Nur cemaati neden farkli kollara ayriliyor?

[h=3]Risale-i Nur'a göre İttihad-ı İslam[/h]Üstadımız bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslam diyor. Risale-i Nur'a göre İttihad-ı İslam nedir?

[h=3]
Discussion.png
Cevap[/h]İSLÂM BİRLİĞİ
“Hepiniz Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.”(Al-i İmran, 103)​
“Allah’a ve Resulüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de, kuvvetiniz (devletiniz) elden gider.”(Enfal, 46)​
Avrupa tarihi, din savaşları, mezhep savaşları, milletler arası savaşlarla dolu kanlı bir tarihtir.Avrupa’da milletlerarası savaş eksik olmuyordu. 14 ve 15. yüzyıllarda Fransa ve İngiltere arasındaki savaş “100 Yıl Savaşları” olarak bilinir. Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yapılan savaşlar, tarihe “30 Yıl Savaşları” olarak geçmiştir. (Bu dönemde Fransa’da Sen Bartelmy katliamında, bir gecede 40 bin Protestan, Katolikler tarafından vahşice öldürüldü.) Yine 20. yüzyılda milyonlarca insanın ölümüne sebep olan iki dünya savaşı Avrupa devletleri arasında oldu.Yahudiler de bütün Avrupa’da, yüzyıllar boyunca katliamlara maruz kaldılar.Fakat günümüzde bu savaş ve anlaşmazlıkların hepsi unutulmuş görünüyor.Kendi aralarında yüzyıllarca savaşan Avrupa devletleri, şimdi “Avrupa Birliği”ni oluşturdular ve dünya üzerinde büyük bir güç odağı haline geldiler.Hıristiyan mezhepleri arasında bugün bir sıkıntı olmamakla beraber, onların Yahudilerle bile anlaştıklarını, birleştiklerini görüyoruz.Yahudiler, yüzyıllarca dünyanın her tarafında dağınık ve sefil bir şekilde yaşarken, 20. yüzyılda Siyonizm düşüncesiyle bir araya geldiler ve dünya üzerinde büyük bir güç oluşturdular. Dünyadaki nüfusları 20 milyon olduğu halde, siyasi ve ekonomik alanda yedi milyar dünya nüfusuna tesir edecek bir konuma geldiler.***Yahudi ve Hristiyanların ittifak ettikleri şu dünyada, birlikteki kuvveti anlamayan galiba yalnızca biz Müslümanlar kaldık.Günümüzde, Müslümanlar arasını birleştirecek, pek çok ortak bağ olduğu halde, hala bir İslâm birliği oluşturulamamıştır.Bugün dünya nüfusunun 1/5’ini Müslümanlar oluşturmaktadır (bir buçuk milyar). Fakat siyasi, ekonomik ve kültürel alanda, dünya çapında hiçbir tesirleri yok.Müslümanların, dünya üzerinde büyük bir nüfusa ve ekonomik potansiyele sahip olmakla beraber, tesirsiz olmalarının temelinde, birlik ve beraberlik ruhuna sahip olamayışları vardır. Eğer siyasi, ekonomik ve kültürel birliktelik sağlanabilse, dünya dengelerini değiştirecek yeni bir güç ortaya çıkacak.Teorik olarak bütün Müslüman fert ve devletler, Müslümanlar arası ittifakın, dünya üzerinde maruz kalınan siyasi, ekonomik, kültürel bütün felaketlerden kurtulmaya vesile olacağını, aynı zamanda bunun Allah’ın emri olduğunu, çok iyi bilir ve bunu temenni ederler. Fakat iş pratiğe gelince bazı şartlanmışlıklardan ve nefsanî, şahsi garazlardan kurtulupta bunu gerçekleştiremezler.İslâm düşmanlarının bir İslâm birliğinden korktuğu ve bu birliği baltalayabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları doğrudur. Fakat zaten onlardan da başka bir şey beklemekte saflık olur.Risâle-i Nûr’da İttihad-ı İslâmÜstad Bediüzzaman, Müslümanlar arası ittifaka büyük önem verir. Hayatında yaptığı faaliyetlerle ve eserleriyle bu ittifakı gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hayal ettiği İslâm birliğini şöyle tasvir eder:
Tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (sav) tarifi budur ki:Şarktan garba, güneyden kuzeye uzanan nuranî bir silsile ile bağlanmış bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir.[SUP][1][/SUP]Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir.Müntesipleri, “Kàlû Belâ”dan itibaren dahil olan bütün mü’minlerdir.İsim defterleri de Levh-i Mahfuz’dur.Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum İslâmî kitaplardır. Günlük gazeteleri de, i’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir.Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir.Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir.Bu cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir.Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yani ahlâk-ı Ahmediye (sav) ile ahlaklanmak ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve -eğer zarar etmezse- nasihat etmektir.Bu ittihadın nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi şeriatın emir ve yasaklarıdır.Ve kılıçları da kat’i burhanlardır. Zira “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir.” Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise vahşet ve taassuba karşı idi.Hedef ve maksatları da, i’lâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.Şimdi maksadımız, o silsile-i nurânîyi harekete getirmekle, herkesi bir şevk ve vicdani bir arzuyla, terakkî yolunda kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o şark vilâyetlerini ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. (...)
