Nübüvvet Hakkında

Huseyni

Müdavim

Nübüvvet hakkında


﴿ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاۤءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
blank.gif
1


Mukaddeme



Gayet kısa bir meâli: Yani, “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mislinden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde—zaten getiremezsiniz ya—öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.”

Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur’ân-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan “tevhid”, evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de, ikinci maksat olan “nübüvvet” beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu âyet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat küllî, cüz’îde dahildir. Cüz’înin ispatıyla küllî de ispat edilmiş olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetini, en büyük mu’cizesi olan i’câz-ı Kur’ân’dan bahisle ispat ediyor.

O Zâtın (a.s.m.) nübüvvetine dâir delâil başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülâsaten “altı mesele” zımnında beyan edeceğiz.




[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:23-24.
[/NOT]

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun abd: kul
beyan: açıklama, anlatımcüz’î: ferd, belirli bir sınıfı oluşturan her bir ferdi, bireyi
delâil: delillerhülâsaten: özet olarak, kısaca
inzal etme: indirmeizah: açıklama
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cize oluşuküllî: tür, cins; belirli bir sınıfa ait bireylerin tamamı
meâl: mânâ, anlammisil: benzer
muin: yardımcımukaddeme: başlangıç, giriş, hazırlık, önsöz
mutlak: kişi veya kişilerle sınırlanmamış, genelmu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müracaat: başvurmanübüvvet: peygamberlik, elçilik
nübüvvet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinübüvvet-i mutlaka: genel olarak peygamberlik
risale: mektup, küçük kitap; Risale-i Nur’un her bir bölümüsâdık: doğru, bağlı
tevhid: birleme; herşeyi bir olan Allah’a ait kılma ve her şeyi Ona vermezımnında: içinde
şüheda: şahitler, tanıklar
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 223


BİRİNCİ MESELE

Enbiya-i sâlifînde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında—yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla—yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mu’cizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde “Üstadü’l-Beşer” ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mu’cizeleriyle Sâniin vücut ve vahdetini, nurlu bir burhan olarak âleme ilân etmiştir.



İKİNCİ MESELE


O zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir bütün ahvâl ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: “Ğar” meselesinde, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda
لاَ تَخَفْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا “Korkma, Allah bizimle beraberdir” diye Ebu Bekri’s-Sıddık’a verdiği tesellî ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlıkına itimad ettiğine güneş gibi bir burhandır.

Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun Ebu Bekri’s-Sıddık: (bk. bilgiler)
Hâlık: her şeyi yaratan AllahSâni: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
ahvâl: haller, durumlarbinaenaleyh: bundan dolayı
burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delildelâlet etme: delil olma, işaret etme
ekmel: en mükemmelenbiya-i sâlifin: daha önce gelmiş peygamberler
ezcümle: meselâ, örneğinfevkinde: üstünde
halâs: kurtuluşharekât: hareketler, davranışlar
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici havf: korku
hazret: saygıdeğer (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir) heyet-i mecmua: bir topluluğu oluşturan bireylerin hepsi
husûsât: hususlar, konular ilân-ı şehadet: şahitliğini bildirme, duyurma
itimad: güvenme, dayanmaizhar etmek: göstermek, açığa çıkarmak
kemâl: olgunlukkezâlik: bunun gibi, böylece
lisan-ı hâl ve kal: söz ve hâl dilimedar: sebep, dayanak
mertebe: derece, makam metanet: sağlamlık, dayanıklılık
muamele: davranış, işmu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müstesna: ayrı, hariç, dışındanail olmak: erişmek
nazar-ı dikkat: dikkatli bakışnev-i beşer: insanoğlu, insanlık türü
nokta-i istinad: dayanak noktasınübüvvet: peygamberlik, elçilik
saadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğusair: diğer, başka
sin: yaşsıdk: doğruluk
sıdk-ı nübüvvet: peygamberliğin doğruluğutahakkuk: gerçekleşme
tavk-ı beşer: insanın takati, gücü teftiş: inceleme
tesir: etkivücut ve vahdet: Allah’ın varlığı ve birliği
Üstadü’l-Beşer: bütün insanlığın üstadı, hocası; Hazret-i Muhammed (a.s.m.)âhir: son
ümmet: bir peygamberin tebliğe memur olduğu fertlerin hepsi Ğar meselesi: Mağara olayı; Hz. Peygamberin (a.s.m.) Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında “Sevr Mağarası”na sığınmaları hadisesi
şecaat: yiğitlik, cesaret

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 224


ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.

İhtar: O zâtın (a.s.m.) ahval ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.


ÜÇÜNCÜ MESELE

O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız.


Birinci sahife: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sahifeyi mütalâadan evvel, dört nükteye dikkat lâzımdır.

Birinci nükte: لَيْسَ الْكُحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani, fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun’î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun’îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvârından belli olacaktır.

İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.

Üçüncü nükte: Mütenâsip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.

Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o Zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azîm ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini “Muhammedü’l-Emîn” ile lâkaplandırmışlardır.



Muhammedü’l-Emîn: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize (a.s.m.) verilen bir ünvanahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk
ahval: haller, durumlarazîm: büyük
celb etme: çekmecemaat: topluluk, grup
cezbe: çekme, çekiciliketvâr: tavırlar, davranışlar
fıtrî: doğal, yaratılıştan gelenhakikat: gerçek, doğru
hakkaniyet: doğruluk ve gerçekçilikharekât: hareketler, davranışlar
hazret: saygıdeğer; hürmet ve saygı maksadıyla kullanılan bir ifadeheyet-i mecmua: bir topluluğu oluşturan bireylerin tamamı
ihtar: hatırlatma, uyarıittihad: birlik
kaim olma: bir şeyin yerine geçme, konmakavaid: kurallar, prensipler
kizb: yalankâmil: olgun, mükemmelliğe ulaşmış, eksiksiz
mazhar-ı kabul: kabul görme, kabul edilmemeyil: eğilim, arzu, istek
muttasıl: yapışık, bitişikmütalâa: dikkatlice okuma, inceleme
mütenasip: birbirine uygunnükte: ince ve derin mânâ
sair: diğer, başkasun’î: yapma, yapmacık
sîret: ahlâk, karaktersıdk: doğruluk
sıdk-ı nübüvvet: peygamberliğin doğruluğutabiî: doğal
tarihçe-i hayat: hayat hikâyesitasdik: doğrulama, onaylama
temayül: birbirine eğilim gösterme, ilgi ve istek duymateşkil etme: oluşturma, meydana getirme
urgan: kalın ipyekdiğer: birbirine, herbiri diğerine
âsâr: eserler; bir şeyden ortaya çıkan neticeler, haller şehadet etmek: şahidlik, tanıklık etmek

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 225


Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.

Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem eden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?


Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir burhandır.

Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.

Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezb ettiren, o Zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zâtın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir burhan olmuştur.


