Otuzüçüncü Söz 'den

Ahmet.1

Well-known member
Birinci Pencere
Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hacatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır. O matlabları, o hacetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hâsselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla
gösterir.

Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?...


Said Nursi



Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Hacat: İhtiyaçlar.
Mütenevvi: Çeşitli, çeşit çeşit, türlü türlü.
Metalib: İstekler, istenenler, arzular, arzu edilenler.
Matlab: İstek, arzu.
Hacet: İhtiyaç.
Maksud: Kasdedilen, kasdedilmiş, istenen. *Gaye.
Kudret: Güç.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Hâsse: Duyu organı.
Levazımat: Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekliler.
Vücud-u Vâcib: Varlığı zorunlu olan ve olmaması imkansız ve düşünülemez olan Allah'ın (cc) varlığı.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Ziya: Işık.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Gerde-i gayb: Gayb perdesi, görünmeyi engelleyen perde.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Vâhid-i Ehad: Her bir varlıkta ve bütün kainatta birliğini gösteren Allah (cc). Bir tek olup eşi benzeri olmayan Allah (cc).
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Rahîm: Çok merhametli, çok acıyan, çok şefkatli.
Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden.
Müdebbir: Tedbir alıcı.
Münkir-i cahil: Bilgisiz inkarcı.
Fâsık-ı gafil: Dinin emir ve yasaklarına aldırmazlık içinde olan günahkâr.
Faaliyet-i hakîmane: Gayeli ve faydalı şekilde sürekli yapılan çalışma ve işler.
Basîrane: Görerek, bilerek.
Rahîmane: Çok merhametlice.
Camid: Cansız. *Donuk.
Esbab: Sebepler.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci Pencere
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...

Sözler



Teşahhusat: Şahıslanmalar, belirlenmeler, anlatılabilir ve tarif edilebilir duruma gelmeler.
İmkânat: İmkanlar, olabilmeler.
Mütereddid: Tereddüdlü, kararsız.
Mütehayyir: Hayrette kalmış, şaşmış.
Hakîmane: Hikmetli olarak, herşeyde faydalar ve gayeler gözetircesine.
Teşahhus-u vechî: Yüze ait belirlenme, yüz bakımından belirli şekil ve özellik.
Ebna-yı cins: Aynı cinsten (türden) olanlar.
Alâmet-i farika: Ayırt edici işaret.
Zahir: Açık, görünür, görünen, belli.
Bâtın: İç, görünmeyen, içyüz.
Kemal-i hikmet: Tam bir hikmet, kusursuz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Teçhiz: Donatma.
Sikke-i ehadiyet: Allah'ın (cc) birlik damgası, herbir varlığın üstünde birtek Allah'a (cc) ait olduğunu gösteren damga (özellik).
Sâni'-i Hakîm: Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
İzhar: Açığa vurma, meydana çıkarma, ortaya koyma.
Sikke: Ait olduğu yeri belirten ve gösteren damga, mühür, işaret.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah (cc).
Hâtem: Mühür.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Cihet: Yön, taraf.
Kabil-i taklid: Taklid edilebilir, benzeri yapılabilir.
Mecmuun: Toplamın, bütünün, hepsinin.
Sikke-i Samediyet: Allah'ın (cc) hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin her an kendisine muhtaç olduğunu gösteren damga (işaret).
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Pencere
Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden {(Haşiye): Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.} ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; -hiçbir şübhe kabul etmez- güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünki şu birbiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki
ﻓَﺎﺭْﺟِﻊِ ﺍﻟْﺒَﺼَﺮَ ﻫَﻞْ ﺗَﺮَﻯ ﻣِﻦْ ﻓُﻄُﻮﺭٍ Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun? (Mülk Suresi: 3.) sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

Sözler


Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Efrad: Fertler, kişiler, erler.
Zaman-ı Âdem'den: Hz.Adem (as) zamanından.
Ziyade: Fazla, çok.
Hayvanat: Hayvanlar.
Nebatat: Bitkiler.
Enva': Nevler, türler, çeşitler.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
Libas: Elbise.
Kemal-i mizan: Tam ölçü, mükemmel ölçü.
Sikke-i Vâhid-i Ehad: Allah'ın (cc) eşi ve benzeri olmadığını ve bir tek olduğunu gösteren damga (işaret).
Kudret: Güç.
Muhit: Kuşatan, ihata eden, çevreleyen.
Girift: Dolaşık, karışık, içiçe girmiş.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Pencere
İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyetidir.

