyye, Müslümanlığa yaklaşmış!” buyurdu. (5)

Hz. Aişe (r.a)’den naklolunuyor: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Mescid-i Nebi’de şair Hassan için yüksekçe bir yer yaptırmıştı, oraya çıkarak Rasûl-i Ekrem Hazretlerinin (s.a.s.) na’tını okurdu. Müşriklerin ehl-i İslâmı hicivlerini reddeder, Müslümanları över, inkârcıları kötülerdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) buyururlardı ki: “(Cenâb-ı Hakk -müşriklerin ezasını defeyledikçe- Hassan’ı ruhulkudüs ile teyit etsin! Allah ona Müslümanların yanında ve düşmanlara karşı üstün şiir ilhamı versin!)”


(1) Halebi, III, 219; İbn Sa’d, II, 293; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, IX, 31 d.

(2) Ibn Hişam, es-Sire, IV, 146; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, I, 319-321; A. Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hâtemü’l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, 348 vd.

(3) Hoca M. Raif Efendi, a.g.e., 181 - 182.

(4) Hoca M. Raif Efendi, a.g.e., 182 - 183.

(5) A.g.e., 178.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
İnsanların Kalbini Kazanması

İnsanların Kalbini Kazanması

Buhârî’de naklolunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Necd tarafına bir askerî birlik göndermiş, bölgede yürütülen askerî harekât neticesinde Benu Hanife’den Sümame b. Asal adlı biri esir alınarak Medine’ye getirilmiş ve Mescidin direklerinden birine bağlanmıştı. Rasûlullâh (s.a.s.), Mescide çıktığında: “Ey Sümame, gönlünden ne geçiriyorsun?” diye sordu. Sümame şu cevabı verdi:

“Gönlümde hayır ümidi var ey Muhammed! Şayet sen beni öldürürsen kanlı bir caniyi öldürmüş olursun, eğer kurtuluş akçesi için mal istersen, ne kadar istersen veririm!”

Peygamberimiz (s.a.s.), ona Müslüman olmasını söyledi, fakat Müslüman olmadı. İkinci ve üçüncü gün de böyle devam etti. Karşılıklı sorular cevaplar tarzında konuşmalar oldu, fakat Sümame bir türlü Müslüman olmaya yanaşmıyordu.

Rasûlullâh (s.a.s.) bir süre daha geçince Sümâme’nin salıverilmesini ashabına emretti. Böylece Sümame hiç bir karşılık alınmaksızın salıverildi. Acaba Sümame ne yapacaktı? Herkes bunu merak ediyordu. Çoğu kimsenin memleketine döneceğini sandığı bir sırada Sümame, yıkanıp temizlenmiş olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna geldi, Müslüman olarak şöyle dedi:

“Ey Muhammed! Vallahi şu yer üzerinde bana senin yüzünden daha düşman bir yüz yoktu. Fakat bu sabah, senin mübarek siman bana, yüzlerin en sevimlisi göründü. Vallahi ben dinler içinde en çok senin dinine düşmandım.
Fakat bu sabah senin dinin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi ben memleketler arasında en çok şu senin şehrinden nefret ediyordum. Fakat bu sabah, senin içinde bulunduğun şehir bana göre şehirlerin en sevimlisidir.”

İbn Hişam’ın “es-Siretü’n Nebeviyye” adlı eserinde şu bilgiler yer alıyor: Müslüman olduktan sonra da Sümâme’ye yemek çıkarıldı, sabah akşam deve sütü ikram edildi. Daha düne kadar hepsini yiyip içtiği hâlde doymaz gibi davranan Sümâme’ye bugün aynı miktar yemek ve sütün fazla gelmiş olması, sahabeyi hayrette bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu yorumla sahabenin merakını giderdi:

“Bunda şaşılacak bir şey yok! inkârcı hiç doymayacakmış gibi, sanki yedi ağzı ve yedi midesi varmış gibi yer. Müslüman ise açgözlü değildir, o bir ağzı ve bir midesi olduğunun farkındadır.”

Birkaç gün sonra Sümâme, Rasûlullâh (s.a.s.)’in tavsiyesi üzerine umre için Mekke’ye gitti. Mekke ileri gelenleri, İslâm’a girdiği için onu kınamak isterlerse de o aldırış etmez, umre ziyaretini tamamlar. Ancak müşriklerin bu tavırlarına kızarak memleketine dönünce Mekkeliler için çok önemli olan buğday sevkiyatını durdurur. Yani Mekkelilere ambargo koyar.

Bunun üzerine Mekkeliler Hz. Peygamber (s.a.s.)’e mektup yazarlar, İslâmiyet’in akraba ve sıla-i rahim konusundaki emirlerini de hatırlatarak zahire sevkiyatının tekrar başlatılmasını isterler. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Sümâme’ye mektup gönderir. Böylece Yemâme bölgesinden Mekke’ye zahire sevkiyatı tekrar başlamış olur.

Bu olaydan anlıyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.s.), bir insanı İslâm’a kazanmayı dünya ve içindeki her şeyden daha kıymetli tutmaktadır. Ayrıca henüz Müslüman olmadıkları hâlde Mekkelilere zahire sevkiyatını başlatması ve insafı elden bırakmaması da dikkati çekmektedir. (1)



(1) Tecrid, X, 374 vd./1647; İbn Hişam, es-Sire IV, 287 vd.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
İç Barışa Önem Vermesi

İç Barışa Önem Vermesi

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), iç barışa fevkalâde önem vermiş, ihtilâfları anında bastırmaya çalışmış dargınları barıştırmış, kavgaları önlemiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in bildirdiğine göre Allah en çok sulh olmaya yanaşmayan inatçı hasım kişiye buğzeder.(1)Şu da enteresandır ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “insanların aralarını bulmak için aslı olmadığı halde bir hayrı söyleyen”in yalancı sayılmayacağını belirtmiştir.(2)

Bu konuyu Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in, iç barışı sağlamak ve insanların arasını ıslah ile alâkalı çalışmalarından bazı misalleri naklederek tamamlayalım:

Müreysî Gazâsı’nda aynı adla anılan kuyu başında, Ensardan bir zat ile Muhacirlerden biri arasında bir münâkaşa çıkmıştı. Her iki taraf da yardımcılar çağırınca iş alevlenmişti.

Ortalıkta neredeyse bir kavga çıkacaktı Münafıklar da bu münâkaşayı körüklüyorlar, esasen öteden beri arzu ettikleri bir kavgayı başlatmak istiyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) hâdiseden haber alır almaz hemen oraya gitmiş ve iki tarafı barıştırmıştı.

Kubalılardan Amr b. Avf oğulları arasında kavga çıkmıştı.

Hatta birbirlerine taş atmışlardı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hazretleri ashabdan Übeyy b. Kâ’b (r.a) ve Süheyl b. Beyzâ (r.a) gibi bazı zatları da yanına alarak hâdise yerine gitti. Anlaşmazlığı önlemeye ve kavgayı yatıştırmaya çalıştı. Hatta bu sırada namaz vakti girmişti ve Hz. Bilâl (r.a) ezan okumuştu. Biraz beklendiği hâlde Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hazretleri hâlâ gelmeyince Hz. Bilâl (r.a), Ebu Bekir (r.a)’a hitaben: “Rasûlullâh (s.a.s.) insanların arasını ıslâh ile meşgul, istersen namazı sen kıldırıver..” dedi. O da namaza durdu. Sonra Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) namaza gelip birinci safa durdu. Hz. Ebu Bekir (r.a) geri çekildi ve mihraba Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) geçerek namazı kıldırdı.(3)

Görüldüğü gibi Rasûlullâh (s.a.s.), namazın bir süre gecikmesini göze almış, fakat Müslümanlar arasındaki kavgayı sona erdirme çalışmasını terk etmemiştir. Bu işi halletmiş ve sonra namaza gelmiştir. Bu, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hazretlerinin iç barışa ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Birgün Hz. Peygamber (s.a.s.), kendi evinin önünde bir alacak davasından hasımların yüksek sesle tartıştıklarını duydu. Borçlu, alacaklıya, alacağının bir kısmını bağışlamasını istiyor; alacaklı ise: “Vallahi bağışlamam!” diye yemin edip duruyordu.

