On Beşinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
besmele.jpg



وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاۤءَ الدُّنْياَ بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْناَهَا رُجوُماً لِلشَّياَطِينِ
blank.gif
1

EY KOZMOĞRAFYANIN
ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız.


BİRİNCİ BASAMAK

Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semâvâtın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde, o ecnâs-ı muhtelifeye “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.

Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira, zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar hükmünde olan semâvât dahi zîşuur ve zevi’l-idrak mahlûklarla doludur. Onlar dahi, ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin dellâllarıdırlar. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi, bilbedâhe, mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister.


[NOT]Dipnot-1 “And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td><td>azametli: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde</td><td>burç: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi, gök kalesi</td></tr><tr><td>dellâl: duyurucu, ilan edici</td><td>ecnâs-ı muhtelife: değişik cinsler</td></tr><tr><td>enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)</td><td>had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak</td></tr><tr><td>hakaret: bayağılık, basitlik</td><td>hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yaratılması (bk. ḥ-k-m)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>ins: insanlar</td><td>istihsan edici: beğenen, güzel bulan (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>kasır: saray, köşk</td><td>kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan-ı şer’î: dinî literatür (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>mektep: okul (bk. k-t-b)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>mütalâacı: etraflıca inceleyip düşünen </td><td>mütefekkir: düşünen (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>mütehayyir: hayrete düşen</td><td>müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)</td><td>ruhaniyat: ruhânî varlıklar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)</td><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>tasrih etmek: açıkça ifade etmek</td></tr><tr><td>tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v)</td><td>tezyin etmek: süslemek (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zevi’l-idrak: düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âlem: kâinat (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 249

Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır.
Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler.
blank.gif
1
Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste “tuyûrun hudrun“
blank.gif
2
tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler.

Elbette, kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Hâlıkın, elbette ruha ve hayata münasip şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır. Melâike ve ruhaniyatın vücutlarına dair Nokta namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.

İKİNCİ BASAMAK

Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.



[NOT]Dipnot-1 bk. Tirmizî, Zühd 9; İbni Mâce, Zühd 19; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2:735.

Dipnot-2
bk. Müslim, İmâra: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsîru Sûreti: 3:19; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Cihad; 16; Dâremî, Cihad: 18; Müsned, 6:386.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır</td></tr><tr><td>alâkadar: ilgili</td><td>bahr: deniz</td></tr><tr><td>bereket: bolluk (bk. b-r-k)</td><td>cismânî: maddî vücutla alakalı</td></tr><tr><td>ecnâs: cinsler, türler</td><td>ecsâm-ı hayvaniye: hayvan cisimleri, bedenleri (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ecsâm-ı seyyare: gezici cisimler</td><td>emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hararet: ısı, sıcaklık</td></tr><tr><td>hasse: duyu</td><td>haşmetli: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ins: insanlar</td><td>intizam-ı âlem: kâinatta var olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-l-m)</td></tr><tr><td>irtibat: bağ, ilişki</td><td>izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>işârât: işaretler</td><td>katarât: damlalar</td></tr><tr><td>kat’iyet: kesinlik</td><td>kesafetli: yoğun, katı</td></tr><tr><td>kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)</td><td>küdûretli: bulanık</td></tr><tr><td>letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>merâkib: binekler</td></tr><tr><td>muamele: iş, işlem, alışveriş</td><td>mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizesi (bk. a-c-z; f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müracaat etmek: başvurmak</td></tr><tr><td>mütemadiyen: sürekli olarak</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nuraniyetli: aydınlık, parlak (bk. n-v-r)</td><td>rahmet: yağmur (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)</td><td>rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td></tr><tr><td>ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-ḥ)</td><td>sema: gökyüzü (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>seyran etmek: seyretmek, gezmek</td><td>seyyarat: gezegenler</td></tr><tr><td>taam: yiyecek</td><td>tayyare: uçak</td></tr><tr><td>temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmak</td><td>tesmiye edilen: isimlendirilen (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tuyûrun hudrun: yeşil renkli kuşlar</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vezaif: vazifeler, görevler</td><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>vüs’atli: geniş</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zevi’l-idrak: idrak sahipleri, düşünebilen varlıklar</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>zulmet: koyu karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td></tr><tr><td>âlem-i cismâniyât: cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası (bk. a-l-m)</td><td>âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 250

Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

Semânın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs’at ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi muti’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

Evet, zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış. O sebepten ihtilâfat ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahali: halk</td><td>ahyar: hayırlılar, iyiler</td></tr><tr><td>bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)</td><td>cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)</td><td>cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v)</td><td>ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td><td>ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t)</td></tr><tr><td>ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y)</td><td>ezdad: zıtlar</td></tr><tr><td>eşrar: şerliler, kötüler</td><td>fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hiffet: hafiflik</td><td>hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>icap etmek: gerektirmek</td><td>icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar</td><td>imtihanat: imtihanlar</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>istinad eden: dayanan (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)</td><td>içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>karib: yakın</td><td>letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mesken: ev, yer (bk. s-k-n) </td><td>muti’: itaat eden, emre uyan</td></tr><tr><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>münakaşa: tartışma</td><td>münakaşat: münakaşalar, tartışmalar</td></tr><tr><td>müsabakat: müsabakalar, yarışmalar</td><td>müzahame: zahmet verme, itişip kakışma</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) </td><td>nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)</td></tr><tr><td>sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)</td><td>sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td><td>semere: meyve, netice</td></tr><tr><td>semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)</td><td>sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sükût: sessizlik</td><td>tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler</td></tr><tr><td>teklif: görev yükleme</td><td>terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler</td></tr><tr><td>tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber</td><td>vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)</td></tr><tr><td>vüs’at: genişlik</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âsuman: gökyüzü, gökkubbe</td></tr><tr><td>ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık</td><td>ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar</td></tr><tr><td>şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 251

maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte, arzınHAŞİYE-1 bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren
blank.gif
1
رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ der.


