Namazda Huşu Problemi, Namazı Huşuyla Kılmak

Namaz kılan insanlar namaz kılmakla büyük bir farzı yerine getirmenin güven duygusunu yaşarlar. Müslüman olmada çözülmesi gereken büyük bir problemi aşmış olurlar. Günde beş vakit namazı kılmak kolay değildir. Nefsi ikna edip namaza başlamak büyük bir iştir. Elbette Allah (c.c.) hiçbir emeği boşa çıkarmaz. Kılınan namazlar hem bu dünyada hem ahrette kılan kişilere büyük yararlar sağlar. Namazı kılmaya başlamakla yeni bir problemin içerisine gireriz. Bu yeni problemin adı namazda huşudur. Huşu, namaz sırasında Allah’a saygı, korku, dikkat duygularını duymaktır. Namazda huşu hiçbir zaman çözüme ulaşılamayacak bir problemdir. Yani kesin çözüme kavuşturulmazı imkânsız bir konudur. Çünkü nefis hiçbir zaman namaza razı olamaz. Namaza daima itiraz eder. Onu istekli kılamaz. Yaratılışı bunu gerektirir. Onun destekçisi olan şeytanlar da böyledir.


Şeytanlar o kadar edepsizdirler ki, kalp gözü açık olanlar bilirler, namazdaki kişiye yapmadıkları şer kalmaz. Kişiyi namazdan soğutmak için ellerinden geleni yaparlar. Diğer zamanlarda dinlenirler. Şeytanlar tam namaz sırasında adeta görev başına geçen işçiler gibi çalışırlar. Tüm amaçları nefisle işbirliği yaparak kişiyi namazdan soğutmak, namazı ona bir yük ve sıkıntılı bir iş yapmak, böylelikle onun namazı bırakmasını sağlamaktır. Şeytanların tüm derdi Müslümanların namaza başlamasına mani olmak, namaza başlayanları da namazdan soğutmaktır. Çünkü şeytanlar namazı olmayanın dünyada ve ahrette ne kadar perişan olacağını, böyle birisinin son nefeste imanını bile yitirebileceğini bilirler. Bir Müslüman’ın olmazsa olmaz en büyük sermayesi namazdır. Namazsız Müslüman peygamberimiz zamanında yoktu. Hak mezheplerde namazı terk edenlerin ve bilerek namazını kılmayanların şer’i cezalarını ise insanları ürkütmemek için pek söyleyemiyoruz. Namazı kılmamanın ahretteki cezası ise gerek ayet-i kerimelerde gerekse hadis-i şeriflerde insanın tüylerini ürpertecek oranda korkunç cehennem sahneleri ile betimlenmiştir. İşte bu gerçeklerden dolayı şeytanlar nefsin işbirliği ile kişiden namazın huşuunu almak için çeşitli vesveseler verirler, komplolar kurarlar. Şeytanlar bizim içimizdeki düşünceleri takip edebilirler. Kuşkusuz insanın niyetini Allah’tan başka kimse bilemez. Ama şeytanlar bazı içsel monologlarımızı uyguladıkları tekniklere bilirler, yönlendirebilirler de.


Dolayısıyla onlardan iç dünyamız pek saklı tutulamaz. Onun için tüm zaaflarımızı da bilirler. Genellikle namazda vesvese yolu ile bunları dile getirirler. O vesveseler namaz sırasında zihnimizi meşgul etmeye başladığında huşu da kaybolur. Namaz ruhsuz ve huşusuz belli hareketlerin yapıldığı, bilinçsizce surelerin okunduğu bir eylemeler yumağı olur. Tabii böyle bir namaz Allah (c.c.) indinde makbul bir namaz olmaz. Bu namazın elbette iade edilmesine gerek yoktur. Namaz kılınmıştır. Borç kalkmıştır. Belki sevaptan mahrum kalınmıştır. İmam-ı Gazali bu tür namazlarda kişinin niyeti ile kendisini kurtardığını ve farzın ağırlığını üzerinden kaldırdığını belirtmektedir. Yoksa gafletle kılınan namaz, gerçek namaz değildir. Ama gafletle kılındığı için en azından Allah’tan af dilemek, birkaç kez ‘estağfurullah’ demek de gerekir. Bu da inşallah o gaflete kefaret olur. İş bununla da bitmemeli, namazdan sonra namazdaki huşu eksikliği bir problem olarak masaya yatırılmalı, namaz sırasında şeytanların ve nefsin verdiği vesvese üzerinde durulmalıdır.


Görülecektir ki, aslında bunlar o kadar önemli şeyler de değildir. Yalnız bizim için özel olan, bazı kompleks ve zaaflarımızdan kaynaklanan şeylerdir. Şeytanlar bunları bildikleri için mahsus bu konuları namazda vesveselerle dile getirirler. Kişiler o anda duygusal ve coşkusal olarak kendilerini kaybederek namazın ruhundan uzaklaşıp bu konuların etkisine girerler. İşte namazda huşuyu yakalamak isteyen kişiler namazdan sonra mutlaka bu meseleleri nefsine şöyle seslenerek masaya koymalı ve üzerinde düşünerek bir karara varmalıdırlar: ‘Ey nefsim şu konular senin komplekslerin ve zaaflarındır. Şeytanlar verdikleri vesveseler ile seni bunlarla meşgul ettiler. Sen de bunlarla beni oyalamış oldun. Bu yüzden namazda huşu da kayboldu. Değer mi buna? Şimdi sana zaman veriyorum. Gel bu sorunları böyle boş zamanlarda masaya oturtup çözüme kavuşturalım. Namaz sırasında lütfen huşuya sen de biraz dikkat et. Kimin karşısında durduğunu bil. Şeytanların vesveselerine kulak kabartma.’


Kuşkusuz nefsiniz söz dinleyen uslu bir çocuk edasıyla ‘evet’ diyecektir ama namaz sırasında başkalaşarak yine yaramaz bir çocuk gibi şeytanların vesveselerine kulak kabartacak, şeytanlar namazdaki huşuya yine mani olacaklardır.Bu ölünceye kadar da böyle devam edecektir. Nefis hiçbir zaman bu kötü huyundan dönmeyecektir. Şeytanlar da yaratılış amacı dışına çıkmayacaktır. Nefsinizi bu türden hesaba çekmeler birdenbire meyvelerini vermez. Nefsin yola girmesi çok uzun zamanları alır. Nefis, tamamen hiçbir zaman yola girmez, ama bu hesaba çekmelerin sonucunda belli bir zaman sonra terbiyeli bir çocuk gibi gözümüz üzerinde olduğu zaman nefsin pek sesi çıkmaz da nefis bazen gaflete geldiğimizde bu sefer yaramazlıklarını ara sıra gösterir. Ama tabii bu onu başıboş bıraktığımız devreye göre çok büyük bir başarıdır. Peki, kişi hiçbir zaman namazda huşuyu yakalayamayacak mıdır?


Allah’tan saygı dolu korkunun sonu yok ama makbul olan belli dereceleri vardır. Huşu konusunda en güzel reçeteyi peygamberimiz s.a.s. sahabesine talim eylemiştir. Bizim aslında bir şey eklememiz ancak küstahlık olur. Sadece konuyu biraz açabiliriz. Şöyle ki, namazda huşu problemi olarak bize intikal eden hadis-i şerifleri incelediğimizde büyük çoğunluğu meseleyi zahiri yönden ele almıştır. Rasulullah (s.a.s) namazda azaların başka bir işle meşguliyetini namazda huşu yokluğu ile tanımlamıştır. Dolayısıyla huşu namazda azaların sükûnet üzere olması ve namaz dışı başka bir işle ilgilenmemesi olarak kabul görmüştür. Buna göre namazda tadil-i erkâna riayet eden kimse namazda huşuyu da yakalar. Bu yaklaşım tarzı bugünkü modern psikolojinin de görüşleri ile örtüşmektedir. Şöyle ki, bilindiği üzere duygularımız davranışlarımızı belirler. Yani moralimiz bozuksa yüzümüze yansır bu durum. Yine neşeliysek hafif de olsa bir tebessüm çehremizi süsler. Ama diyor psikologlar moralimiz bozuk olduğunda biraz kendimizi zorlayıp gülümsersek arkasından da duygularımız buna eşlik edecek, bozuk moralimiz düzelecektir. Yani bu sefer de davranışlarımız duygularımızı belirleyecektir. İnsanın ruhsal ve bedensel bağlarında böyle bir kanun var.


Yani ileri giden arabanın geriye de gidebilmesi gibi bir şey bu durum. Kimse iç dünyasına egemen olamaz. Bu çok zor bir iştir. Ama davranışlarımız kontrolümüz altındadır. Onları istediğimiz gibi düzenleyebiliriz. Namaz sırasında Allah (c.c.) karşısında olduğumuz duygusunu korumak şartıyla tadil-i erkâna dikkat edersek namazda huşu kendiliğinden doğacaktır. Tadil-i erkânın özü olan şu noktalara özellikle dikkat çekmek istiyorum: Namaz dışı hiçbir hareketi elden geldiğince yapmamak gerekir. Özellikle bakışa çok dikkat etmek lazımdır. Göz, ayakta iken secde mahalline, rükûda ayaklara, otururken iki elleri arasına, secdede iken burun kenarlarına bakmalıdır. Bu sırada Allah (c.c.) karşısında utanan, çekinen, layık olmadığı halde huzura davet edilen ve bunun şükrünü edada çaresiz kalan bir kul tavrı içerisinde bulunmalıdır. Çok büyük, yüce yaratıcının karşında durduğumuzu düşünerek namazın rükünleri eda edilmelidir. Özellikle rükû ve secde sırasında bu büyük nimetleri bize nasip eyleyen Allah’a (c.c.) karşı sonsuz bir şükran duygusu ile hareket etmeliyiz. Bütün bunlar davranışlarımızdaki ölçülülük ve uyumla anlam kazanmalıdır. Beden dilimizi bu anlamları yansıtacak şekilde kullanırsak arkasından doğal olarak duyguları da gelecek, böylece ‘Muhakkak ki namazlarında huşua eren müminler, kurtuluşa ermişlerdir. (Mü’minun suresi, ayet 1,2)’ ayet-i kerimesi bizleri de kapsamı içerisine alabilecektir Allah’ın izniyle.