Hz. Peygamber (s.a.s.) derhâl hâdiseye müdahale etti ve neticede alacaklı, alacağının yarısını bağışladı, diğeri de geri kalan yarısını verdi. Böylece kavgaya dönüşme ihtimali olan bir tartışma Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.)’in araya girmesiyle derhâl önlenmiş oldu.(4)

Hudeybiye Andlaşmasındaki bir maddeye göre Rasûlullah (s.a.s.), ertesi yıl Mekke’ye ashabıyla gelebilecek ve üç gün içinde Umre ziyaretini yapabilecekti, öyle de yaptı. Umreden dönüşünde önüne çıkan ve “Amcacığım!” diyen Hz. Hamza’nın kızını Medine’ye götürdü. Medine’ye varınca bu kızcağızı eve götürüp onun bakımını üstlenmek hususunda Hz. Ali (r.a), Hz. Ca’fer ve Hz. Zeyd b. Harise (r.a) arasında tartışma çıktı. Hz. Ali: “O, benim amcamın kızıdır!” diyordu.

Hz. Ca’fer (r.a) de böyle diyor ve “Ayrıca teyzesi benim nikâhım altındadır!” diye ekliyordu. Zeyd b. Harise (r.a) ise “O benim kardeşimin kızıdır, bana herkesten daha yakındır” diyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) sağlığında Hz. Hamza ile Zeyd’i (r.a) kardeş ilân etmişti.

Hz. Peygamber (s.a.s.) teyzesi nikâhı altında bulunduğu için kız çocuğunun bakımını Hz. Ca’fer (r.a)’e verdi. Ve bu üç zattan her biri hakkında iltifatta bulundu.(5)

Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri, Bilâl-i Habeşî Hazretlerini: “Kara kadının oğlu!” diye ayıplamıştı.

Bu söz Peygamberimiz (s.a.s.)e ulaşınca, Ebu Zerr’i: “Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zerr (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilâl (r.a), ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilâl (r.a), bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr Hazretlerinin ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.(6)



(1)Mansur Ali Nasıf, et—Tacül-Camiu Li’l-Usul Fi Ahâdisi’r-Resul, mtc. Bekir Sadak, III, 138 (Buhâri-Müslim).

(2) Tecrid, VIII, 111/1156.

(3) Tecrid, VIII, 114-115/1157.

(4) Tecrid, VIII, 129/1160.

(5) Tecrid, VIII. 119/1158.

(6) Tecrid, I,-42 vd.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Ticarî Hayata Önem Vermesi

Ticarî Hayata Önem Vermesi

İslâmî gelenekte “halkın genel ahlâkının ve ticarî ahlâkın seviyesinin yükseltilmesi, üretici ve tüketici haklarının korunması, emniyetli alışveriş vasatının hazırlanması gibi hizmet sahalarıyla alâkalı olarak” “ihtisab” tabiri kullanılmaktadır.

Asr-ı Saâdet’te hususî olarak bununla meşgul olan bir daire yoksa da, Medine’de bu vazifeyi bizzat Hz. Muhammed (s.a.s.) yürütüyordu. Taşrada ise vali ve diğer bazı memurlar yürütmekte idi.

Özellikle eski bir tacir olan Hz. Muhammed (s.a.s.), ticarî hayata büyük ehemmiyet veriyordu. Mekkeli Müslümanlar hicret etmeden önce Medine’de sadece Yahudilere ait çarşı ve pazar yerleri mevcuttu. Hicretten sonra Rasûl-i Ekrem Hazretleri (s.a.s.) müstakil bir İslâm çarşı-pazarı kurdurmuş, Müslümanları ticarî hayata teşvik etmiş ve İslâm çarşı pazarının İslâmî geleneğe göre kurulup gelişmesi için de sık sık denetlemelerde bulunmuştur. Müslim’in “Sahih”inde buna dair anlatılan bir hâdise çok enteresandır. Ebu Hüreyre (r.a) nakleder:

Rasûlullâh (s.a.s.) bir yiyecek yığınına uğradı, elini o yığının içine daldırdı, parmaklarına ıslaklık isabet etti. Bunun üzerine: “Ey taat sahibi bu nedir?” buyurdu. Mal sahibi: “Ya Rasûlullâh! Ona yağmur isabet etti!” dedi. Rasûlullâh: “O hâlde insanların görebilmesi için o ıslak kısmı, yiyecek yığınının üstüne neden koymadın? Aldatan kimse benden değildir!” buyurdu. (1)

Hz. Muhammed (s.a.s.) devrinde ticarî hayatın temel prensiplerini kavrayabilmek ve onun ticarî hayata getirdiği değerleri iyice anlayabilmek için kendisinin bu konudaki bazı tavsiyelerini sıralamamız uygun olacaktır:

Bir Müslüman’ın pazarlığı üzerine pazarlık yapmak doğru değildir, alış veriş tahakkuk etmişse bunun üzerine bozucu bir teşebbüs doğru değildir. (2)

Müşteri kızıştırarak piyasayı yükseltmek ve pahalılık meydana getirmekten kaçınmak icab eder.(3)

Müstahsilin malı, henüz pazara- çarşıya intikal etmeden ucuza kapatılmamalıdır.(4)

Ticarî hayat doğruluk esasına göre yürütülmelidir, yalandan kaçınılmalı, söz verilince durulmalı, bir şey emanet edilince emanet yerine getirilmeli, asla hıyanet edilmemelidir. (5)

En hayırlı kazanç, kişinin kendi el emeğiyle kazandığıdır, çalışmak esas olmalı, asalak olmaktan kaçınılmalıdır. (6)

Alışverişte karşılıklı güven esas olmalıdır. Satılan mal ile alâkalı gerçekler gizlenemez, olduğundan farklı gösterilemez. Dürüstlük bereket vesilesi, sahtekârlık ise bereketsizlik vesilesidir. (7)

Zengin tacir, takva sahibi olmalı, Allah’tan gereği gibi korkmalı; dinî, içtimaî, malî mesuliyetlerinin icabını yerine getirmelidir. Zekâtını vermeli, yoksulları görüp gözetmeli, hayır hasenatı eksik etmemelidir. (8)

Borç, keyf için değil bir ihtiyacı gidermek için alınmalıdır. Borcun zamanında ödenmesi esas olmalıdır, darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet vermek büyük sevaptır. (9)

Yalan yere yemin ile malın sürümünü arttırmak isteyen, neticede kazancının bereketini giderir. (10)

Rızkın temininde, iş hayatında, ticarî hayatta helâl yoldan ayrılmamak icâbeder. (11)

Yanında işçi çalıştıran kişi, emeğinin hakkı ne ise hemen ödemelidir. Hadiste bu: “alnının teri kurumadan” diye belirtilir. (12)

Aldatan, hilekâr tacirler kıyamet gününde kabirlerinden günahkâr olarak kalkacaklardır. İyiler ve doğrular ise bunun dışındadır. (13)

Dürüst ve güvenilir tacirler kıyamette “Peygamberler, sıddîkler ve şehidlerle” beraber olacaklardır. (14)

Terazide eksik tartmak, ölçüde yanlış ölçmek milletin helâkine sebeptir. Yani ölçü ve tartıda eksiklik, ticarî hayatın tefessühüne ve bu da içtimaî hayatın bozulmasına sebeptir. (15)

Bir malı ucuzken alıp kasıtlı olarak piyasaya sürmemek ve ancak pahalılaşınca ortaya çıkarmak veya halkın ihtiyacı olan maddeleri piyasadan toplamak yasaktır. Bunu yapan kişiler lânetlenmiştir. (16)

Yapılan işi sağlam yapmak ve bir işin başarılmasına kadar dikkatle çalışmak esas olmalıdır. Mesai dolsun, vakit geçsin diye zaman harcanamaz, kişi başkasının işinde çalıştığında bile kendi işi gibi titiz ve itinalı hareket etmelidir.