İşte bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb'e delalet eder ve baktırır.


İstidad: Kabiliyet, yetenek.
İhtiyac-ı fıtrî: Fıtri ihtiyaç, yaratılışa ait ihtiyaç.
Lisan-ı ızdırarî: Mecburiyet ve çaresizliğin dili.
Muztar: Çaresiz, çaresiz kalmış.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi.
İcabet: Cevap verme, karşılık verme.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Mecmuu: Bütünü, toplamı.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Mücîb: Cevap veren.



Beşinci Pencere
Görüyoruz ki: Eşya hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki def'î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gayet basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-ü san'atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san'atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. İşte bu def'î ve âni bir surette bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücud'u gösterir.

Şimdi, ey sersem münkir! Haydi bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hata ederek o Sâni'-i Mukaddes'e "Tabiat" ismini verip onun mu'cizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden irtikâb etmek mi istersin?


Sözler​


Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Def'î: Hemen, bir anda, ani.
Hüsn-ü san'at: Sanat güzelliği.
İhtimamkârane: Özenircesine, özen gösterir şekilde, çok dikkat edercesine.
Âlât: Aletler.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Vücub-u vücud: Varlığının zorunlu olması, olmaması imkansız olan varlık.
Vahdet-i rububiyet: Rabliğin birliği, herşeyin sahibi ve terbiyecisinin bir tek oluşu.
Kadîr: Sonsuz güç ve kuvvet.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Sâni'-i Mukaddes: Kutsal ve kusursuz sanatkar yaratıcı.
Tesmiye: İsimlendirme, isim verme, adlandırma.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan, olamaz.
İrtikâb: İşlemek, yapmak, çirkin ve kötü iş işlemek.
 

Ahmet.1

Well-known member
Altıncı Pencere

ﺍِﻥَّ ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍﺧْﺘِﻠﺎَﻑِ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﻭَﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﻭَﺍﻟْﻔُﻠْﻚِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺗَﺠْﺮِﻯ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮِ ﺑِﻤَﺎ ﻳَﻨْﻔَﻊُ ﺍﻟﻨَّﺎﺱَ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﻧْﺰَﻝَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻣِﻦْ ﻣَٓﺎﺀٍ ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎ ﺑِﻪِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻬَﺎ ﻭَﺑَﺚَّ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﻭَﺗَﺼْﺮِﻳﻒِ ﺍﻟﺮِّﻳَﺎﺡِ ﻭَﺍﻟﺴَّﺤَﺎﺏِ ﺍﻟْﻤُﺴَﺨَّﺮِ ﺑَﻴْﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻟَﺎَﻳَﺎﺕٍ ﻟِﻘَﻮْﻡٍ ﻳَﻌْﻘِﻠُﻮﻥَ

Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boynun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Suresi: 164.)

Şu âyet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir ism-i a'zamı gösteren gayet büyük bir penceredir.

İşte şu âyetin hülâsat-ül hülâsası şudur ki: Kâinatın ulvî ve süflî tabakatındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisanla bir tek neticeyi, yani bir tek Sâni'-i Hakîm'in rububiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki:

Nasıl göklerde (hattâ Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi) gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler, bir Kadîr-i Zülcelal'in vücud ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Öyle de: Zeminde bilmüşahede (hattâ Coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla) gayet büyük maslahatlar için mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelal'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl berr'de ve bahr'de kemal-i rahmet ile rızıkları verilen ve kemal-i hikmet ile muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün hayvanat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelal'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Öyle de: Bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber külliyetleriyle gayet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Öyle de: Zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin ayrı ayrı hâsiyetleriyle beraber ayrı ayrı maslahatlar için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Öyle de: Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârane mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârane teveccühleri, herbiri ferden-ferda yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder. Ve heyet-i mecmuasıyla gayet büyük bir mikyasta ihata-i kudretini ve şümul-ü hikmetini ve cemal-i san'atını ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü türlü hizmetlerde kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm'in vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.