Gerçekten zor mu namazlarımızda sıklıkla okuduğumuz beş on sure ve duanın anlamlarını kelime kelime öğrenmek? Şimdilerde kitapçılarda renkli kelime mealleri de satılıyor. Her Arapça kelimenin altında aynı renkte Türkçesi verilmiş. İnsanlar dünya menfaati için bir yabancı dili öğreniyorlar. Bizler toplam yüz, yüz elli kelime kadrosuna ancak çıkabilen beş on tane sure ve duayı neden gözümüzde büyütüyoruz? Elbette kelimelerin anlamaları bilindiğinde namazda bunlar huşuya ve ruha büyük hizmet derler. Pek çok hadisten anlaşılacağı üzere peygamberimiz için dünyada en sevgili şey namazdı. O hayatı boyunca hep namaz kıldı. Ölmeden önceki son sözleri de hep namaz oldu. Namazdan müthiş zevk aldı. Öyle ki şöyle diyordu: ‘Bana dünyada üç şey sevdirildi. Güzel koku, kadın, gözümün nuru namaz.’ Yani peygamberimiz s.a.s namazı dünya nimeti olarak görmekteydi. Gözümün nuru tabiri ile de onu somutlaştırıyordu. Yalnız başına kıldığı namazlarda ayakta durmayı, rükû ve secdeyi uzatıyordu. Bunlar bazen saatleri alıyordu. Özellikle rükû ve secdeleri uzun tutmak nefsin belini de kırdığı için huşuya büyük yardımları vardır. Bu rükünlerde de rükû ve secde sırasındaki ilgili tespihler istenildiği kadar okunabilir. Rükû ve secde sırasında söylenilen tespihlerde Allah (c.c.), eksiklikten, noksanlıktan tenzih edilmekte; ululanmakta, yüceltilmektedir. Bu ruhu yaşayarak bu rükünleri yapmalıyız. Ayrıca O’na rükû ve secde yapma onurunu bize nasip eylediği için şükran duygularını da hatırdan çıkarmamalıyız. Bu hali uzun süre devam ettirmek elbette namazdaki huşuyu artırır.


Bizler bazen namazlarımızı böyle kılarak huşuyu derinden yaşayabiliriz. Bu ruh zamanla ister istemez diğer namazlarımıza da sirayet edebilir. Yazımda huşu meselesini bir problem olarak ele aldım ve bunun çözümünün bütün hayatımız boyunca sonlanmayan bir uğraş alanımız olarak kalmasını önerdim. Bu dünyanın kanunlarında, durgun kaynak suyun kokması da vardır. Onun için her konuda akış halinde bulunmamız gerekir. Sürekli yenilenmeliyiz. Bu olmazsa hastalanırız, ölürüz. Namaz bizim abdest, sünnet ve farzıyla beraber günde en az bir buçuk saatimizi alan bir ibadettir. Yani ister istemez namaz Müslüman’ın hayatında büyük bir zaman dilimini almaktadır. Öyle ise bu konuda kaliteli olmak mecburiyetindeyiz. Kurumlar için gündeme gelen Toplam Kalite Yönetimini hayatımızda namaz için de düşünmeli; her zaman bu konuda yaşadığımız problemler saptanmalı, bilen insanlara danışılmalı, onların çözümleri için çaba harcanmalıdır.


Ben kitapçıya gittiğimde namazla ilgili yeni bir eser gördüğümde mutlaka alırım. Çünkü günde en az bir buçuk saatimi verdiğim bir ibadette bir kelime de olsa bir eksiklik büyük bir şeydir. Bir kelime de olsa bir katkı yine büyük bir şeydir. Namazda huşu problemi, namazda ruh ve ideal gibi önemli bir konudur. Bunun için namazla ilgili her kitaba müşteri olmak gerekir. Günümüzde internet dünyasındaki sitelerin çoğunda namazla ilgili yazılar bulunmaktadır. Bunları okumak da insana çok şeyler katar. İnsanın bu konuda bildiklerine güvenmesi doğru değildir. Çünkü namazda huşu problemi bilgisizlikten doğmaz. Ruhsuzluktan, duygusuzluktan, ilgisizlikten meydana gelir. Bazen bu konuda yazılan bir cümle namazla ilgili tıkanan bir damarı açabilir. Bir yanlışı düzeltebilir. İnsana yepyeni bir ufuk olabilir. İnsanın bu konuda bildikleri ile yetinmesi boş bir gururdur. İnsanı huşusuz, ruhsuz, ilgisiz namaz kılmaya yöneltir. Namazda mükemmeli ve ideali arama gayreti, bence huşunun da temelidir.


Günde Müslüman’ın en az bir buçuk saat gibi büyük bir zaman dilimini işgal ettiğine göre namaz günlük hayatımızda da en çok konuşulan mevzu olmalıdır. Müslüman bu konudaki problemlerini, bildiklerini başkalarıyla da paylaşmalıdır. Bunu da alışkanlık haline getirmelidir. Allah (c.c.), indinde makbul olan namazlarla yüksek huşu derecelerini bizlere nasip eylesin. Amin. Muhsin İyi
 

kýrýmlý

Well-known member
Yazınızı okudum.Ancak özür dileyerek şunu ifade etmeden geçemeyeceğim.Yazınızda pekçok temel kavram hataları var.

"Çünkü nefis hiçbir zaman namaza razı olamaz. Namaza daima itiraz eder. Onu istekli kılamaz. Yaratılışı bunu gerektirir."

Yukarıdaki cümleriniz gibi.Namaza itiraz eden bir nefis olabilir ancak bu yaradılışının gereği değildir zira yaratılış dediğiniz fıtratta Allah a ibadet etme isteği göstermeme gibi bir özellik yoktur.Çünkü fıtratta kötülük yoktur.Ancak işlediğimiz kötülükler dış etkiler sebebiyle fıtratımızın bozulmalara uğradığı içindir.

Yazı yazmadaki gayretiniz takdire şayan olsa da yazınız gayenize ters düşen ifadelerle dolu.Namaz kılmaya,namazı huzur içinde kılmaya teşvik etmek isterken,istemeden de olsa namazı tarif ederken kılınamaz hale getirmişsiniz.

Bu yazınızı ne kadar eleştirsemde kendi kaleminizden çıkan bir yazı görmek beni çok mutlu etti.Çok daha iyi yazılarınızı okumayı dilerim.Başarılar dilerim.
 

Huseyni

Müdavim
اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى

“Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o müstesna.” Yusuf Sûresi, 12:53

Görüldüğü üzere nefsin fıtraten namaz kılmaya meyilli olmaması mümkündür. Buradan nefsin yaratılışı kötü sonucunu çıkarmak doğru olmaz. Çünkü nefis imtihan gereğidir. Nefsin fıtratında kötülüğe sevk olmasa insanların manen terakkisi mümkün olmazdı. Mertebeleri sabit kalırdı. Ebu Cehillerle Sıddıklar aynı mertebede kalırdı. Nefis namazdan uzaklaşmaya çalışacakki insan onunla yaptığı mücadele neticesinde ya ona uyup namazdan kaçacak ya da onu dizginleyip namazına duracak, Allah katında değer kazanacak.

Netice olarak nefsin yaratılışında yani fıtratında kötülüğe sevk olsa da yaratılmış olması hayırdır, şer değildir. İnsan fıtraten ibadete meyillidir. Nefiste imtihan gereği bu meyli kırmak içindir.
 

kýrýmlý

Well-known member
Nefs her türlü kötülüğe,günaha meyyal de olsa bu insanın fıtratı icabı değildir.Nefsin heva ve hevesleridir.

Neticede insandan bahsediyoruz.Nefs ayrı insan ayrı mı yaratıldı "nefsin yaratılışı" tabirini anlayamadım.

"Çünkü nefis hiçbir zaman namaza razı olamaz. Namaza daima itiraz eder. Onu istekli kılamaz. Yaratılışı bunu gerektirir."

Nefsin insanları kötülüğe sevk edebileceğinde zaten hemfikiriz.Ancak yinede Yusuf 53 e görede yukarıdaki bahsini ettiğimiz cümleleri kesin olarak söylemek mümkün değildir zira "ancak Rabbim rahmet ederse müstesna" dan anlaşılan nefsin her zaman mutlak suretle kötülüğü emretmeyebileceğidir.Bu sebeple Yukarıdaki cümlelerde olduğu gibi nefs hakkında çok net ve kesin bir cümle kurulmasaydı daha iyi olurdu kanaatindeyim.
 

kasif1

Well-known member
Bismillehirrahmenirrahim


Koruyucu/gözetici olun namazlariniza hele orta Namazına . Ve kalkın kıyam durun ALLAH a, O nun huzurunda huşu icinde. (2:238)

Namaz en önemli direktir islamda ve namaz da huşu Allahin şeriatina göre gereklidir.

İblis insanoglunu saptirmak ve şaşirtmak icin şu şekilde yemin ederken,: „Onlara önlerinden ve arkalarindan , saglarindan ve sollarindan varacagim ve Sen onlarin cogunu sana şükredenler olarak bulamayacaksin.“(7:17)

Bu yemin onun en belirgin tuzagi olan , insanlari cesitli yollarla Namazdan alikoymaya calismasini, namaz esnasinda da cesitli vesveseler vererek, böylelikle namazdan alinan tadi yok ederek, kisinin namazdaki huzurunu bozarak ve bu sekilde Namazdan alinacak sevabi engellemeye calismasini aciga vurmaktadir

Huzeyfe (r.a) tam da bu noktaya dikkat cekrek söyle demisti:
„Dininizden ilk kaybedeceginiz sey huşu olacaktir ve son kaybedeceginiz sey de Namaz olacaktir. Sizler camilere gireceksiniz, fakat huşu icinde olan kimseyi göremeyeceksiniz, taki birisi Namazdan iyi bir sey duymasin
“(Madaric,as-salihin 1/521)

Bu mesele hakkinda konsumamizin gerekliligi, bir cogumuzun huşunun ne kadar önemli ve gerekli oldugunun farkinda olmasindan, ve yine bir cogumuzun seytanin verdigi cesitli veveseler yüzünden namazda husuyu kaybetmesinden yakinmasindan dolayidir.
Bir sonraki satirlar hem kendime ve hem müslüman kardeslerime yönelik olmakla birlikte hatirlatma ve uyarma amaciyladir.

Huşu ne demektir?

Allah söyle diyor: Gercekten müminler felaha ermislerdir. [23:1] Onlar namazlarinda huşu duyanlardir [23:2]

Bundan dolayi ALLAH a karsi korku duymakla beraber , bunun sakin bir sekil ve usulde olmasi gerekmektedir. Huşu sakinlik, sukunet, huzur, alcakgönüllülük, teslimiyet ve itaat etmek anlamlarina gelmektedir. Bir insani husu duymaya sevk eden ALLAH a karsi duydugu korku ve ALLAH in her seyi gördügü hissidir.(bakiniz Ibn Kesir Tefsiri 6/414). Huşu ; kalbin tam bir alcakgönüllülük ve tam teslimiyetle Allah huzurunda durmasi demektir. (El-Madaric,1/520)

„Ve kalkin kiyam durun ALLAH a, O nun huzurunda huşu ( alcakgönüllükle teslim olun[itaat halinde]) icinde. (2:238)“
Itaatin unsurlari kulun egilmesi(ruku), ciddi ve alcakgönüllü olmaksi, bakislarini indirmesi ve kendisinin korkuyla Allah huzunda gücsüzlesmesidir. (Ta’zim, Qadr al salah,1/188)

Huşu nun makami Kalbdir, ve onun tesiri kalbden fiziki vücuda gecer. Degisik Organlar kalbi izler, eger kalb ihmalci ve kayitsiz ise ve de seytanin vesveseleriyle isgal edilmisse, böylece uzuvlarla yapilan Ibadette bozuk ve sakat olacaktir.

Kalb aynen bir Sultan gibidir, uzuvlar sultanin emirlerine uyan , onun dediklerini yerine getiren hizmetkarlari gibidir. Eger Sultan makaminda zayiflatilirsa, onun hizmetkarlari derin bir bosluk icinde olur. Iste kalb samimi ve dogru bir sekilde kulluk yapmamasi durumunda da ayni sey söz konusudur.

Huşu nun sartlari nelerdir?