Şartlar ne olursa olsun çalışmak esas olmalıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şu hadisi bu açıdan çok manâlıdır: “Sizden birinizin sırtına bir demet odun yüklenip (bu suretle kazancını sağlaması) birine el açıp dilenmesinden -el açtığı adam versin vermesin- daha hayırlıdır.” (17)

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in iş hayatı, işi yürüten çalışan işçi, malı satan tacir, alan tüketici, meyve ve hububat üreticisi, ticarî hayat, ölçü tartı, ve benzeri konularda daha pek çok hadisleri vardır. Biz bu hadislerden çıkarabildiğimiz bazı tavsiye ve yasakları yukarıda sıralamış bulunuyoruz.

Bunlardan anlaşıldığına göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ticarî hayatı, mükemmel bir şekilde tanzim etmiş; alış- verişte, üretim ve tüketimde hem aldatmayı hem de aldanmayı önlemiştir. Yani o, ticarî hayata doğruluğu, dürüstlüğü, karşılıklı emniyet ve helâli hakim kılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bunu sadece sözde, bırakmamış, bizzat Müslüman çarşı pazarına zaman zaman uğrayarak alışverişte gözetilecek hususları “şöyle ölçün, böyle tartın” diyerek fiilen göstermiştir.



(1) Müslim, iman, 102.

(2) Müslim, Büyu’, 9, 11.

(3) Müslim, Büyu’, 11.

(4) Buhâri, Büyü’, 71;Müslim, Büyu’, 7.

(5) Buhâri, İman, 24; Müslim, İman, 106.

(6) Buhâri, Büyu’, 15.

(7) Buhâri, Büyu’, 19; Müslim, Büyu’, 51.

(8) Müslim, Zühd, 11.

(9) Buhâri, Zekât, 18; Büyu’, 18; Tirmizi, Büyu ‘, 65.

(10) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 235.

(11) İbn Mâce, Ticârât, 2.

(12) İbn Mâce, Ruhun, 4.

(13) Tirmizi, Büyu’, 4.

(14) Tirmizi, Büyu’, 4. İbn Mâce, Ticârât, 1.

(15) Tirmizi, Büyu’, 9; ilgili âyet için bk. Mütaffifin,1-3.

(16) İbn Mâce, Ticârât, 6.

(17)Tâc, III, 333 (Buhâri - Müslim - Tirmizi)
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Ashab-ı Kiram Peygamberimiz (s.a.s.)’ i Anlatıyor

Ashab-ı Kiram Peygamberimiz (s.a.s.)’ i Anlatıyor

Zeyd b. Sâbit Hazretlerinden Peygamberimiz (s.a.s.)’in durumu hakkında bilgi istediler. Hz. Zeyd: “Eğer O’nun bütün durumlarından soruyorsanız, O bir denizdir ki, kenarı yoktur. O’nun ahlâk ve ahvâli uçsuz bucaksız bir denizdir.

Eğer bazı durumlarından sorarsanız lâyıkıyla içyüzüne erebildiğim bazı bilgileri size aktarayım.” der ve şunları anlatır: “Peygamberimiz (s.a.s.)’e komşu idim. Kendisine vahy geldiği zaman bir adam yollayarak beni çağırırdı. Ben de huzuruna girer ve nazil olan vahyi yazardım.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzurunda biz bazen dünya işlerinden konuştuğumuz zaman o da ahlâkının büyüklüğünün eseri olarak bizimle dünya işlerinden bahsederdi. Biz âhiretten bahsetsek bizimle beraber âhiret işlerinden bahsetmeye koyulur, eğer biz tutup da yemekten bahsetsek bu sefer de bizimle yemekten bahseder, yemeklere ve birtakım yiyeceklerin fayda ve zararlarına dair bilgi verirdi. Anlatmış olduğum bu hususların hepsini size Rasûlullâh (s.a.s.)’den haber vermekteyim.” (1)

Amr b. As (r.a) anlatıyor: “Peygamberimiz (s.a.s.) aralarında ülfet ve yakınlık doğsun da İslâm’a girsinler diye toplumdaki şerli kişilere lütuf ve kerem ile muamele eder, güler yüz gösterirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bana da iltifat ederlerdi. Hatta o derecede ki, ben Rasûlullâh (s.a.s.)’ın yanında en sevgili olduğum zannına kapıldım ve kendisine Ebu Bekir, Ömer, Osman mı, yoksa ben mi hayırlıyım, diye sordum. Üçüne de: ‘Ebu Bekir, Ömer, Osman’ diye cevap verdi. Bu esnada ben böyle bir soruyu sorduğuma pişman oldum. Zannımda yanılmıştım. Meğer Rasûlullâh (s.a.s.)’in bana hüsn-i muamelesi bana iltifat içinmiş!” (2)

Hz. Aişe (r.a) nakleder: Bir adam gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna girmek için izin istedi. Peygamberimiz (s.a.s.) içeriden adamın sesini duyunca “Bu adam kabilesi içinde yaramaz ve kötü biridir!” dedikten sonra huzuruna kabul edip ona hilim ve kerem ile davrandı. Hz. Aişe (r.a) diyor ki: “O adam gittikten sonra ben: Ya Rasûlullâh, içeri girmeden önce onun kötülüğünden bahsettiniz, huzurunuza girince ise güler yüz ve tatlı dille davrandınız. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?” dedim. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Ey Aişe, insanlar arasında azılı kötü kişiler vardır ki, ahali onların şerrinden korunmak için kendi hâline terk eder, karşılaştıklarında da onunla müdara ederler. Maksat onun kötü söz ve davranışlarının önüne geçmektir. Ben de o adamın kötü söz söylemesine fırsat vermemek için ona karşı iltifatta bulundum” (3)

Hz. Aişe (r.a), Peygamberimiz (s.a.s.)’in ahlâkını soran bir Müslüman’a: “O’nun ahlâkı Kur’ân idi” cevabını verdi. Keza yine böyle bir soruya şu cevabı verdi: “Mü’minun Suresi’ni okuyabiliyor musun? Bu sureyi onuncu âyetine kadar oku! işte Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) ahlâkı böyle idi.”(4)

Birgün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Aişe’yi (r.a) ziyaret etmişti. Evde onlara ikram edebileceği ancak bir hurma vardı. Onu da getirip kızların annesine ikram etti. O da hurmayı ikiye bölüp çocuklarına yedirmişti. Hz. Aişe (r.a) bu durumu peygamberimiz (s.a.s.)’e anlatınca şöyle buyurdu: “Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak cehennemden kurtuluştur.” (5)

(1) İbn Sa’d, Tabakat, l, 365; H. M. Raif Efendi, Muhtasar Şemâil-i Seri Trc., 238.

(2) A.g.e., 239.

(3) A.g.e., 242.

(4) İbn Sa’d, Tabakat, I, 364.

(5)Şibli- Asr-ı Saadet, II, 124.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz. Peygamber (s.a.s.)’ in Yirmi Dört Saati

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in torunları, babaları Hazreti Ali (r.a)’den naklederek anlatıyorlar: “...Hz. Peygamber (s.a.s.) günlük zamanını üçe taksim ediyordu. Bir kısmını namaz kılmak ve Kur’ân okumak gibi Allah Teâlâ’ya ibâdete ayırıyordu. İkinci kısmını aile fertleriyle alâkadar olmaya ayırıyordu; günlük ev işlerini yapıyor, ev ihtiyaçlarından kendisine düşenleri yerine getiriyordu. Üçüncü kısımda ise, istirahat buyuruyordu. Ancak istirahat zamanını da ikiye böler ve bunun bir kısmında ashabın ileri gelenlerini huzuruna kabul ederek onlara gerekli bilgileri öğretir, onlar da huzurundan çıkınca öğrendiklerini ashabın bütününe öğretirlerdi. Rasûlullâh (s.a.s.) kendisine yakın olmakta ashabında mal, mülk, para, soy sop gibi şeyler aramaz, daha ziyade takvaya önem verirdi, ibadet ve tâata düşkün, dürüst, güvenilir kimselere fazlaca iltifat ederdi.”

