On Yedinci Lem'a

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 220

yerinde olsaydım, bu san’atı, bu kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, 1 وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile2وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ ’in bir sırrını, 3 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatini, 4اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكوُنُ ’nun bir düsturunu,فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 5 ’un bir nüktesini anlarsın.

DOKUZUNCU NOTA

Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.

[NOT]Dipnot-1 “Rabbin balarısına ilham etti.” Nahl Sûresi, 16:68.
Dipnot-2 “Rahmeti herşeyi kaplamıştır.” A’râf Sûresi, 7:156.
Dipnot-3 “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-4 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-5 “Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin iç yüzü Onun elindedir. Siz de Ona döneceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83
[/NOT]



Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi olan Allah
Hakîm-i Zülcelâl: her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah
Kitab-ı Mübîn: her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap
beşer: insanlık
celle celâluhu: Allah’ın şânı yücedir
din-i hak: hak din, İslâm
düstur: kanun
esas: temel
evâmir-i tekviniye: yaratılışa ait emirler ve kanunlar
ferd-i zîhayat: canlı varlık
fezleke: netice, özet
fihriste: liste, özet, içerik
hads-i imanî: imandan kaynaklanan güçlü sezgi
hakikat: gerçek, esas
hayvânât: hayvanlar
hayır: iyilik
hüsn-ü münezzeh ve mücerred: her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış ve soyutlanmış güzellik
ilhâm: Allah tarafından kalbe gelen mânâ
iman: inanç
izhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmak
kemâlât: mükemel ve kusursuz özellikler
kerrüfer harbi: vur-kaç tekniği ile yapılan savaş
kıyas etmek: karşılaştırmak
mazhar olma: bir şeye erişme, kavuşma
midâd: mürekkep
mürekkeb: yazı için kullanılan sıvı
müteaddit: çok sayıda, çeşitli
nebâtât: bitkiler
nev-i beşer: insanlar
nota: bildiri
nübüvvet: peygamberlik
nükte: ince anlamlı söz
saadet: mutluluk
sandukça: küçük sandık
tevdi etmek: vermek
tezkere: belge
vazifeperver: vazifesini seven, işine düşkün
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 221

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.

Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan 1 اَقِيمُوا الصَّلٰوةَ
emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e


[NOT]Dipnot-1 “Namazı dos doğru kılın.” Bakara Sûresi, 2:43, 83, 110; Nisâ Sûresi, 4:77,103; En’am Sûresi, 6:72; Yûnus Sûresi, 10:87: Hac Sûresi, 22:78: Nûr Sûresi, 24:56; Rûm Sûresi, 30:31; Mücadele Sûresi, 58:13; Müzemmil Sûresi, 73:20..

[/NOT]



Allahu ekber: Allah en büyüktür
Hâlık-ı Arz: yerin yaratıcısı olan Allah
Mâbûd-u Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve sadece kendisine ibadet edilmesi gereken Allah
Nebî Aleyhisselâm: Hz. Muhammed (a.s.m.)
abd: kul
aktâr: bölgeler
arz: yeryüzü, dünya
azamet: büyüklük
azamet-i hitap: büyük hitab
bilbedâhe: açık bir şekilde
cem etmek: toplamak
cemaat: topluluk
cihet: taraf, yön
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
fevkinde: üstünde
fâik: üstün, seçkin
hadsiz: sınırsız
hak: doğru gerçek
hakikat: asıl, esas, gerçek mahiyet
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarruflarda bulunan ve varlıklar üzerinde onun adına egemen olan insan
hasâret: hüsrana uğramak
hayvânât: hayvanlar
hilkat-i kâinat: evrenin yaratılışı
hususan: özellikle
hüsün: güzellik
imtisal etmek: boyun eğmek, sıkıca sarılmak
ittifak: anlaşma, birlik
ittihad: birlik, birleşme
iyd: bayram
izzet: değer, itibar, yücelik
içtima etmek: toplanmak
kemâl: mükemmellik, olgunluk
kâinat: evren
küre-i arz: yerküre
mahbub: sevgili
mahlûk: varlık
mehâsin-i ubudiyet: ibadetin kazandırdığı iyilik ve güzellikler
muhalif: karşıt, aykırı olan
mukabele eden: karşılık veren
muvahhidîn: Allah’ın varlığına ve birliğe inananlar
nebî: peygamber
netice: son, sonuç
nisbeten: oranla
nâzil olan: inen
nübüvvet: peygamberlik
reis: başkan, lider
sadâ: ses
semâvât: gökler
suret: şekil, biçim
sırr-ı ittihad: birlikteki sır, espri
tesanüd: dayanışma
ubudiyet: kulluk
ulûhiyet: İlâhlık, ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma
zerre: atom
zikir: Allah’ı anma
zâhir: açık, âşikar
âlem: dünya, evren
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen alem
şer: kötülük

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 222

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekberi hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağaramisal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç ederek sadâ veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid 1 ve âbid ve ibâdına mescid 2 ve mahlûklarına beşik 3 ve kendine müsebbih 4 ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.

