On Yedinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz

besmele.jpg


اِنَّا جَعَلْناَ مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً وَاِنَّا لَجَاعِلوُنَ مَاعَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا
blank.gif
1
وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۤ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
blank.gif
2


Bu Söz, iki âli Makam ve bir parlak Zeylden ibarettir.

HÂLIK-I RAHÎM ve Rezzâk-ı Kerîm, ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’âmattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere, hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlûkatına ve nebatî masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rû-yi zemin, hususan bahar ve yaz zamanında, masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir cazibedarlık


[NOT]Dipnot-1 “Yeryüzünde ne varsa Biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye imtihan edelim. Onun üzerindeki herşeyi Biz elbette kup kuru bir toprak haline getireceğiz.” Kehf Sûresi, 18:7-8.

Dipnot-2
“Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir.” En’âm Sûresi, 6:32.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan ve herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ, r-ḥ-m)</td><td>Rezzâk-ı Kerîm: sonsuz ikram sahibi ve gerçek rızık verici olan Allah (bk. r-z-ḳ; k-r-m)</td></tr><tr><td>Sâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)</td><td>bilhassa: özellikle</td></tr><tr><td>celb etmek: çekmek</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>garaib-i nukuş: nakışlardaki harikâlıklar (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>havas: hisler, duyular</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>in’âmat: nimetlendirmeler (bk. n-a-m)</td><td>istifade: faydalanma, yararlanma</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>masnuat-ı sağire: san’at eseri küçük varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>mehasin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>muvafık: uygun</td></tr><tr><td>mücehhez: donatılmış</td><td>nebatî: bitkisel</td></tr><tr><td>ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-h)</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>sekene-i semavat: semada yaşayan varlıklar (bk.s-k-n; s-m-v)</td><td>süflî: aşağı, alçak</td></tr><tr><td>tabakat-ı âliye: yüce katlar, makamlar</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>taksim etmek: bölüştürmek, ayırmak</td><td>temâşâgâh: seyir yeri</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>vücud-u cismanî: maddî vücut, beden (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zeyl: ilâve, ek</td><td>âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-h)</td></tr><tr><td>âli: yüce</td><td>şaşaalı: gösterişli, göz alıcı</td></tr><tr><td>şehrayin: şenlik</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 284

görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.
Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî’nin tecellîlerine mukabil, ism-i Kahhâr ve Mümît, firak ve mevtle karşılarına çıkıyorlar. Şu ise,
blank.gif
1
وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksut olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla, dünyadan merhametkârâne bir tarzla tenfir edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor; ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burâk gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.
blank.gif
2
Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidatlarına göre bir nevi ücret-i mâneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinden baîd değil ki


[NOT]Dipnot-1 “Rahmetim herşeyi kaplamıştır.” A’râf Sûresi, 7:156.

Dipnot-2
bk. Ed-Deylemî, el-Müsned 1:85; el-Gazâlî, el-Vasît 7:31; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 15:111; es-Serahsî, el-Mebsût 12:10; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 5:80.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; r-ḥ-m)</td><td>Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-h-r)</td></tr><tr><td>Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)</td><td>Mümît: ölümü yaratan Allah (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>Rahmân: rahmetinin eserleri bütün varlık âlemini kuşatan Allah (bk. r-h-m)</td><td>Sâni-i Kerîm: sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; k-r-m)</td></tr><tr><td>Sırat: Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü</td><td>bayram-ı Rabbâniye: Rabbânî bayram (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>baîd: uzak</td><td>burak: Cennete mahsus bir binek</td></tr><tr><td>cazibedarlık: çekicilik</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cihet-i muvafakat: uygunluk yönü</td><td>cismanî: maddi yapısı olan</td></tr><tr><td>ehl-i tefekkür: tefekkür edenler, düşünenler (bk. f-k-r)</td><td>ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>evâmir-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Cenab-ı Allah’ın emirleri (bk. s-b-ḥ)</td><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>maksut olan: istenilen, hedeflenen (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)</td><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>meyelân-ı şevk-engiz: şevk verici eğilim</td><td>meyil: eğilim</td></tr><tr><td>meşakkat: güçlük, sıkıntı</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>muvafık: uygun</td><td>mücahede: cihad etme, savaş (bk. c-h-d)</td></tr><tr><td>mükâfat-ı ruhaniye: ruhanî ödül (bk. r-v-ḥ)</td><td>mütalâagâh: inceleme ve düşünme yeri</td></tr><tr><td>nefer: asker, er</td><td>nevi: çeşit, tür</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tecellî: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tenfir: nefret ettirme</td></tr><tr><td>terhis: göreve son verme</td><td>vatan-ı aslî: asıl vatan</td></tr><tr><td>vazife-i fıtriye-i Rabbâniye: Allah’ın herbir varlığa yüklediği yaratılış görevi (bk. f-ṭ-r; r-b-b)</td><td>vazife-i hayat: hayat görevi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>vücud-u bâki: devamlı ve kalıcı vücud (bk. v-c-d; b-ḳ-y)</td><td>vüs’at-i şümul: kapsamının genişliği </td></tr><tr><td>zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td><td>ziyafet-i İlâhiye: İlâhi ziyafet (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)</td><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>ücret-i mâneviye: mânevî ücret (bk. a-n-y)</td><td>şehadet: şehitlik (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şevk: şiddetli arzu ve istek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 285

bulunmasın; dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.

Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve müptelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan o haletten istifade eder, rahat-ı kalble gider. Şimdi, o haleti intaç eden vecihlerden, nümune olarak beşini beyan edeceğiz.

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle, dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.
blank.gif
1

İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla, o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor.
blank.gif
2

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhara gitmeye samimî bir şevk veriyor.

Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imanla gösterir ki, mevt, idam değil, tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmân’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
blank.gif
3



[NOT]Dipnot-1 bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:185; Nisâ Sûresi, 4:77; En’âm Sûresi, 6:70, 130; A’râf Sûresi, 7:51.

Dipnot-2
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:157, 169; Tevbe Sûresi, 9:111; Yûnus Sûresi, 10:7; Tâhâ Sûresi, 20:72; Hac Sûresi, 22:58; Kaf Sûresi, 50:43; Hadîd Sûresi, 57:21.

Dipnot-3
bk. Bakara Sûresi, 2:1554; Âl-i İmran Sûresi, 3:14; Nisâ Sûresi, 4:74, 94; Tevbe Sûresi, 9:38; Nahl Sûresi, 16:30, 122; Furkan Sûresi, 25;15; Ankebût Sûresi, 29:64; A’lâ Sûresi, 87:16.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahbap: sevilenler, dostlar (bk. ḥ-b-b)</td><td>alâka peyda etmek: ilgi duymak</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>bostan-ı cinân: Cennet bahçeleri</td></tr><tr><td>bâki: sürekli olan, sonsuz (bk. b-ḳ-y)</td><td>cazibedar: cazibeli, çekici</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>dağdağa-i hayat-ı cismaniye: maddî hayatın sıkıntıları (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>diyar-ı âhar: başka memleket (bk. e-ḫ-r)</td><td>dünyevî: dünyaya ait</td></tr><tr><td>eser-i rahmet: rahmet eseri (bk. r-ḥ-m)</td><td>eşref: en şerefli</td></tr><tr><td>fena: gelip geçicilik (bk. f-n-y)</td><td>huzur-u Rahmân: Rahmân olan Allah’ın huzuru (bk. ḥ-ḍ-r; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hâlet: hal, durum</td><td>idam: yok etme</td></tr><tr><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td><td>ihsas: hissettirme</td></tr><tr><td>insan-ı mü’min: imanlı insan (bk. e-m-n)</td><td>intaç eden: netice veren</td></tr><tr><td>iştiyak: şiddetli arzu ve istek</td><td>iştiyak-engiz: çok arzulu ve istekli</td></tr><tr><td>kemiyet: çokluk, nicelik</td><td>keyfiyet: kalite, nitelik</td></tr><tr><td>lâ ya’lemu’l-ğaybe illallah: gaybı Allah’tan başkası bilemez (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>matlup: istek, istenilen (bk. ṭ-l-b)</td><td>meftun: düşkün</td></tr><tr><td>mesrurâne: sevinçli bir şekilde </td><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>meydan-ı tayeran-ı ervâh: ruhların uçuştuğu meydan (bk. r-v-ḥ)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı</td><td>müz’iç: rahatsız edici</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>nuraniyetli: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>rahat-ı kalb: kalp rahatlığı</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>saikasıyla: sebebiyle</td><td>tebdil-i mekân: yer değiştirme (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>tekâlif: yükümlülükler</td><td>vecih: yön</td></tr><tr><td>zevâl: yokluk, sona erme (bk. z-v-l)</td><td>zindan-ı dünya: dünya zindanı</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>zulümatlı: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)</td><td>âcizlik: güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âlem (bk. a-l-m; b-ḳ-y)</td><td>âlem-i rahat: rahat âlemi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şaşaa: gösteriş, parlaklık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 286

Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır.
blank.gif
1
Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.

“Hem bir mezraadır.
blank.gif
2
Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

“Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zahirî, çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’ân şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 bk. Nisâ Sûresi, 4:94, 134; Yûnus Sûresi, 10:24; Kehf Sûresi, 18:45-46; Tâhâ Sûresi, 20:131.