DÖRDÜNCÜ MESELE

İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mâzi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahval ve kıssaları, o Zâtın sıdk-ı nübüvvetine birer burhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lâzımdır.




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun ahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk
ahval: haller, durumlarbaliğ olma: erişme, ulaşma
behemehal: ister istemez, elbette, mutlakaburhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil
celp ve cezb ettirme: kendine çekmekcem etme: toplama, bir araya getirme
dâvâ-yı nübüvvet: peygamberlik dâvâsı, iddiasıemanet: güvenilir olma; kendisine bırakılan her türlü emaneti koruma
enbiya-yı sâlifîn: daha önce gelmiş peygamberlerevvel: ilk
fenalık: kötülükhasis: alçak, rezil
haysiyet: itibar, şerefhusul: meydana gelme
hâvi olma: içine alma, kapsamahülâsa: özetle, kısaca
hıyanet: hainlik, ihanetiffet: namus, haramdan korunma
imtizac: birleşme, kaynaşmainkılâb-ı azîm: büyük değişim, dönüşüm
intizam: tertip, düzenizzet-i nefis: insanın vakar, şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi
içtima: toplanma, bir araya gelmeiştihar etme: meşhur olma
kemal-i istikamet: tam bir doğruluk üzere olmakeza: bunun gibi, öyle de
kezâlik: bunun gibi, böylece kizb: yalan
kıssa: ibretli hikâyemalûm: bilinen, belli
meleke: alışkanlıkmelâike: melekler
metanet: sağlamlık, kararlılıkmeyl: eğilim, istek
mâzi: geçmiş zaman, dönemnükte: ince ve derin mânâ
peydâ etmek: kazanmakrüsûh: kökleşme, sağlamlaşma
saika: sevk, sevk edicisıdk: doğruluk
sıdk-ı nübüvvet: peygamberliğin doğruluğutabiat: yaratılış, karakter, mizaç
tasdik: doğrulama, onaylamatenezzül: inme, alçalma
ulüvv-ü şan: şanın yüceliğivakar: ağırbaşlılık
zaman-ı Saadet: mutluluk devri, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ve Ashabının yaşadığı dönem âhir: son
âlem: dünyaıttırad: sürekli bir düzen üzere olma
şecaat: yiğitlik, cesurluk

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 226

[SUB]
[/SUB]
[SUB]Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra dâvâsını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.

İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dâvâ hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir dâvâda, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşir ve ilân etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah’tan olduğuna da bir burhan olmaz mı?
[/SUB]


[SUB]Üçüncü nükte: Malûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve melûf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevîlerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevîlerin ahvâlinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvâlini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.[/SUB]

[SUB]Dördüncü nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?[/SUB]

[SUB]Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma bak ki, o zât, herkesçe müsellem ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur’ân’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, sırlarını beyan ederek âleme neşir ve ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekîlerin nazar-ı dikkatini celb eden[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
[SUB]
[/SUB]

[SUB]Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun [/SUB][SUB]Muhammed-i Arabî: Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)[/SUB]
[SUB]ahval: haller, durumlar[/SUB][SUB]bedevî: çölde yaşayan, göçebe[/SUB]
[SUB]beyan etme: açıklama, anlatma[/SUB][SUB]beyne’l-ulema: âlimler arasında[/SUB]
[SUB]bilhassa: özellikle[/SUB][SUB]binaenaleyh: bundan dolayı[/SUB]
[SUB]burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil[/SUB][SUB]cumhur: çoğunluk, genel, umum[/SUB]
[SUB]delâlet etme: delil olma, işaret etme[/SUB][SUB]enbiya: nebiler, peygamberler[/SUB]
[SUB]fen: ilim, ilim dalı[/SUB][SUB]fıtrat-ı beşeriye: insanın yaratılışı, tabiatı, karakteri[/SUB]
[SUB]haysiyet: şeref, itibar[/SUB][SUB]idrâk: anlayış, kavrayış[/SUB]
[SUB]ihtilâf: fikir ayrılığı, uyuşmazlığı[/SUB][SUB]iktiza: bir şeyin gereği[/SUB]
[SUB]ittifak: fikir, görüş birliği[/SUB][SUB]kavim: topluluk[/SUB]
[SUB]kemal-i ciddiyet: tam bir ciddiyet[/SUB][SUB]kesretli: çok, kalabalık[/SUB]
[SUB]kıssa: ibretli hikâye[/SUB][SUB]lisan: dil[/SUB]
[SUB]malumât: bilgiler[/SUB][SUB]malûm: bilinen, belli[/SUB]
[SUB]melûf: alışılmış[/SUB][SUB]meçhul: bilinmeyen[/SUB]
[SUB]muhakeme etmek: akıl yürütme, karşlaştırma[/SUB][SUB]muhalefet etme: karşıt olma, aykırı hareket etme[/SUB]
[SUB]mâhir: maharetli, usta[/SUB][SUB]münakaşa: tartışma[/SUB]
[SUB]müsellem: herkesçe kabul edilen, şüphesiz kabul edilmiş[/SUB][SUB]mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman[/SUB]
[SUB]müşahede etme: seyretme, gözlemleme[/SUB][SUB]nazar-ı dikkati celb etme: dikkatini çekme [/SUB]
[SUB]neşir: yayma[/SUB][SUB]nükte: ince ve derin mânâ[/SUB]
[SUB]sıdk: doğruluk[/SUB][SUB]taallûk etmek: ilgili olmak, ait olmak[/SUB]
[SUB]tasdik: doğrulama, onaylama[/SUB][SUB]tashih: düzeltme [/SUB]
[SUB]ulema: âlimler, ilim adamları[/SUB][SUB]vakıf olmak: bir işte yeterli derecede bilgi ve beceriye sahip olma[/SUB]
[SUB]vehbî: Allah vergisi, bağış ve ikramı[/SUB][SUB]zira: çünkü[/SUB]
[SUB]âciz: güçsüz, zayıf[/SUB][SUB]âdi: basit, sıradan, normal[/SUB]
[SUB]âlem: dünya[/SUB][SUB]âlem-şümul: evrensel, bütün cihanı kaplayan[/SUB]
[SUB]ümmî: okuma yazma bilmeyen[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 227

[SUB]
[/SUB]
[SUB]dâvâ-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne’l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilâflı olanı da tashih edip dâvâsına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zât, vahy-i İlâhînin mâkesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zâtın bu hali, onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zâtın nübüvvetini ispat eder.

[/SUB]

[SUB]BEŞİNCİ MESELE
[/SUB]

[SUB]Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretü’l-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.