Bir kisi kalbini Namaz icin acarsa, kendini namaza verir konsantre olur, bununla birlikte diger seyleri unutur ve namazi diger seylere tercih ederse husu vuku bulur.

Rasullullah ta söyle demistir: „.. ve benim hazzim/hosuma giden Namazdadir „ (Tefsir Ibn Kesir 5/456, Hadis Musnad, Ahmed)

ALLAH Kuran da söyle diyor: „Muhakkakki, ...Huşu duyan erkekler ve huşu duyan Kadinlar.. ALLAH onlar icin Magfiret ve büyük Mükafat hazirladi“[33:35]

Ve bu niteligi secilmis bir özellik olarak bizlere bildiriyor. Bu nitelige sahip olanlarin bagislanacagi ve ödüllendirilecegini yine yüce ALLAH bizlere Kuran da bildirmektedir..

Huşu nun en önemli faydasi, avantaji da, Namazi bizler icin kolaylastirmasidir. ALLAH Kuran da söyle diyor: „ yardim isteyin sabirla ve Namazla, hic süphesiz o mutlaka zordur, ancak huşu sahipleri müstesna“
Bu Namazin aslinda agir oldugu, ama husu sahipleri icinse kolay oldugu anlamina gelmektedir. (Tefsir Ibn Kesir,1/125)
Huşu cok önemli olamakla birlikte cabuk kaybedecebilecegimiz ve ender gördügümüz, özellikle de günümüzde kaybolmaya baslamis bir niteliktir.

Rasulullah söyle demisti : « Ümmetimden ilk kaybolacak olan sey Huşudur, taki siz huşu sahibi kimse göremeyeceksiniz »(El-Haytami/ Macama,2/136, Teberani, Kebir)

İslamda huşu hakkindaki hüküm

Bu konuda en gercekci görüs husunun yükümlülük ve vazife(ödev) oldugudur.
Ibn Teymiyye :
ALLAH teala söyle buyuruyor: “… yardim isteyin sabirla ve Namazla , bu aslinda zordur, ancak huşu sahipleri icin müstesna« (2:45)
Bu ayette ima edilen huşu icinde olmayanin mahkumiyetidir. Mahkumiyetin vuku bulmasi yükümlülügün yani vazifenin yerine getirilmemesi yada yasaklanmis bir seyin yapilmasiyla olur.
Eger huşu sahibi olmayanlar mahkumiyete sürükleniyorlarsa bu husunun bir yükümlülük(vacib) oldugunu gösterir.

Huşunun vazife/yükümlülük oldugu hakikati su ayetle daha da belirginlesmektedir.

« Gercekten, müminler felaha ermislerdir(23:1), onlar Namatlarinda huşu duyanlardir » (23 :2) ..
-iste onlar varis(mirasci) olanlardir (23 :10), onlar El-Firdevs in varisleri olacaklar, onlar orade ebedi kalanlardir. (23 :11)
Her seyin maliki olan yüce ALLAH bizlere burada , onlarin Cennetin mirascilari olacaklarini bildirmekle birlikte baska hic kimsenin böyle olmayacagini ilan etmektedir.Namazda husu bir vazife bir yükümlülük olmakla birlikte , itaati ve sukuneti/huzuru da icerisine almaktadir. Her kimki Secdede (yere kapanma) aynen bir karga gibi yeri gidakliyorsa, o kiside husu yoktur, ve yine her kimde rukudan(egilme) dogru kalmiyorsa ve kisa bir an icin mola yapmiyorsa secdeye gitmeden önce o kisinin Rukusunda ve Secdesinde de husu yoktur…

Husunun yükümlülük(vacib) olduguna bir baska delil de, Rasullullahin husu icinde olmayan kisileri uyardigidir. Bakislarini namaz esnasinda gökyüzüne diken birisini uyarmasi gibi, cünkü bu davranis husunun olmadiginin bir göstergesidir….(Mecmua al Fetva, 22/553-558)

Husunun önemi ile alakali vede bir uyari olarak Rasullullah söyle demistir. :
« Allah in farz kildigi 5 Namazda , her kim Abdesti dogru alir, dogru vaktinde namazi kilar, rukuyu dosdogru yapar ve bunu yaparken husu icinde olursa ,
ALLAH in yeminidir, onun bagaslanacagi. Ama her kimde bunu böyle yapmazsa bu bir yemine muhatap olamaz, eger ALLAH isterse bu kisiyede magfiret eder, günahlarini bagislar , eger istersede o kisiyi cazalandirir. « (Ebu Davud, No :425 ; Sahih El.Cami, 3242)

Yine Rasulullah husunun önemi ve ayricaligi hakkinda söyle buyurmustur.:

“her kim Abdesti düzgün/dogru alir, sonrasinda 2 Rekat Namaz kilar bunu yaparkende tam olarak konsantre(teslimiyet icinde) olur ve baska hicbir seyi düsünmez ise, bu kisinin gecmis Günahlari aff olunur. (Bir baska rivayete görede o kisiye cennet vacib(garanti) olur) (al-Buhari, al-Bagha, No158, El-Nesai 1/95)

Huşu duymamizi neler saglar?

Eger bize, husu duymaya yardimci seyleri ele alacak olursak, bunlari 2 kisma ayirabiliriz. Bizlere, husu duymamiza yardimci olan seyler :
Husuyu güclendiren . Husuyu azaltan ve zayiflaytan seylerden uzak durmak.

İbn Teymiyye (Allah kendisinden razi olsun) husu duymamizi saglayan araclari su sekilde acikliyor.:

İki sey bizlere (husuyu gelistirmede) yardimcidir: yükümlülügümüzü yerine getirmek icin güclü bir özlem hissinin duyulmasi ve rahatsiz edici seylerin giderilmesi, azaltilmasi

Yükümlülükleri yerine getirmekte güclü bir özlemin duyulmasiyla igili sunlar söylenebilir:
Bu, kisinin ne yaptigina ve ne söyledigine konsantre olmak icin caba, özen göstermesidir. Namazda okudugunun anlamini bilmek ve üzerinde düsünmek(zikr etmek), bununla birlikte ALLAH i görüyormus gibi O nunla konustugu gercegini sürekli göz önünde bulundurmakdir . Cünkü Namazin icinde kiyamdayken ALLAH la konusulmaktadir.

Ihsan demek, ALLAH i adeta görüyormus gibi O na karsi kulluk etmek ve bizim O nu görmedigimiz halde O nun bizi gördügünün bilincinde olmaktir. Kul namazin tadini ne kadar alirsa, o tattan tadarsa iste o kadar da Namaz onu kendisine cekecektir. Ve bu imanin ne kadar güclü olduguyla alakalidir.

İmani gücendirmek icin yeterince yollar/yöntemler mevcuttur. Bundan dolayi Rasullullah dogal oalrak söyle demisti:
“Bu dünyada koku ve kadinlar benim icin sevimli yapilmistir ve benim hazzim Namazdadir” bir baska rivayetete söyle buyurmustur:
“… huzur icinde Namazda kendimizi bulalim, ya Bilal “ .

Alıkoyan(rahatsiz eden) seyleri azaltma hakkinda da :

Bu her türlü rahatsiz edici , bizleri alikoyan seyleri ortadan kadirmak icin caba icerisinde olmak ve özen göstermektir. Ayni zamanda Namazin amaci disindaki her türlü düsünceden kacinmaktir. Bu düsünceler bir kisiden diger kisiye göre degisik olabilir, cünkü vesvesenin boyutu süphe ile olan münasebetle ve tutkuyla , konsantreyle vede Kalbin hosnut oldugu seylere bagimliligi ve sikintilarindan uzak durmaya çabalamasiyla alakalidir.
 

kasif1

Well-known member
[h=1]HUŞÛ[/h]
Allah'a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevazu gösterme.

Nerede olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın her şeye muttali olduğunu azametini ve kişilerin kusurlarını bilmeyi gerekli kılar. Asıl huşû, bu bilgilerden doğar. Bunun için huşû yalnız namaza bağlı değildir. Namazda, namaz dışında, yalnızken de huşû uygulanır.

Huşû, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde geçmekte ve Peygamber efendimizin hadislerinde çokça zikredilmektedir. Ahzâb Suresi 35. âyette geçen ve bu kelimeden gelen "el-hâşin ve'l-haşiât" kelimeleri "Allah'a boyun eğen erkekler ve Allah'a boyun eğen kadınlar" diye tercüme edilmiştir. Yani "Onlar kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzaktırlar; O kul olduklarının ve ibadet ve taat etmekten başka bir konumda ohnayacaklarının farkındadırlar. Bu nedenle vücutları ile birlikte kalpleri de, Allah'tan korkarak onun önünde secde eder. Onlar Allah'dan korkmayan ve kibir içinde yaşayanlar gibi davranmazlar" Bu niteliklerin dizilişinden huşû ile, genelde Allah korkusunun yanında, özellikle namazın kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü sadaka vermek ve oruç tutmak hemen bunun ardında yer almaktadır (Mevdûdî, Tefhimü'l Kur'ân Terc, İstanbul 1987, IV, s. 374).

Huşû ve huzur-ı kalb namazda şarttır. "Zikrim için beni hatırlamak için namaz kıl" (Tâha, 20/14) âyeti buna bir örnektir. Bilindiği üzere emrin zahiri vücuptur. Gaflet zikre münafidir (manidir). Bütün namazı gaflet ile geçen bir insan, namazda Allah'ı nasıl hatırlamış olabilir? Allah Teâlâ "Gafillerden olma" (el-A'raf, 7/205) buyurarak gafleti yasaklıyor. Namazda huşû'un büyük bir önemi vardır. Mü'minûn sûresinin ilk âyetlerinde, mutlaka kurulacak olan kâmil mü'minlerin sıfatları sayılır. Birinci sıfatlar olarak şöyle denmektedir:

"(Öyle mü'minler) ki onlar namazlarında huşûa riâyet ederler." İslâm âlimlerinden bir kısmı huşûu korku gibi yalnız kâlb fiilinden olduğunu söylemiştir. Bazıları ise; namazda sükûn ve sağa sola bakmayı terk etmek gibi, aza ve organlarla ilgili fiillerden kabul etmişlerdir.

Ashâb-kirâmdan Abdullah bin Abbas (ö. 68/687) bu âyetteki "hâşiûn'"u, "Onlar namazlarında korku ve sükûnet içindedirler" şeklinde tefsir ederken, Hz. Ali'den (ö. 40/660) "Huşû'dan maksat kalbin huşûudur." dediği nakledilir (İbn Kesir, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, İhtisak ve tahk: M. Ali es-Sabûnî, Beyrut 1402-1981, II, 558, 559).

Muhammed b. Şirin'den (ö. 110/728) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s)'ın ashabı, namazda gözlerini gökyüzüne kaydırıyorlardı. Mü'minûn sûresinin huşû'dan söz eden ilk âyetleri nâzil olunca, gözlerini secde edilecek yere bakacak şekilde indirdiler" (İbn Keseîr, a.g.e, II, 559).

Namazda huşû kalbin tam olarak dış ilgilerden boşaltılıp, Allah'a bağlanması ile meydana gelir. O zaman gönül huzuru duyulur. Nebi (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bana güzel koku, kadın sevdirildi. Namaz da gözümün nuru kılındı" (Nesâî, İşretu'n Nisâ l; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 128, 199, 285, 1, 245, 255, 296).