Öyle de: Gözlere kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan şuaat-ı ayniye gibi zahirî ve bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni'-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerim'in vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.

İşte şu yukarıda geçen oniki ayrı ayrı pencerelerden, oniki vecihten bir pencere-i a'zam açılıyor ki; oniki renkli bir ziya-yı hakikat ile Cenab-ı Hakk'ın ehadiyetini ve vahdaniyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu maden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?...


Said Nursi


İsm-i a'zam: Allah'ın (cc) diğer isimlerini manaca kendinde bulunduran en başta gelen ve en geniş manalı ismi.
Hülâsat-ül hülâsa: Özetin özeti, özün özü.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Süflî: Alçak, aşağı, bayağı, adi.
Tabakat: Tabakalar, katlar, mertebeler, dereceler. *Sınıflar, kimseler, topluluklar.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Rububiyet: Allah'ın (cc) terbiyecilik sıfatı.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve her şeye kudreti (gücü) yeten Allah (cc).
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Kemal-i rububiyet: Varlıkları yetiştirme ve terbiye etmekteki mükemmellik.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
İkrar: Kabul etmek, itiraf etmek.
Maslahat: Fayda, yarar.
Tahavvülât: Değişmeler.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.
Berr: Kara, yeryüzü, toprak.
Bahr: Deniz.
Kemal-i rahmet: Rahmetin mükemmelliği, acımanın son derecesi.
Kemal-i hikmet: Kusursuz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Azamet-i uluhiyet: Herşeyin sahibi, yaratıcısı ve idarecisi olmanın büyüklüğü.
Nebatat: Bitkiler.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Mevzun: Ölçülü.
Külliyet: Umumîlik, bütünlük, genellik.
Cevv-i sema: Gökyüzü, atmosfer.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Tavzif: Vazifelendirme, görevlendirme.
Katre: Damla.
Hâsiyet: Özellik, te'sir, etkileyicilik, fayda ve kuvvet.
İhzar: Hazırlama, hazır etme.
İddihar: Toplama, biriktirme, yığma, depolama.
Metanet: Sağlamlık, kararlılık.
Haşmet-i saltanat: Saltanatın haşmeti.
Eşkâl-i muntazama: Muntazam (düzgün) şekiller.
Cezbekârane: Kendinden geçmiş gibi, cezbeye tutulmuş gibi.
Vücub-u vücud: Varlığının zorunlu olması, olmaması imkansız olan varlık.
Ecsam-ı nâmiye: Büyüyen ve gelişen cisimler.
Şuurkârane: Şuurlucasına.
Ferden-ferda: Fert fert, tek tek.
İhata-i kudret: Sonsuz güç ve kuvvetin kuşatıcılığı.
Şümul-ü hikmet: Gayelerin ve faydaların kapsamı ve genişliği.
Ulûm: İlimler, bilgiler.
İlhamat-ı gaybiye: Görünmez ve gizli taraftan gelen ilhamlar.
Rabb-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli olan Rab (sahib ve terbiyeci).
İhsas: Hissettirme.
Şuaat-ı ayniye: Göze ait ışıklar, gözün nurları.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Fâtır-ı Alîm: Sonsuz ilim sahibi yaratıcı.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Rezzak-ı Kerim: Çok cömert ve bağış sahibi olan rızık verici Allah (cc).
Ehadiyet: Teklik, birlik. Allah'ın (cc) isimlerinin çoğunun tek bir şeyde görünmesi.
Pencere-i a'zam: En büyük pencere, çok büyük pencere.
Ziya-yı hakikat: Gerçeğin ışığı.
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Daire-i arz: Yer dairesi, yer, dünya.
Medar-ı senevî: Bir senede güneşin etrafındaki dönüş dairesi.
Maden-i nur: Işık kaynağı.
Perde-i gaflet: Allah'a (cc), emir ve yasaklarına karşı ilgisiz kalma perdesi, gaflet perdesi.
 

