Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

YEDİNCİ REŞHA:
İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.


Eğer bu zâtı böyle harekete getiren şeyin ne olduğunu bilmek istersen, o bir kuvve-i kudsiyedir. İşte şu geniş adadaki icraatına bak:

Görmüyor musun ki, o acib sahrâda, âdetlerinde mutaassıp, asabiyet ve husumetlerinde inatçı, gözünü kırpmadan kendi kızını canlı canlı toprağa gömecek kadar kalbi katılaşmış vahşî kavimlerin bütün kötü ve vahşî huylarını pek az bir zamanda kökten söküp atmış ve onları güzel ve yüksek ahlâklarla teçhiz ederek insanlık âlemine muallim ve medenî milletlere üstad yapmıştır.

Bak: O, bütün bunları diğer hükümdarlar gibi korkuya dayanan zâhirî bir saltanatla yapmıyor. Bilâkis, o kalbleri ve akılları fethediyor, canları ve ruhları teshir ediyor ve kalblerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbîsi ve ruhların sultanı haline geliyor.


Ümit ŞİMŞEK


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye


SEKİZİNCİ REŞHA:
Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.


İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?


Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir toplulukta, büyük bir hakim, büyük bir kuvvetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, görüyoruz, bu zat, büyük ve çok âdetleri, âdetlerinde mutaassıp ve hislerinde inatçı büyük kavimlerden, küçük bir kuvvetle, az bir himmetle, kısa bir zamanda tamamen kaldırıp, onlara bedel, pek âlî âdetleri ve değerli hasletleri dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak yerleştiriyor.

İşte, Ömer’in (r.a.) İslâmdan önceki ve sonraki haline bak; bir çekirdeğin koca bir ağaç oluşunu göreceksin. Bunun gibi daha nice esaslı harika icraatı yapıyor ki, gördüğümüz ancak binde birdir.

İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlerin gözüne Ceziretü’l-Arab’ı sokuyoruz. Kendilerini bir denesinler bakalım:

Filozoflarından yüz tanesini alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. Seyyidimizin o zaman bir senede yaptığının yüzde birisini yüz senede acaba yapabilirler mi?


Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

DOKUZUNCU REŞHA:
Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.



Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!
b862.gif



Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.





O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4.)
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

İşte, Ömer’in (r.a.) İslâmdan önceki ve sonraki haline bak; bir çekirdeğin koca bir ağaç oluşunu göreceksin. Bunun gibi daha nice esaslı harika icraatı yapıyor ki, gördüğümüz ancak binde birdir.
İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlerin gözüne Ceziretü’l-Arab’ı sokuyoruz. Kendilerini bir denesinler bakalım:
Filozoflarından yüz tanesini alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. Seyyidimizin o zaman bir senede yaptığının yüzde birisini yüz senede acaba yapabilirler mi?
:045::045::048::048:
Allah razı olsun....
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

DOKUZUNCU REŞHA:
Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.



Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!
b862.gif



Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.





O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4.)


1- İ’lem: Beşer tabiatından haberin varsa bilirsin ki, münazaralı bir dâvâda, meydana çıktığı takdirde insanı utandıracak bir yalanı, kılı kırk yaran düşmanlarının gözleri önünde ortaya atmak ve onu hicabsız, pervasız, hilesini hissettirecek bir teessür ve telâşa kapılmadan, yalanını ima edecek bir yapmacık ve heyecan eseri göstermeden söylemek, isterse o küçük bir şahıs olsun, isterse küçük bir vazifede, ehemmiyetsiz bir sebeble, küçük bir toplulukta ve ehemmiyetsiz bir meselede olsun, aklı başında bir adam için hiç kolay değildir.

Hal böyle iken, pek büyük bir vazifedâr olan böyle bir zâtın pek büyük bir vazifede, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük bir husumet karşısında, pek büyük bir meselede, pek büyük bir dâvâda ileri sürdüğü iddiaları arasına asılsız sözlerin girmesi ve hilenin karışması mümkün müdür?