Kişinin iç dünyası ile ilgili olan huşû hali dıştaki davranışlarına yansır. Psikolojik bakımdan da bunun böyle olması gerekir. Çünkü beden, ruhi olayların aynasıdır. Meselâ; ruhunda üzüntü veya sevinç olan kişinin bu ruhi halini, yâni üzüntü veya sevincini mimiklerinden, yüz hatlarından ve davranışlarından anlarız. Bundan dolayıdır ki âlimler namazdaki huşû'u şöyle izah etmişlerdir: "Namazda huşû; bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamaktır (En-Nesefî, Kadî Beydâvî ve Hak Dini Kur'ân Dili, Mü'minûn, 23/2).

Dikkat edilirse bu izahda kalb ile beden, yani kalb ile aza organlar birlikte dikkate alınmıştır.

Bazı müçtehitler huşûu namazın şartlarından kabul etmişlerdir. Fakat sahih olan görüşe göre; huşû namazın şartlarından değildir, kemâlindendir. Yani makbul ve olgun bir namazın mutlaka huşû ile kılınması lâzımdır. Namaz sırasında kalb kıbleye yönelmiştir. Kalb ve zihin başka şeylerle meşgulse namaz gafletle kılınmış demektir. Böyle namaz, Hakkı hatırlatmaz. Halbuki namaz, Hakkı hatırlatmak içindir. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl" (Tâhâ, 20/14). Bu da ancak namaz ile olur.

Şâmil İA.
 

kasif1

Well-known member
Namazda Huşu' ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir?


Huşu: Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir. "O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan Hakkın davetçisine uyarlar. Gözler Rahman'ın heybetinden huşu' içerisine girmiş, kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin"(Ta Ha, 20/108) mealindeki ayette, kıyamet gününde, insanların Allah'ın azameti karşısındaki korkuları, bükülüşleri, alçalışları, sessiz-sedasız duruşları "huşu" kavramıyla ifade edilmiştir.

"İman edenlerin kalpleri, Allah'ı ve O'ndan gelen hakikatleri hatırlayarak huşu ile dolma zamanı gelmedi mi?" (Hadid, 57/16) mealindeki ayette huşu kavramı doğrudan kalbin bir fonksiyonu olarak ortaya konmuştur.

Terim olarak Huşu; bir yandan çekinmek, korkmak, boyun eğmek gibi kalbin bir eylemi, diğer yandan sükûnet içinde olmak, hareketsiz duruş sergilemek gibi organların bir eylemi olarak kendini gösterir. Buna göre, Huşu; aslı kalpte, tezahürü/yansıması bedende olmak üzere iki yönlü bir etkileşimin adıdır.

Namazın Ruhu Huşudur

İçinde huşuyu barındıran namaz, Kur’an’da, kurtuluşun anahtarı olarak gösteriliyor.

“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette bu manayı görebiliriz.

Fakat şu da bir gerçektir ki, bir çok müslüman sürekli olarak samimi bir şekilde namaz kıldığı ve kılmak istediği halde, insanî bir gaflet hali yaşayabiliyor ve her an huşu içinde olamıyor. O halde bu dermansız derdin teşhisini doğru koymak gerekir.

Huşuyu yansıtan bir hadis:

Hz. Ali anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.m), rükûda şu duayı okuyordu: "Allah'ım! Senin için rükûa vardım, Sana iman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim(iliğim), kemiğim ve damarım(sinirim), sana karşı huşu içerisine girmiştir." (Müslim, Müsafirin, 201.)

Namazdaki Huşuun İki Unsuru: Tahliye/boşaltma ve Tahliye/doldurma

Tahliye: Arapça orijinli bu kelimenin üçüncü harfi "h", noktalıdır. Türkçe’de "evi tahliye etme", bu anlamdadır.

Konumuzla ilgili olarak; namaz kılanın iç âlemini arındırması, temizlemesi, namazla ilgili olmayan düşünceleri kalbinden çıkartıp atması, duygu ve düşünce yuvasını -Rabbinin huzurunda- huzurunu bozan her türlü tasavvurlardan tahliye etmesi anlamına gelir.

Tahliye: Yine Arapça orijinli olan bu kelimenin üçüncü harfi "h" ise, -gözlü "ha" değil- noktasız "hı"dır. Süslemek, ziynet eşyasıyla donatmak anlamına gelir.

Namazda tahliye demek; Namaz kılan kimsenin kalbini, aklını, duygularını, bütün iç âlemini ilâhî huzurla canlandırması, namazın hakikatleriyle süslemesi demektir.

Kelime-i tevhitte, tahliyeye/temizleme ameliyesine öncelik verildiği gibi, namazda da bu hususa öncelik vermek gerekir. Kelime-i tevhitte, önce “la” edatı, bir süpürge görevini üstlenmiş ve yoldaki tüm mevhum/batıl ilahları ortadan süpürüp silmiştir. Kalbin yuvası, “la” ile yapılan tahliye/temizleme ameliyesine tabi tutularak şirkin kirlerinden temizlendikten sonra, söz konusu kalbin sahibi, “illa” asansörüyle tevhit sarayına çıkmış ve onun hakikatiyle süslenmiş olacaktır. "Lâ ilâhe İllallah", bu hakikati ifade etmektedir.

Bu husus namazda da geçerlidir. Masivanın (Allah'ın dışındaki varlıkların) manevî kirlerinden temizlenmeden, gerçek anlamda Allah'ın manevî huzuruna çıkmak ve “huşu” mertebesine ulaşmak mümkün değildir.

Çünkü insanın duyguları, birer sarmaşık otu gibi, meşgul oldukları şeylere yapışıp kalırlar. Bunların ellerini/pençesini masivadan çektirmeden, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve huşua ermek çok zordur. Ayranla dolu bir kabı sütle doldurmak için ayranı boşaltmaktan başka çare var mı? Bu fizik kuralı, meta-fizik için de geçerlidir. Kalp de bir kaptır; içindeki masiva ayranını dökmeden huzur ve huşu sütünü dolduramazsınız.

O halde, namazda iken yine de dünyevî meşgalelerle haşir ve neşir olmamızın sebebi, söz konusu ilmî ve tecrübe edilmiş kuralı uygulamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Dünya işleri daha bütün sıcaklığıyla kalbimizde yer etmeye devam ederken, namaza durmaya ve sonra da “neden huzur ve huşua eremiyoruz” diye şikâyette bulunmaya hakkımız yoktur.

Aslında, temizlik ve abdest gibi ön hazırlıkların namazdan önce öngörülmesinin bir hikmeti de budur. Abdest almakla; bir yandan maddi yönden temizlenme ameliyesini gerçekleştirdiğimiz gibi, fikir, zihin ve duygu planında da manevî bir temizlik işini icra etmiş ve bunu yaparken de, sıkı bir kontrol ile zihnimizi ve duygularımızı biraz sonra huzuruna varacağımız Yüce Yaratanımıza yönlendirmekle, önemli bir mesafeyi kat etmiş oluruz.

Huşu Namazın hem çekirdeği hem de Meyvesidir

“Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir”(Bakara, 2/45) mealindeki ayette huşu, namazın çekirdeği olarak gösterilmiştir.

“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2) mealindeki ayette ise huşu namazın bir meyvesi olarak gösterilmiştir.

Huşunun zıddı gaflettir. Gaflet ise, üç ayaklı bir şeytan üçgenidir. Şeytan namazla ilgisi olmayan şeyleri hatırlatıp telkin eder. Nefis, daha önceki meşguliyetini namazda da devam ettirmek ister. Disipline alışmamış fikir ise, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeden rast gele şeylerle eğlenmek ister. Bu sebeple, vesvese ve lüzumsuz işlerle meşgul olduğumuzu fark eder etmez, hiçbir şey olmamış gibi huzura dönüp yolumuza devam etmemiz gerekir. “Aman niye böyle oldu?” ya bile yer vermemeliyiz..

Huşu ile kılınan bir namazın huşusuz kılınan bir namazla aynı olması zaten adalet ölçüsüne de terstir. Ancak baştan sona kadar huzuru yakalamak ta güçtür. Mühim olan namazdaki gafletle geçen zaman dilimini asgariye indirmektir. Yoksa ondan bütün, bütün kurtulmak insanın yapısına aykırıdır.

Bu zorluğundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber(a.s.m) uhud savaşından dönerken, “Biz küçük savaştan döndük, artık büyük savaşa gideceğiz” diye buyurmuş ve bunun nefisle savaş olduğunu söylemiştir. Nefisle mücadele etmenin en zorlu sahnesinin de namaz olduğu ifade edilmiştir.

Nitekim, Maun Suresinin azarlamasını değerlendiren Hz. Ali, Hz. İbn Abbas ve Hz. Enes gibi bazı sahabîler, ayetteki inceliğe dikkat çekmiş ve “namazdan” ifadesinin “namazda” tabirinden çok farklı olduğunu söylemişler.

Buna göre: “Fi salatihim” denilse, namazlarında gaflet gösterenlerin vay haline, anlamı çıkar ve yanlış olur. Çünkü, namazda gaflet etmemek, sehiv yapmamak insan gücünün dışında bir şeydir. Kaldı ki, Hz. Peygamber(a.s.m)’in bizzat namazda sehiv yaptığı bilinmektedir. Fıkıh kitapların hepsinde, “Namazda sehiv yapma” bölümü vardır.

Onun içindir ki, ayette “an salatihim” denilmiştir. Yani onlar ki, namazlarından gaflet ediyorlar. Yani; namazın kendisinden haberleri yoktur, onu tamamen unutuyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. İnsanlara karşı bir gösteriş kaygıları olmazsa asla kılmazlar.

Bu sebepledir ki, bazı alimler bu ince farka işaret etmek üzere demişler ki; Allah’a şükürler olsun ki, Kur’an’da “Fi Salatihim (Namazlarında)” demeyip de “An salatihim (Namazlarından)” demiştir.

Sonuç olarak, namazı huşu ile kılmak, beden ve ruh bütünlüğüne ermektir. Buna ulaşmak için maddi ve manevi hazırlık yapmak gerekir.

[h=1]Namaz kılarken gözleri kapatmanın / yummanın hükmü nedir?[/h]

Namaz kılarken gözleri yummak mekruhtur. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Sizden biriniz namaza kalktığı zaman gözlerini kapamasın” buyurmuşlardır.
Çünkü namaz kılarken secde yerine bakmak sünnettir. Gözleri yummak da bu sünneti terk sayılır. Yalnız buradaki mekruhluk tenzihîdir, büyük bir vebali yoktur.

Ancak namazda bakılması caiz olmayan bir şey görmemek için veya dikkati dağıtacak bir şey gözüne ilişirse yahut görülen şeylerden ilgisini kesmek düşüncesiyle namazın mânevî hazzı olan huşûu temin maksadıyla göz yumulabilir. Bunda kerahet olmaz.
 

kasif1

Well-known member
Namazın Âdâbı:

Sünnetlerin dışında, namazın edeblerine de riâyet etmek gerekir. Zira âdâbını yerine getirmemek namazı bozmasa da, sevab ve fazîletini azaltır.Namazın belli başlı edebleri şunlardır:

1 - Namazda, bedenen ve rûhen huzur, sükûnet ve haşyet içinde bulunmak. Şuurlu bir Müslüman, namazın ne büyük bir ibâdet olduğunu bilir, namaz sâyesinde Hâlik-ı Zülcelâlinin mânevî huzurunda olduğunu anlar, O`nun her an kendisini görüp bildiğini düşünerek mütevâzi bir vaziyet alır. Kalbini mümkün mertebe bâtıl ve kötü düşüncelerden, mâsivâdan, dünyevî alâkalardan korumaya çalışır. Bunun içindir ki:

"Namazın kemâli, ancak kalb huzuruyladır" buyurulmuştur.