Ahmet.1

Well-known member
Yedinci Pencere
Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının sühuleti ve birbirine benzemeleri ve bir tek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de:

Masnuat: Sanatlı eserler, sanatlı yaratılmış varlıklar.
Kemal-i intizam: Tam düzgünlük, mükemmel kusursuz düzgünlük.
Kemal-i zînet: Mükemmel süs.
Sühulet: Kolaylık.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Vücub-u vücud: Varlığının zorunlu olması, olmaması imkansız olan varlık.
Kemal-i kudret: Mükemmel ve kusursuz güç ve kuvvet.


.Camid ve basit unsurlardan, hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber;
Camid: Cansız. *Donuk.
Mürekkebat: Birleştirilerek yapılmışlar, terkib edilmişler.


.Heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi;
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.

.Terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbüllerini ve vücudlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi;
Terkibat-ı mevcudat: Varlıkların küçük parçalardan birleştirilerek yapılmaları.
Terkib: Bir araya getirip karıştırma, bir araya getirip birleştirme.
Hengâm: Zaman, vakit, sıra, an.
Teceddüd: Yenilenme, tazelenme.
İhtilat: Karışmak, karışıp görüşmek.
İmtiyaz: Ayrıcalık, diğerlerinden ayrılmak.
Tefrik: Ayırmak, seçmek, ayırt etmek.
Hüceyrat-ı beden: Beden hücreleri.
Gıdaî: Gıdaya ait, besinle ilgili.
Kemal-i mizan: Tam ölçü, mükemmel ölçü.
Hakîm-i Mutlak: Sonsuz hikmet sahibi.
Alîm-i Mutlak: Herşeyi bilen sonsuz ilim sahibi olan Allah (cc).


.Zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gayet şuurkârane ve gayet hakîmane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelal'in ve o Sâni'-i Zülkemal'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Zerrat: Zerreler, en küçük parça (molekül, atom).
Muktedirane: Güçlücesine, gücü yeter şekilde.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve her şeye kudreti (gücü) yeten Allah (cc).
Sâni'-i Zülkemal: Sonsuz mükemmellikler ve üstünlükler sahibi olan sanatkar yaratıcı.
Azamet-i rububiyet: Rububiyetin azameti, herşeyin sahib ve terbiyecisi oluşunun büyüklüğü.
Kemal-i rububiyet: Rububiyetin (Rabliğin) mükemmelliği.


İşte bu dört yol ile büyük bir pencere marifetullaha açılır. Ve büyük bir mikyasta bir Sâni'-i Hakîm'i akla gösterir.
Marifetullah: Allah'ı (cc) isim ve sıfatlarıyla bilme ve tanıma.

Şimdi ey bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen; aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul...

Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Sekizinci Pencere
Nev'-i beşerdeki bütün ervah-ı neyyire ashabı olan Enbiyalar (Aleyhimüsselâm), bahir ve zahir mu'cizatlarına istinad ederek ve bütün kulûb-u münevvere aktabı olan evliyalar, keşf ü kerametlerine itimad ederek ve bütün ukûl-ü nuraniye erbabı olan asfiyalar, tahkikatlarına istinad ederek, bir tek Vâhid-i Ehad, Vâcib-ül Vücud, Hâlık-ı Külli Şey'in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rububiyetine şehadetleri, pek büyük ve nurani bir penceredir. Hem her vakit o makam-ı rububiyeti göstermektedir.

Ey bîçare münkir! Kime güveniyorsun ki, bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?