ONUNCU NOTA

Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine


[NOT]Dipnot-1 bk. Ra’d Sûresi, 13:15; Nahl Sûresi, 16:49; Hac Sûresi, 22:18.
Dipnot-2 bk. Buhârî, Salât 56; Tirmizî, Salât 119; Ebû Dâvûd, Salât 24; ibni Mâce, Mesâcid 4.
Dipnot-3 bk. Bakara Sûresi, 2:22; Tâhâ Sûresi, 20:53; Zuhruf Sûresi 43:10; Nebe Sûresi, 78:6.
Dipnot-4 bk. Fatiha Sûresi, 1:2; En’am Sûresi, 6:1; İsrâ Sûresi, 17:44; Kehf Sûresi, 18:1; Cum’a Sûresi, 62:1.

[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Allahu ekber: Allah en büyüktür
Cebel-i Arefe: Arafat Dağı
Cenâb-ı Hak: hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Kâbe-i Mükerreme: şânı yüce Kâbe
Mekke: (bk. bilgiler)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah
aks-i sadâ: sesin yankılanması
aktâr: bölgeler
arz: yeryüzü
berzah âlemi: öldükten sonra ruhların gittiği, dünya ile âhiret arasındaki âlem
berâhin: deliller
cilve: görünme, yansıma
etraf-ı arz: dünyanın çevresi
gafil: duyarsız, sorumsuz
hadsiz: sınırsız
hamd: övgü ve şükür
ibâd: kullar
iktiza etmek: gerektirmek
kıble: namaza başlarken yönelinen taraf; Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehri
mahlûklar: varlıklar
makbul: kabul edilen
mazhar olma: eriştirme
mağaramisal: mağara gibi
mesâmât: gözenekler, pencereler
mevcudat: varlıklar
muvahhidîn: Allah’ın varlığına ve birliğe inananlar
mükebbir: tekbir getiren, “Allahü ekber” diyen
müsavi: eşit, denk
müsebbih: tesbih eden; Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan
müşevveş: dağınık, karışık, düzensiz
mü’min: Allah’a inanan
nevi: çeşit, tür
nota: bildiri
nur-u marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nuru
sadâ: ses
semâvât: gökler
sâcid: secde eden
tekbir: “Allah en büyüktür” mânâsına gelen “Allahu Ekber” ifadesini söylemek
temessül etmek: belirmek, görünmek
temevvüç etmek: dalgalanmak, çalkalanmak
temâşâ etmek: gözlemlemek, seyretmek
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
ubudiyet: kulluk
umum: bütün
vuku bulmak: gerçekleşmek, meydana gelmek
zelzele-i kübrâ: büyük deprem, kıyamet
zemin: yeryüzü
zerrât: atomlar
zikir: Allah’ı anma
âbid: ibadet eden, kul
âlem-i İslâm: İslâm dünyası
âyât: âyetler
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
şahit: tanık

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 223

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

ON BİRİNCİ NOTA

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için, tekrarla, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ, semâvat ve arzın hilkati ve semâdan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.



Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
arz: yeryüzü
basiret: kalp gözü
besâtet-i efkâr: fikir ve düşüncelerin basitliği
bilbedâhe: açık bir şekilde
burhan: delil
cumhur-u avam: geniş halk topluluğu
dakik: pek ince, nazik
ekserî: çoğunluk
esbab: sebepler
gaflet: dikkatsizlik, umursamazlık
haris: aç gözlü, çok hırslı
hayalât: hayaller
hilkat: yaratılış
huruf-u kebîre: büyük harfler
ittihaz etmek: kabullenmek, edinmek
kesîf: sığ, yoğun, maddî yapısı olan
külliyet: bütünlük, genellik
lâkin: ancak, fakat
maddî: maddeyle alâkalı
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma
mekân: yer
mesken: ev, mekan
mizan: ölçü, tartı
muhatap: kendisine hitap edilen
mukabil tutmak: bir şeyin karşısına doğru yönelmek
mâlik: sahip
müteveccih olmak: yönelmek
müşahede etmek: gözlemlemek
nadiren: ender olarak
nazar: dikkat, bakış
nesîm: hoş ve hafif rüzgâr
nota: bildiri
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
semâ: gökyüzü
semâvât: gökler
seyyid: efendi
tecerrüd etmek: soyutlanmak, sıyrılmak
tecessüs: gizlice araştırma
teneffüs etmek: solumak
tenkit: eleştiri
tereddüt: şüphe
tevcih etmek: yöneltmek
teveccüh etmek: yönelmek
âb-ı hayat: hayat suyu,
âyet: delil
âyât: âyetler, deliller

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a 224

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Hem üslûb-u Kur’ânîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiyle kâinat sayfalarında yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelînin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezâlet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalble, Sûre-i Amme ve 1 قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ âyetleri gibi fermanları dinle.

ON İKİNCİ NOTA

Ey bu notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben hilâf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen, Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münâcâtını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlâhiyeden rica etmektir. Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma kefaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte, on üç sene HAŞİYE-1 evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp edeceği hengâmda, gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münâcat ve niyaz, Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahım...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Haşiye-1 Bu risalenin telifinden on üç sene evvel.