İhtiyaç sahiplerinden kimileri bir, kimileri ise iki ve daha fazla olan ihtiyaçlarını arz ederlerdi de Peygamberimiz (s.a.s.) sonuna kadar onları bıkmadan dinler, onlarla ilgilenir ve ihtiyaçlarının giderilmesiyle meşgul olurdu.

Kendisine dünya veya âhiretle ilgili bir soru sorulunca, soruyu soranın seviyesine uygun davranarak onun hayrına olacak cevaplar verirdi. Soru sorana verdiği cevapla onu hayra yöneltirdi. Huzurunda bilgi öğrenenlere “Benden öğrendiklerinizi burada olmayanlara öğretiniz. Erkek, kadın, köle, cariye kim olursa olsun çeşitli sebeplerden dolayı bana gelip ihtiyaçlarını arz edemeyen kimselerin de ihtiyaçlarını isteklerini bana iletiniz. Muhakkak ki, ihtiyacını devlet başkanına arz etmeye gücü yetmeyenlere yardımcı olan kimsenin, ayaklarını Cenâb-ı Hak kıyamet gününde sırat üzerinde kaydırmaz.” diye tenbih ederdi.

Huzurunda abes yani faydasız söz söylenmesine müsaade etmezdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) dışarıda da tevazuu elden bırakmazdı. Çarşıda, pazarda, sokakta veya herhangi yerde olursa olsun herkese güler yüzle davranır, hâl hatır sorar, tatlı dille hitap ederek, gönüllerini alırdı... Meclisinde, camide, cemaatte, cum’ada göremediği ashabının ahvâlini derhâl soruşturur, başına bir şey gelip gelmediğini öğrenmeye çalışır, görüşebildiklerine ise dinî metanetlerini daima takviye ederek, iyilik ve güzelliklere koşturup, çirkinliklerden uzaklaştıracak şeyler söylerdi.

Peygamberimiz (s.a.s.); oturmakta olan bir topluluğun arasına geldi mi baş köşeye geçmek için hiç kimseye sıkıntı vermez, hemen topluluğun en son kısmına ve boş bulduğu bir yere oturuverirdi. Başkalarının da böyle yapmalarını isterdi. Toplantıda bulunanları, durumlarına göre iyilikle anar ve iltifatta bulunurdu, öyle ki herkes onun yanında en çok sevilenin kendisi olduğunu sanırdı. Huzurunda çok oturan bir kişinin de haddi aşan bu tutumu karşısında telâş göstermeyip sabreder ve sükûnet içinde onun ihtiyacını karşılamaya çalışırdı.

Kendisinden istenilen bir şeyi, varsa verir, yoksa tatlı sözlerle o kişinin gönlünü alıp vadederdi. Rasûlullâh (s.a.s.)’in şefkati, merhameti, cömertliği, tevazuu herkesin malumu olmuştu. Ahaliden herkes, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendisi ile alâkadar olacağından emindi. Bir hakkın tevziinde hiçbir ferdi ötekine tercih etmezdi. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in meclisi; ilim, haya, sabır ve emanet meclisi idi. Orada edeple oturulurdu. Herkes birbirine saygı beslerdi. Yüksek sesle ve edebe aykırı olarak konuşulmazdı. Orada konuşulup orada kalması gereken bazı şeyler de dışarıya taşırılmaz ve dedikoduculuk yapılmazdı. Orada hiç kimsenin aleyhine konuşulmaz, hiç kimse töhmet altında tutulmazdı. Huzurunda -insanlık hâli- ashabdan bazı kusurlar meydana gelse, o kusurlar orada kalırdı, yayılmazdı. O’nun meclisindeki kimseler yek dil ve yek ağız kişilerdi.

Yani gönüllerindeki dâvada birleşmiş, konuştukları şeylerde kaynaşmış ve birliğin âhengine erişmiş kişilerdi. O’nun topluluğunda tevazu hâkimdi, bunun sonucu olarak yaşlılara hürmet beslenir, küçüklere şefkat gösterilirdi. Hep beraber ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ilk önce giderilmeye çalışılırdı. Yani ihtiyaç sahipleri kendileriyle ilgilenilmek konusunda ihtiyaç sahibi olmayanlara tercih olunurdu.(1)

(1) H. Mehmed Raif Efendi, Muhtasar Şemâil-i Şerif Tercümesi, 230 - 234.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
z Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-1

Hz Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-1

Edep, sözlükte “iyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik” manasına gelir. “Adâb” bunun çoğuludur. Muaşeret ise, “birlikte yaşayan kişilerin iyi geçinmesi” demektir. Buna göre âdâb-ı muaşeret deyince: “Topluluk hâlinde bir arada yaşayan insanların iyi ilişkiler içinde başarılı olmalarını sağlayan bilgiler” akla gelmektedir. Buna halk arasında “görgü kuralları” denmektedir. (Fr. savoir vivre) Eskiler bu konuda hüsn-i muaşeret yani “iyi geçinme” deyimini de kullanmışlardır.

Hiç şüphesiz âdâb-ı muaşeret deyimi geniş olarak ele alındığında insan hayatının bütün yönlerini kapsar: “Doğum, ad koyma, çocuk yetiştirme, öksüz çocukların durumu, yeme içme (sofra âdabı), eğitim öğretim, ilim, iş ahlâkı ve çalışıp kazanma âdabı, düğün, bayram, ev düzeni, aile fertleri arasında ilişkiler; beden, elbise ve sokakların temizliği, cömertlik, tevazu, dostluk, anne babaya ve yaşlılara karşı davranış usülleri, kadınlara saygı, ölüm,cenaze vs...”
Demek ki, âdâb-ı muâşeret’in uygulama sahası insan hayatıdır, toplumdur. İnsanlar bir arada yaşamaya mecburdurlar. Hiçbir insan, “Ben bütün ihtiyaçlarımı ölünceye kadar tek başına karşılarım, benim kimseye, kimsenin de bana ihtiyacı yoktur!” diye düşünemez. Çünkü kişinin yediği ekmekte, içtiği çayda, giydiği elbisede ve bindiği arabada yüz binlerce, belki milyonlarca insanın emeği ve alın teri söz konusudur.

O hâlde önce İslâm’ın, insana bakışına temas etmekte yarar vardır:

İslâm, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurur: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin,95/4) “Andolsun ki biz, insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yaratıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra, 17/70)

Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, insan, gerek şekil ve beden yapısı bakımından, gerekse şerefi yani mânevi yapısı bakımından en güzel bir şekilde yaratılmış ve yaratıkların hepsine üstün kılınmıştır. Bu, öyle bir üstünlüktür ki, Cenâb-ı Hak, her şeyi onun emir ve hizmetine vermiştir. Bununla alâkalı bir âyet şöyledir:

“Yüce Allah göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir.” (Câsiye, 15/13)

Gerçekten de güneş bizi aydınlatmakta, ısıtmakta; yıldızlar geceleyin yol göstermekte, atmosfer teneffüs imkânı vermekte, yağmurlar yağmakta, yeryüzünde bereket fışkırmakta, koyun bizim için süt vermekte, arı bal üretmekte, milyonlarca yılda yeraltında oluşan kömür ve petrol, biz insanların yararına çıkarılmakta, işletilmektedir.