Sözler


Nev'-i beşer: İnsan türü, beşer nevi.
Ervah-ı neyyire: Çok nurlu ruhlar.
Enbiya: Peygamberler.
Bahir: Apaçık, belirli, açık.
Zahir: Açık, görünür, görünen, belli.
Mu'cizat: Mu'cizeler.
İstinad: Dayanma.
Kulûb-u münevvere: Nurlanmış kalpler, manevî aydınlanmış kalpler.
Aktab: Kutuplar, ermiş kişi olan velilerin başları.
Keşf ü keramet: Keşif ve kerametler.
Ukûl-ü nuraniye: Nurlu akıllar, iman ve Kur'anla aydınlanmış akıllar.
Vâhid-i Ehad: Her bir varlıkta ve bütün kainatta birliğini gösteren Allah (cc). Bir tek olup eşi benzeri olmayan Allah (cc).
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Vahdet: Birlik, teklik, Allah' (cc) ait birlik.
Kemal-i rububiyet: Rububiyetin (Rabliğin) mükemmelliği.
Makam-ı rububiyet: Bütün varlıkları yetiştirme ve terbiye etme makamı.
Bîçare: Çaresiz.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.




Dokuzuncu Pencere
Kâinattaki ibadat-ı umumiye, bilbedahe bir Mabud-u Mutlak'ı gösteriyor.

Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizamla ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatla ubudiyetkârane hizmetleri, bir Mabud-u Bilhakk'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi; herbir taifesi icma' ve tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatlı marifetleri, bütün şâkirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet artıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün münîblerin ciddî taleb ve inabeleri, yine Maruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-u Ezelî'nin vücub-u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi; kâmil insanlardaki bütün makbul ibadatın ve o makbul ibadatın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mabud-u Lâyezal'in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdaniyete açılır.





İbadat-ı umumiye: Umumî ibadetler, bütün varlıkların kullukları.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Mabud-u Mutlak: Kayıtsız şartsız tek ibadet edilecek olan Allah (cc).
Âlem-i ervah: Ruhlar âlemi.
Bâtın: İç, görünmeyen, içyüz.
Ruhanî: Ruha ait, ruh cinsinden görünmez varlık.
Melaike: Melekler.
Kemal-i imtisal: Tam uyma.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, göz önünde olarak.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Kemal-i intizam: Tam düzgünlük, mükemmel kusursuz düzgünlük.
Ubudiyetkârane: İbadet edercesine, kulluk yaparcasına.
Anasır: Unsurlar, elementler.
Cemadat: Cansızlar.
Kemal-i itaat: Tam itaat.
Mabud-u Bilhakk: Gerçek ibadet (kulluk) edilmeye layık olan Allah(cc).
Vücub-u vücud: Varlığının zorunlu olaması, olmaması imkansız olan varlık.
İcma': Fikir birliği.
Tevatür: Yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Marifet: Bilme, tanıma.
Şâkir: Şükreden.
Semeredar: Semereli, meyveli.
Zâkir: Zikreden, Allah'ı (cc) anan.
Hâmid: Hamdeden, şükreden.
Muvahhid: Allah'ın (cc) birliğine inanan, bir tek Allah'ın (cc) varlığını belirten.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Tavsif: Vasıflandırma, sıfatlarını bildirme, özelliklerini belirtme.
Muhib: Seven, muhabbet eden.
Münîb: Pişman olup dönen, dünyadan yüz çevirip Allah'a (cc) dönen, günahları terk ile Hakka yönelen.
İnabe: Allah'a (cc) yönelme.
Maruf: Bilinen, tanınan, meşhur.
Meşkûr: Şükre layık olan, bütün varlıklarca şükredilen.
Mahmud: Medhe layık, medhedilmiş, övülmüş.
Vâhid: Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, kısımları ve parçası bulunmayan.
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen, sevgili.
Mergub: Rağbet edilmiş, beğenilmiş, çok değer verilen.
Maksud: Kasdedilen, kasdedilmiş, istenen. *Gaye.
Mabud-u Ezelî: Başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan ve ibadet (kulluk) edilmeye layık olan Allah (cc).
Kemal-i rububiyet: Rububiyetin (Rabliğin) mükemmelliği, varlıkları yetiştirme ve terbiye etmekteki mükemmellik.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
İbadat: İbadetler, kulluk görevleri, Allah'ın (cc) emir ve yasakları.
Füyuzat: Feyizler, manevî tecelliler.
Münacat: Dua, Allah'a (cc) yalvarma.
Müşahedat: Müşahedeler, gözlemler, gözlenenler, gözle görülenler.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar, gizli manevî gerçekleri bulup ortaya çıkarmalar.
Mevcud-u Lemyezel: Sonsuz ve ölümsüz varlık (Allah (cc)).
Mabud-u Lâyezal: Zeval bulmayan mabud, sonsuz ve ölümsüz olup ibadet (kulluk) edilen Allah(cc).
Ziyadar: Işıklı, parlak.
Vahdaniyet: Birlik, Allah'ın (cc) birliği.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dokuzuncu Pencere