[/NOT]



Arabî: Arapça
Eski Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Hâlık-ı Kerîm: ikramı bol olan ve her şeyi yaratan Allah
Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, varlıkları benzersiz nakışlar hâlinde yaratan Allah
Rabb-i Rahîm: her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
Sûre-i Amme: Kur’ân’da yer alan Nebe Suresi
Yeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
cezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım
cezâlet-i beyaniye: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım
daim: devamlı, sürekli
dalâlet: hak yoldan ayrılan, sapıtan inkârcı insanlar
dağdağa: karışıklık, gürültü
elem: acı, keder
evvel: önce
ferman etmek: buyurmak
fırtına-i ruhiye: ruhta meydana gelen fırtına
fıtrî: doğal
gaflet: duyarsızlık, umursamazlık
hadsiz: sınırsız
hafız: Kur’ân’ı ezberleyen kişi
haşiye: dipnot
hengâm: zaman, çağ, devir
hilâf-ı âdet: alışılmışın dışında
hüşyar: uyanık
inkılâp etmek: dönüşmek
kefaret: günahlardan ve hatalardan arınma vasıtası
kudret: güç, iktidar
kâfi: yeterli
kâinat: evren
kıraat: Kur’ân-ı Kerim’in okunması
meâl: açıklama, anlam
muvakkat: geçici
müdakkik: dikkatli, bir meseleyi bütün yönleriyle inceleyen
münâcât: Allah’a yalvarış, dua
nedamet: pişmanlık
netice: son, sonuç
niyaz: yalvarıp yakarma
nizâmât: kanunlar
nota: bildiri
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti
risale: kitap
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık
sû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma
tazarru: dua, yakarış
telif: yazma, kaleme alma
tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüş
tilâvet: okuma
vesvese: kuruntu
zayi: kayıp
zillet: hor ve hakir duruma düşme
ziyade: çok, fazla
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
âyât: âyetler, deliller
üslûb-u Kur’ânî: Kur’ân üslubu
şuûnât: fiiller, hâller

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 225

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. 1 Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! 2 كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:


[NOT]Dipnot-1 bk. Tirmizî, Zühd 5; İbni Mâce, Zühd 32; Müsned 1:63.
Dipnot-2 “Her gelecek şey yakındır.” İbn-i Mâce, Mukaddime:7; Dârimî, Mukaddime 23.

[/NOT]



Hannân: rahmetinin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah
Hâlık-ı Kerîm: ikramı bol olan ve her şeyi yaratan Allah
Mennân: ihsanı bol olan ve çok nimetler veren Allah
Rabb-i Rahîm: herbir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
ahbap: dostlar, sevgililer
akarib: akrabalar, yakınlar
akran: arkadaşlar
bilmüşahede: gözle görerek
dergâh-ı rahmet: Allah’ın rahmet kapısı
dâr-i fâni: geçici âlem, dünya
dâr-ı dünya: dünya yurdu
ebedü’l-âbâd: sonsuzların sonsuzu, âhiret hayatı
el-aman el-aman: “imdat imdat” anlamına gelen ve yardım dilemeyi ifade eden söz
elem: acı, keder
feryad: bağırıp çağırma
firâk-ı ebedî: sonsuz ayrılık
fâni: geçici olan, ölümlü
gaddar: acımasız
hacâlet: utanç
halâs: kurtulma, kurtuluşa erme
hususan: özellikle
hâlik: helâk olan, yok olma özelliği taşıyan
ihtiyarsız: irade dışı
inhiraf etmek: doğru yoldan sapmak
intizar etmek: beklemek
kafile: grup, topluluk
kat’î: kesin
lisan-ı hal: hal ve beden dili
lisan-ı kal: söz ile anlatım
meftun: düşkün
mekkâr: düzenbaz, hileci
mekân: yer
melce: sığınak
mence: kurtulacak yer
menzil: yer, mekân
mevcudat: varlıklar
mâsiyet: günah, isyan
nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu
nidâ: sesleniş
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
sür’at: hız
teveccüh etmek: yönelmek
teşyîci: cenazeyi kabre getiren
yakîn: kesin ve doğru bilgi

<TBODY>
</TBODY>



<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 226

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.

“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”



لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلاٰخِرَةِ وَفِى الْقَبْرِ: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ 1


[NOT]Dipnot-1 Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (a.s.m.) Allah’ın Resulüdür.
[/NOT]​

Deyyân: herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen Allah
Erhamürrâhimîn: merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah
Habib: Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)
Hannân: rahmetinin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah
Hâlık-ı Kerîm: her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah
Mennân: ihsanı bol olan ve çok nimetler veren Allah
Rab: her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Rabb-i Rahîm: her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
Rahmeten li’l-Âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz
Rahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
abd: kul
alîl: hasta, hastalıklı
avdet etmek: geri gelmek, dönmek
dergâh: Allah’ın yüce katı
el-aman el-aman: “imdat imdat” anlamına gelen ve yardım dilemeyi ifade eden söz
evham: kuruntular, şüpheler
gafil: duyarsız, umursamaz
hadsiz: sınırsız
hak: doğru gerçek
hatîat: yanlışlar, hatâlar
illet: hastalık
iltica etmek: sığınmak
kemâl-i rahmet: mükemmel bir şefkat ve merhamet
mahlûk: yaratılmış, varlık
masnu: sanatla yapılmış, sanat değeri yüksek
mağfiret etmek: bağışlamak
melce: sığınak
mâbud: ibadet edilen
müptelâ olmak: bağımlı olmak, tutulmak
müsin: yaşlı, ihtiyarlamış
müsi’: kötülük eden
nedamet etmek: pişman olmak
nefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
seyyid: efendi
tazarru ve niyaz: dua etme, yalvarıp yakarma
vesile: aracı, vasıta
zelîl: alçak, aşağı
âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
âsi: isyan eden
İlâhî: ey Allah’ım
şakî: eşkıya, haydut
şekvâ: şikâyet
şân: yücelik, azamet

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 227

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ON ÜÇÜNCÜ NOTA

Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir.