[NOT]Haşiye-1 Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki daimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçekle birşey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir. Aynen öyle de, küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san’atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli, yüz bin tarzda masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al. Yani bütün mazisini hazır farz et, sonra yeknesak ve bir derece basit semâvâta karşı muvazene et. Göreceksin ki, arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ sırrını anla.

Dipnot-1
“Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16; İsrâ Sûresi, 17:102, Kehf Sûresi, 18:14.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azamet-i mâneviye: mânevî büyüklük (bk. a-ẓ-m; a-n-y) </td></tr><tr><td>besâtin-i daime: daimi ve sürekli bahçeler</td><td>cevâdâne: cömertçe (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>destgâh: tezgâh, işyeri </td><td>envâ-ı sağîre: küçük çeşitler</td></tr><tr><td>faaliyet-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın faaliyet ve icraatı (bk. f-a-l; r-b-b)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>gayb âlemi: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. ğ-y-b; a-l-m)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakaret: küçüklük, değersizlik</td><td>hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın yaratıcılığı, yoktan var ediciliği (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hemmiyet-i san’aviye: san’at tarafının önemi (bk. ṣ-n-a)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hususan: özellikle</td><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsulât: ürünler</td></tr><tr><td>mahşer: toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)</td><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>medar: eksen, dayanak, vesile</td><td>mensucat-ı ebediye: sonsuz hayata ait dokumalar (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>menâzır-ı sermediye: devamlı, sürekli manzaralar (bk. n-ẓ-r)</td><td>mezher: çiçeklik</td></tr><tr><td>mezraa: tarla</td><td>meşher: sergi</td></tr><tr><td>mikyas: ölçü</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>mu’cizât-ı san’at: san’at mu’cizeleri (bk. a-c-z; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mâkes: yansıma yeri, ayna</td><td>mükerreren: tekrarla, defalarca</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli, birden fazla</td><td>müteceddid: yenilenen, tazelenen</td></tr><tr><td>nazar: dikkat (bk.n-ẓ-r)</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>noksan: eksik</td><td>nokta-i mihrakiye: odak noktası</td></tr><tr><td>nümunegâh: nümunelerin bulunduğu yer</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>sür’at: hız</td></tr><tr><td>taklitgâh: taklit yeri</td><td>tecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları (bk. c-l-y; s-m-v)</td></tr><tr><td>terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b)</td><td>varidatsız: gelirsiz</td></tr><tr><td>yeknesak: monoton, değişmeyen</td><td>zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>ziyade: fazla</td><td>âhiret âlemi: öteki dünya (bk. e-ḫ-r; a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 252

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki, sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülât olsun.

Hem şu mahdut arz, hadsiz mucizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuşlar. Enbiyadan, evliyadan tut, ta nemrudlara, ta şeytanlara kadar, uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.

DÖRDÜNCÜ BASAMAK

Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.

Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Kumandan-ı Âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ahyâr-ı semâviyyîn: göktekilerin hayırlıları, iyileri (bk. s-m-v)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>ashab-ı Nebî: Peygamberimizin ashabı, arkadaşları (bk. n-b-e)</td><td>daire-i adliye: adliye dairesi (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>daire-i askeriye: askerlik dairesi</td><td>daire-i hükûmet: yönetim dairesi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>enfas: nefesler, hayatlar, canlar (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>evliyalar: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>eşrâr-ı arzîn: yeryüzünün şerlileri, kötüleri</td></tr><tr><td>firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler)</td><td>fıtrî: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) </td></tr><tr><td>hulkî: yaratılıştan (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>ins: insanlar</td><td>kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kayıt: sınır</td><td>kuvâ: duygular, hisler</td></tr><tr><td>küffar: kâfirler, inkârcılar (bk. k-f-r)</td><td>mabeyn: ara</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlı</td><td>mahvetmek: yok etmek</td></tr><tr><td>mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)</td><td>mazhar-ı tahavvülât: değişikliğe uğramış (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>meydan-ı imtihan: imtihan meydanı</td></tr><tr><td>mezkur: sözü geçen, anılan</td><td>muharebe: savaş</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>mübareze: mücadele, çatışma</td></tr><tr><td>mühim: önemli</td><td>nam: ad, isim, ünvan</td></tr><tr><td>nemrud: (bk. bilgiler)</td><td>neş’et eden: doğan, meydana çıkan</td></tr><tr><td>nüfus: nefisler (bk. n-f-s)</td><td>peyda olmak: var olmak</td></tr><tr><td>rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>sair: diğer, başka</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td><td>sür’at: hız</td></tr><tr><td>tagayyür: başkalaşma</td><td>tahavvül: değişim</td></tr><tr><td>tedennî: alçalma, gerileme</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>terakki: yükselme, ilerleme</td><td>yad edilmek: anılmak</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>âlem: dünya, evren (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şeraret: şerlilik, kötülük</td><td>şeyâtin: şeytanlar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 253

bilir. Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Mutî ahali ona Merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et. İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âli âciz, zelil bir âsiyi bir emirle idam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

İşte,
blank.gif
1
وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun‑u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine
blank.gif
2
kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder.