Halbuki, o, söylediklerini, itiraz edenlere hiç aldırmadan, tereddütsüz, hicabsız, korkusuz, teessürsüz, tam bir saffet ve samimiyetle, hâlis bir ciddiyetle, düşmanlarının akıllarını tezyif ve nefislerini tahkir edip izzetlerini kıracak derecede damarlarına dokundurarak, şiddetli ve ulvî bir üslûpla söylüyor. Şu mezkûr halet içinde, böyle bir zâtın böyle bir dâvâsına hilenin karışması hiç mümkün müdür? Kellâ!

1-إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى

Evet, hak aldatmaktan müstağni, hakikat nazarı ise aldanmaktan münezzehtir.

Evet, onun hak olan mesleği aldatmaktan müstağnidir; hakikate nüfuz eden nazarı ise hakikati hayal ile karıştırmaktan münezzehtir.


1-“O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”(Necm Sûresi, 53:4.)

Tercüme: Ümit ŞİMŞEK



2-Hakikatlerin,
Ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır.
İnsan küçük bir çevrede,
Kısıtlı bir zamanda,
Belli bir konuda,
İnsanları belki kandırabilir.
Ama hiçbir gerçek,
Kıyamete kadar saklı kalamaz. [1]
İnsan fıtraten doğruyu kolayca söyleyiverir.
Akışkan bir sıvı gibi doğru söz ağızdan çıkar gider.
Onun için yalan makinesi vardır da,
Doğruluk için her hangi bir alete ihtiyaç duyulmamıştır..


Yalan kısaca;
Bilerek ve kasten,
Olmayan bir şeye ‘var’ demek,
Olan bir şeye de ‘yok’ demektir.
Malumdur ki;
Olmayan bir şey,
Var olan bir şeyi ortaya çıkaramaz.
Öyleyse bunun bazı sonuçları olacaktır.
Yalanın söyleniş amaçları farklı farklıdır.
Asırlar boyu sürecek bir yalanın,
Aynı gayeyle söylenebilmesi vaki değildir..
Bütün insanlığı ilgilendiren bir konuda,
Üstelik herkesin,
Kayıtsız şartsız arzuladığı bir talep için, [2]
Ta Âdem (a.s)’den beri doğrulukları tescillenmiş,
Yüz binlerce peygamberin,
Milyonlarca evliyanın,
Yüz milyonlarca asfiyanın ve salih insanın,
Hep birlikte aynı yalanı uydurmaları,
Kıyamete kadar hep beraber aynı hülyayı görmeleri, [3]
İşte bu mümkün değildir..
Bütün o nurâni zâtların,
Binlerce yıllık ortak iddiaları şudur:
Ahiret / sonsuz ve yüce bir âlem vardır,
Ve Allah’ın (c.c) birliği haktır.
Ne kadar cazibeli olursa olsun,
Bir söz eğer bekâ kapılarını kapatıyorsa yalandır.
Doğruluğun her açılımı,
Varlığa ve bekâya yelken açarken,
Kizb ve yalanın sonuçları,
Yokluğa ve fenâya doğrudur.. [4]
Zaman onları haklı çıkarmıştır.
İnkarcıların hepsi,
Vakti gelince ahirete göçmüşler,
Ve hakikati perdesiz görmüşlerdir. [5]
Şimdiyse sıra bugünün münkirlerindedir..


1- Ondokuzuncu Söz-Dokuzuncu Reşha

[2]. Sonsuzluk Krizi / / Aykut Tanrıkulu

[3]. İnsanın fıtratında (doğasında),
Yalana yalandır demeye,
Cibillî (doğuştan gelen) bir meyil (eğilim) vardır.
Mektubat / 19. mektup / 8. işaret / syf: 120

[4]. Adem’in Hikayesine Giriş – 3 / / Aykut Tanrıkulu

[5]. “..Bu gün artık bakışların keskinleşmiştir..”
Kaf Suresi / Ayet: 22

Aykut TANRIKULU


 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ONUNCU REŞHA:
İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakâikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.


Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.


Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında
b863.gif
gibi sûreleri işit.


Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.




Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.) Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.) Çarpacak olan felâket. (Kâria Sûresi: 1.)
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ONUNCU REŞHA:
İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakâikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.


Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.


Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında
b863.gif
gibi sûreleri işit.


Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.




Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.) Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.) Çarpacak olan felâket. (Kâria Sûresi: 1.)


Bak ve ne diyor, dinle: Pek büyük ve dehşetli hakikatlerden bahsediyor ve insanları inzar ediyor; kalbleri cezbeden ve akılları dikkate sevk eden meselelerden bahsederek beşere müjdeler veriyor. Malûmdur ki, eşyanın hakikatlerini keşfetme arzusu, pek çok merak ehlini, ruhunu fedâ edecek bir hale getirmiştir. Görmüyor musun, sana denilse ki, “Yarı ömrünü ve yarı malını verdiğin takdirde Kamer’den ve Müşteri’den birisi gelecek, oraların garib hallerinden ve istikbalde senin başına geleceklerden doğru bir şekilde haber verecek”; sanırım, böyle bir fedâkârlığa razı olursun.

Şaşılacak birşeydir ki, merakını gidermek için ömrünün ve malının yarısından vazgeçmeye razı oluyorsun da, şu zâtın söylediklerine hiç ehemmiyet vermiyorsun! Halbuki onun söylediklerini, enbiya, sıddıklar, evliya ve muhakkik âlimlerden meydana gelen ehl-i ihtisas tevatürle, ehl-i şuhud icmâ ile tasdik ediyorlar.

Hem öyle bir Sultanın işlerinden söz ediyor ki, Onun memleketinde Kamer, olsa olsa bir pervanenin etrafında uçan bir sinek olur. O pervane ise, Onun kandillerinden bir lâmbanın etrafında uçar ki, o lâmbayı, o Sultan, binlerce menzilinden, yol üzerindeki misafirlerine hazırladığı bir menzili aydınlatmak için yakmıştır.


Hem harikalar ve acâib işler diyarı olan öyle bir âlemden ve öyle acib bir inkılâbdan haber veriyor ki, faraza arz infilâk edip de dağları bulut gibi uçuşacak olsa, öyle bir inkılâbdaki garâibin binde birine denk gelmez. İstersen, onun lisanından şunlara benzer âyetleri bir dinleyiver:


إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ إِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ
إِذَا زُلْزِلَتِ الأَرْضُ زِلْزَالَهَا الْقَارِعَةُ
Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.) Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.) Çarpacak olan felâket. (Kâria Sûresi: 1.)


Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, ona nisbetle dünya istikbalinin durumu, uçsuz bucaksız bir denize nisbetle faydasız bir katre serap gibidir.


Hem öyle bir saadeti görerek müjdeliyor ki, ona nisbetle bütün dünya saadeti, sermedî Güneşe nisbetle gelip geçici bir şimşeğin durumu gibidir. Evet, acâib şeylerle dolu kâinatın perdesi altında bize bakan ve bizi bekleyen nice acâib şeyler var. Bu acâib ve harika işleri haber vermek için, hiç şüphesiz, öyle acib ve harika bir zat lâzımdır ki, önce bizzat müşahede etsin, sonra göstersin; önce görsün, sonra haber versin.

Evet, onun hal ve tavrından anlıyoruz ki, o gerçekten görüyor, sonra gösteriyor, inzar ediyor, müjde veriyor.


Ümit ŞİMŞEK

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON BİRİNCİ REŞHA:
Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir zât lâzımdır.
Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, "Bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?" pek sağlam olarak bize ders veriyor.


Hem bunlar gibi daha pek çok merakâver, lüzumlu hakâikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON BİRİNCİ REŞHA:
Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir zât lâzımdır.
Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, "Bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?" pek sağlam olarak bize ders veriyor.


Hem bunlar gibi daha pek çok merakâver, lüzumlu hakâikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?


Evet, acâib şeylerle dolu kâinatın perdesi altında bize bakan ve bizi bekleyen nice acâib şeyler var. Bu acâib ve harika işleri haber vermek için, hiç şüphesiz, öyle acib ve harika bir zat lâzımdır ki, önce bizzat müşahede etsin, sonra göstersin; önce görsün, sonra haber versin. Evet, onun hal ve tavrından anlıyoruz ki, o gerçekten görüyor, sonra gösteriyor, inzar ediyor, müjde veriyor.