İhtilâf u tefrika endişesi,kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,ittihad etmezse millet,dağ-dar eyler beni.Yavuz Sultan Selim​
***Üstad Bediüzzaman, Eski Said döneminde olsun, Yeni Said döneminde olsun, daima ihtilafın zararlarını, ittifakın ehemmiyetini nazara verdi ve daima ittifak için çalıştı.Bir yazısında “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyordu.Şam’da verdiği hutbesinin başında “Bizi maddî cihette orta çağda durduran ve tevkif eden, altı hastalıktan birisinin “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek” olduğunu söylüyordu. Hutbesinde şöyle diyordu:
“Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler (ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn)! “Biz, zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. (...)İnşaallah, yine Araplar ye’si, ümitsizliği bırakıp, İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.”[SUP][2][/SUP]​
***“Medresetü'z-Zehra” adlı üniversitesini kurmak isteyişinin sebeplerinden biri de, Müslümanlar arası ittifakı sağlamaktı. Bu üniversitede medrese, tekke ve mektep birleştirilecek, onların birleşmesiyle de toplumda fikri alanda ittihat oluşacaktı. Aynı zamanda Âlemi İslâm’ın her tarafından bu üniversiteye gelip, eğitim görecek talebeler sayesinde, İslâm birliği kuvvetlendirilecekti.***Üstad, Yeni Said döneminde Müslümanlar arası birliğin nasıl temin edileceğini bilhassa 22. Mektup (Uhuvvet Risalesi) ile ihlastan bahseden 20 ve 21. Lem’a risalelerinde ele aldı. 21. Lem’a risalesinde bir cemaat bünyesindeki birlik ele alınırken, 20. Lem’a risalesinde, Müslüman gruplar –hatta devletler- arası ihtilafın sebeblerini ve ittifak etmenin yollarını genişçe izah etti. Üstadın ortaya koyduğu tahliller, önyargılı olmamak ve garazkâr nefsanî duyguları ön plana çıkarmamak şartıyla, İslâm birliğini tesis etmek isteyenler için, çok mühim mesajlar taşımaktadır.***Üstadın 20. Lem’a risalesinin başındaki soruyu ve bu soruya verilen cevaplardan bir tanesini aşağıya alalım.
Mühim ve müthiş bir sual: Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak, ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?Elcevap: Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz. (…)(Yedi Sebepten) İkinci SebepEhl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah, verir.Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve her biri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşünüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mânen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder, medet O’ndan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve rekabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîr u zeber olur.İşte bu müthiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, dokuz emirdir.
  1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
  2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
  3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır” yahut “Daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak, yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel, benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,
  4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
  5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,
  6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,
  7. Nefsini ve enâniyetini,
  8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
  9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.
***Hutbe-i Şamiye Risalesindeki bir soru ve cevapla konuyu bağlayalım:
Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?Elcevap: Nur’un Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ, ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyaçları hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.[SUP][3][/SUP]​