BİRİNCİSİ: Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:
اِنَّ ِللهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَلَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ 1
Yani, “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.


[NOT]Dipnot-1 Maverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn s. 12; Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ 11:113; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 4:12; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs 1:344; İbni Hacer, el-İsâbe 4:764.

[/NOT]



Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun
Celâleddin-i Harzemşah: (bk. bilgiler)
Cengiz: (bk. bilgiler – Cengiz Han)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Edebü’d-Din ve’d-Dünya: İmam Maverdi’nin eseri
Hazret-i İsâ: [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)]
abd: kul
cihad: din uğrunda çaba harcama, savaşma
ecel: ölüm vakti
etbâ: tabi olanlar, emri altındaki kişiler
galip: yenen, üstün gelen
hakikat: doğru gerçek
harb: savaş
harekât: hareketler
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması
mağlûp eden: yenen
mağlûp etmek: yenilgiye uğratmak
medar-ı iltibas: karıştırma sebebi
muzaffer olma: zafer kazanma
mücahede: cihad etme, mücadele
münâfi: aykırı, zıt
müteaddit: bir çok
nota: bildiri
risale: bir konuda kaleme alınmış kitap
rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
surette: şekilde
sû-i edep: edepsizlik
sırr-ı teslimiyet: Allah’ın kanunlarına teslim olma ve boyun eğmenin içindeki gizli sır
tarik-i hak: hak ve hakikat yolu
tecrübe etmek: denemek, imtihan etmek
tecrübevâri: imtihan edercesine
ubudiyet: kulluk
vazifedar: görevli
vüzerâ: vezirler
zat: kişi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 228

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,1 وَماَ عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü
اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاۤءُ 2
sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o


[NOT]Dipnot-1 “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” Nur Sûresi, 24:54.

Dipnot-2 “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” Kasas Sûresi, 28:56.

[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah
Cevşenü’l-Kebîr: (bk. bilgiler)
Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî: Şah-ı Nakşibendî’nin sürekli olarak okuduğu kutsal virdler, zikirler
Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
akîm: neticesiz
cüz-ü ihtiyarî: insanda bulunan sınırlı irade
cüz’: kısım, parça
dâî: gerektiren sebep
ef’al: fiiller, hareketler
emr-i İlâhî: Allah’ın emri
ferman-ı İlâhî: Allah’ın emir ve buyruğu
fevâid: faydalar, kazançlar
harekât: hareketler
hidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
hâsiyet: özellik
ille-i gaiye: asıl hedef, gerçek sebep
illet: esas sebep, maksat
iltihak: katılmak
kuvve-i mâneviye: manevi güç, moral
muktedâ-yı küll: herkesin her konuda uyması, örnek alması gereken kişi, Hz. Muhammed (a.s.m.)
münâfi: aykırı, zıt
müreccih: tercih ettiren sebep
müşevvik: teşvik edici
netice: son, sonuç
netâic: neticeler
rehber-i ekmel: en mükemmel rehber
rehber-i mutlak: her bakımdan rehber
rıza-yı Hak: Allah’ın rızası
rıza-ı İlâhî: Allah’ın rızası
sa’y: çalışma
semere: meyve, verim
semerât: meyveler, neticeler
tebliğ etmek: bildirmek
tecrübe: deneme
terettüp eden: sonuç olarak ortaya çıkan
ubudiyet: kulluk
uhreviye: âhirete ait
vird: devamlı yapılan zikir
zat: kişi
zikir: Allah’ı anma
ziyade: çok, fazla
ziyadeleşme: fazlalaşma, artma
üstad-ı mutlak: ilimde üstünlüğü ve öğreticiliği tartışmasız olan kişi, Hz. Muhammed (a.s.m)

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 229

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-i Salihînden mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE:1 طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yani, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”

Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secde etmeye bedel naz ve fahir suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamâtıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuâta, tekellüfâta, mânâsız hodfuruşluğa ve birçok müşkilâta düşer.