İnsanoğlunun hizmetine verilen şeyler sadece, bu tür maddî imkânlar değildir. İnsan; aklıyla, düşüncesiyle, konuşmasıyla, bilgisiyle, çalışarak ilerleyebilmesiyle yani mânevi yönüyle de üstün kılınmıştır. Allah insana mânevî yüceliklere erişebilme kabiliyetini vermiş, ona düşünce plânında en güzel rengi ihsan etmiştir. Bununla alâkalı olarak Yüce Kitab’ımızda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın verdiği renkten daha güzel renk var mıdır?”(Bakara, 2/138). Âlimlere göre bu âyetteki renkten maksat: “Yaratılışıyla insana verilen fıtrat, hak dine yöneliş ve insan ruhuna verilmiş iyi eğilimlerdir.” (1)

İşte insan, Yüce Allah’ın, doğuştan kendisine verdiği bu iyi eğilimleri geliştirmek ve bu suretle hem Allah’ına, hem kendisine, hem de diğer insanlara karşı vazifelerini yapmak durumundadır. Şayet bunu yaparsa; insan olarak, diğer varlıklara karşı, yaratılıştan üstün kılınan özelliklerini geliştirmiş olacaktır. Bunun aksi, bu özelliklerin giderek zayıflamasına ve yok olmasına yol açacaktır. İslâm dini; kuvvetli bir iman, gerçeği aydınlatacak bilgi, yararlı işler ve güzel ahlâk ile kişinin saygıdeğer olma vasfını koruyabileceğini göstermiş; insanları kan dökmekten, ırzı namusu çiğnemekten, soyu bozulmaktan, vicdanı baskılardan alıkoyarak doğuştan verilen iyi eğilimlerin olumlu yönde gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu münasebetle İslâm dini: “Can, mal, soy, akıl ve din”i, dokunulmazlığı olan ve titizlikle korunması gereken esaslar olarak görmüştür. Eskiler bunlara: “Zarurât-ı hamse: Korunması gereken beş esas” derlerdi.

İslâm’a göre Allah katında insanlar, bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Mânevî üstünlük ancak takva iledir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızda: Allah bilendir, haberdardır.”(Hucurât, 49/13)

Kişi; yaptığı iyi işleri, güzel davranışları ve güzel ahlâkı ile özel bir değere sahip olacaktır. Nitekim: “İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır.” (En’am, 6/132) âyetinden herkesin, yaptığına uygun bir dereceye getirileceği ve mükâfatlandırılacağı anlaşılmaktadır.
İslâm dini, insanı toplum içinde değer kazanan, hizmetleriyle toplumu yararlandıran ve topumun hizmetlerinden de nasibini alan bir varlık olarak görür; dil, soy, renk, zenginlik, yoksulluk, gibi şeyleri üstünlük ve farklılık vasıtası saymaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Âdem’in oğullarıdır. Âdem’i de Allah, topraktan yaratmıştır.”(2)

“Ey insanlar! İyi biliniz ki Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza Allah korkusu dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” (3)
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-2

Hz Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-2

İslâm dininin yayılmaya başladığı yıllarda yeryüzünde haksızlıklar, zulümler, yersiz kavgalar, cinayetler, kol geziyordu; asiller, köylüler, beyazlar, siyahlar, hürler, köleler, zenginler, yoksullar, erkekler, kadınlar ayırımı acımasız bir şekilde varlığını hissettiriyordu.

İslâmiyet bunları insanlığın kafasına ve yüreğine vurulmuş zincirler olarak gördü. İnsanın üstünlük niteliklerini zedeleyen ve mânevî gelişmesine, iyi eğilimlerini geliştirmesine engel teşkil eden bu zincirleri kırdı. Yerine; dürüstlük, çalışkanlık, Allah korkusu, iyilikseverlik ve benzeri ölçüler koydu.

Yani Allah katında, çalışkan tembelden, iyi kötüden, cömert cimriden, edepli edepsizden, Allah’tan korkan korkmayandan, bilgili bilgisizden üstündü Peygamberimiz (s.a.s.)’in hadisine göre: “Yüce Allah, insanların şekillerine ve mallarına değil, kalblerine ve davranışlarına” bakıyordu.(4) Öyle ise zengin yoksul, siyah beyaz, asil köylü ayrımı yapılamazdı. Bunlar peşin olarak üstünlük ya da gerilik sebebi sayılamazdı.

Buna dair misalleri tetkik edecek olursak İslâmiyet’in bu husustaki görüşünün teoriden pratiğe nasıl geçtiğini de görmüş oluruz:

Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri; Bilâl-i Habeşî Hazretlerine: “Kara kadının oğlu!” deyivermişti. Bu söz Peygamberimiz (s.a.s.)’e ulaşınca, Ebu Zerr’i: “Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen, içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zer (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilâl yanağıma ayağıyla basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilâl (r.a) bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr’in (r.a) ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.(5)

Hz. Osman (r.a)’ın halifeliği sırasında bir sahâbi yine aynı şahsı yani Ebu Zer Hazretlerini (r.a) Rebeze’de görmüştü. Burası Medine’ye yakın bir köydü. Ebu Zerr (r.a)’in ve hizmetçisinin üstünde aynı kumaştan birer gömlek vardı. Ona: “İkisini birleştirip de takım elbise yapsaydın ya!” deyince Hz. Ebu Zerr (r.a), Peygamberimiz (s.a.s.)’den işittiği şu hadisi nakletti:

“...Hizmetçileriniz, Allah’ın, iradenize emanet ettiği kardeşlerinizdir. Kimin yanında hizmetçi bulunursa kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz, kendilerine yardım ediniz.” (6)

Peygamberimiz (s.a.s.), âzâd ederek hürriyetine kavuşturduğu Zeyd b. Hârise’ (r.a) ve bu zâtın oğlu Üsâme (r.a)’yi ordu kumandanlığına getirmişti. Siyah derili bir zât olan Bilâl-i Habeşî’yi (r.a) de camiin müezzinliğine getirmiş, aynı zamanda önemli memuriyetlerde vazifelendirmişti. Bir de Ümmü Eymen vardır. Bu kadın, “câriye-hizmetçi” statüsünde olup hürriyetine kavuşturulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.)’in dadısı olarak da bilinen bu kadına Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.): “Anneciğim, anneciğim!” diye hitap ediyordu. Köle ve hizmetçilerin değersiz sayıldığı bir zamanda, Peygamberimiz (s.a.s.)’in, Ümmü Eymen (r.a)’e: “Anneciğim!” demesi köklü bir düşünce değişikliğini müjdeliyordu. Bu düşüncenin esasını da: “Ne olursa olsun insanı insan olarak sevip saymak” oluşturuyordu.

Bu konuda son bir misâl daha nakledelim: Amr b. As (r.a) Mısır valisi iken oğlu Abdullah, bir Mısırlıyı dövmüştü. Dövülen kişi Hz. Ömer (r.a)’e şikâyette bulundu. O da hem Abdullah’ı hem de babasını çağırdı. Mısırlıya sopa verip Abdullah’a vurdurdu. Neredeyse Amr (r.a) da cezalandıracaktı. Ancak o: “Bu işte benim herhangi bir rolüm yok” diyerek yakasını kurtardı. Abdullah’ın, vali olan babasına güvenerek buna yeltendiğini fark eden Hz. Ömer (r.a), Amr b. As (r.a)’a şu meşhur sözünü söylemiştir: “Ey Amr! Analarından hür doğan insanları nasıl köle yaparsınız?”(7)

Bu misallerden de anlaşılıyor ki, İslâm dini, “İnsana saygı esasını” getirmiştir. Irk ayrımını yasaklamıştır. Hatta yayıldığı zamandaki geleneklerin aksine, hizmetçiler de ev sahipleriyle aynı sofrada yemek yemeye ve aynı elbiselerden giyinmeye başlamışlardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.) söz ve davranışlarıyla insanoğlunun saygıdeğerliliğini koruma yollarını göstermiş, Yüce Allah, Peygamber (s.a.s.)’in hayatını örnek almalarını Müslümanlara emretmiş, bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasûlullâh en güzel örnektir.” (Ahzâb, 33/21).