[SUP][SUP][/SUP][/SUP][1] Bu sözlerin 1910 yılında söylendiği unutulmamalıdır.
[SUP][SUP][/SUP][/SUP][2] Mektubat, s, 413. (Hutbe-i Şamiye’den)
[SUP][SUP][/SUP][/SUP][3] Mektubat, s, 423. (Hutbe-i Şamiye’den.)
 
[h=3]Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.[/h]Kardeşlerim,

Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi beyan etmek lâzım geldi.

Bizim Kur'ân'dan aldığımız hakikatler güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını, yirmi seneden beri "Acaba zındık filozoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?" diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur.


Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlarla uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

Said Nursî
 
Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu

Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?

Bismillahirrahmanirrahim

İşte, ey mü'minler!

Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?

Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken..., onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?

O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır."

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır."

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı "Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat Sûresi: 49:10.) kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, "Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir." (Buharî) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

Bediüzzaman Said NURSİ Hz.

 
Cevap: Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğu

Âhiret kardeşlerime mühim bir ihtar
İki maddedir.

..................................................................................

İkinci madde: Maatteessüf, Risale-i Nur'un, imansız ve emansız cin ve insî düşmanları onun çelik gibi metin kalelerine ve elmas kılıç gibi kuvvetli hüccetlerine mukabele edemediklerinden çok gizli desiseler ve hafî vasıtalarla, haberleri olmadan yazanların şevklerini kırmak ve fütur vermek ve yazıdan vazgeçirmek cihetinde şeytancasına hücum edip darbe vuruyorlar. Hususan burada ihtiyaç pek çok ve yazıcılar çok az ve düşmanlar çok dikkatli, kısmen talebeler mukavemetsiz olduğundan, bu memleketi o Nurlardan bir derece mahrum ediyor.

Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur'an olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.
 
Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun,

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib (şubeli), muhit(geniş, kapsamlı), merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi (İslami merkezleri ve mabedleri) birbirine rabtettiren (bağlayan) bir silsile-i nuran

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) cihetü'l-vahdeti (birleştiği cihet) Tevhid-i İlâhîdir. Peyman (and) ve yemini de îmandır. Müntesibî, umum mü'minlerdir. Nizamnâmesi (tüzüğü), sünen-i Ahmediye'dir (Peygemberimizin ahlak ve yaşayışıdır) (a.s.m.). Kânunu, evâmir ve nevâhi-i şer'iyedir(Allah'ın emir ve yasaklarıdır)......

......Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib (şubeli), muhit(geniş, kapsamlı), merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi (İslami merkezleri ve mabedleri) birbirine rabtettiren (bağlayan) bir silsile-i nuraniyi ihtizaza (harekete) getirmekle onunla merbut (bağlı) olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye (yükselme yoluna) bir hâhiş (arzu) ve emr-i vicdanî (vicdanen yapma gereklliği) ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi (usulü) muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret (çaresizlik, fakirlik ve zorda kalmak) ve nifakadır (fitnelere, ayrılıklara, münafıklığa)dır.
 
Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür.

"Sual: Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar.

Cevap: Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.
Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.
Sual: Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.

Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.

Sual : Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

Cevap: Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.
Size bir misal daha söyleyeceğim:
DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ: Risale-i Nur Külliyatı Arama Motoru
 
Meslek ve Meşereblerde İttihad

Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi ise Üstad Hazretleri tarafından ayrıntılı bir şekilde belirlenmiştir. Nur Talebeleri için geçerli olan meslek budur.

Meslek ve Meşereblerde İttihad

Bediüzzaman Hazretleri'nin "Maksadda ittihad lazımdır. Meslekler ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir" sözünü nasıl anlamak gerekir?

Cevap

Üstad Hz. bu sözü 1909 yılında yazdığı bir gazete makalesinde söylemiştir. Sözün tamamı şöyledir:

"Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir."

İfadelerin tamamından anlaşılan, hizmet metotları farklı farklı olması normaldir. Hem iyidir de. Çünkü tek bir metot olsa bütün müslümanlar onu taklid ederler ve daha güzel ve yeni ihtiyaçlara cevap verecek metotlar araştırmazlar. Bu ise kabiliyetleri söndürür ve caiz olmaz.
Üstadın dediği şekillde olursa bütün İslam ümmeti çok geniş bir meşveret meclisine dönüşür ve birinin bulduğu bir güzellikten diğerleri de faydalanabilir.

Fakat metotların farklı olması muhteva ve içeriğin de farklı olmasını mecbur kılmaz. Mesela hepsi de Kur'an ve sünneti merkeze alır, ehl-i sünnetin makbul kitaplarından, tefsirlerinden faydalanırlar.