Kâinattaki ibadat-ı umumiye, bilbedahe bir Mabud-u Mutlak'ı gösteriyor.

Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizamla ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatla ubudiyetkârane hizmetleri, bir Mabud-u Bilhakk'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi; herbir taifesi icma' ve tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatlı marifetleri, bütün şâkirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet artıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün münîblerin ciddî taleb ve inabeleri, yine Maruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-u Ezelî'nin vücub-u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi; kâmil insanlardaki bütün makbul ibadatın ve o makbul ibadatın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mabud-u Lâyezal'in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdaniyete açılır.

Sözler

İbadat-ı umumiye: Umumî ibadetler, bütün varlıkların kullukları.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Mabud-u Mutlak: Kayıtsız şartsız tek ibadet edilecek olan Allah (cc).
Âlem-i ervah: Ruhlar âlemi.
Kemal-i imtisal: Tam uyma.
Ubudiyet: Kulluk, Allah'ın (cc) emir ve yasaklarına uymak.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
Ubudiyetkârane: İbadet edercesine, kulluk yaparcasına.
Anasır: Unsurlar, elementler.
Cemadat: Cansızlar.
Kemal-i itaat: Mükemmel ve eksiksiz şekilde itaat (uyma).
Mabud-u Bilhakk: Gerçek ibedet (kulluk) edilmeye layık olan Allah (cc).
İcma': Fikir birliği.
Tevatür: Kuvvetli haber.
Şâkir: Şükreden.
Semeredar: Semereli, meyveli.
Zâkir: Zikreden, Allah'ı (cc) anan.
Hâmid: Hamdeden, şükreden.
Muvahhid: Allah'ın (cc) birliğine inanan, bir tek Allah'ın(cc) varlığını belirten.
Tavsif: Vasıflandırma, niteleme.
Muhib: Muhabbet eden, seven.
İnabe: Allah'a (cc) yönelme.
İnabe: Allah'a(cc) yönelme.
Maruf: Bilinen, tanınan, meşhur.
Mezkûr: Bahsedilmiş, anlatılmış ve belirtilmiş.
Meşkûr: Şükre layık olan, bütün varlıklarca şükredilen.
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen, sevgili.
Mergub: Beğenilmiş, çok değer verilen.
Maksud: Kasdedilen, istenen. *Gaye.
Mabud-u Ezelî: Başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan ve ibadet(kulluk) edilmeye layık olan Allah(cc).
Kâmil: Kusursuz ve eksiksiz. *Üstün dereceye ve manevî olgunluğa ulaşmış, olgun.
İbadat: İbadetler.
Füyuzat: Feyizler.
Münacat: Dua, Allah'a(cc) yalvarma.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar, gizli manevî gerçekleri bulup ortaya çıkarmalar.
Mevcud-u Lemyezel: Sonsuz ve ölümsüz varlık (Allah(cc)).
Mabud-u Lâyezal: Sonsuz ve ölümsüz olup ibadet edilen Allah(cc).
Kemal-i rububiyet: Varlıkları yetiştirme ve terbiye etmekteki mükemmellik.
Ziyadar: Işıklı, parlak.
Vahdaniyet: Birlik, Allah'ın(cc) birliği.
 

Ahmet.1

Well-known member
Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler. Mesnevi-î Nuriye
 
Üst