Dipnot-2
bk. el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene s. 497.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cemîl-i Bâkî: sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah (bk. c-m-l; b-ḳ-y)</td><td>Mihmandar-ı Kerîm: ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah (bk. k-r-m) </td></tr><tr><td>Müsemmâ: en güzel isimlerin sahibi olan Allah (bk. s-m-v)</td><td>beyhude: boşuna</td></tr><tr><td>delâlet: işaret</td><td>envâr: nurlar (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>esrar: sırlar, gizli gerçekler</td></tr><tr><td>fuzulî: lüzumsuz</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>herzekârâne: saçmalayarak</td><td>huruf: harfler</td></tr><tr><td>hüşyar: uyanık</td><td>ilm-i hakikat: hakikat ilmi (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>irâe eden: gösteren</td><td>kafile: topluluk</td></tr><tr><td>kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)</td><td>kitab-ı Samedâniye: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kitabı (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, özellik, iç yüz</td><td>mahsul: ürün</td></tr><tr><td>mecmua: topluluk (bk. c-m-a)</td><td>mezraa: tarla</td></tr><tr><td>mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>muzahrafat: atıklar</td><td>nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefis: kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nukuş: nakışlar (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nur-u hakikat: hakikat nuru (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>seyrangâh: gezinti yeri</td><td>seyyar: hareketli, gezici</td></tr><tr><td>sıfât: vasıf, özellik (bk. v-ṣ-f)</td><td>tecelliyât: yansımalar (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tecellî: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)</td><td>tenezzüh: gezinti (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>tezahür: görünme, belirme (bk. ẓ-h-r)</td><td>ticaretgâh: alışveriş yeri</td></tr><tr><td>vecih: yön</td><td>veyl: yazık</td></tr><tr><td>zahir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td><td>zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân-ı Kerimin âyetleri</td><td>şe’n: durum, hal (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 287

On Yedinci Sözün İkinci Makamı HAŞİYE-1
Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.
Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender hebâdır, bil.
Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hüdâbin isen, O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde.
Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.
Terki demek: Hüdâ mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.
Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.
Eğer âfâkı istersen, fenâ damgası üstünde.
Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Haşiye-1 Bu İkinci Makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler; belki hakikatlerin kemâl-i intizamı cihetinde bir derece manzum suretini almışlar.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hüdâ: Allah (bk. h-d-y)</td><td>atâ-ender: lütuf ve bağış içinde</td></tr><tr><td>belâ-ender: belâ içinde</td><td>biçare: çaresiz </td></tr><tr><td>bâki: sonsuz, devamlı (bk. b-ḳ-y)</td><td>cefâ-ender: cefa ve sıkıntı içinde</td></tr><tr><td>cihan: dünya</td><td>demâ: her zaman</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>fenâ: gelip geçicilik (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fenâ-ender: fena içinde</td><td>fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>ger: eğer</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hatâ-ender: hatâ içinde</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hebâ: boş, faydasız</td><td>helâket: yok oluş</td></tr><tr><td>hodbin: kendini beğenen, kibirli</td><td>hodgâm: kendini düşünen</td></tr><tr><td>hüdâbin: Cenab-ı Hakkı tanıyan</td><td>kasdî: isteyerek (bk. ḳ-s-d)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>manend-i belâbil: bülbüller gibi</td></tr><tr><td>manzum: şiir şeklinde, vezinli (bk. n-ẓ-m)</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nazmedilmek: şiir şeklinde yazılmak (bk. n-ẓ-m)</td><td>nefis: can, hayat; kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sefâ-ender: gönül hoşluğu içinde</td></tr><tr><td>tebdil: değiştirme</td><td>tebeddül: başkalaşma, değişme</td></tr><tr><td>terk-i dünya: dünyayı terketme</td><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>âfâk: kişiyi ilgilendirmeyen dışarıdaki şeyler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 288

Siyah Dutun Bir Meyvesi

O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.

Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’ân namına kalbimdir.
Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma.
Ecânip fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyâdârın, zekâvette alemdârın,
O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!”
Kur’ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam.
Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.
Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.
Ki, Kur’ân’da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur’ân’dadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.
Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakka seyran ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı—sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve yüceliğinin tecellî ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>Avrupa: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Eski Said: (bk. bilgiler)</td><td>Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>Hak: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Yeni Said: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Ziya Paşa: (bk. bilgiler)</td><td>ahbap: sevilenler, dostlar (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>alemdâr: bayraktar, önde giden</td><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>dercan etmek: hayatını ona vermek, canını ortaya koymak</td><td>ecânip: yabancılar, Avrupalılar</td></tr><tr><td>ferş: yer</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hazer: sakın</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>meftun: tutkun, düşkün</td></tr><tr><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td><td>mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>mütekellim: konuşan (bk. k-l-m)</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nâdim: pişman</td><td>tayran etmek: uçmak</td></tr><tr><td>tilmiz-i Kur’ân: Kur’ân’ın talebesi</td><td>zekâvet: zekilik</td></tr><tr><td>ziyâdâr: ışıklı, nurlu</td><td>şekvâ: şikayet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 289

Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillâh diyerek çalıyorum,HAŞİYE-1 arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım,HAŞİYE-2 Mahşer-i Ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem.

Lütf-u Yezdan, nur-u Kur’ân, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Haşiye-1 Eyvah diyerek kaçmıyorum.