Birinci nükte: Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden, hakîr, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zât harikulâde olmaz mı?
[/SUB]


[SUB]İkinci nükte: Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricîdir.[/SUB]

[SUB]Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî-mânevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
[SUB]
[/SUB]

[SUB]Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun [/SUB][SUB]Ceziretü’l-Arab: Arap yarımadası[/SUB]
[SUB]Muhammed-i Arabî: Araplar arasında dünyaya gelen Hz. Muhammed (a.s.m.)[/SUB][SUB]asr-ı Saadet: mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem[/SUB]
[SUB]beyne’l-enbiya: peygamberler arasında[/SUB][SUB]bilhassa: özellikle[/SUB]
[SUB]binaenaleyh: bundan dolayı[/SUB][SUB]cüz’î: ferdî, küçük, sınırlı[/SUB]
[SUB]def’aten: birden bire, âniden[/SUB][SUB]dâvâ-yı nübüvvet: peygamberlik dâvâsı[/SUB]
[SUB]ehemmiyet: önem[/SUB][SUB]enbiya: nebiler, peygamberler[/SUB]
[SUB]esasat-ı âliye: yüksek esaslar, hakikatler[/SUB][SUB]galebe: üstün gelme[/SUB]
[SUB]hakîr: küçük, kıymetsiz, basit [/SUB][SUB]harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici[/SUB]
[SUB]hâkim: yönetici, idareci[/SUB][SUB]hâvi olma: içine alma, kapsama[/SUB]
[SUB]ihtilâf: değişiklik, farklılık[/SUB][SUB]istimrar etme: devam etme, süregelme[/SUB]
[SUB]ittifak: görüş, fikir birliği[/SUB][SUB]kavim: topluluk[/SUB]
[SUB]kesretli: çok sayıda, kalabalık[/SUB][SUB]keza: bunun gibi, öyle de[/SUB]
[SUB]malûm: bilinen, belli[/SUB][SUB]medeniyet-i İslâmiye: İslâm medeniyeti[/SUB]
[SUB]miskin: zavallı, muhtaç[/SUB][SUB]mukaddeme: başlangıç, hazırlık[/SUB]
[SUB]mutaassıp: tutucu, aşırı bağlı[/SUB][SUB]mu’cize. Allah tarafından peygamberlere verilen ve benzerini meydana getirmekten başkalarını aciz bırakan olağanüstü hal ve hareket: (bk. a-c-z)[/SUB]
[SUB]mâkes: yansıma yeri, ayna[/SUB][SUB]mütevakkıf: –a bağlı olma [/SUB]
[SUB]nihayet derecede: son derece[/SUB][SUB]nübüvvet: peygamberlik, elçilik[/SUB]
[SUB]nüfuz etme: içe geçme, işleme[/SUB][SUB]nükte: ince ve derin mânâ[/SUB]
[SUB]peydâ etme: meydana gelme, kazanma[/SUB][SUB]ref’: kaldırma[/SUB]
[SUB]rüsuh: kökleşme, güçlenme[/SUB][SUB]taife: grup, topluluk[/SUB]
[SUB]tasdik: doğrulama, onaylama[/SUB][SUB]tashih: düzeltme[/SUB]
[SUB]tayyetme: atlama, aşma, geçme[/SUB][SUB]tedricî: derece derece, yavaş yavaş [/SUB]
[SUB]terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler[/SUB][SUB]tesis etmek: kurmak[/SUB]
[SUB]teşekkül: oluşum[/SUB][SUB]teşkil etme: meydana gelme, oluşma[/SUB]
[SUB]vahy-i İlâhî: Allah tarafından vahiy ile gelen şeyler[/SUB][SUB]zelil: aşağı, düşkün[/SUB]
[SUB]âdet: alışkanlık, huy[/SUB][SUB]şahs-ı mânevî: mânevî kişilik, tüzel kişilik[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 228


edip maddî-mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikulâdeliği değil midir?

Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icrâ-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.

Dördüncü nükte: Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecrâya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.


Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulâde bir mu’cizedir.

Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette İslâmiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâp hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:

1. Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dâhi, ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir



Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrıahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk
baliğ olma: varma, ulaşmabâtınen: iç yüzü itibariyle
cebir: zorla iş yaptırmacevher-i insaniyet: insanlık cevheri, özü
ceyb-i kalb: kalb cebi, gözücüz’î: az, küçük, ferdî
efkâr-ı âmme: genel düşünce, kamuoyugalebe: üstün gelme
harikulâde: olağanüstü, hayranlık vericiharikulâdelik: olağanüstülük
haslet: huy, karakterhassa: nitelik, özellik
hile: aldatmahissiyat: duygular, hisler
hâkimiyet: hükümranlık, egemenlikhürriyet-i kelâm: ifade hürriyeti
ibkà: devam ettirme, sürdürmeicrâ-yı tesir: tesir meydana getirme, tesir etme
ihya: hayat verme, diriltmeikaz: uyarma
imha ve izale etmek: yok etmek, gidermekinkişaf: açığa çıkma, gelişme
inkılâp: değişim, dönüşümirşad: doğru yol gösterme
istidat: kabiliyet, meziyet, yetenekkahr: üstün gelip batırma, helâk etme, zorlama
kalbî: kalbe ait, kalple ilgilimecrâ: kanal, yol
merhametsizlik: acımasızlıkmuhafaza: koruma
muhakeme-i akliye: aklî muhakeme, akıl yürütme, düşünmemuktebes: iktibas edilmiş, alıntı
muvakkat: geçicimu’cize: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müteessir olma: üzülme, etkilenmenübüvvet: peygamberlik, elçilik
nüfuz etme: içe geçme, işlemenükte: ince ve derin mânâ
ruhî: ruhla ilgilisathî: sığ, yüzeysel
tahakküm: baskı ve zorbalıktarih-i âlem: dünya tarihi
tatbik: uygulamatehdit: korkutma
tesir: etkitesis: yerleştirme
teşhir etmek: sergilemek, göstermekumumî: genel
vicdanî: vicdanla ilgilizahiren: dış boyutu itibariyle
zahirî: görünüşteâr etme: utanma, utanç duyma
şefkat: acıma, merhametşehadet: şahidlik, tanıklık
şua-ı hakikat: hakikat ışığı, parıltısı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 229


hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep hebâ olur.

2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziretü’l-Arab memleketinde, bedevî ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.


Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü’l-Araba git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabînin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşî bedevîlere verdiği cilâyı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zâtın yaptığı o cilâ İlâhî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.

Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem‑i muvafakatla cevap verecektir.

Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlâhînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.

Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki,




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunCeziretü’l-Arab: Arab yarımadası
Muhammed-i Arabî: Arapların arasından çıkan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) adem-i muvafakat: uyumsuzluk, bağdaşmama
bedevî: çölde yaşayan, göçebebinaenaleyh: bundan dolayı
cehalet: cahillik, bilgisizlikcereyan: akım, akıntı
filozof: felsefe ile uğraşan, felsefeci fıtrat: yaratılış
hakaik: hakikatler, esaslarhamiyet-i milliye: millî fedakârlık, milletini koruma duygusu
hebâ olma: boşa gitmeheyet-i içtimaiye: sosyal yapı
hiss-i hürriyet: özgürlük duygusuhiss-i muhabbet: sevgi hissi, duygusu
hiss-i uhuvvet: kardeşlik duygusuhissiyat-ı umumiye: herkeste bulunan hisler, duygular
hissiyat-ı âliye: yüksek hisler, yüce duygularhârikulâde: olağanüstü, hayranlık verici
ikaz: uyarmainkişaf: açığa çıkma, gelişme
intihap etme: seçmekavim: topluluk
kesb-i muârefe: tanımak, alışkanlık kazanmakkeza: bunun gibi
lâyetegayyer: değişmezmazhariyet: erişme, nail olma
muannid: inatçı, inanmamakta direnenmuhafaza: koruma
muhalefet etme: karşıt olma, aykırı davranmamuvafakat: uygunluk, razı olma
muvaffak: başarılımuvaffakiyet: başarı
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hâl, fiil ve esermünasebet peydâ etme: alâka, ilgi kurma
müsaade: yardım, izin mütemessik: sıkı sıkıya bağlı, yapışmış
nisbetinde: oranındarabıta: bağ
sabit: kesinsafvet: paklık, temizlik
sa’y: çalışma, emekterakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
tevfik-i İlâhî: Allah’ın yardımıumumî: genel
ziya: ışık, parlaklıkzulmet: karanlık
zulüm: haksızlık, eziyet, işkenceİlâhî: Allah tarafından olan
şekavet: mutsuzluk, sıkıntışems-i hakikat: hakikat güneşi
şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî hükümlerin hepsi, İslâmiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 230


fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur.

Bundan anlaşılır ki, İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.


Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâma bak. O Zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan asâ-yı Mûsâ gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istilâ eden zulüm, fesat, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?


ALTINCI MESELE

Bu mesele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi dört nükte vardır.


Birinci nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunMuhammed-i Haşimî: Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
asâ-yı Mûsâ: Hz. Musa’nın mu’cizeli asâsı, bastonucevher-i insâniyet: insanlık cevheri, insanı insan yapan hakikat, öz
delâlet: delil olma, göstermedevlet-i İslâmiye: İslâm devleti
ecdad: atalar, cedlerefkâr-ı âmme: genel düşünce, kamuoyu
evc-i medeniyet: medeniyetin zirvesi, doruğu fen: ilim
fesat: bozgunculukfıtrat: yaratılış
fıtrî: yaratılışa uygun, tabiigalebe çalmak: üstün gelmek
garb: batıhissiyat: duygular, hisler
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkihlâl: bozma, karıştırma
ihtilâl: ayaklanma, karışıklıkistikbal: gelecek
istilâ etme: işgal etme, kuşatmaittisal peydâ olmak: bağ, iletişim kurulma, meydana gelme
izhar etme: gösterme, açığa çıkarmaiçtimaiyat: toplumsal, sosyal olaylara ait
kasavet: katılık, sertlikkemal-i vüsuk ve itmi’nan: tam bir güven, inanç ve kararlılık
meleke: maharet, becerimevki: yer, konum
meyil: eğilim, arzu, istekmuallim: öğretmen
muhafaza: korumamuvazene: denge, ölçü
mâlik: sahipmünasebet: alâka, ilgi
mütehassıs: ihtisas sahibi, uzmannazara almak: dikkate almak
nev-i beşer: insan, insanlıknükte: ince ve derin mânâ
rabıta: bağ, ilişkisaltanat: egemenlik, hâkimiyet
sebkat: daha önce gelme, geçme sâhir: sihirbaz
tabiat: huy, karaktertebdil etmek: değiştirmek
tesis etmek: kurmaktevsi ettirme: genişletme, yayma
tezelzül: sarsıntıteşkil etme: meydana getirme, oluşturma
vahşet: ürküntü, korkuvikaye: koruma
yegâne: tek, eşsizzulüm: haksızlık, eziyet, işkence
zâlim: zulmeden, acımasızâdât: âdetler
âmil: sebepümmîlik: okuma yazma bilmeme
şark: doğuşekavet: mutsuzluk, sıkıntı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 231


İkinci nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm, mütefavit olur; birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:

Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’ân-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelâmlardandır.

Üçüncü nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Meselâ bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’ân, elbette ve elbette harikadır.


Dördüncü nükte: İrşadın tam ve nâfi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaikı çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me’lûf üslûp ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim, yüksek hakaikı, müteşâbihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, cumhura, yani avâm-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır.

Ve keza, tekemmül etmeyen avâm-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal




addedilmek: sayılmak, kabul edilmekarz: yeryüzü, dünya
asır: yüzyılavam: cahil, sıradan halk tabakası
avâm-ı nas: sıradan halk tabakasıbinaenaleyh: bundan dolayı
cehl: câhillik, bilgisizlikcemaat: topluluk, grup
cumhur: çoğunlukdelâlet etme: delil olma, işaret etme
derece-i ilim ve marifet: ilim ve bilgi derecesiedevât: araçlar, gereçler
fehim: anlayış, kavrayışfezleke: özet
galat: hata, yanlışgarabet: gariplik, hayret vericilik
gayr-ı muntazam: düzensizhakaik: hakikatler, esaslar, gerçekler
hiss-i zâhirî: dış dünyayı gören, algılayan his, duyu; göz gibiicmal: özetleme, kısa tutma
irşad: doğru yolu gösterme, tebliğ etmeistiare: hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir söz veya kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir söz veya kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi
istidad: kabiliyet, yetenekitikad etme: inanma
kabil: tür, gibikelâm: ifade, söz
keza: bunun gibikezâlik: bunun gibi, böylece
maharet: beceri, hünermalûm: bilinen, belli
mevki: yer, konumme’lûf: alışılmış, ülfet edilmiş
muhafaza: korumamünasebet: alâka, ilgi
münbit: verimli, bereketlimünâsip: uygun, denk
mütefavit: değişik, farklı farklımüteşâbihât: Kur’ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler
nâfî: faydalı, yararlınükte: ince ve derin mânâ
sathîlik: yüzeyselliksiyak ve sibak: bir sözün gelişi ve gidişi, sözün öncesinin sonrasına olan uyumu
tarz-ı hareket: hareket tarzı, davranış şekli tasavvur etme: düşünme, hayal etme
tasvir: anlatım, ifade etmetekemmül: mükemmelleşme, gelişme, olgunlaşma
teşbih: benzetmevesait: araçlar, vasıtalar
vücuda gelme: meydana gelmezer’ etmek: ekmek, dikmek
âhir: sonâlât: aletler
üslûp: ifade ve anlatım tarzı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 232


ve ipham etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karîneler vaz etmiştir.

Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et.


Şeriat-ı İslâmiye, aklî burhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülâhhasdır. Evet, tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizâmâtü’l-âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir.

Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.

Evet, zahiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle, Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen, Kur’ân’ın hakaikine dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:

“Evet. Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.”

Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-ı Kur’âniye tulû ettiği zaman, ateş gibi bütün



Alman: (bk. bilgiler -- Almanya)Amerika: (bk. bilgiler)
Carlyle: (bk. bilgiler)Goethe: (bk. bilgiler)
aklî burhan: güçlü ve sarsılmaz, akla ve mantığa uygun kesin delilbinaenaleyh: bundan dolayı
edib-i şehîr: meşhur edebiyatçı, yazaremare: belirti, işaret
esasat: esaslar, prensiplerezcümle: meselâ, örneğin
feylesof: filozof; felsefe ile uğraşan, felsefeci fezleke: özet, sonuç
fihriste: içerikfünun: fenler, bilimler
fürûât: ayrıntılar, detaylarhakaik: gerçekler, esaslar
hakaik-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri, esaslarıhayatî: hayatla ilgili; can alıcı, önemli
icmal etmek: özetlemekihtivâ: kapsama, içine alma
ipham: üstü kapalı bırakma, ayrıntıya girmemeistidad: kabiliyet, yetenek
karîne: bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaretmuamelât (ilmi): ticarî münasebetler, ilişkiler
muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimlermüesses: kurulmuş, kurulu
mülahhas: özetlenmiş müzeyyen: süslenmiş
nizâmâtü’l-âlem (ilmi): dünya düzeni, Uluslararası ilişkiler biliminükte: ince ve derin mânâ
riyazetü’l-kalb (ilmi): kalp terbiyesi, tasavvuf ilmisiyasetü’l-medeniye (ilmi): kamu idare ve yönetimi ilmi
tasdik: doğrulama, onaylamatazammun etmek: kapsamak, içine almak
tedbîrü’l-cesed (ilmi): bedenin ihtiyaçlarını, tedbir ve düzenini sağlama; beden sağlığıtedvirü’l-menzil (ilmi): ev idaresi ilmi
tehzibü’r-ruh (ilmi): ruh terbiyesi ilmi; psikolojitekemmül: ilerleme, yükselme
terbiyetü’l-vicdan (ilmi): vicdan terbiyesitulû etme: doğma
tâkat-i beşeriye: insan takati, gücüulûm: ilimler
ulûm-u esasiye: temel ilimlervaz etme: koyma, yerleştirme
vesaire: ve diğerzahiren: dış görünüş itibariyle
zaman-ı terakki: ilerleme devri âdâb-ı içtimâiye (ilmi): toplumsal ahlâk ve sosyal ilişkiler
âlem-i medeniyet: medeniyet âlemi, dünyasışeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 233


dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasârâ ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ...فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ
blank.gif
1
ilâ âhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.HAŞİYE-1

S - Gerek Kur’ân-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir.

C - Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer edilen fezlekelerdir. Kur’ân veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me’hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz.


Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.

1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.

2. İki şahıstan sudur eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.

3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.

4. Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuş olan çok meseleler vardır.

5. Zamân-ı mâzi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.



[NOT]Dipnot-1 “Haydi onun benzeri bir sûre getirin… Bunu yapamazsanız ki—elbette yapamayacaksınız—yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakınınız.” Bakara Sûresi, 2:23-24.
Haşiye-1 Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismarck gibi, kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.
[/NOT]

Bismarck: (bk. bilgiler)Carlyle: (bk. bilgiler)
Goethe: (bk. bilgiler)Nasâra: Hıristiyanlar
Yahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik)aziz: çok değerli, izzetli, saygın
bedihî: açık, aşikârbeyan: açıklama, anlatma
fen: ilim, sanatfeylesof: filozof; felsefe ile uğraşan, felsefeci
fezleke: netice, özetfünun: fenler, ilimler, sanatlar
hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hurafe: delile dayanmayan saçma inanışhâsıl olma: meydana gelme, ortaya çıkma
hüsn-ü isâbet: güzel bir şekilde ve doğru bir tarzda gayeyi göstermeihata: içine alma, kapsama
ihtisas: uzmanlıkilâ âhir: sonuna kadar
inşaallah: Allah izin verirseistidat: kabiliyet, ruhî özellikler
istimâl: kullanmakabil: gibi, tür, çeşit
kaide: düstur, prensipkıyas etme: karşılaştırma
meleke: kabiliyet, becerimevki: konum, yer
meâl: mânâ, açıklamame’haz: kaynak
muhakeme: bir şeyi karşılaştırarak akıl yürütme, değerlendirmemünbit: verimli, bereketli
münâsip: uygun, denknazaran: –göre
nazarî: teorikneşrolma: yayınlanma
sellemehüsselâm: gelişi güzel, rastgelesudur etme: çıkma
tasdik: doğrulama, onaylamatazammun etmek: içermek, kapsamak
tefavüt etmek: farklı olmaktefsir: açıklama, yorum
tekâmül etmek: ilerlemek, mükemmelleşmek, olgunlaşmakzamân-ı mâzi: geçmiş zaman
zer’ etme: ekme, dikmezeyl: ilâve, ek
ıttıla: bilgi sahibi olma, bilme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 234


6. Sahrâ ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.

7. Çok ilim ve fenler vardır ki, âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.

8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvâli göremez.


9. Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.

10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvâlinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.

11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebâdi ve vesaitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

12. Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer.

Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahrâya bak. Göreceksin ki:

Bir insan, tek başına, ne muîni var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi... Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvâlini tanzim eder.



Ceziretü’l-Arab: Arab yarımadasıaddedilmek: sayılmak
ahvâl: haller, durumlarasr: yüzyıl
aziz: izzetli, değerlibeşer: insan
def’aten: birden bire, ânidendesise: hile, aldatma
evham: kuruntular, şüphelerfen: ilim, sanat
hakikat: esas, gerçekhurafe: delile dayanmayan saçma inanış
husule gelmek: meydana gelmekhususî: özel
hücum: saldırıhülya: hayal
icad: var etme, vücuda getirmeikmâl: tamamlama
inkişaf: açığa çıkma, gelişmeintaç: netice verme
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyetistikbal: gelecek
kaide: kural, prensipkemâle erme: olgunlaşma, mükemmelleşme
keyfiyat: durumlar, özelliklerküre-i arz: yer küre, dünya
libas: elbiselisan: dil
mahsulât: ürünlermebâdi: ilkeler, prensipler
merdâne: mert kişiye yakışır şekildemuhit: çevre, taraf
muktedir olma: gücü yetirme, güç ve iktidar sahibi olmamuîn: yardımcı
mübareze: karşı koymanazar: bakış, dikkat
nev-i beşer: insan, insanlık türünihayet: son
nisbet: orannüfuz etme: içe geçme, işleme
saadet: mutluluksaadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğu
sahrâ: çölsaltanat: güç, otorite, devlet
tabiat: yaratılış, karakter, mizaç, huytalim: öğretme, eğitme
tanzim: düzenlemetecerrüd etmek: soyutlanmak, sıyrılmak
tedricen: derece derecetekâmül: ilerleme, gelişme, mükemmelleşme
telkin: fikrini kabul ettirme, aşılamatesir: etki
tevessü: genişleme, yayılmaumum: bütün
vesait: araçlar, vasıtalarvukuat: meydana gelen olaylar
zekâ-i hârika: olağanüstü zekâ ömr-ü tabiî: tabii ömür, yaş
şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî hükümlerin hepsi, İslâmiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 234


6. Sahrâ ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.

7. Çok ilim ve fenler vardır ki, âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.