Namazda böyle huşû` ve huzûr içinde bulunan bir mü`minin, ebedî saadete ve kurtuluşa ereceği, Kur`ân-ı Kerîm`de şu şekilde müjdelenmiştir:

"Mü`minler felâh bulmuştur, ki onlar, namazlarında haşyet içinde bulunurlar." (el-Mü`minûn, 1,2).

Zeyne`l-âbidîn Hazretlerinin ev iyanıyordu. Bağırışanların çığlıkları ise mahalleyi altüst ediyordu. Fakat Zeyne`l-âbidîn`de hareket yoktu. Yangını söndürdükten sonra içeriye girenler onu namazda buldular. Selâm verip de namazı bitirince hayretle sordular:

- Evin bir köşesi tutuştu, yanıyordun, feryadlarımızı duymadın mı? O da şöyle cevab verdi:

- Duydum duymasına da, öteki tarafın ateşi, bu ateşin heyecanını bastırdı. Onun için mühimsemedim... Ashab-ı Kirâm`dan Said bin Hayseme`nin atını çalıyorlardı. Görenler atın çalındığını bağırarak duyurdular. Ama Said bin Hayseme`de bir hareket yoktu. Ona:

- Neden atının peşinden gitmedin, dediler. Şöyle karşılık verdi:

- Namazdaki hazzım ve zevkım, bana atımdan çok daha değerli geldi de ondan... Evet mâneviyat büyüklerinin ve şuurlu dindarların namazları böyledir. Burada şu mühim hususa da temas edelim:

İnsan "benim namazım nerede, şu mâneviyat büyüklerinin kıldıkları namaz nerede? Benim kıldığım namazlarda feyiz ve hayır yok," gibi bir hisse kapılmamalıdır.

Zira, bizim gibi âmilerin namazının da -şuûrumuz taallûk etmese bile- büyük bir velinin ibâdeti gibi, namazın bu yüksek feyiz ve nuranî hakikatinden bir hissesi vardır. Ancak kişilerin ruhî tekâmül ve kalbî saffet derecelerine göre, o feyiz ve nûrun inkişâfı farklı olur.

Bir çekirdekten ağaca kadar nasıl pek çok mertebe ve inkişaflar varsa, öyle de kılınan namazlarda da ondan daha fazla dereceler ve mertebeler bulunabilir. Fakat en alttan, en üst mertebeye kadar her mertebede namazdaki nuranî hakikatın ve yüksek kemâlâtın esası mevcuttur. Tıpkı çekirdekte ağacın esası mevcut olduğu gibi...

Onun için üzüntüye ve ümidsizliğe kapılmaya hiç gerek yoktur. Bununla beraber, ruhen daha fazla inkişâf etmeye, kılınan namazlardan daha çok feyiz ve huzûr almaya çalışmak da lâzımdır. Namazda huşû ve huzûr içinde olmak kadar, şuurlu olmak da mühimdir. Bu yüzden uykulu vaziyette namaz kılmayı Peygamber Efendimiz hoş karşılamamıştır. Bu hususta şöyle buyurur:

"Birinize namazda uyku gelirse uykusu geçene kadar uyusun. Zira uykulu uykulu namaz kılarsa, tevbe edeceği yerde bilmeden sövmüş olabilir." "Biriniz namazda uyuklarsa, okuduğunu iyice bilinceye kadar uyusun." Resûlüllah Efendimiz uykulu halde namaz kılmayı hoş karşılamadığı gibi, yorulmuş, usanmış halde namaz kılmayı da hoş görmemiştir.

2 - Üste giyilmiş elbiseyi önü açık bulundurmamak, varsa düğmelerini iliklemek. Normal olarak insanlar arasına çıkılamayacak elbiselerle namaza durmamalıdır. Namazda giyilen elbiselerin kirli olmamasına dikkat etmelidir. İşçi kimseler iş elbisesiyle namaz kılabilirler. Yeter ki elbise kirli paslı olmasın.

3 - Namaz kılarken kıyamda, secde yerine; rükû`da ayakların üzerine; secdede burnun ucuna; oturuşlarda kucağa ve selâmda da sağ ve sol omuz başlarına bakılmalıdır.

4 - Namazda iken öksürük ve geğirme gibi davranışları mümkün mertebe gidermeye çalışmalıdır.

5 - Namazda esnerken ağzını tutmak da âdâbdandır. Ağzını tutmak, dişleri dudakları arasında sıkmakla olur. Bu şekilde esnemeyi engellemek mümkün değilse kıyamda sağ elin tersini, sair rükünlerde de sol elini ağzına kor. Esnemeyi gizlemeğe çalışır. Hadîs-i şerîfte: "Cenâb-ı Hak aksırmayı sever, esnemeyi ise kerih görür. Esneyen kimse elinden geldiğince ona mâni olmaya çalışsın, hah hah diye ses çıkarmasın." Diğer bir rivayette de: "Elini ağzına koysun" buyurulmuştur.

6 - Rükû` ve secdede okunan tesbihleri, tek başına namaz kılan kimsenin 3`ten fazla söylemesi.

7 - Kâmet getirilirken hayye ale`l-felâh denilince imam ile birlikte ayağa kalkmak. İmam-ı Züfer`e göre, hayye ale`s-salâh`da ayağa kalkılır.

8 - İmamın, kad kâmeti`s-salâh denirken namaza başlaması. İmam bu hareketiyle müezzini tasdik etmiş olur. Bununla beraber kâmet bittikten sonra namaza durmakta da, bir beis yoktur. İmam Ebû Yûsuf ile diğer üç mezheb imamına göre, böylesi daha muvafıktır.

9 - Bir namazdan sonra öbürünü beklemek, kollamak.

10 - Namazdan sonra tesbihlere, cemaatle yapılan duaya devam etmek, bunları terketmemek.

11 - Her namazdan sonra Kur`ân-ı Kerîm okumak.

12 - Evde, işyerinde namazı kolayca edâ edecek tedbirleri önceden almak. (Bk.Mehmet Dikmen, İslam İlmihali)

Peygamberimiz (a.s.) nasıl namaz kılardı, namazın kılınış şeklini nasıl tarif etmiştir?

Resûlullah (A.S.) Efendimizin nasıl namaz kıldığını Müslüman halka tarif edip anlatan büyük sahabi Ebû Mâlik El-Eş'ari’yi (R.A.) dinleyelim; Abdullah bin Ganem naklediyor:

Bir gün Ebû Mâlik El-Eş'ari (R.A.), Eş'ari kabilesine şöyle seslendi:

“Ey Eş'arî kabilesi! Toplanınız, kadınlarınızı ve çocuklarınızı da toplayın, tâ ki size. Resûlullah (A.S.) Efendimizin bize Medine'de kıldırdığı namazı tarif edip anlatayım.”

Bunun üzerine kabile halkı erkeğiyle, kadın ve çocuklarıyla toplanıp bir araya geldiler. Ebû Mâlik, önce güzel bir abdest aldı, Resûlullah (A.S.)'ın yaptığı gibi her azayı yeterince yıkadı. Sonra güneş gök kubbe ortasına geldi, her şeyin gölgesi titreşip kaldı. Biraz daha beklediler, netice cisimlerin gölgesi doğuya doğru kendini gösterince, yani öğle vakti girince, kalkıp ezan okudu. Önce erkekleri öne alıp saf bağlamalarını, sonra çocukların, sonra da en geride kadınların saf bağlamasını sağladı. Sonra ikamet okuyup öne geçti, ellerini kaldırarak Tekbir getirdi. Fâtiha-i şerifeyi ve kendisine kolay gelen bir sureyi okuduktan sonra tekbir getirip rüku’a gitti; üç kere Sübhane'llahi ve bi-hamdihi (veya Sübhanellahi'l-Azîm) dedikten sonra «Semiallahu limen hamidehu» diyerek belini doğrulttu. Sonra tekbir getirerek secdeye vardı, sonra tekbir getirip başını secdeden kaldırdı, sonra tekrar tekbir getirip ikinci secdeye vardı, sonra tekbir getirip ayağa kalktı. Böylece rekâtta tam altı tekbir getirmiş oldu. Tabii ikinci rekâta kalkarken de tekbir getirerek kalktı. Böylece namazı kıldırıp tamamladıktan sonra cemaate dönerek şöyle dedi:

Benim getirdiğim tekbirleri iyice muhafaza edin, rükû' ve secdeleri nasıl yaptığımı iyice öğrenin. Çünkü bu, gündüzün şu saatlerinde Medine'de Resûlullah (A.S.) Efendimizin bize kıldırdığı namazın kendisi (bir benzeri) dir. Resûlullah (A.S.) farzı kıldırınca O da cemaatine dönerek şöyle buyurmuştu : «Ey insanlar! İşitin ve anlayın; biliniz ki Allah'ın öyle kulları var ki onlar ne peygamberdir, ne de şehittirler, fakat peygamberler ve şehitler onların makamlarına ve Allah'a olan yakınlıklarına gıpta ederler.»

Bunun üzerine Bedevilerden biri kalkıp Resûlullah'a yaklaştı ve elini göğsüne doğru kıvırıp dedi ki:

- “Ya Resûlullah! Şu sözünü ettiğin Allah (C.C.) kulları kimlerdir, onları bize tanıtır mısın?”

Bedevinin bu sorusuna fazlasıyla memnun kalan Efendimiz (A. S.) şöyle cevap verdi:

- «Onlar insanlardan ayrılıp (Hakk'a) dönenler ve kabilelerin garipleridir. Aralarında yakın bir akrabalık da yoktur, fakat onlar Allah için birbirini severler ve saf bağlayıp dururlar. Kıyamet günü Allah, çıkıp oturmaları için onlara nurdan minberler hazırlar. Böylece onların hem yüzlerini, hem elbiselerini nur kılar. Kıyamet günü insanlar o günün dehşetinden korkarken onlar korkmaz. Evet, onlar, üzerlerinde hiç bir korku

olmayan ve üzülmeyen Allah dostlarıdır.» (Ahmed bin Hanbel - Ebû Ya'lâ : İsnad-i Hasen ile.. El-Hâkim : Sahih isnad ile.. )

Diğer Bir Rivayet:

Bir adam Mescid-i Saadete girip namaz kıldıktan sonra Resûlullah (A.S.) Efendimize gelerek selâm verdi. Efendimiz onun selâmını alıp karşılık verdi ve buyurdu ki:

«Dön yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın!» Adam bu emir üzerine dönüp yeniden namaz kıldı ve Peygamber'e (A.S.) dönüp geldiğinde, Efendimiz yine ona:

«Dön yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın!» buyurdu ve bu hal üç defa tekrarlandı. Adam çaresiz kalıp dedi ki:

«Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a and olsun ki bundan daha iyisini bilmiyorum, siz bana öğretin.» Resûlullah (AS.) da ona şöyle tarif etti:

«Namaza durunca önce tekbir getir. Sonra Kur'ân'dan sana kolay gelenini oku. Sonra rükû'a var, bütün organların sakinleşinceye kadar bekle, sonra başını kaldırıp belini iyice doğrult. Sonra secdeye var, yine azan sakinleşinceye kadar bekle ve secdeden kalktığında yine oturuşun ölçüsünü alıncaya kadar bekle. Yine secdeye var ve âzan sakinleşinceye kadar bekle ve her rekâtta bunları aynen yerine getir.» (Buharı - Müslim - Ahmed bin Hanbel : Ebû Hüreyre (R.A.)'den.) (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/230-232)

Rükû’ ve secdeleri yaparken nelere dikkat etmek gerekir, rükû’ ve secdelerin arasında ne kadar beklenmelidir?