Şimdi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in âdâb-ı muâşeretiyle alâkalı bilgileri vermeye geçebiliriz. Bu konuda şunları söylemek mümkündür:

Hz. Peygamber (s.a.s.) elbisesinin temiz ve tertipli olmasına özen gösterirdi. Giydiği bir elbisenin kendisine mümkün olan en uzun süre temiz olarak hizmet etmesine ve ihtiyacını karşılamasına dikkat eder, yeni bir elbise sahibi olduğunda Allah’a hamdeder. “Rengi hafif değişti, boyasını hafif attı” diye herhangi bir elbiseyi giymemezlik etmezdi. Kumaşta; alacasız, desensiz olanı beğenir, göze batıcı, rahatsız edici çiğ renkleri tercih etmezdi. Bundan, estetiğe önem verdiğini anlıyoruz. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu mevzuda lüks ve israfa yönelmeyi, bu yolla büyüklenmeyi doğru bulmazdı. Buna göre, O’nun, giyecekle alâkalı düşüncesini: “Temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak ifade edebiliriz.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yiyecek ve içeceklerle alâkalı tutumunu da şöyle özetleyebiliriz:

O, hiç bir zaman bir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzu ederse yerdi, etmezse bırakırdı. Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı; yemeğe başlarken besmele çekerdi. Tabağındaki yemeği mümkün mertebe bitirmeye çalışırdı. Ekmeği yiyeceği kadar alırdı, yani ekmeği ve yemeği artırarak çöpe atmayı doğru bulmazdı. Sofraya oturduğunda daha önce doymuş bile olsa herkesin yemeğini yemesini beklerdi; yemek devam ederken müsaade almaksızın herkesten önce kalkılıp gidilmesini doğru bulmazdı. Yemeğin temiz olmasına, yemeye elverişliliğine ve helâlinden kazanılmış olmasına özen gösterir, yemek bittikten sonra “elhamdülillah” derdi. Önemli bir mazereti yoksa yemek davetlerine katılırdı. Davet sahibi her ne hazırlamış ise -hatta hazırlanan sade bir tirit bile olsa- memnuniyetle, tebessümle ve iştahla yerdi. Davet sahibini incitmezdi. Suyu, dibi görünen bir kaptan içerdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.), rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokuları, ikram edilince severek kullanır, reyhan çiçeği gibi güzel kokulu çiçekler ikram edilince de geri çevirmezdi. Yavaş yavaş konuşur, her sözün arasını ayırt ederdi; hatta dinleyen konuşulanları ezberleyebilirdi. İyi anlaşılması gereken sözleri birkaç kere tekrarlardı, konuşurken muhatabının akıl ve anlayış seviyesini gözetirdi.
Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Görgü tanıklarına göre tebessüm edince dişleri inci tanesi gibi görünürdü. Dişleri çok bakımlı idi, sürekli fırçalardı. Bunu, içinde belli miktarda florin maddesi ihtiva eden misvakla yapıyordu. Buna, o günün diş fırçası denilebilir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in, ölümünden önce en son yaptığı işlerden birinin, dişlerini fırçalamak olması da fevkalâde düşündürücüdür.

Gönülde sıkıntı doğuran; kindarlık, çekememezlik gibi kötülüklerin doğmasına sebep olan, vakar ve ağırbaşlılığı gideren zararlı şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları yapar ve çevresindeki Müslümanların da yapmasına engel olmazdı. Bilhassa kendisi çocuklara çok şaka yapardı.

Ev döşemesinde de Hz. Peygamber (s.a.s.) sade bir yol takip etmiştir. O, bu konuda örfe uymuş, gelenekte olan sedir, divan, hasır, yatak, leğen, ibrik ve diğer ev eşyasını kullanmıştır. Yalnız bunların en lüksü, en pahalısı olsun diye hususî bir gayreti yoktu, temiz ve tertipli olmasına özen gösterirdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) yakınlarla ilgilenmeye, komşularla ve diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmaya, herkese imkânlar elverdikçe yardımcı olmaya, bilhassa yoksulları gözetmeye önem veriyordu. Bilhassa anne babalara karşı hâl hatır sormanın ve ihtiyaçlarını gidermenin en kutsî vazifeler arasında olduğunu ısrarla belirtiyordu. O, küçük yaşlarda iken annesini kaybetmişti, bu sebeple onu daima hasretle anardı. Süt annesi Halime’ye özel yer gösterip oturtarak saygıda kusur etmediği gibi, maddî ihtiyaçlarını da karşılıyordu. Yine bunun gibi kendisine süt emziren Süveybe ile ölünceye kadar alâkadar olmuş, daima mektup, selâm ve para göndererek gönlünü almıştı. Kendisine süt emzirdiği sanılan Ümmü Süleym ve Ümmü Haram’a da çok saygı göstermişti.

Süt kardeşi Şeyma ile yakinen ilgilenmiş, çocukluk yıllarının bir bölümünü evinde geçirdiği Ebu Talib’in eşi Fatma hanıma da “Anneciğim! Anneciğim!” diyerek yakın bir ilgi göstermişti. -Daha önce geçtiği gibi- dadısı Ümmü Eymen’e de “Anneciğim!” diye hitap etmişti. Bütün bunlardan Peygamberimiz (s.a.s.)’in, annelere, anne mevkiindeki kadınlara ve genel olarak hanımlara nezaket ve saygı ile davrandığı anlaşılmaktadır Hz. Peygamber (s.a.s.); ev, sokak, yiyecek ve giyeceklerin temizliğine önem verdiği gibi kalb ve ruh temizliğine de önem veriyordu. Bunun için O: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kişidir.” (8)
buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s.) bu hadisiyle toplumda, Müslümanlara, “itibarlı ve güvenilir insan olmaları gerektiğini” işaret ediyordu. Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.): “Söz söylerken yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet edilince hıyanet edeni” ikiyüzlülükle nitelemiştir.(9)

Çünkü, bu eksiklik ve yanlışlıkları yapan Müslümanlar, güvenilir insan olmaktan uzaklaşırlar. Kalb hakkında da şöyle buyurmuştur: “Dikkatli ve uyanık olunuz! Bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki; iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o et parçası kalbdir!”(10)
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-3

Hz Peygamber (s.a.s.) de Adâb-ı Muaşeret-3


Hz. Peygamber (s.a.s.) çok cömertti, insanlara da cömertliği tavsiye ediyordu. Ashab’dan Câbir b. Abdullah (r.a) diyor ki: “Rasûl-i Ekrem Hazretlerinden dünya ile alâkalı bir şey istenilince asla reddetmez, istenilen şey varsa verir, yoksa vâdederdi.”(11)

Hz. Aişe (r.a) ise şöyle diyor.

“Peygamberimiz (s.a.s.), kendisine bir hediye geldiği zaman onu getiren kişiye daha fazla ve değerlisiyle karşılık verirdi.”(12)

Peygamberimiz (s.a.s.) daima “büyüklere saygı, küçüklere şefkat” gösterilmesini isterdi. Kendi çocuklarına, öteki Müslüman çocuklarına ve hatta müşrik çocuklarına karşı çok şefkatli idi. Yolda rastladığı çocukları devesine bindirir, gezdirir, onlarla ilgilenirdi.

Adaletli idi; iltiması, maksatlı olarak taraf tutmayı, adam kayırmayı yasaklıyordu. Ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Çirkin sözler söylemezdi; haya, terbiye ve nezakete aykırı hiçbir davranışta bulunmazdı.

Umumî yerlerde gürültü yapmaz, bağırıp çağırmaz, kimseyi rahatsız etmezdi; hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir kişide gördüğü kötü davranışı giderirken, o kişinin şahsiyetini incitmemeye özen gösterirdi; dolayısıyla sırf o kişiyi kastetmeksizin, öyle bir davranışın kötü olduğunu umuma duyururdu. O, bütün mü’minlere karşı çok
merhametliydi. Tevbe Suresi’nde şöyle buyrulmaktadır:

“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır ve güç gelir, üstünüze çok düşkündür. Mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır O.” (Tevbe-9/128). Bu âyette Yüce Allah: “Rauf-rahim: Çok şefkatli çok merhametli” mânâsına gelen iki ismini peygamberleri arasında sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında anmıştır. İşte bunun içindir ki, düşmanları tel’in etmesini isteyen birine: “Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim!” cevabını vermiştir.