8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvâli göremez.

9. Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.

10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvâlinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.

11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebâdi ve vesaitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

12. Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer.

Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahrâya bak. Göreceksin ki:

Bir insan, tek başına, ne muîni var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi... Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvâlini tanzim eder.



Ceziretü’l-Arab: Arab yarımadasıaddedilmek: sayılmak
ahvâl: haller, durumlarasr: yüzyıl
aziz: izzetli, değerlibeşer: insan
def’aten: birden bire, ânidendesise: hile, aldatma
evham: kuruntular, şüphelerfen: ilim, sanat
hakikat: esas, gerçekhurafe: delile dayanmayan saçma inanış
husule gelmek: meydana gelmekhususî: özel
hücum: saldırıhülya: hayal
icad: var etme, vücuda getirmeikmâl: tamamlama
inkişaf: açığa çıkma, gelişmeintaç: netice verme
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyetistikbal: gelecek
kaide: kural, prensipkemâle erme: olgunlaşma, mükemmelleşme
keyfiyat: durumlar, özelliklerküre-i arz: yer küre, dünya
libas: elbiselisan: dil
mahsulât: ürünlermebâdi: ilkeler, prensipler
merdâne: mert kişiye yakışır şekildemuhit: çevre, taraf
muktedir olma: gücü yetirme, güç ve iktidar sahibi olmamuîn: yardımcı
mübareze: karşı koymanazar: bakış, dikkat
nev-i beşer: insan, insanlık türünihayet: son
nisbet: orannüfuz etme: içe geçme, işleme
saadet: mutluluksaadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğu
sahrâ: çölsaltanat: güç, otorite, devlet
tabiat: yaratılış, karakter, mizaç, huytalim: öğretme, eğitme
tanzim: düzenlemetecerrüd etmek: soyutlanmak, sıyrılmak
tedricen: derece derecetekâmül: ilerleme, gelişme, mükemmelleşme
telkin: fikrini kabul ettirme, aşılamatesir: etki
tevessü: genişleme, yayılmaumum: bütün
vesait: araçlar, vasıtalarvukuat: meydana gelen olaylar
zekâ-i hârika: olağanüstü zekâ ömr-ü tabiî: tabii ömür, yaş
şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî hükümlerin hepsi, İslâmiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 235


“O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?” diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’câzıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelâm-ı Ezelîden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.

Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılâplar, vaziyetler, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
blank.gif
1
’deki emr-i tâcizîyi, nev‑i beşere tekrar tekrar ilân ediyorlar.

Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا
blank.gif
2
ilâ âhir, olan âyet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri’in, cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’ân hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir.


1. Diyorlar ki: Kur’ân’da “müteşâbihât ve müşkilât” denilen, hakikî mânâları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’câzına münafidir. Zira Kur’ân’ın i’câzı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.

2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ve



[NOT]Dipnot-1 “Haydi onun benzeri bir sûre getirin.” Bakara Sûresi, 2:23.
Dipnot-2 “Eğer indirdiklerimizden herhangibir şüpheye düşüyorsanız..” Bakara Sûresi, 2:23.
[/NOT]


Kelâm-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın kelâmı, Kur’ân-ı Kerimaziz: çok değerli, izzetli
belâğat: düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme san’atıcehil: cahillik, bilgisizlik
cemaat: topluluk, grupcihet: yön
cumhur: çoğunlukebed: sonu olmayan sonsuzluk
emr-i tâcizî: insanı âciz bırakan emir; Allah’ın, iman etmeyenlerden Kur’ân’ın benzerini ortaya koymalarını istemesi böyle bir emirdiresrar: sırlar, gizemler
gaflet: dalgınlık, dikkatsizlik, umursamazlıkhakiki: gerçek ve doğru
ihtivâ etmek: içermekilâ âhir: sonuna kadar
inkılâp: değişim, dönüşümirşad: doğru yolu gösterme, tebliğ etme
istidad: kabiliyet, yeteneki’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü söz söyleme
kaide: düstur, prensipkat-ı alâka etmek: alâkayı, irtibatı kesmek
lisan-ı i’câz: mu’cizeli olan dil, mu’cizelik dilimaruz: tesiri altında kalma
mebnî: bina edilmiş, kurulmuş menşe: esas, kaynak, kök
mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibimüesses: kurulmuş
münâfi: aykırı, zıtmüphem: kapalı, gizli
müteşâbihât: Kur’ân ve hadiste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatlermüşkilât: kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler
nev-i beşer: insan, insanlık türünihayet: son
teklif: görev yükleme, sorumlulukvuzuh: açıklık
zira: çünküzuhur: açıklık, görünürlük
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allahşek: şüphe, tereddüt
şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî hükümlerin hepsi, İslâmiyet

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 236


keza, kâinata dair fünûndan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafidir.

3. Diyorlar ki: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilâf-ı vâki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’ân’ın sıdkına muhaliftir.

O heriflerin zuumlarınca, Kur’ân’a bir nakîse ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’ân-ı Kerime bir nakîse teşkil etmez. Ancak, Kur’ân’ın i’câzını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur’ân’ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kat’î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir-hâşâ!-Kur’ân-ı Kerimde değildir.

Evet,
blank.gif
1
وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ Şâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tâ’yip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’ân’ın o yüksek i’câzına yetişemediğinden, tâ’yip ediyorlar.


“Kur’ân-ı Kerim’de müteşabihat vardır” dedikleri birinci şüphelerine cevap:

Evet, Kur’ân-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani, umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.