Rükû' ve secdeleri yaparken bazı hususlara çok dikkat etmek gerekir. Rükû'da azalar sakinleşinceye kadar beklemek, kalkınca da beli iyice doğrultmak gerekir.

Secdelerdeki durum da böyle, yani gerek secdede, gerekse iki secde arasında aza sakinleşinceye kadar beklemek ve iki secde arasında otururken beli iyice doğrultmak vâcibdir.

Bu konuda Resûlullah (A.S.) Efendimizin birkaç hadîsini nakletmek yerinde olur:

«Namazında hırsızlık yapan kimse, insanların en fena hırsızıdır.»

Buyurduğun da Ashab-ı Kiram sordu:

— Ey Allah'ın Peygamberi! İnsan kendi namazından nasıl çalabilir?

Buyurdu ki:

— «Rükû' ve secdelerini tamam yapmaz, rükû' ve secdelerde belini iyice doğrultamaz.» da ondan. (Ahmed bin Hanbel - Tabarânî - İbni Huzayme - Hâkim : Sahih isnadla vâyet edilmiştir.)

Rükû' ve secdelerini yerine getirirken belini doğrultmayan kimsenin namazı yeterli değildir.» (Kütüb-i Sitte'den beşi rivayet etmiştir : îsnadı sahihtir.)

Büyük sahabi Hz. Huzayfe (R.A.), namaz kılarken rükû' ve secdelerde belini doğrultmayan bir kimse gördü, ona şöyle dedi : «Sen namaz kılmadın. Eğer bu vaziyette ölecek olursan, fıtrat üzere ölmüş olmazsın.» Fıtrattan maksat, «din»dir. Bundan maksat, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) getirdiği dinin anlam ve ölçülerini noksan bırakarak ölürsün, demektir. (Rivayetin bir bölümünü Buhari nakletmiştir.) (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/245-246.)

Namazın şartları, farz ve vacipleri, sünnet ve adabları gibi hususlara bağlı kalınarak namaz nasıl kılınır?

Namaz kılmaya kalkıldığında niyet getirerek ellerini kaldırıp tekbir getirir. Başparmaklar kulak yumuşağı seviyesinde tutulur. Tekbir getirilirken baş öne doğru eğilmez, elin iç kısmı kıbleye gelecek şekilde tutularak tekbir getirilir. Eller tam kulak hizasına kaldırıldığında Allahu Ekber denilir. En sahih olan da budur. Kunut ve Bayram tekbirleri bu ölçü ve biçimde getirilir. Ancak Bayram Tekbirleriyle İftitah Tekbiri ve bir de Kunut Tekbirinde eller kaldırılır; bunun dışındaki tekbirlerde eller kaldırılmaz. Ancak kaldırıldığı takdirde namaz bozulmaz.

Kadına gelince, o İftitah Tekbiri getirirken ellerini sadece omuzları hizasına kadar kaldırır. Sahih olan da budur. Tekbirde ellerin parmakları birbirine yapıştırarak değil, normal bir biçimde araları hafif açık bir vaziyette tutulur. Ellerini kaldırmadan Tekbir getirmek sünnete uygun değildir. Ancak bir illet ya da hastalıktan dolayı ellerini kaldıramayanlar müstesna. Ellerinden sadece birini kaldırabilen onunla yetinir.

Allahu Ekber derken lafz-ı celâl'in elifi uzatılmaz. Ekber kelimesinin de elif veya ba harfini uzatmak da böyledir. Hattâ çoğu ilim adamlarına göre, böyle teleffuz eden kimse namaza başlamamış sayılır. Lafza-ı Celâl'in sonundaki (ha) harfini uzatmak mânayı bozmaz, ama kurala aykırıdır. O halde gerek Allah, gerekse Ekber kelimelerinin başındaki elif'i uzatan kimsenin namazı bozulur. çünkü bu tarz okumak, mana yönünden çok hatalıdır. kasten yapılırsa küfre kadar götürür. (Et-Tebyin - El-Hulasa - El-Hidâye - El-lhtiyar Şerhi Muhtar.)

Tekbir getirildikten sonra sağ el sol el üzerine konularak göbek altında bağlanır. Kadınlar ise bu durumda ellerini göğüsleri üzerine korlar. Ayrıca baş ve serçe parmakla sol elin bileği hafifçe tutulur, geriye kalan parmaklar bilek üzerine uzatılır.

Rükû'a gidilirken eller konulduğu yerden kaldırılır, rükû'da elerin içi diz kapakları üzerine konulur. Meşayihten bir kısmına göre, sadece koymakla kalmaz bir de diz kapaklarını kavrar şekilde tutar. Bu ikisi arasında bir tutuş daha uygundur. (Siracü'l-Vehhac - Et-Tebyîn - El-Muhit - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

A) Ayakta Dururken Ayakların Arasının Açık Tutulması:

Namazda ayakta durulurken ayaklar arasını dört parmak kadar açık tutmak adâbdandır. Bunu müstehâb kabul edenler de olmuştur. Birinci görüş daha sahihtir. (Et-Tencis / Hâherzade - En-Nihaye - El-Hidâye.)

Eller belirtilen biçimde bağlandıktan sonra,

“Sübhâneke'llahümme ve bi-hamdike ve tebareke's-muke ve teâlâ ceddüke velâ ilahe gayruke” okunur. (El-Hidaye - El-Bedayi' / Kâsânî.) Bunu ister imam, ister münferid kılan, ister cemaat halinde kılanlar olsun, her namaz kılanın okuması sünnettir. (Tatarhaniyye.)

B) Sübhaneke'de «ve celle senâüke» okunur mu?

El-Asıl, En-Nevadir gibi kaynak kitaplarda Cenaze namazının dışında bu cümlenin okunmaması oradaki duâ makamına ve onun esrar ve hikmetine daha uygundur, sonucuna işaret edilmektedir. Allah'ı lâyıkıyla övmek ne mümkün. O kendisini övdüğü gibi uludur. Cenaze namazında mü'min kardeşimiz için duâ ederken, namazın başlangıcında yine Sübhaneke'yi okuyoruz. Ne var ki ve celle senâuke'ye burada yer veriyoruz. Bunun birçok nedeni vardır:

a) Her duanın ve duada yer alan kelime ve cümlenin bir makamı vardır ki, onun başka bir yerde okunması aynı feyiz ve rahmete kapı açmaz.

O halde ve celle senâuke'nin feyiz ve rahmet makamı, cenaze namazındadır.

b) Ölen kardeşimiz için Allah'ın rahmet ve mağfiretini dilerken O'nun yüceliğini, azamet ve kudretini, rahmet ve inayetini önce sübhaneke ile anlatmaya ya da dile getirmeye çalışıyoruz. Bu açıdan O'nun geniş rahmet ve mağfiretini diliyoruz. “Ve celle senâüke” diyerek O'nun rahmet ve mağfiretinin, azamet ve kibriyasının yüceliğine erişmenin mümkün olmadığını, en üstün övgüye ancak O'nun lâyık bulunduğunu kalbimizden dilimize getirmeye çalışıyor ve «ve celle senâuke» cümlesiyle bunu ifâde ediyoruz.

c) Bu cümlenin Cenaze Namazında okunduğunda kalbe verdiği şifâyı başka yerde okunmasıyla elde etmek o ölçüde te'sirli değildir. Bu bakımdan dualarda rivayet edilen şekle bağlı kalmakta büyük yarar vardır. “Ve celle senauke” cümlesinin vereceği şifâyı biraz da bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Sübhaneke'den sonra Euzü-besmele söylenir. Bunların kelime olarak şekli şudur:

Euzü billahi mine'ş-şeytani'r-racîm - bismillahi'r-rahmâni'r-rahim... fetva buna göre verilmiştir.

Türkçe anlamı:

«Kovulup rahmetten uzak tutulan şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlarım… (El-Hulasa - EI-Bedayi' / Kâsâni.)

Tabii bu ikisi de gizli okunur. Bu, hem imam, hem cemaat, hem de münferid için sünnet midir?

İmama uyanlar sadece Sübhaneke ile yetinirler. İmam ve bir de yalnız başına namaz kılanın Euzü-Besmele'yi hem okumaları, hem de bunu gizli söylemeleri sünnettir.

Muhtar olan görüş budur. (Ez-Zahire / Burhaneddin Taceddin.) Çünkü imam Ebû Hanîfe ile imam Muhammed’e göre teavvuz kıraate tabi'dir, sübhaneke'ye değil. Mesbuk yetişemediği rekâtları tamamlamaya kalktığında Euzü-besmele söyler. Çünkü kıraati yerine getirmesi gerekiyor. Muktedi (imama ilk rekâtta uyup onunla birlikte namazı tamamlayan) ise böyle değildir. O teavvuz (eûzü-besmele) okumaz, çünkü kıraati imam yerine getiriyor. Sadece imamın Euzü-besmele okuması yeterlidir. Bayram namazında ise Euzü besmele bayram tekbirlerinden sonra okunur. (El-Hidaye / Merğinanî.)

C) Her Rekâtta Teavvuz (Eûzü-besmele) Okunur Mu?

Meşayih-i Fukahaya göre, sadece birinci rekâtta kıraate başlarken okunması kâfidir. Fetva buna göredir. Sahih olan da budur. Kıraate başlarken teavvuz okumayı unutur, Fâtiha'dan sonra hatırlarsa, artık buna gerek kalmaz. (El-Hulâsa - Mecmau'l-Enhur.)

D) Besmele:

Euzü'den sonra Besmele okunur. Bu gizli söylenir. Besmele Kur'ân'dan bir âyettir, surelerin arasını ayırmak için konulmuştur. Namazda sadece Besmeleyle yetinip kıraatte bulunmamak caiz değildir. Çünkü kıraat Besmele dışındaki sure ya da üç kısa âyet okumakla gerçekleşmektedir. (El-Cevheretü'n-Neyyire / Şerhi – Kuduri.)

İmam Ebû Yusuf'a göre her rekâtta kıraate başlarken besmele okunur. Fetva buna göredir, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed bu görüşte değillerdir. (El-Muhit / Serahsî – Tatarhaniyye.)

Fatiha ile Sure arasında besmele okumaya gerek yoktur. (El-Vikaaye / Tacü'ş-Şeria - En-Nukaaye / Sadruşşeria.) Sahih olan da budur. Okunmasını tavsiye edenler de olmuştur. Ama fukahanın çoğu, okunmaması üzerinde durmuştur. (El-Bedayi / Kâsânî - El-Cevheretü'n-Neyyire / Şerh-i Kudurî.)