Bununla beraber meslekler farklı olsa da bu asırda bütün müslümanların Risale-i Nur'daki iman derslerine ihtiyacı vardır. Üstadın tabiriyle ortaya konulan bu eserler mal-ı umumidir. Mesleği ayrı ayrı olsa da herkes istifade edebilir ve etmelidir.

Aynen Fahreddin-i Razi'nin, İbn-i Kesir'in ve Elmalı'nın tefsirlerinden her meşreb sahibi istifade ettiği gibi, Risale-i Nur da ahirzamanda gelmiş Kur'an'ın harika bir tefsiridir. Herkes istifade edebilir.

Risale-i Nur'un mesleği ve meşrebi ise Üstad Hazretleri tarafından ayrıntılı bir şekilde belirlenmiştir. Nur Talebeleri için geçerli olan meslek budur.

Mesela İhlas Risalesinde şu şekilde tanımlamıştır:

"Mesleğimiz haliliye olduğu için meşrebimiz hullettir"

Emirdağ Lahikasında ise, ehl-i sünnetin temel düsturlarının şimdiki hizmet tarzımızı gerektiridği ve başka meslek mensublarının da Risale-i Nur mesleğinden istifadeye başladığını şöyle anlatır:

"Kelâm'ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din (dinin asılları) düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid'a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar.

Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar.
 
Cevap: Meslek ve Meşereblerde İttihad

Hizmet Metodu

Risale-i Nur'un hizmet düsturları, Risale-i Nur öncesi dönemdeki hizmet düsturlarından farklı mıdır? Farklıysa bu fark nedir?
Cevap

Üstad Bediüzzaman derki; “Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır”. Yani Allah’a götüren bütün yolların esası Kur’an’dan alınmıştır. Hak olan bütün İslâmî hizmet yolları Kur’an’a hizmet ederler.
Hizmet etme yolları ise farklı farklı olabilir. Önemli olan bu hizmet metodlarında sünnet ve şeriata zıt şeylerin olmamasıdır.
Her asırda hizmet metodları farklı farklı olabildiğine göre, asırlar geçtikçe ve zamanın şartları başkalaştıkça elbette hizmet metodları da değişir. Hz. Üstad buna “zamanın ilcaatı” der.” Yani zamanın getirdiği ve zorladığı yeni ihtiyaçlara göre tarzlar değişir. Üstad, bu noktadaki nazarını Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserinde şöyle izah eder:
“Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki (makalelerimdeki) umum hakaikte (hakikatlerde) nihayet derecede musırım (ısrarlıyım). Şayet zaman-ı mazi canibinden (geçmiş zaman tarafından), asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim (göstereceğim). Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel (gelecek) tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ (akıllıların tenkidleri) mahkemesinden tarih celbnamesiyle (çağrısıyla) celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat (genişlemek) ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez (değişmez); hakikat haktır.”

Şualar’daki bir takrizden alınan şu ifadeler de her asırdaki müceddidlerin bu tavra sahip olduğunu anlatır:
“Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen (müjdelenen) dinin yüksek hâdimleri (hizmetkârları, müceddidleri); emr-i dinde mübtedi' (yeni şeyler icad eden, bidatçi) değil, müttebi'dirler (şeriat ve sünnete tabidirler). Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm (hükümler, kurallar) getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediye’ye (asm) harfiyen ittiba' (uymak) yoluyla dini takvim ve tahkim (güçlendirme) ve dinin hakikat ve asliyetini izhar (gösterme) ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı (batıl şeyleri) ref' ve ibtal ve dine vaki' tecavüzleri redd ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler.

Ancak tavr-ı esasîyi (temel esası) bozmadan ve ruh-u aslîyi (şeraitin asıl ruhunu) rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine (anlayışına) uygun yeni ikna' usûlleriyle ve yeni tevcihat (mana yönleri göstererek) ve tafsilât (açıklamalar) ile îfa-i vazife ederler.”