[NOT]Dipnot-1 Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr 3:338; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 5:71; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ 4:182.[/NOT]


Arş: İlâhî kudret ve haşmetin en geniş şekilde tecellî ettiği yer
Selef-i Salihîn: ilk devir İslâm büyükleri
acz: güçsüzlük
akis: yansıma
aktab: kutuplar, zamanının en büyük mürşidi olan büyük veliler
bedel: karşılık
cilve: görünme, yansıma
dergâh-ı Ulûhiyet: Allah’ın huzuru
esas: temel
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
evliya: Allah dostları
evrad: okunması adet olan dualar
fahir: övünme
fakr: fakirlik
fazlî: karşılıksız verilen
haddinden tecavüz etmemek: haddini bilip sınırı aşmamak
hikmet: sebep, fayda, gaye
hodfuruşluk: kendini beğendirmeye çalışma
hâlis: içten
hâsiyet: özellik
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
illet: esas sebep, maksat
iltibas etmek: karıştırmak
kamer: ay
katre: damla
kıymetten düşme: değersiz olma
makamât: dereceler, makamlar
makamât-ı evliya: velilerin manevî makamları
makbul: kabul edilen
maksud-u bizzat: asıl gaye
mervî: nakledilen, rivayet edilen
merâtip: mertebeler
misal: görüntü
müreccih: tercih ettiren
müsavi: eşit, denk
müşevvik: teşvik edici
müşkilât: zorluk
nakıs: eksik, noksan
niyaz etmek: yalvarıp yakarmak
rıza-yı İlâhî: Allah’ın rızası
secde etmek: alın üzeri yere kapanmak
seyyare: gezegen
suret: biçim, görünüş
talep: istek
tasannuât: yapmacık hareketler
tecavüz etme: haddi aşma, saldırma
tekellüfât: zorlama tavırlar
tenevvü: çeşitlilik
terettüp etmek: sonuç olarak ortaya çıkmak
ubudiyet: kulluk
vird: devamlı yapılan zikir
zerre: atom
zerrecik: atom
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 230

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Elhasıl, hadiste vardır ki:
هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلوُنَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ 1
Yani, medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.2 İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.

Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder. İşte bir zat bu ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

وَمَآ اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رُشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغىَ عَلَيْهِ ثَوَابُ 3


Yani, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.” Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için—Hüsrev’in müşahedesiyle—kafasını ite kaptırır.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı


[NOT]Dipnot-1
“İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 3:414,4:179, 362.

Dipnot-2 el-Hâkim, el-Müstedrek 4:341; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:244.

Dipnot-3 bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf 1:95, 207; ez-Zehebî, Târihu’l-İslâm 103.

[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Hüsrev: (bk. bilgiler – Hüsrev Altınbaşak)
amel: iş, davranış
batman: yaklaşık 8 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
derc edilmek: yerleştirilmek
elhasıl: kısaca, özetle
emr-i İlâhî: Allah’ın emri
esbab: sebepler
esbab-ı zâhiriye: görünürdeki sebepler
fıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatı
hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
halâs: kurtulma
harekât: hareketler
hâlis: içten
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihtiyar: dileme, irade
mazhar etme: eriştirme
medar-ı necat: kurtuluş sebebi
muhabbet: sevgi
mukabele: karşılık verme
mukabil: karşılık
mânâsıyla: anlamıyla
mükâfat: ödül
müreccah: tercih edilen
müşahede: gözlemleme
netice: sonuç, son
rıza-yı İlâhî: Allah’ın rızası
saadet-i uhreviye: âhiret hayatındaki mutluluk
sırr-ı şefkat: şefkatin içinde gizli olan sır
tabir etmek: açıklamak, ifade etmek
talep: istek
tereccuh etmek: üstün gelmek
umum: bütün
valide: anne
vazife-i İlâhiye: İlâhi görev
zat: kişi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 231

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü 1 وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.


[NOT]Dipnot-1 “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!” En’âm Sûresi, 6:121.

[/NOT]



Bismillâh: Allah’ın adıyla
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah
adem: yokluk, hiçlik
binaen: dayanarak
cetvel: su kanalı
esbab-ı zâhiriye: görünürdeki sebepler
esbabperest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren
ihsan: bağış, iyilik, lütuf
ihtiyar: irade, tercih etme
iktiran: iki şeyin bir arada bulunması
illet: esas sebep
illet-i hakikî: gerçek sebep
in’âm: nimetlendirme
kaide: kural, prensip
kudret ve irade-i Rabbâniye: bütün varlıkların idaresi ve terbiyesi elinde olan Cenâb-ı Hakk’ın güç, iktidar ve iradesi
lisan-ı hal: hal ve beden dili
mağlâta: aldatmaca
meyl-i ihsan: iyilik yapma eğilimi
mezkûr: adı geçen, anılan
mukaddemât: başlangıçta olan şartlar
mukarin: beraber, bağlantılı
mâdum: yok, hiç olmuş
mânâ-yı işarî: işaret edilen anlam
mânâ-yı sarih: açık anlam
nimet: iyilik, lütuf, ihsan
perestiş etmek: bir şeye aşırı düşkün olmak
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti
tabir edilmek: ifade edilmek
terettüp etmek: bir şeye bağlı olarak ortaya çıkmak, meydana gelmek
tevakkuf: durma, bir şeye bağlı olma
tevehhüm: kuruntu
umum: bütün
vücud: varlık
zâhir: açık, âşikar
zâhirî: dış görünüşte
âyet: Kur’ân’da yer alan her bir cümle
şerâit: şartlar, belirtiler
şükür: teşekkür, Allah’a karşı minnet duyma

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 232

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.”
Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.

BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa’yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.

Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Hüsrev: (bk. bilgiler – Hüsrev Altınbaşak)
Refet: (bk. bilgiler – Refet Barutçu)
bedel: karşılık
biçare: çaresiz
cemaat: topluluk
ders-i Kur’ânî: Kur’ân dersi
enâniyet: benlik, gurur
fazilet: değer, üstünlük
fethetmek: ele geçirmek
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
ganimet: savaşta düşmandan ele geçirilen değerli şeyler
hasene: iyilik
hâsıl olan: meydana gelen
ifade: konuşma, hakikatleri dile getirme
ihsan: bağış, iyilik, lütuf
ihsan etmek: bağışlamak
iktirân: iki şeyin bir arada bulunması
illet: esas sebep
iltibas: karıştırma
kudsî: kutsal
masdar: kaynak, bir şeyin çıkış yeri
mazhar: bir nimete ulaşan, elde eden
menba: kaynak
minnettar olmak: minnet duymak, yapılan bir iyiliğe karşı kendisini borçlu saymak
mukarenet: yan yana olma
muvaffakiyet: başarı
muzafferiyet: zafer kazanma, galibiyet
mürşid: doğru yolu gösteren
nefis: bir kimsenin kendisi
netice: son, sonuç
nevi: çeşit, tür
nimet: iyilik, lütuf, ihsan
nimet-i ifade: ifade etme, söyleyebilme nimeti
nimet-i istifade: bir şeyden yararlanabilme nimeti
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz şefkati
reis: başkan
sa’y: çalışma
sevk etme: gönderme
tabur: bölüklerden meydana gelen askerî birlik
telâkki etmek: kabul etmek
terettüp etmek: meydana gelmek, ortaya çıkmak
vakıf: halkın faydasına sunulmuş mal
vasıtasıyla: aracılığıyla
zaptetmek: el koymak
zat: kişi
zulüm: haksızlık
ümmî: okuma-yazma bilmeyen, tahsil görmemiş
üstad: bir alanda kendini yetiştirmiş olan ve birikimini talebelerine aktaran kişi
şakirt: öğrenci, talebe
şirk-i hafî: gizli şirk, gizli küfür

<TBODY>
</TBODY>



<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 233

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.

Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.

Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir’ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o âyinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.

ON DÖRDÜNCÜ NOTA

Tevhide dair dört küçük remizdir.

BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-i mucizekârdır?



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahEndülüs: (bk. bilgiler)
Sibirya: (bk. bilgiler)Yemen: (bk. bilgiler)
acip: hayret vericiaksedilme: yansıtılma
celb olmak: bir yerden getirilmekcenup: güney
cevher: değerli taşdikkat-i nazar: dikkatle bakmak
divanelik: akılsızlıkesbabperest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren
feyiz: mânevî gıda, bereketfüyuzât: feyizler, mânevî bolluk ve bereketler
garaib: tuhaf, şaşılacak şeylergarip: hayret verici, şaşırtıcı
garp: batıhararet: ısı
harici: dışhasr-ı nazar etmek: bakışı ve dikkati tek bir yere yoğunlaştırmak
hâkim-i mucizekâr: her şeyi mucize olan ve her şeyi emri altında bulunduranhâlis: içten, samimi, saf, temiz
irşad etme: doğru yolu göstermekasır: saray
kuvvet-i irtibat: güçlü bağlantıkâmil: manevî mertebelerde yükselip olgunlaşan
küre-i arz: yerküre, dünyamakam: derece
manyetizma: telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına almamasdar: kaynak
mazhar: bir özelliği üzerinde taşıyan ve yansıtanminnettar olmak: minnet duymak, yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hissetmek
mir’ât-ı ruh: ruh aynasımuhafaza etmek: korumak, saklamak
mâkes: yansıma yerimürid: bir mürşide talebe olan
mürşid: doğru yolu gösterenmüşahede etme: gözlemleme
nota: bildirinâkıs: eksik, noksan
remiz: işaretsafvet-i ihlâs: ihlâsı zedeleyecek hiçbir yönün olmayışı
sarf edilen: kullanılantelâkki edilen: kabul edilen
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etmevesilelik: aracılık
ziya: ışıkziyade: çok, fazla
Çin: (bk. bilgiler)âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
üstad: bir alanda kendini yetiştirmiş olan ve birikimini talebelerine aktaran kişişark: doğu
şimal: kuzey

<TBODY>
</TBODY>


<TBODY role=presentation>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 234

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sayfa, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zat olabilir. Öyleyse, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.

İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedit bir hisle onun muhafazasına çalışır—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh, güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görünen güneş, âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil. Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsı onunla değil; belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı, güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i bekà, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâkî-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 de. Yani, madem Sen varsın ve bâkisin. Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!