Besmele'den sonra Fâtiha-ı şerife okunur. Fâtiha'nın sonunda kendisi işitecek kadar «âmîn» denilir. Sünnet olan budur. (El-Muhit / Serahsi.) Âmîn deme hususunda imam, cemaat ve münferid (yalnız bastına kılan) eşittir. Yani hepsinin de kendisi işitecek, ölçüde söylemesi sünnettir.

E) Âmin kelimesi hem med, hem kasırla okunmuştur. Şeddeyle okunması hatadır. Manası, «Duamızı kabul buyur» demektir.

Gizli okunan namazlarda cemaat imamın vele'd-dâllîn dediğini duyarsa artık «âmin» demelerine gerek kalmaz, diyenler olmuşsa da, Fâkih Ebû Cafer El-Hendevânî, «âmin» demeleri sünnete uygundur, sonucuna varmıştır. (El-Muhit / Serahsi.)

Bayram ve cuma namazlarında cemaat birbirinden âmîn sesini duyacak olursa, susmayıp kendileri de belirtilen ölçüde söylerler, sahih olan da budur. (Siracül'-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Fatihadan sonra ya bir sûre, ya da üç âyet okunur. Üç âyet uzunluğunda bir âyet okumak da kâfidir. (Et-Tebyîn - Şerh-i Münye / îbn Emir Hâcc.)

Kıraatten sonra rükû'a varılır. Ancak eğilirken Tekbir getirilir. Nitekim Resûlullah (A.S.) Efendimiz:

«İmam Allahu ekber deyince siz de söyleyin, imam rükû'a gidince siz de gidin. İmam rükû'dan semiallahu limen hamidehu deyip kalkınca siz rabbena ve-leke'l-hamd deyin.» buyurmuştur. Sahih olan da budur. Ancak tekbir’de şuna dikkat etmek efdaldir: Tam belini eğeceği sırada başlanır, eller diz kapaklarına dokunacağı sırada bitirilir. (EI-Muhit - Tahavi – Tatarhaniyye.)

Rükû'da ellerini iyice diz kapaklarına dayamak ve beli mümkün olduğu nispette düz tutmak sünnettir. (El-Hidâye - En-Nihâye.) Burada başı da ne yukarı kaldırır, ne de aşağıya doğru eğer, bel ile aynı seviyede tutmaya çalışır. (El-Hulâsa - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

F) Rükû'da dizlerde dik tutulur, mafsal bükük tutulmaz. Kalınlar ise dizlerini hafif kırarlar, kollarını açık tutmazlar. Erkekler kollarnı hafif açık tutarlar. Sonra subhane rabbiye'l-azîm tesbihini üç defa söyler. Böylece rükû' tamamlanmış olur. Ne var ki bir tek defa bile bu tesbihi söylemek caizdir. Ancak tenzihi kerahet vardır. Çünkü Resûlullah (A.S.) Efendimizin bunu hem üç defa söylediği, hem tavsiyede bulunduğu sahih rivayetle sabit olmuştur.

G) Rükû'dan kalkıldığında ayakta durup beli iyice doğrultmak sünnete uygundur. Hatta Ebû Yusuf a göre, böyle yapmazsa namazı bozulur veya kerahetle namaz kılmış olur.

Namazda her zikir ve tesbih kendi yerinde getirilir. Aksi halde söylenmez terk edilir. Meselâ: Rükû’a varıldığında söylenecek tesbih, rükû'dan kalkıldığında söylenirse, sünnet yerine getirilmemiş olacağından artık söylenmez. Rükû'dan kalkıldığında semiallahu limen hamideh'i beli tam doğrulttuğu zaman söylemek de sünnete uygun olmadığı için terk edilmesi daha iyi olur. Çünkü yerinin dışında kalmıştır. (Tatarhanyiye - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Semiallahu limen hamideh, derken sonundaki (H) harfini sakin okumak daha uygundur.

Rükû'dan kalkılıp bel doğrultulduktan sonra tekbir getirilerek secdeye varılır. Secdede üç defa subhane rabbiyel-a'lâ denilir. Bu sayı, rükû ve secdede yapılan tesbihlerin en azıdır. Tek olmak üzere beşe ya da yediye çıkarmak müstehabdır. Ancak imam bunu üçten fazla yapmamalıdır. (El-Hidâye - El-Muhit / Serahsî.)

Bunun için söz sahibi fakihler, tesbihin en azı üç, ortalaması beş, mükemmeli yedi defadır, demişlerdir.

H) Secdeye varıldığında önce dizler, sonra eller, sonra burun, sonra da alın yere konulur. Kalkıldığında ise önce alın, sonra burun, sonra eller, sonra da dizler kaldırılır. Tabii bu tertip sıhhati yerinde bulunan kimseler içindir. Ayağı ya da kolları romatizma ya da benzeri bir hastalıktan muzdarip bulunan kimsenin kolayına nasıl geliyorsa öyle hareket eder. Meselâ:

Rükû'a varırken belini tam doğrultamıyorsa, tutabildiği ölçüde bir durum alır, kendini zorlamaz. Secdeye vardığında önce dizlerini yere koyamıyorsa, Önce ellerini koyup öylece secdeye varmayı sağlar. (Et-Tebyîn - El-Bedayi.)

Secdede eller tam kulak hizasına konulur, parmaklar kıbleye doğru tutulur. Ayakların parmakları da aynı hükme girer. Erkekler bu sırada karınlarını uyluklarından biraz ayırıp yüksekçe tutarken kadınların bunun aksine karınlarını uyluklarıyla bitiştirirler. Erkekler yine bu durumda kollarını yere sermeyip biraz yüksekçe tutarken kadınlar bunun aksini yapar. (El-Hulasa - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Bu hususlarda cariyeler de hür kadınlar gibidir. Ancak namaza başlama Tekbirinde erkekler gibidirler. Gerçi bugün câriye diye bir konu mevcut değildir. İslâmiyet çok sistemli bir tutumla kölelik ve cariyeliği kaldırmıştır. Ama bazı konularda yine yer yer onlarla ilgili hükümleri anlatmakta yarar görülmektedir.

Secdeden Tekbir getirilerek baş kaldırılır, bel dimdik tutularak oturulur. Bu oturuşta sünnet bir zikir yoktur. (El-Ceheretü'n-Neyyire / Şerh-iKudurî.)

Secdeden kalktığında belini doğrultmadan ikinci secdeye varacak olursa, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre bu da kâfi gelir. İmam Ebû Yusuf bu görüş ve ictihadda değildir. Ta'dil-i Erkân ona göre vâcibdir. Kasten terkinden dolayı namazın iadesi gerekir. (El-Hidâye - Fetavâ-yi Hindiyye.) Ancak İmam A'zam'a göre de secdeden başı kaldırdıktan sonra duruş vaziyetine bakılır:

Başı secdeye daha yakınsa farz yerine gelmediğinden caiz değildir. Oturma haline daha yakınsa, caizdir. En sahih olan da budur. Fetva buna göredir. (Et-Tebyin - El-Hidâye - El-Bedayi.)

Ebû Yusuf'a göre de, «başını kaldırdı» denilecek ölçüde bir doğrulma meydana gelirse caizdir. Bunun aksi caiz değildir. Sahih olan rivayet budur. (El-Muhit - El-Bedayi'.)

Sonra Tekbir getirilip ikinci secdeye varılır. Birincide olduğu gibi üç defa tesbih getirir.

İkinci secdeden kalkıldığında mümkünse eller yere konulmadan kıbleye yönelik bulunan ayak parmakları üzerine doğrulup ayağa kalkılır. Ancak bu arada dizlere dayanmakta hiçbir sakınca yoktur. Sıhhati ve gücü yerinde olanların bunu da terk edip hiç bir şeye dayanmaksızın kalkması müstehabdır. (El-Muhit - Bahr-i Râik / Ibn Nüceym.)

İkinci secdeden kalkıldığında - Şâfiîlerin yaptığı gibi - hafif bir oturuştan sonra ellerini yere dayayarak kalkacak olursa, bunda da bir sakınca görülmemiştir. Ancak yukarıda Hanefî imamlarının belirttiği biçimde kalkmak müstehabdır.

İkinci rekâtta, birinci rekâtta yapılanların aynısı tekrarlanır; ancak İftitah Tekbiri getirilmez, “Euzü” söylenmez. Besmele ile kıraate başlanır. (El-Kuduri - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

İkinci rekâtta ikinci secdeyi tamamlayıp kalktığında, sol ayak yere serilerek üzerinde oturulur; sağ ayak parmakları kıbleye gelecek biçimde tutulur. Eller dizlere yakın ölçüde parmaklar açık bir vaziyette konulur. Dizler tutulmaz, parmaklar da birbirine iyice bitiştirilmez, rahat bir tutuşa dikkat edilir. (El-Hidâye / El-Merğinâni.) En sahih olan da budur.

Kadın bu durumda sol kalçası üzerine oturup sol ayağını sağ ayağının bileğinin altına gelecek biçimde bir vaziyet alır. (İbn Âbidin - El-Hidâye / El-Merğinanî.)

Belirtilen biçimde gerek erkek, gerek kadın, gerek imam ve gerekse cemaat ve yalnız başına namaz kılan İbn Mes'ud Hazretlerinin naklettiği Et-Tahiyyatı okur. Namaz iki rekâtlı değilse, Et-Tahiyyat’tan sonra bir şey okunmayıp Tekbir getirilerek ayağa üçüncü rekâta kalkılır. İki rekâtlı bir namaz ise Salâvat, dua ve belli zikirler yapılır. (El-Muhit / Radıyüddin Serahsi - El-Hidaye / Merğinâni.)

İ) Et-Tahiyatta, “eşhedü ellâ ilahe illallah” bölümüne gelince şehadet parmağıyla işarette bulunulur. Ama bu konuda seçilen kavle göre işaret yapılmaz denilmiştir. Fetva da bu kavle göredir. (El-Hulâsa - El-Muhit - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Münyetü'l-Müftî'de parmakla işaretin mekruh olduğu kaydedilmişse de Meşayih-i Kiram bunda bir kerahet olmadığını söylemiştir. Uygun olan da meşayihin görüşüdür.

Et-Tahiyyat’tan sonra birinci rekâtta belirtilen ölçü ve biçimde ayağa kalkılır. Ancak Tahavî, kalkılırken elleriyle yere dayanmakta bir sakınca yoktur, demiştir. Birinci rekâtta yaptıklarının tamamını bu rekâtta aynen yerine getirir. Üçüncü rekâtta sadece Fâtiha'yı okur. Fazla bir şey okuması mekruhtur. (El-Muhit / SerahsI - El-Ihtiyar Şerh-i Muhtar.)

J) Üçüncü rekâtta kıraati tamamen terk edip sadece tesbihle yetinir ya da hem kıraati hem tesbihi terk ederse bir şey gerekmez. Ne var ki Fâtiha'yı okumak efdaldir. Rivayetler arasında bu konuda en sahih olanı da belirttiğimiz husustur. (Zahire / Burhanettin Mahmud - Fetâvâ-yi Kaadıhan.) Çünkü fetva buna göredir. El-Muhit bunu en sahih 'kavi olarak kabul etmiştir.