Ve keza, avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından,



[NOT]Dipnot-1 “Sağlam sözleri kötüleyen nice kişiler vardır ki, onların âfetleri hasta anlayışlarından ileri gelir.” El-Mütenebbî, Dîvan, 4:246.[/NOT]


addetmek: saymakaklî: akılla ilgili, akla uygun
avâm: halk tabakası, sıradan insanlaravâm-ı nas: sıradan halk tabakası
beliğ: belâğatli; maksada ve hâle uygun olandelil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey
ekall: sayıca azlık, azınlıkekser: sayıca çokluk, çoğunluk
elfaz: lâfızlar, sözlerfehim: anlayış, kavrayış
fünûn: ilimlerhalka-i ders: ders halkası, bir öğretmenin etrafını sararak ders alan öğrenciler
havas: bilgili, aydın kesimhilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı
hâşâ: asla öyle değilibâre: metin, ifade
ifade: anlatma, söyleme irşad: tebliğ, doğru yol gösterme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü söz söyleme, davranışta bulunmakat’î: kesin
keza: bunun gibikâinat: evren, yaratılmış herşey
maahaza: bununla beraber mahrum: yoksun
maânî: mânâlar, anlamlarmuallim: öğretmen
muhalif: aykırı, zıtmünâfi: aykırı, zıt
mürşid: irşad eden, doğru yolu gösterenmüteşâbihât: Kur’ân ve hadiste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler
nakîse: eksiklik, noksanlık nazar: görüş, bakış
nev-i beşer: insanlık, insan türüsadık-ı şahid: doğru şahid, delil
sıdk: doğruluktahsis etme: ayırma, üstün tutup tercih etme
talim: eğitim, öğretimteşkil etme: oluşturma, meydana getirme
tâbi: bağlı olma, uymatâ’yip: ayıplama, kusurlu bulma
umumî: genel, herkese aitzahiren: görünüşte, açıkça ortada olan, bir şeyin dış yüzü
zu’m: iddia, yanlış inançülfet: alışkanlık, alışma
üslûp: ifade ve anlatım tarzışek: şüphe, tereddüt

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 237


çıplak hakikatleri ve akliyâtı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’ân’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki,
blank.gif
1
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerimin ince hakikatleri,
اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلـهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.

Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar.


[NOT]Dipnot-1 “O Rahmân ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır.” Tâhâ Sûresi, 20:5.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahakliyât: akılla bilinen şeyler
avâm: halk tabakası, sıradan insanlaravâm-ı nas: sıradan halk tabakası
belâğat: düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme san’atıbinaen: -dayanarak
büleğâ: belâgatçılar; belâgat ilminin inceliklerini bilen söz ve ifade uzmanlarıcihetiyet: belli bir yönde oluş; Allah hakkında bir yön tayin etme
cismiyet: cisim olma; Allah’ı cisimleştirme, şekil vermefehim: anlayış, kavrayış
fehmetmek: anlamakhakaik: hakikatler; gerçek mahiyetler, esaslar
hakikat: gerçek, doğruhissiyat: duygular, hisler
hitâbât: hitâplar, seslenişlerihtiram: saygı gösterme
ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmekiktiza: gerektirme, bir şeyin gereği
irşad: doğru yol göstermeistiare: hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir söz veya kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir söz veya kelime için kullanma sanatı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi
itikad etme: inanma, kabul etmekeyfiyet: durum, nitelik, özellik
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atıkâinat: evren, yaratılmış herşey
muhal: imkânsız, olmayacak şeymüraat: riayet etme, gözetme
müracaat: başvurmamüteşâbihât: Kur’ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler
nazar: bakıştaht-ı saltanat: sultanlık, otorite, hâkimiyet makamı
tarik: yoltasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme
tasavvur: düşünme, hayal etmetasvir: anlatım, ifade etme
tenezzülât-ı İlâhiye: Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesitenfir: nefret ettirme
teşbih: benzetmevesîle: sebep, vasıta
zâhip olma: bir zanna kapılma, bir fikre uyma ülfet etmek: alışkanlık haline getirmek
üslûp: ifade ve anlatım tarzıİlâhî: Allah tarafından olan

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 238


Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir.

“Kur’ân’da müşkilât vardır” dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:


İşkâl dedikleri şey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir; Kur’ân’ın müşkilâtı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’ân-ı Kerim, bu kısım müşkilâttan müberrâ ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avâm-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!

“Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kur’ân müphem geçmiştir” dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki:

Şecere-i âlemde, meylül-istikmâl vardır. Yani, kâinatın, bir ağaç gibi, bütün zerrâtı ve eczası kemâle meyleder ve kemâle doğru yürümektedirler. O umumî meylü’l-istikmâlden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvünemâsı pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimâıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır.

Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hâzırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, arzın hareketineHAŞİYE-1 ve bir katre su içinde


[NOT]Haşiye-1 Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir. Şemsin, yerinde, Mevlevî-vâri yaptığı semâvî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlit etmek içindir, kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde dairevâri cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler (Said Nursî).[Muhterem Müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet, güneş bir meyvedardır, silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları (Mütercim)].
[/NOT]

Mevlevî-vâri: Mevlevîlik tarikatına mensup kimselerin döndüğü gibiarz: yeryüzü, dünya
avâm-ı nas: sıradan halk tabakasıayn-ı belâgat: belâtın ta kendisi
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibinaen: -dayanarak
cumhur: çoğunluk, halkecza: cüzler, parçalar
fehim: anlayış, kavrayışfünun: fenler; ilimler, san’atlar
fünun-u hazıra: günümüz ilimleri, pozitif ilimlerhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
ihtar: hatırlatma, uyarma, ikazintaç: netice verme, meydana getirme
içtima: toplanma, bir araya gelmeişkâl: sözün kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalılık
kabil: tür, çeşit, gibikatre: damla
kemâl: olgunlukkuvve-i câzibe: çekim gücü
mahsul: ürünmeylül-istikmâl: olgunluğa ulaşma meyli, eğilimi
meylü’t-terakki: ilerleme meyli, yükselme eğilimi, muhtasar: kısa, özet
mukaddeme: hazırlıkmukteza-yı hal: hâlin gereği
müberrâ: arınmış, uzakmünezzeh: arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
müphem: belirsiz, üstü kapalımüraat: riayet etme, gözetme, uyma
mürettep: sonraki bir öncekine bağlı; bağlantılı, dizilimüteşâbihât: Kur’ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok yüksek hakikatler
müşkil istiare: kapalı istiare; içinde “kendisine benzetilen”in bizzat yer almadığı ancak ona işaret edilen bir istiaremüşkilât: kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebi san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler
nevm: uykuneşvünemâ: büyüme ve gelişme
neş’et etmek: doğmak, meydana gelmeknükte: ince ve derin mânâ
safsata: yalan ve uydurma şey, saçmalıksemâvî: gökle ilgili
sükûn: hareketsiz durma; sâkinliktevessü: genişleme, yayılma
tevlit etmek: doğurmak, meydana getirmekteşekkül: oluşum
ulûm-u müteârife: yaygın, herkesçe bilinen ilimlerumumî: genel
yakaza: uyanıklık halizerrât: atomlar, en küçük parçalar
üslûp: ifade ve anlatım tarzışecere-i âlem: âlem ağacı, bir ağaca benzeyen kâinat
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 239

[SUB]
[/SUB]
[SUB]binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlâhiyeyi anlayasınız” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatle de kabil-i telif değildir.