Her müşkili olan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna endişe duymaksızın gider, dileğini rahatça iletirdi. Hastalarla ilgilenir, onlara geçmiş olsun der, ağır ise telkinde bulunur, cenazeye gider, yakınlarına başsağlığı diler, teselli eder, cenaze sahiplerine teselli verilmesini, yardımcı ve destek olunmasını isterdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) ilme çok önem verirdi, onun en mühim bir özelliği öğretmenlikti; Müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin kenarında ya da camide toplanarak O’nun öğrettiklerini öğreniyorlardı. Bir de daha ziyade bekâr ve kimsesizlerin barındığı yatılı bir okul vardı ki, buna Suffe Okulu deniliyordu. Bu okulun talebeleri sayı olarak 70-400 arasında değişiyordu. Peygamberimiz (s.a.s.), kendisine getirilen hediyelerin hemen çoğunu bu okulun talebelerine gönderirdi, zekât ve sadaka yardımlarını ise onlara aktarırdı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Ehl-i Beyt’i bu tür yardımlardan yararlanamazlardı. Şu hâdise; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, talebelerine verdiği önemi göstermesi bakımından enteresandır:

Peygamber (s.a.s.)’in kızı Fâtıma, yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su taşımaktan elleri yaralanırdı, birgün babasından bir hizmetçi istedi. O sırada bir savaş sonunda Medine’ye ganimet malları gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtıma’nın isteğini: “Suffe talebeleri böyle yoksul yaşarken size nasıl hizmetçi verebilirim?” diyerek geri çevirdi.(13)

Hz. Peygamber (s.a.s.) çok mütevazı idi. Nakledeceğim şu sözü bu açıdan mühimdir: “Hrıstiyanların İsa hakkında ‘Allah’ın oğlu’ dedikleri gibi beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum, siz de benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisi deyin.”(14)

Birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna bir kadın geldi:“Yâ Rasûlullâh! Benim size arz edecek bir ihtiyacım var!” dedi. Bu, yaşlı bir kadındı, belki de bunamıştı. Buna rağmen Peygamberimiz (s.a.s.) her insana verdiği değeri ona da verdi: “Ey kadın! Medine’nin herhangi bir yerinde, nerede istersen geleyim, ihtiyacını söyle, halletmeye çalışayım!” dedi. Kadın, istediği bir yere gitti.
Peygamberimiz (s.a.s.) de onu takip etti ve ihtiyacını gidererek hoşnut etti.(15)

Yine birgün adamın biri Peygamberimiz (s.a.s.)’i ziyarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye şöyle dedi: “Arkadaş, titreme! Ben bir kral değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.”(16)

Ev içindeki davranışları da O’nun ne kadar mütevazi olduğunu gösteriyor. Hz. Aişe (r.a)’den, ev içinde Peygamberimiz (s.a.s.)’in davranışlarından sorulduğunda şu bilgiyi verdi: “Peygamberimiz (s.a.s.), evinin içine girdiği zaman herhangi bir fevkalâdelik ve inziva göstermeden insanlardan herhangi biri gibi tevazu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur, koyunlarını eli ile sağar, ailelerine ev işlerinde gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alışveriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashâb-ı Kiram: “Müsaade buyurunuz da biz taşıyalım.” derlerse de: “Herkes kendi yükünü kendi taşısın!” buyururdu.(17)

Peygamberimiz (s.a.s.) vefakâr bir insandı; ahdinde dururdu, vadinde sadıktı. Sözünden caymazdı. Kendisine ve çevresindeki ashabına yardımı dokunanları unutmaz, dostlarını sık sık arar, hâl hatırlarını sorardı. Müslümanlara da böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Buna dair çeşitli misâllerden birkaçını nakledelim:

Abdullah b. Ebi’l-Hamsa, (r.a) anlatır: Muhammed (s.a.s.) ile bir alış veriş yapmıştım. Kendisine: “Biraz bekle gelirim.” dedim. Ancak O’na verdiğim sözü unutmuştum. Aradan üç gün geçmişti, hatırlayıp gittiğimde O, aynı yerde hâlâ beni bekliyordu... (18)

Bir kere Habeşistan Necaşi’sinin elçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlarla yakından ilgilendi. Ashab-ı Kiram’dan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlu! Biz hizmete yetişiriz, siz istirahat buyurunuz” dediler. Fakat bunlara Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle dedi: “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim.”

Kendisini tanımak üzere taşradan gelen kabile temsilcilerini misafirhanelerde ağırlar, onlara yakınlık gösterir, onlara öğretmenler tayin eder, maddî ihtiyaçlarını karşılamak için memurlar vazifelendirir, kabilelerine döneceklerinde de azık hazırlatır, kendisine ve İslâm dinine alâka duyarak ziyarete gelen bu insanları unutamayacakları bir vefa duygusuyla uğurlardı.

Mut’im b, Adiy Kureyşli inkârcıların ileri gelenlerindendi. Vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s.), Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları O’nu şehre almak istememişlerdi;

Peygamberimiz (s.a.s.) sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler; ancak Mut’im kabul etti. Oğullarını silâhlandırarak Peygamberimiz (s.a.s.)’i şehre aldı. Aradan yıllar geçti, Bedir Savaşı’nda Mut’im, diğer Kureyşlilerle birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şâiri Hassan, bu zâtın ölümünün ardından manâlı bir mersiye yazmış, şiirinde onun vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s.)’i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle anmıştı.

Peygamber (s.a.s.), kendisi adına gösterilen bu vefakârlıktan son derece hoşnut oluyordu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Peygamberimiz (s.a.s.)’in söylemiş olduğu şu söz de onun vefakârlığının hangi derecelere vardığını göstermesi bakımından çok manâlıdır: “Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi fidye (kurtulmalık akçesi) istemeden hepsini serbest bırakırdım.”(19)

Hz. Peygamber (s.a.s.) ittifaklarına bağlılıkta da vefalı idi. Hudeybiye’de Müslümanların yanında antlaşmaya katılan Huzâe kabilesi, Kureyş’in yanında antlaşmaya giren Benu Bekir’in saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de bunları destekliyorlardı. Huzâeliler durumu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilettiklerinde o, derhâl ordusunu hazırladı ve yola koyuldu. Bu hâdise Mekke fethinin sebebi olarak tarihe geçti.(20)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in âdâb-ı muaşereti ile alâkalı özet incelememizi şöyle sonuçlandıralım:

“O; insanların iyi niyetli, gayretli, çalışkan, şefkatli, yardımsever, temiz, tertipli, dürüst, mütevazı, vefalı olmalarını istiyor; onları dağınık, pis, kötü niyetli, tembel, acımasız, yalancı ve gururlu olmaktan sakındırıyordu. İnsanların birbirlerini sevip saymalarını, birbirlerine destek olmalarını, sorumluluk duygusuna ve üstün vazife şuuruna sahip bulunmalarını arzu ediyordu.”



(1) Bk. M. Yaşar Kandemir, örneklerle İslâm Ahlâkı, 94 vd. d.
(2) Tirmizi, Menâkıb, 73; Ebıı Davucl, Edeb,111.

(3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.

(4) Müslim, Birr, 34.

(5) Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tere. 1,43.

(6) Buhâri, İman, 22;Itk. 15.

(7) M.Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı 130 – 132.

(8) Tecrid, I, 29 (iman, 11).

(9) Bk. Müslim, İman, 107.

(10) Buhâri, iman, 39.

(11) Müslim, Fedâil, 56.

(12) Tirmizi, Şemail, 60; Hoca M. Raif Efendi, a.g.e., 245.

(13) A. Azzam, Rasûl-i Ekrem’in örnek Ahlâkı, mtc. H Karaman, 46.

(14) Ebu’l—Fidalbn Kesir, Şemâilü’r-Resul, mtc. N. Erdoğan, 87; Tirmizi, Şemail, 55.

(15) İbn Kesir, a.g.e., 88; Tirmizi, Şemâil, 55.

(16) A. Azzam, a.g.e., 61.

(17) Tirmizi, Şemail, 57.

(18) A. Azzam, a.g.e., 38.

(19) A. Azzam, a.g.e., 36-37.

(20) A. Azzam, a.g.e., 37.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Örnek Alalım Örnek Olalım

:037::037::037:Örnek Alalım Örnek Olalım:037::037::037:

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) gerek suret yani beden yapısı, gerekse siret yani ahlâk, âdâb ve davranış bakımından mükemmel bir insandır. Cenâb-ı Hak, O’nun bu istikametteki bir duasını kabul etmiş ve İslâm ahlâkını en kâmil bir şekilde yaşadığı için O’nu ümmeti için üsve-i hasene (uyulması gereken en güzel misal) kılmıştır.