Hem o zat Rabbü’l-Âlemînin razı olacağı ve bizden istediği şeylerin ne olduğunu bildiriyor. Ve hâkezâ, öyle muazzam meselelerden haber veriyor ki, onlardan asla kaçış olmaz; ve öyle acâib hakikatlerden söz ediyor ki, onlardan kurtuluş olmadığı gibi onlarsız saadet de olmaz.

Yazıklar olsun o gafillere! Ne büyük hüsrandır o dalâlette olanların hali! Ve ne şaşılacak şeydir ekser halkın eblehliği! Bunlar hakka karşı nasıl kör olmuşlar, hakikate karşı nasıl sağırlaşmışlar ki, böyle bir zâtın bu kadar hayret verici sözlerine ehemmiyet vermiyorlar. Halbuki onun gibi bir zat için ruhlar fedâ edilse lâyıktır, dünya ve içindekiler terk edilse yeridir.



Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON İKİNCİ REŞHA:
İşte şu zât, şu mevcudât Hâlıkının vahdâniyetinin hakkâniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.



İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Adem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.



Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.



Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.



Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekâya, ulvî vazifeye çıkarıyor.



Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.



Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder.



Çünkü, istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.




 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON İKİNCİ REŞHA:
İşte şu zât, şu mevcudât Hâlıkının vahdâniyetinin hakkâniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.


İ’lem: Manevî şahsiyetiyle gözümüzün önünde bulunan ve ulvî icraatıyla bütün âlemde şöhret bulan bu zat, vahdaniyetin konuşan sadık bir burhanı ve hak bir delilidir ki, onun doğruluğu, tevhidin hakkaniyeti derecesinde bir gerçektir.

Ve aynı zamanda o zat, saadet-i ebediyenin de kat’î burhanı ve parlak delilidir. Hattâ, nasıl ki daveti ve hidayetiyle saadet-i ebediyenin husulüne sebeb ve ona kavuşmak için vesiledir; öyle de, duâsı ve ubudiyetiyle dahi o saadetin vücuduna sebeb ve icadına vesiledir.


Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Adem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.



Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.



Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.



Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekâya, ulvî vazifeye çıkarıyor.



Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.



Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder.



Çünkü, istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.



İstersen ona öyle bir salât-ı kübrâda iken bak ki, o muazzam genişliğiyle şu ada, hattâ yeryüzü o büyük namazla niyaza durmuştur.

Hem bak: Öyle büyük bir cemaatle niyaz ediyor ki, sanki asrının mihrabında imam olmuş, arkasında da Âdem zamanından bu asra, hattâ dünyanın sonuna kadar bütün Âdem oğullarının en faziletlileri dizilerek asırların saflarında durmuş, ona ittibâ ile iktida edip duâsına âmin diyor.


Hem dinle bak, öyle bir cemaatle birlikteki duâsında ne istiyor: Öyle umumî, büyük ve şiddetli bir hâcet için duâ ediyor ki, niyazına yer ve gök, hattâ bütün mevcudat iştirak ediyor ve lisan-ı hal ile “Evet, yâ Rabbenâ, duâsını kabul et. Biz dahi istiyoruz. Hattâ, onun istediği şeyi, biz de Senin isimlerinin üzerimizdeki bütün tecelliyâtıyla istiyoruz” diyorlar.


Hem onun yakarışındaki haline bak: Öyle büyük bir iftikarla, öyle şiddetli bir iştiyakla, öyle derin bir hüzünle ve öyle hazin bir mahbubiyet içinde yalvarıyor ki, kâinatı ağlatıp duâsına iştirak ettiriyor.


Hem bak, öyle bir maksat, öyle bir gaye için duâ ediyor ki, eğer o maksat husule gelmeyecek olsa, insan, hattâ âlem, hattâ bütün mahlûkat esfel-i sâfilîne düşer, hiçbir kıymeti ve mânâsı kalmaz. Eğer istediği olursa, bütün mevcudat, kemâlâtına lâyık makamlara yükselir.