BEŞİNCİ BASAMAK

Madem arzdan semâya gidip gelmek var. Semâdan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor. Ve madem ervâh-ı tayyibeler


[NOT]Dipnot-1 “En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2
bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre (2) 36; en-Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:305; İbni Hibbân, es-Sahîh 3:278.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Ezel ve Ebed Sultanı: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>Halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)</td><td>Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)</td></tr><tr><td>Kahhar Hâkim: kahreden ve herşeye hükmeden güç ve kuvvet sahibi (bk. ḳ-h-r; ḥ-k-m)</td><td>Merhametkâr: merhametli, şefkatli (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>ahali: halk</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>daire-i meşihat: din işleri dairesi</td></tr><tr><td>daire-i mülkiye: devlet idaresiyle meşguliyet dairesi (bk. m-l-k)</td><td>ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>haşmet-i saltanat: sultanlığın haşmeti, ihtişamı (bk. s-l-ṭ)</td><td>hususî: özel</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>ilhamat: ilhamlar</td></tr><tr><td>imtihan-ı ulvî: yüce imtihan</td><td>istihkak: hak etme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>istikbal-i siyasî: siyasî karşılama</td><td>kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kanun-u müsabaka: yarışma kanunu (bk. ḳ-n-n)</td><td>kanun-u teavün: yardımlaşma kanunu (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kanun-u tenasül: üreme ve çoğalma kanunu (bk. ḳ-n-n)</td><td>levazımat-ı arziye: dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlar</td></tr><tr><td>liyakat: layık olma</td><td>mecma-ı âli: yüce meclis (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>meydan-ı müsabaka: yarış meydanı</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>muktedir: iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td><td>mutî: itaatkâr, emre uyan</td></tr><tr><td>mübareze: mücadele, çatışma</td><td>nam: ad, ünvan</td></tr><tr><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>padişah-ı âli: yüce hükümdar</td></tr><tr><td>sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>taltif: lütuf ve iyilikte bulunma (bk. l-ṭ-f)</td><td>tecelliyat-ı celâliye: Allah’ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü (bk. c-l-y; c-l-l)</td></tr><tr><td>tedbir-i hükûmet: hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi (bk. d-b-r; ḥ-k-m)</td><td>temâşâ: seyretme</td></tr><tr><td>tezahürat-ı cemâliye: Allah’ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri (bk. ẓ-h-r; c-m-l) </td><td>teşhir etmek: sergilemek</td></tr><tr><td>tâmim: genelleştirme, yayma</td><td>umumî: genel</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zelil: alçak, aşağılık</td><td>zikretmek: anmak</td></tr><tr><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âfâk: ufuklar</td><td>âsi: isyan eden, başkaldıran</td></tr><tr><td>şe’n: iş, fiil, özellik (bk. ş-e-n)</td><td>şuûnat: işler, fiiller ve icraatlar (bk. ş-e-n)</td></tr><tr><td>şümul: kapsam</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 254

semâya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habîse dahi, ahyârı takliden semâvât memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve red edilecekler. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır.

Hem, bilâşek velâ şüphe, şu muamele-i mühimmenin, şu mübareze-i mâneviyenin, âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rububiyetin hikmeti iktiza eder ki, zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. (Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş.) Ta âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acip temâşâya, umum ehl-i semâvât ve sekene-i arzın enzâr-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i Rububiyetini tefekkür ettirsin.

Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.

ALTINCI BASAMAK

Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için, Kur’ân-ı Hakîm öyle i’cazkâr


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahyâr: hayırlı kimseler (bk. ḫ-y-r)</td><td>bahusus: özellikle</td></tr><tr><td>bedâheten: ap açık bir şekilde</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bilâşek velâ şüphe: şeksiz ve şüphesiz (bk. lâ)</td><td>celb etmek: çekmek </td></tr><tr><td>cühud: bilerek inkâr etme</td><td>dellal: davetçi, ilan edici</td></tr><tr><td>ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ehl-i semavat: semavat ehli, melekler ve ruhanîler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>enseb: daha uygun (bk. n-s-b)</td><td>enzâr-ı dikkat: dikkatli bakışlar (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>ervâh-ı habîse: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td><td>esbab-ı zahiriye: görünen sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>hadisat-ı cevviye ve semaviye: hava ve gök olayları (bk. s-m-v)</td><td>hadisat-ı necmiye: yıldız olayları (bk. ḥ-d-s̱) </td></tr><tr><td>havârık-ı san’at: sanat harikaları (bk. ṣ-n-a)</td><td>haşmet-i Rububiyet: Cenab-ı Hakkın bütün varlıkları merhamet ve şefkatle beslemesi, terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasının ihtişamı (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>hiffet: hafiflik</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>işhad: şahit gösterme (bk. ş-h-d)</td><td>i’cazkâr: mu’cizeli (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahiyet: esas, nitelik, içyapı</td></tr><tr><td>mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti</td><td>meşhud: görünen, bilinen (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>muamele-i mühimme: önemli davranış</td><td>muhkem: sağlam (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>mübareze-i mâneviye: mânevî mücadele ve çatışma (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mübareze-i ulviye: yüce mücadele</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)</td><td>müşahede: gözlemleme (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td><td>nuhuset: uğursuzluk</td></tr><tr><td>nöbettar: nöbetçi</td><td>recm-i şeytan: şeytan taşlama</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td></tr><tr><td>sekene-i arz: dünyalılar (bk. s-k-n)</td><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tard: kovma, uzaklaştırma</td><td>tasarrufat-ı gaybiye: görünmeyen âlemlerden gelen tasarruflar (bk. ğ-y-b; ṣ-r-f)</td></tr><tr><td>tefekkür etmek: düşünmek (bk. f-k-r)</td><td>temerrüd: inat etme, direnme</td></tr><tr><td>temâşâ: seyir</td><td>tezyin edilmek: süslenmek (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)</td><td>zaman-ı Âdem: Âdem peygamberin zamanı</td></tr><tr><td>zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)</td></tr><tr><td>şer: kötülük</td><td>şeraret: şerlilik, kötülük</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 255