Haşiye-2
İsrâfil‘in ezanını fecr-i Haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)</td><td>Arş-ı Rahmân: bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı (bk. a-r-ş; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Bismillâh: Allah’ın adıyla (bk. s-m-v)</td><td>Elhamdülillah: “her türlü övgü ve şükür Allah’a aittir” (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Hak: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Mahşer-i Ekber: en büyük toplanma yeri; haşir meydanı (bk. ḥ-ş-r; k-b-r)</td></tr><tr><td>Mecma-ı Ekber: en büyük toplanma yeri (bk. c-m-a; k-b-r)</td><td>Mescid-i Âzam: en büyük mescid (bk. a-z-m)</td></tr><tr><td>Salât-ı Kübrâ: en büyük namaz (bk. ṣ-l-v; k-b-r)</td><td>ezan-ı Haşir: Haşir ezanı, İsrafil’in sura üflemesi (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>fecr-i Haşir: Haşir sabahı; öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma sabahı (bk. ḥ-ş-r)</td><td>feyz-i iman: imanın bereketi (bk. f-y-ḍ; e-m-n)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>inşaallah: Allah’ın izniyle</td></tr><tr><td>lütf-u Yezdan: Cenab-ı Allah’ın lütfu, ihsanı (bk. l-ṭ-f)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>zıll: gölge</td><td>İsrafil: (bk. bilgiler)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 290

Kalbe Farisî olarak tahattur eden bir münacat

هٰذِهِ اْلمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

Yani, bu münacat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden, Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesinde derc edilmişti.

يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنْست

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki, dünkü gün, pederimin kabri; ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar‑ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.HAŞİYE 1

HAŞİYE 1 İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap gösterir.

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنْست

Sonra soldaki istikbale baktım, derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim; ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp, ünsiyet değil, belki vahşet verdi.HAŞİYE 2

HAŞİYE 2 İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi, sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmâniye gösterir.

وَإ ِيمْرُوزْ: تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنْست


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Farisî: Farsça</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cihât-ı sitte: altı yön</td></tr><tr><td>davet-i Rahmâniye: Rahmânî davet (bk. r-ḥ-m)</td><td>derc edilmek: yerleştirilmek </td></tr><tr><td>ecdad: atalar, dedeler</td><td>emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>evvelce: daha önce </td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>huzur-u iman: imanın verdiği huzur (bk. ḥ-ḍ-r; e-m-n)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)</td><td>istikbal: gelecek zaman</td></tr><tr><td>kabr-i ekber: en büyük kabir (bk. k-b-r)</td><td>maatteessüf: üzülerek, ne yazık ki</td></tr><tr><td>matbu olan: basılan</td><td>meclis-i münevver: nurlu meclis (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>mecma-ı ahbap: dostların toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-b-b)</td><td>mezar-ı ekber: en büyük mezar (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td><td>münacat: dua, Allah’a yakarış (bk. n-c-v)</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nesl-i âti: gelecek nesil</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahattur: hatıra gelme</td><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>vahşet: ürküntü, korku</td><td>ünsiyet: dostluk, canayakınlık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 291

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhânede olan cismimin cenazesini taşıyor.HAŞİYE 1
HAŞİYE 1 İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi devâ bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.HAŞİYE 2
HAŞİYE 2 İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ

O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki, aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.HAŞİYE 3

HAŞİYE 3 İman, o toprağı, rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِيْن دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehrini ilâve etti.HAŞİYE 4

HAŞİYE 4 İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış mektubât-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterir.

وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت
وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.HAŞİYE 5

HAŞİYE 5 İman, o kabir kapısını âlem-i nur kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)</td><td>hareket-i mezbuhâne: can çekişme hali</td></tr><tr><td>hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>mazhar: nail olma, kazanma (bk. ẓ-h-r)</td><td>mebde-i hilkat: yaratılışın başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mektubat-ı Samedâniye: Samed olan Allah’a ait herbiri birer mektup gibi mânâlar ifade eden varlıklar (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td><td>meyus: ümitsiz</td></tr><tr><td>namzet: aday</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>sahâif-i nukuş-u Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın nakışlarını gösterdiği sayfalar (bk. n-ḳ-ş; s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>ticaretgâh: ticaret yeri</td><td>vahşet: ürküntü, korku</td></tr><tr><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r)</td><td>şaşaalı: gösterişli, göz alıcı</td></tr><tr><td>şecere-i ömür: ömür ağacı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 292

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.HAŞİYE 1

HAŞİYE 1 İman, o cüz-i lâyetecezzâ hükmündeki cüz-ü ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenâhi bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir. Ve belki iman bir vesikadır.

كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silâh-ı insanî hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez.HAŞİYE 2

HAŞİYE 2 İman, o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip, her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüzî kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi...