Risale-i Nur’un yeni tarzı nedir? Sualine cevab olmak üzere Risale-i Nur’dan iki yeri aşağıya alıyoruz:
“Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalâa eden bir kısım zatlar tarafından soruldu: "Risale-in-Nurun verdiği zevk ve şevk ve îman ve iz'an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"

Elcevap: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri, îmanın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler.Onların zamanlarında, îmanın esasatına (temellerine) ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı îman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu, has mü'minlere ve ferdlere hitab ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def'edemiyorlar. Risale-i Nur ise, Kur'anın bir mânevî mu'cizesi olarak îmanın esasatını kurtarıyor. Ve…
1- Mevcud ve muhkem (sağlam) îmandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile îmanın isbatına ve tahakkukuna ve muhafazasına ve şübehattan (şübhelerden) kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: "Veli ol, gör, makamata çık, bak; nurları, feyzleri al." Risale-i Nur ise der:"Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanını kurtar."

2- Hem Risalet-ün-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ımânevî-yi dalâlet karşısında tek başiyle galibane mukabele eder.

3- Hem Risalet-ün-Nur, sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazariyle ders vermiyor ve evliya misillü yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor; belki aklın ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyle hareket ederek evc-i a'lâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-ı îmaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Sikke-i Tasdik)

“Diyorlar ki: "Senin eski zamandaki müdafaatın (savunmaların) ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın (manevî mücadelen), şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn (düşünürler) tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye (manevî İslam mücahidleri olan düşünürler) tarzında hareket etmiyorsun?

Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar (çarpışıyorlar); bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete (isbat olunmuş fenler) suretinde lâ-yetezelzel (sarsılmaz) teslim ediyorlar (kabul ediyorlar). O suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar.
Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek (düşürmek) olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi (İslamın hükümlerini) zahirî (yüzeysel) telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?” (Mektubat, 29. Mektub)
 
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf!

Yaşasın şeriat-ı garrâ!

Yaşasın adalet-i İlâhî!

Yaşasın ittihad-ı millî!

Ölsün ihtilâf!

Yaşasın muhabbet-i millî!..

Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!

Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler!

Yaşasın satvet-i muşahhas ordular!

Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.





Said Nursî
 
Şahs-ı manevi anlayışı ile bir ulul emre tâbi olmak anlayışı biri birisine zıt düşer mi?

Şahs-ı Manevî

Şahs-ı maneviyi maddi ve manevi anlamda nasıl misallendirebiliriz? Şahs-ı maneviye dahil olma şartları nedir? Şahs-ı manevinin meşveretle bir ilişkisi varmıdır. Şahs-ı manevi anlayışı ile bir ulul emre tâbi olmak anlayışı biri birisine zıt düşer mi?
Cevap

Şahs-ı manevi, çok kimselerin belirli bir maksada yönelik olarak bir araya gelmesi ile ortaya çıkan bir topluluğun manen tek bir şahıs gibi olması demektir.
Tek bir şahıs nasıl bir gayeye yönelik çalışmalar yapıyor ve belirli neticeler elde ediyorsa, topluluğun şahs-ı manevisi de öyledir.
Maddi misal olarak kamu kuruluşlarını verebiliriz. Mesela, Kızılay'ın da bir şahs-ı manevisi vardır. Bu gibi devlet kuruluşlarına, "kamu tüzel kişiliği" denmesi de şahs-ı manevi manasındadır.
Bu kurumun bütün personeli, birlikte kuruluş gayelerine yönelik çalışmalar yaparlar ve tek başlarına yapamayacakları büyük hayırlara vesile olabilirler.
Manevi olarak ise, bütün hayır kuruluşlarını, cemiyetleri ve cemaatleri misalverebiliriz.
Şahs-ı maneviye dahil olmanın şartı, o topluluğun gayelerini samimi bir şekilde kendine gaye edinmek ve bu gayeleri elde etmek yolunda diğer ferdelerle sıkı bir dayanışma içinde olmaktır. Üstad Bediüzzaman dayanışma yoluyla şahs-ı manevi oluşturmanın nasıl büyük bir kuvvet artışına sebeb olduğunu şöyle anlatır:
"Hakikî ve samimî bir ittifakta (birleşmekte) herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid (birleşmiş) adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır." (21. Lema)
Ayrıca Hz. Üstad, şahs-ı manevi oluşturarak yapılan hayırlı çalışmalardan kazanılan büyük sevapların, bölünmeden bütünüyle, şahs-ı maneviye dahil her bir ferdin amel defterine kayd edileceğini, bunun hakikat ehli büyük zatlar tarafından keşfen görüldüğünü ve Allah'ın rahmetinin genişliğinin de bunu gerektirdiğini söyler.
Şahs-ı manevi'nin fikri ise, en güzel meşveret, yani istişare yoluyla ortaya çıkar. Eğer ona dahil ferdler arasında verimli bir meşveret ilişkisi yerleşmiş olursa çok güzel fikirler ortaya çıkabilir. Zararlar erkenden farkedilip tedbirler alınır, kâr getirecek fırsatlar kaçırılmaz. Ferdlerin kabiliyetleri gelişir.
Üstad'ın yukarıdaki sözünde geçtiği gibi, bir akılla değil, on akılla düşünülmüş, yirmi gözle görülmüş gibi olur.
Şahs-ı manevinin liderlikle bir zıtlığı yoktur. Bunu en güzel örneği, Peygamber Efendimiz (asm) ile sahabeler cemaatinin şahs-ı manevisinin durumudur.
Sevgili Peygamberimiz (sav) hem onlara liderlik yapar, hem de onların görüşlerini alır ve onlarla istişare ederdi. Üstelik Kur'an, "Onlarla istişare et" diyerek ona bunu emretmişti.
En güzel liderlik arkasındaki topluluğun görüşlerinden devamlı faydalanan ve istişare mekanizmasını iyi çalıştıran liderliktir.
Allahu teala, arı ve karınca gibi hayvan topluluklarına bile içlerinden birer reis tayin ettiğine göre, insanların cemiyetlerinin başsız olması asla düşünülemez. Bunun aksini savunmanın İslam ahlakı ile hiç bir alakası yoktur.
Müslümanların birlik beraberlik olması, şahs-ı manevi teşkil etmeye çok önem vermesi ve meşvereti iyi kullanan kaliteli liderler yetiştirmesi lazımdır. Bu zamanda İslam Dünyası'nın batı karşısında gelişmesi için bu şarttır.
 