Hem bak: Öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkârâne ile, öyle şiddetli bir yardım niyazıyla, öyle hazin ve tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güya Arş’a ve semâvâta işittirip vecde getirip duâsına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.


Hem bak, öyle Semî’, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir Alîmden hâcetini istiyor ki, en gizli bir canlının en gizli bir ihtiyacına dair en gizli bir duâsını işitir ki, gözümüzün önünde ona cevap vererek hâcetini yerine getiriyor; ve en küçük bir zîhayatın en küçük bir meseledeki en küçük bir emelini görür ki, gözümüzün önünde, ona ummadığı yerden hâcetini ulaştırıyor; ve öyle hakîmâne bir surette ve öyle muntazam bir tarzda merhamet edip ikramda bulunur ki, hiç şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî’ ve Alîmden, öyle bir Basîr ve Hakîmdendir.


Tercüme: Ümit ŞİMŞEK



 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Acaba bütün efâzıl-ı benîâdem'i arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor?


Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesapsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti.


Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike
b864.gif
-1- dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.



Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.



1- İmkân dairesi dahilinde, şu andaki durumdan daha güzel yoktur. (İmam-ı Gazalî)
 

SaYa

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Yalan kısaca;
Bilerek ve kasten,
Olmayan bir şeye ‘var’ demek,
Olan bir şeye de ‘yok’ demektir.
Malumdur ki;
Olmayan bir şey,
Var olan bir şeyi ortaya çıkaramaz.
Öyleyse bunun bazı sonuçları olacaktır.
Yalanın söyleniş amaçları farklı farklıdır.
Asırlar boyu sürecek bir yalanın,
Aynı gayeyle söylenebilmesi vaki değildir..
Bütün insanlığı ilgilendiren bir konuda,
Üstelik herkesin,
Kayıtsız şartsız arzuladığı bir talep için, [2]
Ta Âdem (a.s)’den beri doğrulukları tescillenmiş,
Yüz binlerce peygamberin,
Milyonlarca evliyanın,
Yüz milyonlarca asfiyanın ve salih insanın,
Hep birlikte aynı yalanı uydurmaları,
Kıyamete kadar hep beraber aynı hülyayı görmeleri, [3]
İşte bu mümkün değildir..
Bütün o nurâni zâtların,
Binlerce yıllık ortak iddiaları şudur:
Ahiret / sonsuz ve yüce bir âlem vardır,
Ve Allah’ın (c.c) birliği haktır.
Ne kadar cazibeli olursa olsun,
Bir söz eğer bekâ kapılarını kapatıyorsa yalandır.
Doğruluğun her açılımı,
Varlığa ve bekâya yelken açarken,
Kizb ve yalanın sonuçları,
Yokluğa ve fenâya doğrudur.. [4]
Zaman onları haklı çıkarmıştır.
İnkarcıların hepsi,
Vakti gelince ahirete göçmüşler,
Ve hakikati perdesiz görmüşlerdir. [5]
Şimdiyse sıra bugünün münkirlerindedir..


...dün canımı çok sıkan ve beynimi saatlerce işgal eden saçma sapan bir düşünceye müthiş bir cevap oldu bu ders... tevafuk...bu kadar olur diyorum.. :) :) Allah razı olsun...
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Acaba bütün efâzıl-ı benîâdem'i arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor?


Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesapsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti.


Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir.



Acaba Âdem oğullarının en faziletlilerini arkasına alıp arz üzerinde duran,
Arş-ı Âzama müteveccihen ellerini kaldırıp duâ eden
ve
duâsına bütün ins ve cinne âmin dedirten,
hal ve hareketlerinden insanlığın şerefi,
bütün zaman ve mekânların en mümtaz şahsiyeti
ve
bu kâinatın her zaman iftihar vesilesi olduğu anlaşılan şu zat ne istiyor?


Öyle ki,
istediğini, mevcudat aynalarında tecellî eden bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi şefaatçi yaparak istiyor;
ve o esmâ dahi, onun istediği şeyin aynını icab ettiriyor ve istiyor.


İşte, dinle bak:
Bekà istiyor,
kavuşma istiyor,
Cennet istiyor,
rıza istiyor.