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.HAŞİYE 3

HAŞİYE 3 İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için, maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت

O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه
نُوِشْتَه اَسْت، دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ

İşte, şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde derc edilmiştir.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cism-i hayvanî: hayvanî cisim, beden (bk. ḥ-y-y)</td><td>cüz-i ihtiyarî: insandaki az bir irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r) </td></tr><tr><td>cüz-i lâyetecezzâ: bölünemeyen en küçük parça; atom (bk. c-z-e; lâ)</td><td>cüzî: küçük, az (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>daire-i hayat: hayat dairesi (bk. ḥ-y-y)</td><td>derc edilmek: yerleştirilmek</td></tr><tr><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>elem: acı, üzüntü</td></tr><tr><td>emel: arzu, istek</td><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuz</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hulûl: girme, sızma</td><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>istimal: kullanma</td><td>istinad: dayanma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td><td>kisb: çalışma</td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>mahiyet: öz, esas, nitelik</td><td>mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>meydan-ı cevelân: hareket ve faaliyet meydanı</td><td>mukabele: karşılık</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>müstakbel: gelecek zaman</td></tr><tr><td>nüfuz: geçme, işleme</td><td>sahife-i fıtrat: yaratılış sayfası (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>sermed: süreklilik, devamlılık </td><td>silâh-ı insanî: insana ait silah</td></tr><tr><td>vesika: belge</td><td>zaman-ı hazır: şimdiki zaman</td></tr><tr><td>ân-ı seyyal: bir anda akıp giden zaman dilimi</td><td>âşikâre: açıkça</td></tr><tr><td>ünsiyet: dostluk, canayakınlık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 293

بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَاۤئِرَءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ
دَرْ دَسْت هَرْچِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت

Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَآئِرَءِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır.

سَرْمَايَهءِ مَا هَمْچُو: “جُزْء لاَ يَتَجَزّٰااَسْت

Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’î bir şeydir.

اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَاۤئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟

İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَءِ مَنْ اَسْت

O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>cihan: dünya</td></tr><tr><td>cüz-i ihtiyarî: insandaki az bir irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td><td>cüz-i lâyetecezzâ: parçalanmayan parça; zerre, atom (bk. c-z-e; lâ)</td></tr><tr><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td><td>daire-i iktidar: iktidar dairesi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>enaniyet: benlik</td><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ḳ-r)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakikat-i tevekkül: tevekkül gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-k-l)</td><td>havl: güç, iktidar</td></tr><tr><td>hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)</td><td>iltica etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>irade-i İlâhiye: Allah’ın iradesi, dilemesi (bk. r-v-d; e-l-h)</td><td>mübayaa: satın alma</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>teberri: uzaklaşma</td></tr><tr><td>çare-i necat: kurtuluş çaresi (bk. n-c-v)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 294

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت

Ta, Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ، تَكْيَه
نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت

Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta bâki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>bedbaht: talihsiz</td></tr><tr><td>bekàsız: devamsız, geçici (bk. b-ḳ-y)</td><td>bâki: sonsuz, devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cüz-i ihtiyarî: insandaki az bir irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>elem: acı, üzüntü, keder</td><td>emel: arzu, istek</td></tr><tr><td>güzerân-ı hayat: hayatın geçmesi (bk. ḥ-y-y)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hane-i insan: insanın evi</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>inayet: yardım, bağış (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>istinadgâh: dayanak (bk. s-n-d)</td><td>itimat: güvenme</td></tr><tr><td>katre: damla</td><td>mağrur: gururlu</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı, tutulmuş</td><td>müşahede etmek: görmek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>müştak: düşkün, aşık</td><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>sukut etmek: düşmek, alçalmak</td><td>talip: istekli (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>zayi etmek: kaybetmek</td><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zulümat-ı adem: yokluk karanlığı (bk. ẓ-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 295

Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir.

وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ
سِرِّى كِه: “نَفْىِ النَفْىاِثْبَاتَ سْت

Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur.

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو
بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت

Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Ta beş hasâretten kurtulup, beş ribhi birden kazanasın.
blank.gif
1

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 Buradaki beş kâr ve beş hasâret için Altıncı Söze bakınız.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Hâlık-ı Kerîm: ikramı bol ve her şeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-r-m)</td></tr><tr><td>bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)</td><td>bâki: sürekli, devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>enaniyet: benlik</td><td>fâni: ölümlü, geçici (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hasâret: zarar</td></tr><tr><td>mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k)</td><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nefy-i nefy: yokluğun yokluğu</td><td>nur-u vücut: varlık nuru (bk. n-v-r; v-c-d)</td></tr><tr><td>ribh: kazanç, kâr</td><td>vedia: emanet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 296


besmele.jpg


فَلَمَّاۤ اَفَلَ قاَلَ لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
blank.gif
1

لَقَدْ اَبْكاَنِى نَعْىُ (لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِنْ خَلِيلِ اللهِ

İbrahim Aleyhisselâmdan sudur ile kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir hakîm-i İlâhînin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِ يبَاسْت اُفُولْدَهگُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَهغَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlup ki gurupta gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!

نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحٍٍْو شُدَنْ مَقْصُودْ


[NOT]Dipnot-1 “[Yıldız] batıp gidince, [İbrahim] ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” En’âm Sûresi, 6:76.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Farisî: Farsça</td><td>Kelâmullah: Allah’ın kelamı, Kur’ân (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>Nebiyy-i Peygamber: Peygamberin Peygamberi, Hz. İbrahim (bk. n-b-e)</td><td>aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td></tr><tr><td>aşk-ı ebedî: sonsuzluk aşkı (bk. e-b-d)</td><td>fıkra: bölüm, kısım</td></tr><tr><td>gaybûbet: kaybolma (bk. ğ-y-b)</td><td>gurup: batış</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakîm-i İlâhî: aklıyla Allah’ı bulmaya çalışan hikmet sahibi zât (bk. ḥ-k-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>hazin: hüzünlü, üzüntü veren</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey, bütün âlemler (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td><td>matlup: istek (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>merci: kaynak</td><td>nevi: çeşit, tür</td></tr><tr><td>nây: ölüm haberini verme</td><td>perestiş: taparcasına sevme</td></tr><tr><td>sudur: çıkma</td><td>teessüf: üzülme</td></tr><tr><td>tefsir: yorum, açıklama (bk. f-s-r)</td><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âmâl: ameller, işler</td><td>âyine-i Samed: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna (bk. ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>İbrahim (a.s.): (bk. bilgiler)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 297

Bir maksut ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?

نَمِى خَوانَمْ زَوَالْدَهدَفْن شُدَنْ مَعْـبُودْ

Bir mâbud ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ (لآَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ رُوحْ

Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder. Ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi,

لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
blank.gif
1
feryadını ilân ediyor.

نَمِى خٰواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati!

نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَهإِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى

Der-akap zevâlle acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.

أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ(لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte, o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.


[NOT]Dipnot-1 “Batıp gidenleri sevmem.” En’âm Sûresi, 6:76.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>bekà: süreklilik, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y)</td><td>bâki: sonsuz, devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>der-akap: derhal, hemen</td></tr><tr><td>divan-ı eş’âr: şiirler divanı</td><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>elem: acı, üzüntü</td><td>elemkârâne: acı verircesine</td></tr><tr><td>elemli: acılı, üzüntülü</td><td>fenâ: yokluk (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fâni: ölümlü, geçici (bk. f-n-y)</td><td>iltica etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>iştiyak: şiddetli arzu</td><td>keşmekeş: karma karışık</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey, bütün âlemler (bk. k-v-n)</td><td>mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>maksut: istek (bk. ḳ- ṣ-d)</td><td>manzum: vezinli, şiir şeklinde (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mecazî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)</td><td>meyusâne: ümitsizce</td></tr><tr><td>mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mâbud: kendisine kulluk edilen (bk. a-b-d)</td><td>mülâkat: kavuşma</td></tr><tr><td>müptelâ: düşkün, bağımlı</td><td>nefs-i emmare: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>perestiş: taparcasına sevme</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme, zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasavvur-u zevâl: sona erme düşüncesi (bk. ṣ-v-r; z-v-l)</td></tr><tr><td>zahir: dış görünüm (bk. ẓ-h-r)</td><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zevâl-i lezzet: lezzetin bitmesi (bk. z-v-l)</td><td>zevâl-âlûd: son bulmayla bulaşık (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 298

فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِِينْ، كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَهرَاهْ فَنَادَنْ

Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.

فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ(لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ)مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp meyusâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, İbrahimvâri

لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
blank.gif
1
enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat’-ı alâka edip Mevcud-u Hakikîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى

Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...

كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde in’âm görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma geçsen, Mün’imi bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâyı


[NOT]Dipnot-1 “Batıp gidenleri sevmem” En’âm Sûresi, 6:76.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mahbub-u Hakikî: gerçek sevgili, Allah (bk. ḥ-b-b; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Mahbub-u Lâyezâl: yok olmayan, sonsuz sevgili, Allah (bk. ḥ-b-b; z-v-l)</td></tr><tr><td>Mahbub-u Sermedî: varlığı sürekli olan sevgili, Allah (bk. ḥ-b-b)</td><td>Mevcud-u Hakikî: gerçek varlık sahibi Allah (bk. v-c-d; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Mün’im: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m)</td><td>Müsemmâ: güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>Rahmân: rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>ademnümâ: yokluğu gösteren </td><td>ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>akıbet: netice, son</td><td>bekà: süreklilik, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>bâki: sürekli, sonsuz (bk. b-ḳ-y)</td><td>daire-i mülk: sahip olunan şeylerin dairesi (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>dünyaperestlik: dünyayı taparcasına sevmek</td><td>enîn: inilti </td></tr><tr><td>esasat: esaslar, prensipler</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>eser-i Samedânî: Samed olan Allah’ın eseri (bk. ṣ-m-d)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fenâ: yokluk, yok oluş (bk. f-n-y)</td><td>fikr-i insanî: insan fikri (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>fîzar etmek: ağlayıp inlemek</td></tr><tr><td>in’am: nimetlendirme (bk. n-a-m)</td><td>kat-ı alâka etmek: ilgiyi kesmek</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>mahbubat-ı mecaziye: gerçek sevgiye layık olmadıkları halde sevilenler (bk. ḥ-b-b; c-v-z)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevcudat-ı zâile: yok olup giden, sona eren varlıklar (bk. v-c-d; z-v-l)</td></tr><tr><td>meyusâne: ümitsizce</td><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nâdan: cahil</td><td>suret-i fâniye: geçici suret (bk. ṣ-v-r; f-n-y)</td></tr><tr><td>sır: gizli gerçek, gizem</td><td>tecellî-i cemâl: güzelliğin yansıması (bk. c-l-y; c-m-l)</td></tr><tr><td>tecerrüd: soyutlanma, sıyrılma</td><td>vücud-u hakikî: gerçek vücut (bk. v-c-d; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>zelzele-i zevâl-i dünya: dünyayı yok eden sarsıntı (bk. z-v-l)</td><td>çendan: gerçi, her ne kadar</td></tr><tr><td>îsal etmek: ulaştırmak</td><td>İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 299

bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını acımadan fenâ seyline atabilirsin.

بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı bilâpervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ(لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte, zahirperest ve sermayesi âfâkî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden meyusâne feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
blank.gif
1
gıyâsını çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَامِىعَشْقِ خُوىْ:

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ1، يَكِى خَوانْ2، يَكِى جُوىْ3، يَكِى بِينْ4، يَكِى دَانْ5، يَكِى كُوىْ6

demiştir.HAŞİYE-1 Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.


[NOT]Dipnot-1 “Batıp gidenleri sevmem.” En’âm Sûresi, 6:76.

Haşiye-1
Yalnız bu satır Mevlânâ Câmî‘nin kelâmıdır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mevlânâ Câmi: (bk. bilgiler)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>akl-ı dünyevî: dünyaya ait akıl</td></tr><tr><td>alâkadarane: ilgili bir şekilde</td><td>bilâpervâ: pervasız, korkusuz</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>elfaz: lafızlar, sözler</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>fenâ: yokluk, yok oluş (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>gıyâs: yardım nidâsı</td><td>haybet: muhrumiyet, istediğini elde edememe, ümitsiz olma</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>incirar etme: çekip sona erdirme</td></tr><tr><td>kelimat-ı kudret: Allah’ın kudret kelimeleri (bk. k-l-m; ḳ-d-r)</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kışr: kabuk, dış </td></tr><tr><td>lâfz-ı mücessem: cisimleşmiş kelime</td><td>mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)</td><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>masnuat-ı fâniye: gelip geçici olan sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; f-n-y)</td><td>mağz: öz, iç</td></tr><tr><td>mecazî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)</td><td>meyusâne: ümitsizce</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>sermest-i câm-ı aşk: Allah aşkıyla kendinden geçmek</td></tr><tr><td>seyl: sel, akıntı </td><td>silsile-i efkâr: fikirler zinciri, fikir halkaları (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>uful etmek: batmak, kaybolmak</td><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>zahirperest: dış görünüşe ehemmiyet veren (bk. ẓ-h-r)</td><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âfâkî: dış dünyaya ait</td><td>İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 300

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوب ُ هُوَ الْمَقْصُودُ هُوَ الْمَعْبوُدُ

Evet, Câmi’, pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mâbud yalnız Odur.

كِه ”لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو“ بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber
blank.gif
1
لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُو der, vahdâniyete şehadet eder. لاَۤ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
blank.gif
2
’in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Haşir Sûresi, 59:22.

Dipnot-2
“Batıp gidenleri sevmem” En’âm Sûresi, 6:76.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Câmi: (bk. bilgiler – Mevlânâ Câmi)</td><td>Mahbub-u Lâyezâlî: sürekli var olan, asla yok olmayan, sonsuz sevgili, Allah (bk. ḥ-b-b; lâ; z-v-l)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halka-i kübrâ: en büyük halka (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>mahbub: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td><td>maksud: kastedilen, istek (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>marifet: Allah’ı bilme ve tanıma (bk. a-r-f)</td><td>matlup: istenilen (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>mecazî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)</td><td>mâlâyâni: boş, lüzumsuz </td></tr><tr><td>nağamât: nağmeler, hoş sesler</td><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>zikr-i İlâhî: Allah’ı anma (bk. e-l-h)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 301

Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

Birinci Levha Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

Beni dünyaya çağırma,Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicab olduVe nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya u mevcudatBirer fâni muzır gördüm.
Vücut desen, onu giydim,Ah, ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen onu tattımAzap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu,Bekàyı bir belâ gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu,Kemâl ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu,Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zevâl oldu,Devâyı ayn-ı dâ gördüm.
Bu envar zulümat oldu,Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar nây-ı mevt oldu,Bu ahyâyı mevat gördüm.
Ulûm evhâma kalb oldu,Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu,Vücutta bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum,Ah, firakta çok elem gördüm.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Yûşâ Tepesi: (bk. bilgiler)</td><td>adem: yokluk, hiçlik</td></tr><tr><td>ahbap: sevgililer, dostlar (bk. ḥ-b-b)</td><td>ahyâ: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ayn-ı dâ: hastalığın tâ kendisi</td><td>ayn-ı elem: acının tâ kendisi</td></tr><tr><td>ayn-ı heba: zararın tâ kendisi</td><td>ayn-ı heva: boş istek ve arzunun tâ kendisi</td></tr><tr><td>ayn-ı ikab: azabın tâ kendisi</td><td>ayn-ı riya: gösterişin tâ kendisi</td></tr><tr><td>azap-ender azap: azap içinde azap</td><td>bekà: devamlılık, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>demâ: her zaman, dâima</td><td>ehl-i gaflet: âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>elem: acı, üzüntü</td><td>emel: arzu, istek</td></tr><tr><td>envar: nurlar, aydınlıklar (bk. n-v-r)</td><td>evhâm: vehimler, kuruntular</td></tr><tr><td>eşya u mevcudat: var olan şeyler, varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>fenâ: yokluk, ölümlülük (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli (bk. ğ-f-l)</td><td>habib: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hicab: perde</td></tr><tr><td>hikem: hikmetler (bk. ḥ-k-m)</td><td>hutur etme: hatıra gelme</td></tr><tr><td>ilhak: ekleme</td><td>istihare: bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma</td></tr><tr><td>kalb olmak: dönüşmek</td><td>kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>mevat: ölmüş (bk. m-v-t)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muzır: zararlı</td><td>mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td><td>nefs-i zevâl: sona ermenin kendisi (bk. n-f-s; z-v-l)</td></tr><tr><td>nihan: gizli, saklı</td><td>nur-u Hak: Cenab-ı Hakkın nuru (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>nây-ı mevt: ölüm haberi (bk. m-v-t)</td><td>savt: ses</td></tr><tr><td>sekam: hastalık</td><td>tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>ulûm: ilimler (bk. a-l-m)</td><td>visal: kavuşma</td></tr><tr><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Yedinci Söz - Sayfa 302

İkinci Levha
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.

Demâ gaflet zevâl buldu, Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücut burhan-ı Zât oldu, Hayat, mir’ât-ı Haktır, gör.
Akıl miftah-ı kenz oldu, Fenâ, bâb-ı bekàdır, gör.
Kemâlin lem’ası söndü, Fakat şems-i cemâl var, gör.
Zevâl ayn-ı visal oldu, Elem ayn-ı lezzettir, gör.
Ömür nefs-i amel oldu, Ebed ayn-ı ömürdür, gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu, Bu mevtte hak hayat var, gör.
Bütün eşya enîs oldu, Bütün asvat zikirdir, gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gınâ buldum, Aczde tam kuvvet var, gör.
Eğer Allah’ı buldunsa Bütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen Onun mülkü senindir, gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine mâliksen Bilâ-addin belâdır, gör,
Bilâ-haddin azaptır, tad, Bilâ gayet ağırdır, gör.
Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen, Hudutsuz bir safâdır, gör,
Hesapsız bir sevap var, tad, Nihayetsiz saadet gör.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mâlik-i Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah (bk. m-l-k)</td><td>abd-i hüdâbin: Cenab-ı Hakkı tanıyan kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>asvat: sesler</td></tr><tr><td>ayan: aşikâr, belli</td><td>ayn-ı lezzet: lezzetin tâ kendisi</td></tr><tr><td>ayn-ı visal: kavuşmanın tâ kendisi</td><td>ayn-ı ömür: hayatın tâ kendisi </td></tr><tr><td>bilâ-addin: sayısız (bk. lâ)</td><td>bilâ-haddin: sınırsız (bk. lâ)</td></tr><tr><td>burhan-ı Zât: Cenab-ı Allah’ın varlığının delili</td><td>bâb-ı bekà: sonsuzluk kapısı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>demâ: her zaman</td><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ehl-i hidayet ve huzur: doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar (bk. h-d-y; ḥ-ḍ-r)</td><td>elem: acı, üzüntü</td></tr><tr><td>enîs: canayakın, dost</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>fenâ: yokluk, ölümlülük (bk. f-n-y)</td><td>gaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i dünya: dünyanın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hodbin: bencil</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>kenz-i gınâ: zenginliğin hazinesi (bk. ğ-n-y)</td></tr><tr><td>lem’a: parıltı</td><td>memlûk: köle, kul (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td><td>miftah-ı kenz: hazinenin anahtarı</td></tr><tr><td>mir’ât-ı Hak: Hakkın aynası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mülk: sahip olunan ve hükmedilen yer (bk. m-l-k)</td><td>müsebbih: tesbih eden (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nefs-i amel: amelin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nur-u Hak: Cenab-ı Hakkın nuru (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>safâ: gönül hoşnutluğu</td></tr><tr><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td><td>zalâm: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zarf-ı ziya: ışığın kılıfı</td><td>zerrat-ı mevcudat: varlıkların zerreleri (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zevâl: sona erme (bk. z-v-l)</td><td>zâkir: zikreden</td></tr><tr><td>şems-i cemâl: güzelliğin güneşi (bk. c-m-l)</td></tr></tbody></table>
 
Üst