[NOT]Dipnot-1 Bâkî olan sadece Odur.
[/NOT]



Bâkî-i Zülcelâl: kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah
Levh-i Mahfuz: her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası; Allah’ın ilminin bir adı
Zât: Allah
acib: hayret verici, şaşırtıcı
adem: yokluk, hiçlik
aktâr: bölgeler
alâka: ilişki
anâsır: unsurlar, elementler
arz: yeryüzü
bekà: devamlılık, kalıcılık
belâhet: aptallık
bâki: devamlı olan, sonsuz
cilve: görüntü, yansıma
derk etmek: anlamak, algılamak
ebed: sonsuzluk
ebleh: ahmak
edvâr: devirler, dönemler
ehemmiyet: değer, önem
emel: arzu, istek
ezel ve ebed: başlangıcı ve sonu olmaksızın bütün zamanlar, öncesizlik ve sonsuzluk
fenâ: son bulma
fıtrat: yaratılış, mizaç
halâskâr: kurtarıcı
hayattar: canlı
hususan: özellikle
hâcât: ihtiyaçlar
hükmetmek: emri altında tutmak, hâkim olmak
hüviyet: temel, özellik
intişar etmek: yayılmak
istidad: kabiliyet
kasr-ı garip: şaşkınlık uyandıran saray
kasr-ı İlâhî: İlâhî köşk
kasır: saray
mahiyet: nitelik, özellik
medet: yardım
melce: sığınak
menzil: konaklama yeri
muhabbet: sevgi
muhabbet-i bekà: sonsuz yaşamayı sevme, arzu etme
mâbûd: kendisine ibadet edilen
mâlik: bir şeyin sahibi
mütevakkıf: bağlı
rabıta: bağlantı
remiz: işaret
saray-ı acip: hayranlık uyandıran saray
semâ: gökyüzü
semâvât: gökler
tabi: bağlı
tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
ukbâ: ahiret, öbür dünya
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
âlem: dünya
âlem-i ervah: ruhlar âlemi
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
şedit: şiddetli

<TBODY>
</TBODY>



<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 235

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr‑ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki



Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allahağleb: çoğunluk
batman: yaklaşık 8 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsücihazat: cihazlar, âletler
cihet: taraf, yöncüz’î: küçük, ferdî
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdane: tane, tohum
dünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkünekser: çoğunluk
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâligarip: şaşırtıcı
gark olmak: boğulmakgayr-ı mevcut: var olmayan
hakikat: asıl, esas, gerçek mahiyethakikat-i vücud: varlığın gerçek yönü
hardal: çok küçük tohumları olan bir bitkihat: çizgi
hazer et: dikkatli olhissiyat: hisler, duygular
hâlet: durum, halin’ikâs etmek: yansımak
istiab etme: içine alma, kaplamakuvve-i hafıza: hafıza duyusu, bellek
lem’a: parıltıletâif: ruhtaki ince duygular
lâtife: ruhtaki ince duygumahiyet: temel yapı
menzil: ev, mekanmusibet: belâ, büyük sıkıntı
mâdum: yok, hiç olmuşmânevî: mânâya ait, maddî olmayan
remiz: işaretsahaif-i ömür: ömür sayfaları
sahife-i a’mâl: amellerin kaydedildiği sayfasatıh: yüzey
sür’at-i hareket: hızlı hareketsıklet: ağırlık
tahrik: harekete geçirmetasavvur etme: düşünme, hayal etme
vehim: kuruntu, varsayımzerrecik: atom

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 236

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

ON BEŞİNCİ NOTA

Üç meseledir.2

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine işaret eden
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ 3
âyetidir. Kur’ân-ı Hakîmin bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübînin mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sayfalarına baksan, ism-i Hafîzin cilve-i âzamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı, karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra, mizansız ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit suyla sula.

Sonra, senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak. İsrâfilvâri melek-i


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.

Dipnot-2 On Beşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Meseleleri, Yirmi Dördüncü Lem’a’dır. Üçüncü Mesele ise Barla Lâhikası’nda yer almaktadır.

Dipnot-3 “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa karşılığını görür. Kim zerre kadar bir kötülük işlerse o da onun karşılığını görür.” Zilzal Sûresi, 99:7-8.

[/NOT]



Kitab-ı Mübîn: kâinattaki olayları cereyan ettiren Allah’ın kudretine ait nizam ve intizam kanunlarını içeren manevi kitap
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
berk: şimşek
cihet: taraf, yön
cilve-i âzam: en büyük yansıma
cismâniyet: maddî varlığı olan
cismânî: maddî yönü olan
câmid: cansız
daire-i hayat: hayat alanı
derece-i hayat: hayat derecesi
ezcümle: örneğin, mesela
hakikat: gerçek ve doğru
hakikat-i kübrâ: en büyük gerçek
hayvâniyet: maddî yönden canlılığı olan
hayvânî: canlı
ism-i Hafîz: herşeyi koruyan, bütün özellikleriyle kaydedip muhafaza eden anlamına gelen Allah’ın bir ismi
kabza: avuç
kelime-i kudsiye: kutsal cümle
kâinat: evren
marifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma
mistar: cetvel, şablon
mizansız: ölçüsüz
muhalif: farklı
muhtelif: çeşitli, farklı
nazîre: benzer
nev/nevi: çeşit, tür
nota: bildiri
sandukça: küçük sandık
senevî haşir: yıllık haşir; bitkilerin bahar mevsiminde yeniden dirilip toplanmaları
tecellî-i etemm: noksansız tecelli, eksiksiz yansıma
tevehhüm: kuruntu
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu
âlem: dünya, evren
âlem-i nur: nur âlemi
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
âyet-i kerime: Kur’ân’ın her bir cümlesi
İsrâfilvâri: dört büyük melekten olan Hz. İsrâfil gibi [bk. bilgiler – İsrâfil (a.s.)]