bir belâğatle ve öyle âli ve bâhir üslûplarla ve öyle gàli ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki, kâinatı titretir. Meselâ, “Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, hudud-u mülkümden, elinizden gelirse çıkınız” meseline işaret eden

يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطاَنٍ فَبِاَىِّ اٰلاَۤءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّباَنِ يُرْسَلُ عَلَيْكُماَ شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ
blank.gif
1

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mucizâne bir belâğatle kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı Rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve biçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle, hem

وَجَعَلْناَهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
blank.gif
2
âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

“Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü


[NOT]Dipnot-1 “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman Salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız da dokunmaz.” Rahmân Sûresi, 55:33-35.

Dipnot-2
“…Onları (yıldızları) şeytanlara atılan mermiler yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)</td><td>Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan, herşeyin sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Sultan-ı Zîşân: şan ve şeref sahibi Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; ẕi)</td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>adüvv-ü kâfir: inkârcı, inanmayan düşman (bk. k-f-r)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td><td>belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>bâhir: açık, berrak</td></tr><tr><td>cünud: askerler</td><td>emirber nefer: emre hazır asker</td></tr><tr><td>evamir: emirler</td><td>fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>faraza: varsayalım ki</td><td>farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım ki</td></tr><tr><td>gàli: kıymetli</td><td>hakaret: küçüklük, değersizlik</td></tr><tr><td>hudud-u mülk: mülkün sınırı (bk. m-l-k)</td><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>inzar: sakındırma, uyarma</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mağrur: gururlu</td><td>mağrurâne: gururlu bir şekilde</td></tr><tr><td>muannid: inatçı</td><td>mutî: itaat eden, emre uyan</td></tr><tr><td>mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)</td><td>mübareze: mücadele, çatışma</td></tr><tr><td>mütemerrid: inatçı, dik kafalı</td><td>nisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>recmetme: taşlama</td><td>saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td></tr><tr><td>serkeş: isyan eden, başıbozuk</td><td>temerrüd: inat etme, ayak direme</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)</td></tr><tr><td>zahir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)</td><td>zecretme: sakındırma, vazgeçirme</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 256

kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.

“Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

Evet, Kur’ân’da bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

Hem bazan kemâl-i intizamı ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf birşeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Meselâ şu âyete bak:

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْريِلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهِيرٌ
blank.gif
1

Ne kadar Nebî hakkına hürmet ve ne kadar ezvâcın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebînin azametini ve iki zaifenin şekvâlarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmâne ifade etmek içindir.

YEDİNCİ BASAMAK

Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük,
blank.gif
2
bir kısmı gayet büyüktür.
blank.gif
3
Hattâ gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin semâ yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâl onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nev’ini de şeyâtînin recmine alet etmiş.


[NOT]Dipnot-1 “Eğer (siz iki hanım) Peygambere karşı birbirinize arka çıkarsanız, şüphesiz ki onun dostu Allah’tır, Cebrâil’dir ve salih mü’minlerdir. Üstelik melekler de onun yardımcısıdır.” Tahrim Sûresi, 66:4.

Dipnot-2
bk. Ed-Deylemî, el-Müsned 2:190; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2:734.

Dipnot-3
bk. Müslim, Selâm 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; Ebû Dâvûd, Sünnet 18; Müsned 1:218; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4:476, 13:137; İbni Hibbân, es-Sahîh 13:499[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Nebî: Peygamber (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)</td><td>arz: yer, dünya</td></tr><tr><td>azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>esbap: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>ezvâc: hanımlar, eşler</td></tr><tr><td>haşmet: heybet, görkem</td><td>hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)</td></tr><tr><td>hürmet-i Nebî: Peygamber Efendimize saygı (bk. ḥ-r-m; n-b-e)</td><td>izhar: gösterme, ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kuvvet-i hikmet: hikmetin kuvveti (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)</td><td>mesire: seyredilecek, gezilecek yer</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muhtelif: çeşitli</td></tr><tr><td>murassa: süslenmiş</td><td>münevver: aydınlık, nurlanmış (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>müsebbih: tesbih eden, Allah’ı anan (bk. s-b-ḥ)</td><td>nazenin: ince, nâzik, duyarlı</td></tr><tr><td>nev’: çeşit</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>nuhas: erimiş bakır</td><td>rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>recm: taşlama</td><td>riayet: gözetme, kollama</td></tr><tr><td>sema: gök (bk. s-m-v)</td><td>semek: balık</td></tr><tr><td>tahşid: kuvvetlendirme, destekleme</td><td>tahşidat: öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma</td></tr><tr><td>teşhir: sergileme</td><td>zaife: zayıf, dayanıksız</td></tr><tr><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td><td>şekva: şikayet</td></tr><tr><td>şenaat: kötülük, alçaklık</td><td>şeyâtin: şeytanlar</td></tr><tr><td>şuvazlı: kızgın, ateşli</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 257

İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç mânâsı olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir.

İkincisi: Semâvâtta huşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.

Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır.
blank.gif
1

İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz ve

blank.gif
2
رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ beraber demeliyiz.

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ
blank.gif
3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
4


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 bk. Hicr Sûresi, 15:16-18; Sâffât Sûresi, 37:6-10; Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tefsîru Sûre (15) 1, (34) 1; Tevhid 32; Müslim, Selâm 122, 123, 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; İbni Mâce, Mukaddime 122, 123; Müsned 6:87.

Dipnot-2
“Ey Rabbim, şeytanların yanımda bulunmasından, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:98.

Dipnot-3
“Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kat’î şekilde eserleri görünen hikmet Allah’ındır.” (bk. En’âm Sûresi, 6:149.)

Dipnot-4
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>arzlı: dünyalı</td><td>cünudullah: Allah’ın askerleri</td></tr><tr><td>ebvâb-ı sema: gök kapıları (bk. s-m-v)</td><td>hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>huşyar: uyanık</td><td>ihtilât: karışma</td></tr><tr><td>istimâ: dinleme</td><td>itimad eden: güvenen</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş, muhatapları acze düşürecek derecede mükemmel olma (bk. a-c-z)</td><td>kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi</td><td>mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti</td></tr><tr><td>mesken: ev, mekan (bk. s-k-n)</td><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mutî: itaat eden, emre uyan</td><td>muzahrafat-ı arziye: dünyanın süprüntüleri, pislikleri</td></tr><tr><td>mümessilât-ı habise: pis ve kötü temsilciler (bk. m-s̱-l)</td><td>nöbettar: nöbetçi</td></tr><tr><td>nüfus-u habise: pis ve kötü nefisler (bk. n-f-s)</td><td>recm-i şeyâtin: şeytanların taşlanması</td></tr><tr><td>recmetmek: taşlamak</td><td>remiz: işaret</td></tr><tr><td>sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)</td><td>sema: gök, yücelik (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>semavat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>tard: kovma</td></tr><tr><td>tecessüs etmek: casusluk yapmak, gizlice araştırmak</td><td>telvis etmek: kirletmek, pisletmek</td></tr><tr><td>şahap: göktaşı, meteor</td><td>şerir: şerliler, kötüler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 258

On Beşinci Sözün Zeyli
(Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
1


besmele.jpg


وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
blank.gif
2

Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî

İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki


[NOT]Dipnot-1 Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-2
“Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Fussilet Sûresi, 41:36.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî: Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili</td><td>beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>bîtarafâne: tarafsız olarak</td><td>desise: hile, aldatma</td></tr><tr><td>ehl-i tuğyan: azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler (bk. ṭ-ğ-y)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>hafız: Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ifham: delil göstererek susturma</td><td>ilzam: susturma, cevap veremez hale getirme</td></tr><tr><td>iskât: susturma</td><td>istimdad etmek: yardım istemek</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>mebhas: bölüm, konu</td></tr><tr><td>meziyet: üstün özellikler</td><td>muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l)</td><td>müdhiş: korkunç</td></tr><tr><td>münazara: tartışma (bk. n-ẓ-r)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>telif: yazılış</td></tr><tr><td>vakıa: olay</td><td>varta: tehlike</td></tr><tr><td>zeyl: ilâve, ek</td><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>İblis: Şeytan</td></tr><tr><td>İstanbul: (bk. bilgiler)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 259

hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.
blank.gif
1

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere


[NOT]Dipnot-1 bk. Es-Serahsî, el-Mebsût 11:8; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 6:202; el-Merğînânî, el-Hidâye 2:177.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>adem: yokluk</td><td>berâhin-i kat’iyet: kesin burhanlar, deliller</td></tr><tr><td>beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)</td><td>burhan: delil</td></tr><tr><td>bâtıl: gerçek ve doğru olmayan, geçersiz</td><td>bîtaraflık: tarafsızlık</td></tr><tr><td>bîtarafâne: tarafsız</td><td>delâil-i ispat: ispatın delilleri</td></tr><tr><td>ehl-i hak ve insaf: hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>heyhat: yazık, çok yazık</td><td>iltizam: taraf tutma</td></tr><tr><td>kabil: mümkün</td><td>kaideten: kural gereği</td></tr><tr><td>kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)</td><td>kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)</td><td>kurbiyet-i mekân: yer yakınlığı (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td><td>mağrip: batı</td></tr><tr><td>maşrık: doğu</td><td>muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)</td><td>muvakkaten: geçici olarak</td></tr><tr><td>müddeî: iddia sahibi, davacı</td><td>münazâun fîh: hakkında tartışılan</td></tr><tr><td>mıh: çivi</td><td>nâkızeyn: birbirine zıt iki şey</td></tr><tr><td>rağmına: zıddına, inadına</td><td>sahibülyed: mal sahibi</td></tr><tr><td>serâdan Süreyya’ya kadar: yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taraf-ı muhalif: muhalif taraf, karşıt</td><td>taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>tarafgirlik: taraftarlık</td><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ziyadeleştirmek: artırmak</td><td>şakirt: talebe, öğrenci</td></tr><tr><td>şıkk-ı muhalif: karşı taraf, karşıt görüş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 260

atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ... Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.
blank.gif
1

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.


[NOT]Dipnot-1 bk. Enbiyâ Sûresi, 21:107.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Tûr-i Sina: Sina Dağı; Mûsâ (a.s.) peygamberin Allah’ın kelâmına nâil olduğu dağ</td></tr><tr><td>ahval: haller, davranışlar</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)</td><td>beşeriyet: insanlık</td></tr><tr><td>burhan: delil</td><td>bîtarafâne: tarafsız</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>cin ve ins: cinler ve insanlar</td></tr><tr><td>desise: hile, aldatma</td><td>dua: yalvarma, yakarma (bk. d-a-v)</td></tr><tr><td>edeb-i muaşeret: görgü ve ahlâk kuralları</td><td>ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ehl-i kemâl: kemâl sahipleri, olgun kimseler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r)</td><td>envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>etvâr: tavırlar, hal ve hareketler</td><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>harekât: hareketler</td><td>harikulâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>hasâis: vasıflar, özellikler</td><td>hâkezâ: böylece, bunun gibi</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>merci: kaynak, başvurulacak yer</td></tr><tr><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td><td>metanet: sağlamlık</td></tr><tr><td>muallim: öğretmen (bk. a-l-m)</td><td>muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>muhavere: karşılıklı konuşma</td><td>muhaverât: karşılıklı konuşmalar</td></tr><tr><td>mutî: itaat eden, emre uyan</td><td>muvaffak: başarılı</td></tr><tr><td>mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z)</td><td>münkad: boyun eğen, bağlılık gösteren</td></tr><tr><td>münâcât: dua, yakarış (bk. n-c-v)</td><td>mürşid: irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>mürşid-i mutlak: mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d; ṭ-l-ḳ)</td><td>mıh: çivi</td></tr><tr><td>rahmeten li’l-âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (bk. r-ḥ-m; a-l-m)</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)</td><td>tahammül: dayanma, katlanma</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>zarurî: zorunlu, gerekli</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak</td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>âdet-i İlâhiye: Allah’ın âdeti, kanunu (bk. e-l-h)</td><td>ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler</td></tr><tr><td>üslûb: ifade tarzı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 261

Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ Aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ؟ قَالَ اللهُ: لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ
blank.gif
1

Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz.

blank.gif
2
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ düsturundan titrer.

Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?


[NOT]Dipnot-1 “Senin kelâmın böyle midir?’ Allah buyurdu: ‘Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.” Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3:536.

Dipnot-2
“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” Zümer Sûresi, 39:32.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>ahvâl: haller, davranışlar</td><td>alâ külli hal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cins: tür, çeşit</td></tr><tr><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td><td>düstur: prensip, kural</td></tr><tr><td>ehl-i dikkat: dikkat sahibi kimseler</td><td>etvâr: tavırlar, hal ve hareketler</td></tr><tr><td>evvelâ: ilk olarak</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>haddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, çok ileri gitmek</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil </td><td>iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>kelâm: söz (bk. k-l-m)</td><td>maskara: gülünç</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muvaffak: başarılı</td><td>muvakkaten: geçici olarak</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nur: ışık (bk. n-v-r)</td><td>rasat ehli: gözlemci, gözetleyen</td></tr><tr><td>saniyen: ikinci olarak</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahammül: dayanma, katlanma</td><td>tasannuat: yapmacık hareketler (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>tekellüfat: zoraki davranışlar</td><td>tekellüfsüz: zahmetsiz</td></tr><tr><td>ulü’l-azm: azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilen sıfat</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>İbn-i Sina: (bk. bilgiler)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 262

Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)</td><td>Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n)</td></tr><tr><td>bedihî: ap açık</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)</td><td>bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>cemiyetli: geniş kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>dehâ: olağanüstü zeka ve akıl sahibi kimse</td><td>dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi</td></tr><tr><td>emin: güvenilir (bk. e-m-n)</td><td>envâr-ı hakaik: hakikat nurları (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>hakikatli: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayatfeşan: hayat saçan (bk. ḥ-y-y)</td><td>hezeyan: saçmalama</td></tr><tr><td>hurafat: batıl inanışlar; mânâsız sözler</td><td>hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>ihsas: hissettirme</td></tr><tr><td>itikadsız: inançsız</td><td>kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>keyfiyet: özellik, nitelik</td><td>mahiyet: özellik, nitelik, esas</td></tr><tr><td>menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muavenetsiz: yardımsız</td></tr><tr><td>muhal: olması imkansız şey</td><td>mutekid: inanmış, dindar</td></tr><tr><td>mu’cizbeyan: açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran</td><td>müddet-i ömür: ömür süresi</td></tr><tr><td>müfteri: iftiracı</td><td>müşir: mareşal</td></tr><tr><td>namdar: şan ve şöhret sahibi</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefer: asker, er</td><td>netâic: neticeler, sonuçlar</td></tr><tr><td>neşretmek: yaymak</td><td>saadetresan: mutluluğa ulaştıran</td></tr><tr><td>sadık: doğru, dürüst (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>salisen: üçüncü olarak</td></tr><tr><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>tasniât: uydurmalar</td><td>telâkki etmek: kabul etmek</td></tr><tr><td>temâşâ eden: hayranlıkla seyreden</td><td>temâşâ ehli: gözlemci, gözetleyen</td></tr><tr><td>tesirât: tesirler, etkiler</td><td>ulvî: yüksek</td></tr><tr><td>vaki: olmuş</td><td>yıldız-ı hakikat: hakikat yıldızı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>zîakıl: akıl sahibi (bk. ẕî)</td><td>âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)</td><td>âli: yüce, yüksek</td></tr><tr><td>âmi: basit, sıradan</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>şems-i kemâlât: kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı (bk. k-m-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 263

Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Resulullah: Allah’ın Resulü (bk. r-s-l)</td><td>ahvâl: haller, davranışlar</td></tr><tr><td>akvâl: sözler</td><td>bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>cevârih: organlar</td><td>cihan: dünya</td></tr><tr><td>derecât: dereceler</td><td>divane: akılsız, deli</td></tr><tr><td>düstur: prensip, kural</td><td>ednâ: en aşağı</td></tr><tr><td>efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)</td><td>emniyet: güven (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td><td>evsâf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım</td></tr><tr><td>ferman: buyruk</td><td>ferş: yer</td></tr><tr><td>fethetmek: açmak</td><td>fıtraten: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>harekât: hareketler</td><td>haslet: huy, özellik, karakter</td></tr><tr><td>hezeyan-ı küfrî: küfür, inançsızlık saçmalığı (bk. f-k-r)</td><td>hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil</td></tr><tr><td>hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td><td>ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>inzibat: güvenlik ve düzen, asayiş</td></tr><tr><td>istihdam: çalıştırma, kullanma</td><td>istikamet: doğruluk</td></tr><tr><td>istimal: kullanma</td><td>itikadsız: inançsız</td></tr><tr><td>kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)</td><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>maden-i desâis: hile ve aldatmaların kaynağı</td><td>mecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>menba-ı hurafat: hurafelerin kaynağı</td><td>menba-ı kemâlât: mükemmelliklerin kaynağı (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>muhal: olması imkansız şey</td><td>muhteşem: ihtişamlı, görkemli</td></tr><tr><td>mukaddes: her türlü noksandan ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td><td>muzaaf: katmerli, kat kat</td></tr><tr><td>müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)</td><td>müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nev’-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık türü</td><td>nâfiz: etkili, hükmü geçen</td></tr><tr><td>rabian: dördüncü olarak</td><td>sukut etmek: düşmek, alçalmak</td></tr><tr><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>talim: öğretme (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tathir: temiz tutma, temizleme</td><td>telâkki edilen: kabul edilen</td></tr><tr><td>teshir: boyun eğdirme</td><td>teçhiz etmek: donatmak</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>vaki: olmuş</td></tr><tr><td>âli: yüce</td><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr><tr><td>âzâ: organlar</td><td>ümmet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar (bk. ḥ-m-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 264

ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren
blank.gif
1
ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.

Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.


[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Edeb 72; İ’tisâm 5; Müslim, Fezâil 127, 128; Müsned 6:45, 181.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>adem-i kabul: kabul etmeme</td></tr><tr><td>akvâl: sözler</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>câhilâne: cahilce</td><td>düstur: prensip, kural</td></tr><tr><td>ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>evvelâ: ilk olarak</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>farz-ı muhal: varsayım</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>havf etmek: korkmak</td></tr><tr><td>haysiyet: itibar, şeref</td><td>hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay</td></tr><tr><td>hâlis: saf, katıksız, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>hâşâ: asla öyle değil</td></tr><tr><td>inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>irtikâp etmek: yapmak, işlemek</td></tr><tr><td>istikamet: doğruluk</td><td>katmer: kat kat</td></tr><tr><td>kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)</td><td>kemâl-i haşmet: ihtişam ve heybetin mükemmelliği (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küre-i arz: yerküre, dünya</td></tr><tr><td>lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık</td><td>makul: akla uygun</td></tr><tr><td>medar-ı fahr: övünç kaynağı</td><td>muhal: imkansız, olmayacak şey</td></tr><tr><td>mümkün: olabilir (bk. m-k-n)</td><td>nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık, insan türü</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>salisen: üçüncü olarak</td><td>saniyen: ikinci olarak</td></tr><tr><td>sathî: yüzeysel</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tarihçe-i hayat: kısa hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y)</td><td>tebeî: dolaylı</td></tr><tr><td>telâkki: kabul etme</td><td>tesis etmek: kurmak</td></tr><tr><td>velvele: gürültü</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âkıl: akıllı olan</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şuûnat: işler, fiiller ve özellikler (bk. ş-e-n)</td><td>şöhretşiar: şöhretli</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 265