Risale-i Nur talebelerinin birbirinden ayrılmaları normal ve istenen bir süreç değildir.

Risale-i Nur talebelerinin birbirinden ayrılmaları normal ve istenen bir süreç değildir. Tamamen gizli düşmanların ve casusların ve gövdenin içine giren kurtların parmak karıştırması ile talebeler arasında fitne ve ayrılıkların başlamasıdır. Üstadımız hayatta iken dahi bu planlarını hayata geçirmeye çalışmışlar fakat Üstadımızın ikazları ve hayatta olması ve de herkesin kabul ettiği hiç bir ihtilafa düşmediği vazifeli bir kumandan olmasından dolayı muvaffak olamamışlardır. Elhamdülillah. Hatta Üstadımızı dahi çürütmeye çalışmışlar. Cenab-ı Hak izin vermemiştir. İnayet-i İlahi'ye ile Üstadımıza saldıranlar Risale-i Nur'dan cevablarını almışlardır.

Fakat Üstadımız vefat edince gizli düşmanlar talebeler arasında tenkid ve gücendirmek ve de karalamalar ile ayrılık rüzgarlarını estirmişlerdir. Risale-i Nur talebelerinin birbirinden ayrılmaları normal bir süreç değildir. Hizmetin akıbeti için en kötü şeydir. Hepimizin kaynağı aynı olduğu halde hepimizin cemaat lideri farklı. Haydi farklı olsun önemli değil diyelim fakat bu liderler hiç birleşiyor ve aralarında bir meclis oluşturuyorlar mı? Güç birliği yapıyorlar mı. İşte bu nokta bizi aşıyor. Bu liderlerden şunu bekliyoruz. Risale-i Nur ve Risale-i Nur camiasında muteber kaynaklar toplansın ve hizmet metodu nasıl olmalı bizler ne yapmalıyız. Risale-i Nur'a ayna mı oluyoruz perde mi düşünsünler. Eğer benim hocam Seyyid Hafız Said Nuri Ertürk dahi Risale-i Nur'a ayna değil perde oluyorsa ona da bağlanmam. Körü körüne taklit istemem. Araştırırır delile bakarım. Risale-i Nur'a ters neyi varsa kabul etmem. Çünkü Bediüzzamn Üstadımız bize öyle ders veriyor:
Sual: Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.


Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.


Sual : Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

Cevap: Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.

Size bir misal daha söyleyeceğim:
DEVAMI: Risale-i Nur Külliyatı Arama Motoru
Sual: Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?
Cevap: Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa dahahabis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur'an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.


Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.
Said Nursî
 
Son düzenleme:
Üstadın Vefatından Sonra

Üstadın Vefatından Sonra

Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken, Risale-i Nur Talebeleri'nin kendisinden sonra bölünmemeleri için ikazlarda bulunmuş mudur?

Discussion.png
Cevap


Elbette hem de çok defalar bulunmuştur. Mesela Kastamonu Lahikasında,

"Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!"

Emirdağ Lahikasında, vefatından sonra talebelerin ayrılığa düşmesi hakkında endişelerini şöyle anlatır:

"Gerçi has kardeşlerim herbirisi mükemmel bir Said hükmünde Nur'a sahibdirler. Fakat ihlastan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüdde bulunduğundan ve meşreblerin ihtilafıyla -hapiste olduğu gibi- bir derecetesanüd kuvveti sarsılmasıyla, hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen; bu bîçare ihtiyar hasta hayatım, tâ Lem'alar, Sözler mecmuası da çıkıncaya kadar ve korkaklık ve kıskançlık damarıyla hocaları Nurlardan ürkütmek belası def' oluncaya kadar ve tesanüd tam muhkemleşinceye kadar, o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum.Çünki uzun imtihanlarda mahkemeler,

düşmanlarım; benim gizli ve mevcud kusurlarımı göremediklerinden, hıfz-ı İlahî ile bütün bütün beni çürütemediklerinden,

Risale-i Nur'a galebe edemiyorlar. ,

Fakat hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim genç Said'lerin bir kısmını Nur'un zararına iftiralarla çürütebilirler diye o telaştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum."

14. Şua'da gizli düşmanlarıın talebeleri bölmek için yaptıkları planları şöyle deşifre etmiştir:

"Aziz, sıddık kardeşlerim Re'fet, Mehmed Feyzi, Sabri!Ben şiddetli bir işaret ve manevî bir ihtarla sizin üçünüzden Risale-i Nur'un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız.Çünki gizli düşmanlarımız iki plânı takib edip.. biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır.

Ben size ilân ederim ki; Hüsrev'in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettirki, benim sobamın parçalanması gibi acib, sebebsiz bir hâdise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi, bu manasız ve çok zararlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatım var.

Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız. Said Nursî"

Son olarak İhlas Risalesinden birlik beraberliğe verdiği ehhemmiyeti gösteren şu tesbitleri sunuyoruz:"İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur'anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye (dayanışma ve hakiki birlikteliğe) muhtacız ve mecburuz."
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Şunu ifade etmek isterim ne nur cemaati ne diğer ehli sünnet vel cemaat ve tarikatların daireyi genişletirsek nede islamiyetin farklı farklı ele alınışları ne ihtilaflarındandır nede ayrılıklarındandır. Ustadımız Bediüzzaman gerek uhuvvet risalesinde gerekse de ihlas risalesinde bu hususu çok iyi ele almasına rağmen bu meseleyi aktaranlar genellikle bu farklılıkların kaynağına ihtilaf yada ayrılık adı ile adlandırmıştır. Bu gibi adlandırmaları kesinlikle kabul etmemekle beraber gerek nur cemaatindeki ve gerek diğer ehli sünnet vel cemaat ve tarikatlardaki ve islamiyetteki farklılıklar zenginliklerdendir.

Çünkü her bir mensubunun binlerce ortak noktaları var iken nasıl olurda biz kalkıp bu zenginliklerine ihtilaflardan veya ayrılıklardan doğmuştur diyebiliriz..