Eğer gözümüzle gördüğümüz
rahmet, inâyet, hikmet ve adalet gibi
—ki bunların rahmet, inâyet, hikmet ve adalet olması ancak âhiret ile mümkündür—
saadet-i ebediyenin verilmesini gerektiren hesapsız sebeblerden hiçbiri olmasaydı
ve
bütün kudsî esmâ dahi yine saadet-i ebediyeyi icab ettiren birer sebeb olmasaydı,
şu nuranî zâtın tek duâsı buna yeterdi.


Zira o zâtın Rabbi, nasıl bizim için her baharda masnûâtının mucizeleriyle süslü bahçeleri inşa ediyorsa,
o zât ve hemcinsleri için de Cenneti öyle kolaylıkla bina eder.

Evet, nasıl onun risaleti imtihan ve ubudiyet yurdu olan bu dünyanın açılmasına sebebiyet vermişse, onun ubudiyetindeki duâsı dahi mükâfat ve mücazat için âhiret yurdunun açılmasına sebebdir.




Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Acaba ehl-i akıl ve tahkike
b864.gif
-1- dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.


1- İmkân dairesi dahilinde, şu andaki durumdan daha güzel yoktur. (İmam-ı Gazalî)


Hiç mümkün müdür ki,
şu üstün intizama,
şu geniş rahmete,
şu kusursuz güzel san’ata,
şu kubuhsuz cemâle
—ki Gazâlî gibi zatlara “Var olandan daha güzeli mümkün değil” dedirtmiştir—
benzeri görülmedik bir çirkinlik
ve misli olmayan bir kusur karışsın da,
bu hakikatleri haşin bir çirkinliğe,
vahşetli bir zulme,
büyük bir intizamsızlığa döndürsün;

öyle ki,
en küçük bir mahlûkun en küçük bir hâcetine dair en küçük bir sesini işitsin
ve duâsını büyük bir ehemmiyetle kabul etsin de,
en şiddetli ihtiyaca dair en gür sesi işitmesin,
isteklerin en güzelini
ve emel ve ümitlerin en şirinini kabul etmesin?
Hâşâ, sümme hâşâ ve kellâ!

Bu görünen kusursuz cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez.

Aksi takdirde,
hüsn-ü zâtînin kubh-u zâtîye inkılâbı gibi,
hakikatlerin zıtlarına inkılâbı gerekir.

Tercüme:Ümit ŞİMŞEK



 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.


Ey bu acib seyahatteki yol arkadaşım, gördüklerin sana yetmez mi?
Eğer herşeyi birden göreyim diyorsan, bu mümkün olmaz;
zira şu adada yüz sene kalsak,
onun vazifesindeki acâibin
ve icraatındaki garâibin
yüzde birini ihâta edip seyrine doyamayız.

Şimdi gel,
asır be asır geri gidelim
ve herbir asır
onun asrından nasıl feyiz alarak yeşermiş, görelim.


Evet, görüyoruz ki,
o asra doğru geri giderken üzerinden geçtiğimiz her asır,
o Saadet Asrının güneşiyle çiçeklerini açmış
ve herbir asır,
Ebu Hanife, Şafiî,
Bayezid-i Bistamî,
Cüneyd-i Bağdadî,
Şeyh Abdülkadir-i Geylânî,
İmam-ı Gazalî,
Muhyiddin ibni Arabî,
Ebu Hasen-i Şazelî,
Şah-ı Nakşibend,
İmam-ı Rabbanî gibi binlerce nurlu meyveyi,
o nuranî zâtın feyz-i hidayetiyle vermiş.



Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Meşhudâtımızın tafsilâtını başka vakte ta'lik edip, o mu'ciznümâ ve hidâyetedâya bir kısım kati mu'cizâtına işaret eden bir salâvât getirmeliyiz:

b865.gif



b866.gif



b867.gif



b868.gif



b869.gif



b870.gif



b871.gif



b872.gif





Rahmân-ı Rahîm olan Allah'ın,

Furkan-ı Hakîmi Arş-ı Azîmden üzerine indirdiği zât olan Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.)

ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun.
Risâletini İncil, Tevrat ve Zebûr'un müjdelediği;

nübüvvetini doğduğundan hemen önce ve doğumu ânında meydana gelen hârikulâde hallerin,cinnî hâtiflerin,

insanlardan evliyâ ve kâhinlerin haber verdiği;
işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.)
ümmetinin alıp verdiği nefesler sayısınca

milyon salât ve milyon selâm olsun.



Çağırmasıyla, ağaçların, yanına geldiği,

duâsıyla yağmurun süratle yağdığı,
bulutun sıcaktan korumak için başında gölge yaptığı,

bir kilelik yiyeceğinden yüzlerce insanın doyduğu,

parmakları arasından suyun üç defa Kevser gibi aktığı;

Allah'ın kertenkeleyi, ceylanı,

kuru hurma direğini, koyun paçasını, deveyi,

dağı, taşı ve çakıl taşlarını onun için konuşturduğu;

Mi'racın ve, "Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı" (Necm Sûresi: 17.) âyetinin sahibi

Efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed'e, (a.s.m.)

ilk indiği andan itibâren Kıyâmete kadar Kur'ân'ın,

her okuyanın okuduğunda

hava dalgalarının aynalarında

Allah'ın izni ile temessül eden her kelimesindeki

her harfi sayısınca salât ve selâm olsun.



Bu salâvâtların her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, ey İlâhımız! âmin.






[Şuâât-ı Mârifetü'n-Nebî nâmındaki Türkçe bir risâlede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyân etmişim. Hem onda Kur'ân-ı Hakîm'in vücûh-u i'câzı icmâlen zikredilmiş. Yine "Lemeât" nâmında Türkçe bir risâlede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu icmâlen beyân ve kırk vücûh-u i'câzına işaret etmişim. O kırk vecihde, yalnız nazımda olan belâgatı, İşârâtü'l- İ'câz nâmındaki bir tefsir-i Arabîde kırk sayfa içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa, şu üç kitâba mürâcaat edebilirsin.]

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Şimdi,
bu seyahatimizde
gördüklerimizin tafsilâtını
başka zamana bırakıp bu mucizeli
nuranî zâta, yani
seyyidimiz olan
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma
bir salât ü selâm
getirelim.


اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى هٰذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ اْلحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدَنَا مُحَمَّدً اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ.
عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبوُرُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. سَيِّدِنَا وَمْوْلاٰنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ.
عَلٰى مَنْ جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ، وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَاۤءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ فِى كَفَّيْهِ اْلحَصَاةُ وَالْمَدَرُ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ... سَيِّدِنَا وَمَوْلاَنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى اْلكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاۤءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّماَنِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَاۤ اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ.

Allahım!
Salât ve selâm et o nuranî zâta ki,
Rahmânü'r-Rahîmden,
Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin
ona inmiştir.


Evet,
o zat ki,
seyyidimiz Muhammed’dir;
ona, ümmetinin hasenatı kadar,
milyonlarca salât ve selâm olsun.


Risaleti
Tevrat, İncil ve Zebur ile suhuflarda müjdelenen;
nübüvveti
irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen;
bir işaretiyle Ay parçalanan
efendimiz ve mevlâmız Muhammed'e,
ümmetinin nefesleri kadar,
milyonlarca salât ve selâm olsun.


Davetine ağaçların koşup geldiği,
duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği,
sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı,
bir ölçek taamıyla yüzlerce insanın doyduğu,
parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı,
onun hürmetine Allah’ın,
kertenkeleyi, ceylânı, kurdu, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı, toprağı ve ağacı konuşturduğu,
Miracın sahibi
ve gözünün asla şaşmadığı
o mucize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan
Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e,
Kur’ân’ın bidâyet-i nüzulünden
zamanın nihayetine kadar
onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu
herbir kelimenin temevvücât-ı havâiye aynalarında
Rahmân’ın izniyle temessül eden
bütün kelimelerinin bütün harfleri kadar,
milyonlarca salât ve selâm olsun.

Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi mağfiret et,
ey İlâhımız,
bize merhamet et.
Âmin.
Âmin.
Âmin.



Ümit ŞİMŞEK
 
Üst