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin delâletiyle ve



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adem-i kabul: kabul etmeme</td><td>aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler </td></tr><tr><td>asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)</td><td>bedbaht: talihsiz</td></tr><tr><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde</td><td>bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>bil’ittifak: ittifakla, hep birlikte</td><td>bizzarure: zorunlu olarak</td></tr><tr><td>bâtıl: gerçek dışı, sahte, yalan</td><td>cihan: dünya</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>delâlet: delil olma, işaret etme</td></tr><tr><td>desise: hile, aldatma</td><td>desâtir: düsturlar, prensipler, kurallar</td></tr><tr><td>emn ve emanet: güven ve güvenilirlik (bk. e-m-n)</td><td>envâr: nurlar (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n)</td><td>erkân-ı İslâmiye: İslâmın esasları, şartları (bk. r-k-n; s-l-m)</td></tr><tr><td>evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>fevkalâde: olağanüstü</td><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hezeyan-ı küfrî: küfür saçmalaması (bk. k-f-r)</td><td>hâlis: katıksız, saf, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>hâşâ: asla öyle değil</td><td>hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)</td><td>intaç etmek: sonuç vermek</td></tr><tr><td>izhar etmek: ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r)</td><td>iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>kabul-ü adem: yokluğunu kabul etme, inkâr</td><td>kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>mecmua: topluluk (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>muhal: imkansız, olmayacak şey</td><td>muhâlât: imkansız, olmayacak şeyler</td></tr><tr><td>muttasıf: vasıflanmış (bk. v-ṣ-f)</td><td>muğâlata: karşısındakini yanıltma, yanlışa sevketme</td></tr><tr><td>müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)</td><td>mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>mümkün: olabilir (bk. m-k-n)</td><td>mütemadiyen: sürekli olarak</td></tr><tr><td>nazarıyla: gözüyle, bakışıyla</td><td>rabian: dördüncü olarak</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>safsata: yalan yanlış, uydurma</td><td>semâ: gök (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr eden</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)</td><td>sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tabakat-ı ehl-i kemâl: olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y)</td><td>talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasniat: uydurma şeyler</td></tr><tr><td>tesirât: tesirler</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şenî: kötü, çirkin, alçakça</td><td>şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 266

bil’ittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.
Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle
blank.gif
1
deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık‑ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i


[NOT]Dipnot-1 bk. el-Cüveynî, el-Burhân, 2:534, 535; er-Râzî, el-Mahsûl, 5:299.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)</td><td>Resulullah: Allah’ın elçisi (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n) </td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bilâşüphe: kuşkusuz</td><td>bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle</td></tr><tr><td>bizzarure: kaçınılmaz şekilde</td><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>efdâl: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)</td><td>ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emin: güvenilir (bk. e-m-n)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>fehm: anlayış, kavrayış</td><td>fenn-i mantık: mantık ilmi</td></tr><tr><td>fevkinde: üstünde</td><td>hâşâ: asla öyle değil</td></tr><tr><td>hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil</td><td>hüccet: delil</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>irtikâp etmek: yapmak, işlemek</td><td>itikad: inanç</td></tr><tr><td>itikadsız: inançsız</td><td>i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m)</td><td>mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>menfur: nefret edilen</td><td>metin: sağlam</td></tr><tr><td>mevcut: var olan (bk. v-c-d)</td><td>muhal: olması imkansız şey</td></tr><tr><td>muhâlât: olması imkansız şeyler</td><td>mutekid: inanmış, dindar</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sabık: geçen, önceki</td><td>sadık: doğru (bk.i)</td></tr><tr><td>sahib-i kemâlât: olgunluk ve fazilet sahibi kimseler (bk. k-m-l)</td><td>sebr ve taksim: mantıkta bir ispatlama usulü</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>umum: genel, bütün</td><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zulümlü: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>âmi: cahil, tahsil görmemiş</td></tr><tr><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td><td>şakirt: talebe, öğrenci</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onbeşinci Söz - Sayfa 267

sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmekHAŞİYE-1 lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıklarının bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”

Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.

blank.gif
1
عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَاۤنِّ

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Haşiye-1 Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.

Dipnot-1
Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Asya: (bk. bilgiler)</td><td>Avrupa: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Resulullah: Allah’ın resulü, elçisi (bk. r-s-l)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>bihakkılyakîn: yaşanmış bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)</td><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde</td></tr><tr><td>bizzarure: zorunlu olarak</td><td>efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) </td><td>ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım</td><td>feylesof: filozof, felsefeci</td></tr><tr><td>fikr-i küfrî: küfür ve inkâr fikri (bk. f-k-r; k-f-r)</td><td>galiz: çirkin</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hizbüşşeytan: şeytanın taraftarları</td></tr><tr><td>hüccet: delil</td><td>istinaden: dayanarak (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>küfriyat: inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler (bk. k-f-r)</td><td>mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>muhal: olması imkansız şey</td><td>muhaliyet: imkansızlık</td></tr><tr><td>müfsit: bozguncu</td><td>münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse</td></tr><tr><td>münhasır: ayrılmış</td><td>rağmına: zıddına, aksine</td></tr><tr><td>resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)</td><td>sukut etmek: düşmek, alçalmak</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabirât: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>İblis: Şeytan</td></tr></tbody></table>
 
Üst