S - “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatâdır” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahvâl gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lûfturlar. Onlardan bahsetmek niçin hatâ olmuyor?
[/SUB]


[SUB]C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvâle hiçbir cihetle hiss-i zahirî taallûk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyleyse, onlara itikad ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkân ve ihtimâl dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belâgatın iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın.[/SUB]
[SUB]
[/SUB]

[SUB]
[/SUB]
[SUB]Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)[/SUB][SUB]ahvâl: haller, durumlar[/SUB]
[SUB]azamet-i İlâhiye: Allah’ın azameti, büyüklüğü[/SUB][SUB]bedâhet: açıklık, aşikâr olma[/SUB]
[SUB]belâğat: düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme[/SUB][SUB]bilhassa: özellikle[/SUB]
[SUB]binaenaleyh: bundan dolayı[/SUB][SUB]cereyan: akım, hareket[/SUB]
[SUB]cezbe kaçar: çekim gücü kaybolur[/SUB][SUB]cihet: yön[/SUB]
[SUB]daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat[/SUB][SUB]dairevâri: dairesel[/SUB]
[SUB]feza: uzay, gökyüzü[/SUB][SUB]fünun-u hâzıra: modern fen ilimleri[/SUB]
[SUB]fünûn-u cedîde: yeni ilimler, modern ilimler [/SUB][SUB]gayr-ı me’lûf: alışılmışın dışında, alışılmamış[/SUB]
[SUB]hakk-ı sarih: açık hak[/SUB][SUB]hayvanat: hayvanlar[/SUB]
[SUB]hilâf: aksi, tersi[/SUB][SUB]hiss-i zâhirî: görünürdeki his, dış duyu[/SUB]
[SUB]hissiyat: duygular, hisler[/SUB][SUB]hürmeten: saygı göstererek[/SUB]
[SUB]iktiza: bir şeyin gereği[/SUB][SUB]imkân ve ihtimal dairesi: olabilirlik, varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı Allah’ın var etmesine bağlı olan daire[/SUB]
[SUB]imtinâ: imkânsızlık[/SUB][SUB]ipham: belirsiz, üstü kapalı bırakma[/SUB]
[SUB]itikad: inanç[/SUB][SUB]itminan: inanma, tatmin olma[/SUB]
[SUB]keşfiyât-ı fenniye: modern ilimlerin yaptığı keşifler, buluşlar [/SUB][SUB]kàbil-i telif: bağdaşabilir, uyuşabilir[/SUB]
[SUB]maahaza: bununla beraber, bununla birlikte [/SUB][SUB]makam-ı irşad: tebliğ, doğru yolu gösterme makamı[/SUB]
[SUB]manzume-i şemsiye: güneş sistemi[/SUB][SUB]meczup: cezbedilmiş, çekilmiş[/SUB]
[SUB]meyvedar: meyveli, meyve veren[/SUB][SUB]meçhul: bilinmeyen[/SUB]
[SUB]mihver: eksen, yörünge[/SUB][SUB]muhal: imkânsız[/SUB]
[SUB]muhalif: aykırı, zıt[/SUB][SUB]muhterem: hürmete lâyık, saygıdeğer[/SUB]
[SUB]muntazam: düzenli[/SUB][SUB]müellif: telif eden, yazan[/SUB]
[SUB]müstakbel: gelecek zaman[/SUB][SUB]mütercim: tercüme eden [/SUB]
[SUB]nazariyat: nazariyeler, teoriler[/SUB][SUB]peydâ etme: kazanma[/SUB]
[SUB]risale: mektup, küçük kitap; Risale-i Nur’un her bir bölümü[/SUB][SUB]rûh-u belağat: belâgatın ruhu, esası[/SUB]
[SUB]sevk etme: gönderme[/SUB][SUB]seyyar: gezen, dolaşan[/SUB]
[SUB]sükûn: hareketsiz durma, sabit olma[/SUB][SUB]sükûnet: durgunluk, hareketsizlik[/SUB]
[SUB]taallûk etmek: bitişmek, ilgili, alâkalı olmak[/SUB][SUB]tasrih: açık şekilde bildirme, açıklama [/SUB]
[SUB]tekzib: yalanlama[/SUB][SUB]zuhur: ortaya çıkma[/SUB]
[SUB]âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat[/SUB][SUB]ıtlak: mutlak bırakma, sınırlamama[/SUB]
[SUB]şems: güneş[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Nübüvvet Hakkında - Sayfa: 240


Fakat Kur’ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştırHAŞİYE-1

Ey insafsız! Seni insafa dâvet ediyorum. Bir kere 1 كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’ân-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i’câzını da ispata âşikâr bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin!

“Kur’ân’da, delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır” dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:

Kur’ân-ı Kerimde takip edilen maksad-ı aslî, ispat-ı Sâni, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerimin kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kastî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir.

Yani, Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakkın vücut, vahdet ve azametine istidlâl suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kâinatın keyfiyetinden mânâ-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlâhiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu’cizeleri




[NOT]Haşiye-1 Mu’cizat-ı Kur’âniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş. (Mütercim)
Dipnot-1 İnsanlarla anlayış seviyelerine göre konuş.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahMu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri
ayn-ı belâgat: belâgatin ta kendisiazamet: Allah’ın büyüklüğü
bahis: söz etmebinaenaleyh: bundan dolayı
cumhur-u nas: halkın çoğunluğudelâil-i akliye: aklî ve mantıkî deliller
düstur: kural, prensipefkâr: fikirler, düşünceler
emare: belirti, işarethaşir: öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
haşiye: dipnot, açıklayıcı notihtiyar etme: seçme, tercih etme
ipham: belirsiz, üstü kapalı bırakmairşad: doğru yolu gösterme
ispat-ı Sâni’: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığının ispatıistidlâl: delil getirme, akıl yürütme
istifade: faydalanma izah: açıklama
i’câz: mu’cize oluş; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülükkarine: bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, ek belirti
kasten: kasıtlı olarak; birinci derece gaye edinerek yönelmekastî: kasıtlı olarak; birinci derecede esas gaye edinerek yönelme
keyfiyet: durum, nitelikkeşfiyat: keşifler, icatlar, buluşlar
keşfiyât-ı fenniye: ilmi keşifler, buluşlarkozmoğrafya: astronomi, gök bilimi
kudret: Allah’ın kuvvet ve iktidarıkâinat: evren, yaratılmış herşey
ligayrihî: bizzat olmayan, başkası için lizâtihî: bizzat kendisi için, müstakil olarak
maksad-ı aslî: asıl maksat, temel gayemuhalif: aykırı, zıt
muhit: çevre, ortam, etrafmânâ-yı ismî: isim gibi bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı
mütercim: tercüme eden nakış: işleme, süsleme
nazar: bakışnübüvvet: peygamberlik, elçilik
san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atıtebeî: dolaylı, başka bir şeye tabi olarak, ikinci derecede olan
telâhuk etme: birikme, birbirine eklenmevahdet: Allah’ın birliği
vaz’: koyma, yerleştirmevücut: Allah’ın varlığı
âşikâr: ap açıkîsal etmek: ulaştırmak, eriştirmek
ıtlak: mutlak bırakma, sınırlamama

 
Üst