Adına iftilaf, ayrılık, grublaşma, kol gibi abes ifadeler kullanılmakta. Bu ifadeleri kullanmanın bir mümine yakışır ifadeler olmadığını ve kasdi olarak bizlere kullanmakta bir abesiyet yokmuş gibi gösterenlerin niyetlerinin artık farkında olalım. Bilmeyerek bu ifadeleri kullanıyoruz ama bu ifadeleri kullanırsak en başından biz kendi insanımızı kardeşimizi inancımızı parçalamış bölmüş oluruz. Kaş yapayım derken göz çıkarmak buna deniyor olsa gerek..
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Bu konuyu yanlış olarak ele alanların gözden uzak tuttukları bir nokta var, o da şudur: üstadın zamanında nur talebeleri Nur Fabrikası Sahibi Hafız Ali Efendi ve Gül Fabrikası Sahibi Hüsrev Efendi etrafında zaten 2 ayrı hizmet bölgesi şeklinde ayrılmıştı. Fakat bu ayrılıkta bizim anladığımız manada ihtilaftan dolayı değil vazife taksiminden dolayı bir ayrılık olmuş ve bu gayet normal ve uhuvvet risalesinde bahsedilen müspet ihtilafa girmektedir. Zamanla bu müspet ihtilaf meselesi artmıştır çünkü çok çeşitli meşrepte insanlar nur camiasına girmiş ve bu muhtelif meşreplere göre ayrı ayrı hizmet bölgeleri husule gelmiştir. Genellikle kollara ayrılma dedikleri, hakikatte istişare ile yapılan ve müspet bir tarzdaki ayrılıkları bize yanlış olarak aktarmaktadırlar. Zaten dinsizlerin bir planı da budur. Yani bu müspet ayrılığın sanki fikirler arasındaki ihtilaftan ve kavgadan dolayı veya anlaşamamazlıktan olduğunu serrişte etmeleridir.
Fakat şu var ki bu planları da kader-i ilahinin tensibiyle nur camiası için bir rahmet olmuştur. Şöyle ki: Dinsizler, karşılarında yek vücut bir nur cemaati olduğu halde onları "kollara ayrılmış" zanniyle küçük küçük lokmalar görüp dağıtılması kolay bir düşman olarak görmektedirler. İşte kader-i İlahinin böyle bir adaleti ve güzelliği de perde arkasında vardır. Onun için değerli bir abimiz "Bırakın kardeşim, bizi ayrı bilsinler" demiştir.
Şimdi meselenin iç yüzüne baktığımızda bahsedilen bu kollar arasında hakikatin bir ihtilaf var mı? Benim gördüğüm ve bildiğim kadarıyla vazife taksiminden başka bir ihtilaf yoktur. Başka nasıl olmasını bekleyebilirdik ki?
Bir ordunun içerisinde karacısı, denizcisi, havacısı vesaire ne kadar kollar olduğunu ve bu kolların her birinin ayrı bir vazifeyi yerine getirdiğini;
Bir cemiyetin içinde öğretmeni, bakkalı, doktoru, mühendisi, marangozu gibi ne kadar meslek dallarının olduğu ve her biri ayrı bir vazifeyi yerine getirdiklerini varsayarsak, acaba bu meslek gruplarının bir kavga ile birbirlerinden ayrıldıklarını mı kabul edeceğiz? Yoksa her birinin öğretmen veya doktor olmasını mı varsayacağız. Elbette ki ikisi de değil, olan şu ki: "Bu bir vazife taksimidir" ve fıtri bir haldir.
 
Evet, üç elif ittihâd etmezse, üç kıymeti var. Eğer sırr-ı adediyet ile ittihâd etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihâd-ı maksad ve ittifâk-ı vazîfe ile tevâfuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi; hakîkî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedâkâr kardeşlerin kıymet ve kuvve-i ma‘neviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukūât-ı târîhiye şehâdet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakîkî ve samîmî bir ittifâkta herbir ferd, sâir kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakîkî müttehid adamın herbiri, yirmi gözle bakıyor, on akıl ile düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi el ile çalışıyor bir tarzda ma‘nevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.
 
Son düzenleme:
Bediüzzaman Üstadımız zamanında Nur Fabrikası Sahibi Hafız Ali Efendi ve Gül Fabrikası Sahibi Hüsrev Efendi her zaman aynı çatı altında ve birbirinden maddeten ve manen ayrılmadan hizmet ediyorlardı. Hatta bütün Nur talebeleri her ilde bir kutup hükmünde bu vazifeyi ifa ediyordu. Hepsinin başında Üstadımız vardı. Üstadımız da içlerinde ayrılık olmaması için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Bu ayrılıklar hep Üstadımızdan sonra başladı.

Abdullah Yeğin abinin dikkat çekici ifadesi: "
Bizi siyasiler ve MİT böldüyse de,"......................(TARİHİ GERÇEK)
Abdullah Yeğin abiden rivayet: "
Üstad senelerce evvel “Siz kardeşsiniz, birbirinizden ayrılmayın, Risale-i Nur’dan ayrılmayın” diyor."

Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin
 
Üst