Bu ise, insanlık için, Ümmet-i Muhammed (s.a.s.) için ilâhi bir rahmettir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyrulduğuna göre, O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.


Nedir bu rahmet? Yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, Ümmeti için üsve-i hasane olarak gösterilmesindeki rahmet nedir? Bunun izahından dil ve kalem âcizdir. Bununla beraber ehemmiyetine binâen birkaç cümle ile işaret etmemiz faydalı olur.


Bilindiği gibi, tarihte yaşanmış güzel örnekler; insanlara, hayrı, doğruluğu, temiz inancı, ahlâk ve âdabı kazandırmak hususunda en tesirli öğretim vasıtalarıdır.


Keza, Cenâb-ı Hak tarafından Peygamber Aleyhisselâma vayh ile indirilen prensiplerin, O’nun ve ashabının şahsında en belirgin şekliyle yaşandığını hepimiz biliyoruz. İşte, Peygamber (s.a.s.)’in ve Ashâb-ı Kiramın İslâmî esasları nasıl yaşadıklarını; şahıslarında, ailelerinde ve cemiyette bunu nasıl tatbik ve temsil ettiklerini bilmek, bizim için en büyük ilâhî rahmettir, lütuftur, saadet kaynağıdır. Hatta bu kaynak bu kadarla da kalmıyor, müteakip asırlara doğru arı ve duru bir şekilde akıyor, akıyor... İşte biz akıp giden bu kaynak içinde, tarih boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in İslâm’ı anlama ve yaşama ile, Ashâb-ı Kiramın İslâm’ı anlama cehdi ve yaşama gayretini misâl alarak ruhen yükselen, insanlık ufkunda ilerleyen değerli şahsiyetleri de tanıma şansına sahibiz. Bu da bizim için bir rahmettir. Bize genişlik ve kolaylık sağlayan bir rahmettir. Şayet bu imkânlara sahip bulunmasaydık İslâm’ı asıl şekliyle anlamakta binbir müşkilâtla karşılaşabilirdik.


O hâlde bize düşen nedir? Bize düşen, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den günümüze uzanan çizgide İslâm nokta-i nazarından örnek şahsiyet olarak tarihe geçen muhterem simalardan feyz almak ve onlardan aldığımız mânevî ışıkla yolumuzu aydınlatmaktır.


Bu takdirde hiçbir Müslüman “Ben kâmil bir ahlâk sahibi olmak isterdim, ama buna imkân bulamadım” diyemez, böyle bir mazeret ileri süremez. Çünkü bu, en açık bir şekilde gözlerimiz önüne serilmiş vaziyettedir.


Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki, asr-ı saadet toplumu kâmil imân sahibidir, imânını muhafaza için ibâdetlerini muntazam bir şekilde ifâ etmektedir, ibâdetin gereği olarak iyi ahlâk sahibidir, iyi ahlâkın gereği olarak da muamelâtında, alışverişinde dürüsttür, vazifesinde üstün bir sorumluluk duygusuna sahiptir. Güler yüzlüdür, tatlı dillidir, komşularıyla ilgilenmektedir ve onlar için ümit ve güven kaynağıdır. Adaletli olup, zulme düşmandır.

Mü’minlere karşı merhametli, kâfirlere, münafıklara ve mürâilere karşı ise tavır ve tedbir sahibidir. Yetime, yoksula acımakta, muhtaçlara yardım elini daima uzatmaktadır. İslâmiyet’i canı ile, malı ile yayma gayretlerine iştirak etmekte, hakkı tavsiye etmekte, hakkın tebliğinde herhangi bir sıkıntı ile karşılaşırsa da sabretmekte, herkese de sabrı tavsiye etmektedir.

Çevresinde bir münker (aklen ve dinen kötü bir şey) görünce bizzat alâkadar olarak bu kötülüğü önlemeyi en mühim bir iş saymakta, bütün çabalarına rağmen önleyemiyorsa hiç değilse buna sebebiyet verenlere kalben buğzetmektedir. Fert plânında müsamahakâr, mütebessim, yumuşak; cemiyet plânında ise ağırbaşlıdır. Toplumda din kardeşlerinin sıkıntılarını kendi sıkıntıları, sevinçlerini kendi sevinci bilmektedir.


Bu durum muvacehesinde, bugünkü Müslümanlar bu üstün vasıflı asr-ı saadet devri toplumunu ve bu toplumu oluşturan fertleri iyi bilmek durumundadırlar. Çünkü bilmeden örnek alınamaz. Ama bilme, öğrenme yolları farklı olabilir. Kimi bu alanda yazılmış bir kitabı okur, kimi bu konuları iyi bilenlerden dinler; kimi hâzık bir vaizin nasihatine kulak verir, kimi gönülleri teshir eden bir âlim ve fâzılın sohbetine katılır.


Hâl böyle iken günümüzde bir Müslüman; imân, ibadet, ahlâk ve muamelat konularına gereken ehemmiyeti vermiyorsa, alışverişte helâle harama riâyet etmiyorsa, İslâmî emirlerin bazılarını yapıyor bazılarını yapmıyorsa, ilâhî yasakların kimilerini gözetiyor kimilerini ise kaâle almıyorsa o zaman üstün bir İslâmî şahsiyete sahip olamaz.

Böyle bir Müslüman Kur’ân-ı da Sünneti de yeterince anlamamış, üsve-i hasene olarak gösterilen Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i de gereğince örnek almamış demektir. O’nu ve ashabını örnek alabilseydi dinî şahsiyetinde belirli ve net bir ilerleme olacaktı.


Şimdi şu hususa dikkat etmek lâzımdır: Şayet biz örnek birer Müslüman olamazsak bu durumda bizden sonrakilere örnek olma vazifemizi de yerine getirememiş oluruz. Bu ise büyük vebaldir. Biz geçmişe baktığımızda asr-ı saadet neslini ve onların peşinden giden bahtiyarları nasıl örnek alarak yolumuzu aydınlatıyorsak, bizden sonrakilere de geriye dönüp baktıklarında kendilerine rahatlık verecek mânevî ışıklar hazırlayabilmeliyiz.


Şunu da iyi bilmeliyiz ki, İslâmiyet, samimîyetle yaşandığı zaman bütün güzellikleriyle ortaya çıkan bir dindir. Bugün bir Müslüman tembelse, gayretsizse, plânsız intizamsızsa, temizliğe riâyet etmiyorsa, ibadetlerinde ihmalkârsa; ticaretinde doğruluğu gözetmiyor, zekâtını iyice hesaplayıp vermiyorsa; hayır hasenatta bulunmuyorsa, harcamasında helâle harama dikkat etmiyorsa; komşularını incitiyor, cami ve cemaatla alâkalanmıyorsa, Müslümanların dertleriyle dertlenmiyorsa, içtimâi tesanüdü sarsacak eksik ve yanlış tutumlar içine giriyorsa... Bu taktirde Kur’ân’a Sünnete, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in örnek alınması gereken hayatına yeterince bağlanmamış, gerektiğince düşünmemiş demektir.


Allah’ın ipine yeterince sarılmamış demektir. Burada Müslüman’ın ihmali, gafleti, vurdumduymazlığı ve şuursuzluğu söz konusudur. Böyle olunca İslâmî güzellikleri görememekte, yakalayamamakta, bu güzelliklerin insan yüreğinde oluşturduğu sımsıcak sevgiyi hissedememektedir.


İşte her kusurlu Müslüman, Kur’ân’a Sünnete ve Hz. Peygamber (s.a.s.) ile O’nu örnek alabilen salihlere dönerek eksiklerini telâfi etmek durumundadır.


Bu vesile ile şunu da ifade etmeliyiz ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e ve ashâb-ı kirama olan muhabbetimizde ne derece samimî olduğumuz, onların yaşayışını ne derece örnek aldığımıza bağlıdır. Onları örnek alabildiğimiz nisbette bizden sonraki nesillere örnek olabileceğiz demektir.


:037::037::037:İKİNCİ ESERİN SONU:037::037::037:
 
Üst