<TBODY>
</TBODY>



<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 237

ra’d, baharda, nefh-i sur nev’inden yağmura bağırması, yeraltında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîzin tecellîsi altında, kemâl-i imtisalle, hatasız olarak, Fâtır-ı Hakîmden gelen evâmir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kast, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki, o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı Hakîmin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçekle, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar.

Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebâtî hayat mertebesinden, hayvânî hayat mertebesine terakki etsinler.

Ve hâkezâ, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. 1 فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîzin cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyetin tecellî-i ekberini göstereceğine kat’î bir işarettir.


[NOT]Dipnot-1 “Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.

[/NOT]


Fâtır-ı Hakîm: her şeyi benzersiz bir şekilde ve yerli yerinde yaratan Allah
Zât-ı Hafîz: her şeyi koruyan ve saklayan Zât, Allah
basiret: görme
cilve: görünme, yansıma
defnedilen: gömülen
evâmir-i tekviniye: kainatta geçerli olan kanunlar
galat: hata
hadsiz: sınırsız
hafîziyet: Allah’ın her şeyi koruyup saklaması
hayvânî: hayvansal, canlı
haşir: âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma
hikmet: bir gayeye yönelik olma
hâkezâ: bunun gibi
ihsan: bağış
iltibassız: karıştırmadan
imtisal etmek: emre uymak, boyun eğmek
inkişaf etme: ortaya çıkma, gelişme
irade: dileme, tercih, seçme gücü
irsiyet: soydan gelen, miras olarak kalan
ism-i Hafîz: Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şeyi muhafaza eden, koruyan anlamına gelen ismi
kabza: avuç
kast: amaç, hedef
kat’î: kesin
kemâl: olgunluk, mükemmellik
kemâl-i imtisal: tam ve mükemmel bir şekilde emre uyma
kıyamet: dünyanın yıkılıp, âhiret hayatının başlaması
melek-i ra’d: gök gürültüsüyle görevli melek
mertebe: derece
muhafaza: korumak, saklamak
muhtelif: çeşitli
mütenevvi: çeşitli
nebâtî: bitkisel, bitki ile ilgili
nefh-i ruh: ruhun üflenmesi
nefh-i sur: kıyamet koptuktan sonra Hz. İsrafil’in Sur’a üflemesi ve haşir meydanında insanların ve diğer canlıların diriltilmesi
nefis: bir kimsenin veya varlığın kendisi
nev’: çeşit, tür
neşir: yayılma
nimet: iyilik, lütuf
sureten: görünüşte
surette: şekilde
tecellî: görünüm, yansıma
tecellî-i ekber: en büyük tecelli, yansıma
temayüz etmek: ayrıcalıklı olmak, ayrılmak
terakki etmek: ilerlemek, yükselmek
tevfik-i hareket: uygun hareket
şuur: bilinç, anlayış

<TBODY>
</TBODY>



<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: On Yedinci Lem'a - Sayfa 238

Evet, bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki, ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübrâ hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef’âl ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemâl-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.

İşte, hafîziyetin cilve-i kübrâsına ve mezkûr âyetin hakikatine şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledeki gösterdiğimiz şahit, denizden bir katre, dağdan bir zerredir.


سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ1





endOfSection.gif
endOfSection.gif






[NOT]Dipnot-1 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

[/NOT]


akvâl: sözler, laflar
amel: iş, davranış
arz: yeryüzü
azîm: büyük, yüce
cilve: görünme, yansıma
cilve-i kübrâ: en büyük cilve, yansıma
ebed: sonsuzluk
ebedî: sonsuz
ef’âl: fiiler, davranışlar
ehemmiyet: önem, değer
emanet-i kübrâ: büyük emanet; başka varlıkların yüklenmekten çekindiği ve insanın yüklendiği İlâhî görevler, yükümlülükler
fâni: geçici olan, ölümlü
galat: hata
had ve hesaba gelmemek: sınırsız ve sayısız olmak
hafîziyet: Allah’ın her şeyi koruyup saklaması
hakikat: gerçek mahiyet, içinde gizli gerçek
halife: temsilci, bir kişi ve mekân adına hareket eden
hamele: taşıyan
hasenat: iyi ameller, hayırlar
hâşâ: asla
hüccet-i katıa: kesin delil
katre: damla
kemâl-i dikkat: tam ve eksiksiz dikkat
lem’a: parıltı
meb’us: gönderilmiş, görevli
mecmua: düzenlenmiş şey, kitap
mezkûr: adı geçen, zikredilen
muhafaza etmek: korumak, saklamak
muhasebe: hesaba çekilme
namzet: aday
neşretmek: yayımlamak, basmak
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
seyyiat: günahlar, kötülükler
taltif: iyilik ve güzellikle muamele etme, ödüllendirme
teksir: çoğaltma
tesir: etki
zerre: atom
zâil: geçip gidici, yok olucu
âsâr: eserler
âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi
âyâ: “acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı
şekavet-i daime: sürekli bedbahtlık, hiç bitmeyen sıkıntı

<TBODY>
</TBODY>


<TBODY>
</TBODY>
 
Üst