O halde üçüncü ve dördüncü rekâtlarda kıraat efdaldir. Fatiha ile yetinilir. Hiçbir şey okumayıp susmak ise mekruhtur. (El-Bedayi' / Kasanı - El~Hulasa.)

Dördüncü rekâtın sonunda, ikinci rekâtın sonunda oturduğu gibi oturur; Et-Tahiyyat'ı belirtilen biçimde okur, sonra Resûlullah (A.S.) Efendimize Salâvat-i Şerife getirir.

K) Salâvat'ın nasıl getirilmesi gerektiği: İmam Muhammed'den sözü edilen Salâvat'ın nasıl getirilmesi gerektiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

«allahümme sallî alâ Muhammed'in ve alâ âlî Muhammed'in kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahîm'e ve barik alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed'in kema barekte âla İbrahîme ve alâ âl-i İbrahîme inneke hamîdün mecîd.»

Bunun dışında bir de “allahümme irhem Muhammed'en” demek bazılarına göre mekruhsa da, sahih olan tespite göre mekruh değildir, (Fetâvâ-yi Hindiyye.) denilebilir.

Salâvat-ı şerîfeden sonra önce kendine, sonra ana-babasına, sonra da bütün mü'minlere duâ eder. Sünnet olan duâ bu tertip üzere olanıdır. Kur’ân’da bunun örneği mevcuttur:

“Rabbena îğfir lî veli vâlideyye veli’l mü’minîne yevme yekumu'l-hisâb.”

Türkçe anlamı:

«Ey Rabbimiz! Beni, anamı babamı ve mü'minleri, insanların kalkıp hesaba çekileceği gün bağışla, günahlardan temizle.» (Et-Tebyin / Zeylaî.)

Bu duadan sonra:

L) “Rabbena âtinâ fi'd-dünya haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kına azabe'n-nar” duası yapılır.

Bunun Türkçe anlamı:

«Rabbimiz! Dünyada da bize iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem ateşi azabından koru.»

Dualarda efdal olanları bunlardır. Bu bakımdan halkın sözlerine benzer tarzda dua yapmak veya halktan istenilmesi her zaman için mümkün olan şeyleri arzulayarak bazı sözlerle duada bulunmak uygun değildir. Buna bir örnek verelim:

«Allahım! beni falan kızla evlendir..», «Benim tarla bahçeme su indir..» gibi. İşte bu tür sözlerle duâ etmek doğru değildir. Hatta caiz olmadığını söyleyenler var ki sahih olan da budur. (El-Ayni Şerh-i Hidâye - Fetavâ-yi Hindiyye.)

Duada bu ölçüyü dikkate alanlara göre, «Allahım! Bana çok mal ver» derse, namazı bozulur. «Allahım! Bana ilim ve hac nasîb eyle» derse, namazı bozulmaz. Çünkü birincisi halk sözlerinden birdir.

Bunun için Sünnete uygun duaları ezberleyip okumak daha uygundur. Dilin başka bir söze kaymasını önler. (El-Velvaliciyye / Abdürreşid – Tatarhaniyye.)

Ancak bu konuda genel kaideyi unutmamak gerekir:

Teşehhüde oturduktan sonra, yani «Et-Tahiyyat’ı» okuduktan veya onu okuyacak miktar oturduktan sonra halkın sözüne benzer anlam ve ölçüde yapılan dualar namazı bozmaz, ancak kişi böyle yapmakla namazdan çıkmış olur. Son farz olan Teşehhüd Miktarı oturmak gerçekleştiği için namazın bozulması söz konusu değildir. Bu miktar oturmadan belirtilen anlam ve ölçüde duâ yapacak olursa, o takdirde namazı bozulmuş sayılır. (Et-Tebyin / Zeylaî - Fetava-yi Hindiyye.)

M) Rivayet yoluyla sabit olan dualardan biri de, Ebu Bekir Sıddîk (R.A.)'den nakledilenidir:

Resûlullah (A.S.) Efendimiz, namazda okumam için bana şu duayı öğretti:

«allahümme, innî zalemtu nefsî zulmen kesîren ve innehu lâ yağfîru'z-zünube illâ ente, fağfir lî mağfireten min indike verhamnî inneke ente'l-ğafuru'r-rahîm.»

Türkçe anlamı:

«Allahım! Ben kendime çok haksızlık ettim. Doğrusu günahları ancak Sen bağışlarsın; beni bağışla, kendi katından bir bağışlamayla beni mağfiretine erdir. Bana merhamet et. Çünkü ancak Sen hem Ğafur'sun, hem Rahîm'sin,»

Büyük sahabi İbn Mes'ud (R.A.) de daha çok şu duayı tavsiye etmiştir:

«allahümme innî eselüke mine'l-hayrî küllihî, ma alimtü minhu vema lâ a'lemu ve euzu bike mine'ş-şerrî küllihî ma alimtu mînhu vema lâ a'lemu. »

Türkçe anlamı:

«Allahım! Bildiğim, bilmediğim bütün hayırları Senden dilerim.

Bildiğim ve bilmediğim bütün şer ve kötülüklerden Sana sığınırım.»

Et-Tahiyyat ve bazı dualardan sonra şu duayı da yapmak müstehabdır:

«rabbî'c'alnî mukîme's-salâtî ve mîn zürriyyetî rabbenâ ve tekabbel duaî rabbanâ, iğfir lî veli valideyye ve lil mü'minîne yevme yekumu'l-hisab.»

Türkçe anlamı:

«Rabbimiz! Beni de, soyumu da namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamızı kabul buyur. Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve bütün mü'minleri -insanların hesaba kalkacakları gün bağışla.»

Duadan sonra önce sağa, sonra sola selâm verilip namazdan çıkılır' Birinci selâmda yüz sağ tarafa, ikinci selâmda sol tarafa çevrilir; yanağının beyazı arkadan görülebilecek biçimde bu çevirmeyi gerçekleştirir. En sahih olan da budur. (El-Kınye - Şerh-i Nukaaye - Şeyh Ebûlmekârim.)

N) Selâm hangi sözlerle yerine getirilir?

«Es-Selâmu aleyküm ve rahmetu'llahi» denilir. Muhtar olan burdur. Selâm kelimesinin başına (Elif-Lâm) koymak daha uygundur. (El-Muhit - Serahsî - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Biz Hanefilere göre, selâmın sonunda “Ve berekâtühü” denilmez. Aynı zamanda ikinci selâmı birincisine oranla biraz daha alçak sesle söylemek sünnettir. En uygun olan da budur. (El-Muhit / Serahsİ - Et-Tebyin / Zeylaî.)

O) Sağ tarafa selâm verdikten sonra sol tarafa vermeden kalkıp namaz kıldığı yerden ayrılacak olursa, dünya sözü etmeden ve dışarı çıkmadan hatırlar da geri dönüp oturarak sol tarafa selâm verirse, kâfi gelirse de fukahanın çoğuna göre arkasını kıbleye çevirdikten sonra artık dönüp selâm için oturmasına gerek kalmaz.

Sahih olan da budur. (Tatarhaniyye - El-Kınye.)

Sağa selâm vermeden sol tarafa selâm verirse, konuşmamışsa sağ tarafa da selâm verir ve sol tarafa verdiği selâmı iade etmez.

Önce başım sağa çevirmeden selâm verirse, bu da kâfi görülmüştür; ancak sol tarafa selâm vermesi gerekir. Ne var ki bu, sünnete uygun bir selâm biçimi değildir.

P) İmamın arkasındakiler ne zaman selâm vermelidirler?

İmam sağ tarafa selâm verip bitirince onlar hemen sağa selâm verirler, İmam sol tarafa selâmı bitirince onlar başlarlar. (Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

R) Selâm verilirken Hafeze Melekleri ve o yönde bulunan Müslümanlar niyet edilir. Namaza katılmayanlara niyet etmez. Sahih olan da budur. Çünkü selâmdan maksat, namazın bitiminde cami' ve cemaate katılan mü'minlere, bir de sağ ve sol omuzlarda yer alan Hafeze ve diğer meleklere Allah'ın Selâmını vermektir. (El-Hidâye - Merğinani.)

Bu konuda imama uyanlar ise hem sözü edilenlere, hem imama niyet ederek selâm verir. Çünkü lider durumunda İslâm Birliğini temsil eden imamı selâmetle anmak, ona olan bağlılığı ve vahdetin anlamını belirler. İmam Ebû Hanîfe de bu görüştedir. (El-Kâfi / Mervezi.)

Yalnız başına namaz kılan kimse selâmda sadece Hafeze Meleklerini kasteder. Melekleri kastederken de belli bir sayı düşünmeye gerek yoktur. Sahih olan da budur. (El-Bedâyi' / Kâsâni.)

İmamın öğle, akşam ve yatsı namazını kıldırıp selâm verdikten sonra oturması mekruhtur. Hemen ayağa kalkıp Sünnet namazları kılması ve bunu da farzı kıldırdığı yerin dışında yerine getirmesi sünnettir. Bulunduğu yer, yer değiştirmeye uygun değilse, sadece biraz sağa ya da sola, ya da ileri ve geriye kayması kâfidir.

S) İmam farz namazı kıldıktan sonra dilerse evine dönüp sünnet namazı orada kılar. Nitekim Resûlullah (A.S.) Efendimiz de çoğu kez böyle yapardı. Cemaat halinde dualar ve tesbihler, yapılmaz, herkes kendi haline bırakılırdı. (Fetâvâ-yi Hindiyye.)

T) İmama uyanlara gelince,

Onların farz namazdan sonra sünneti kılıp cami'de oturarak tesbihleri yapması caizdir. Yalnız başına namaz kılan kimse için de hüküm aynıdır.

Gerek imama uyanlar, gerekse yalnız başına namaz kılanlar farzdan sonra sünnete kalktıklarında serbesttirler: İsterlerse bulundukları yerde, isterlerse sağa, sola, ileri ve geriye kaymak suretiyle yer değiştirip sünneti kılarlar.

U) Farzdan sonra Sünnet namaz olmayan vakitlerde ise:

Sabah ve ikindi namazı gibi farzdan sonra sünnet olmayan vakitlerde selâm verdikten sonra bulunduğu yerde oturmak mekruhtur. Resûlullah (A.S.) Efendimiz böyle yapmayı bid'at saymıştır. O halde selâm verdikten sonra musalli dilerse kalkıp gider, dilerse, güneş doğuncaya kadar mescidde oturur. Efdal olan da budur. Bu daha çok imamı ilgilendirir. Yani onun böyle yapması efdaldir.

İmam arkasında namaz kılan varsa, yüzünü hemen cemaate çevirmez, belki hafif sağa ya da sola meyleder. (Fetâvâ-yi Hindiyye : C. 1, S. 77.)

Bu meselede yaz, kış, bahar, sonbahar gibi değişik mevsim ve zaman farklı ölçü getirmez. Sahih olan da budur. (El-Hulâsa.)

El-Hüccetü'l -İmam adlı eserde de şöyle deniliyor:

«Musallî (namaz kılan) öğle, akşam ve yatsı namazlarının farzını kılınca kalkıp sünnete başlar, uzun bir süre oturup duâ ile meşgul olmaz. (Tatarhaniyye - Fetâvâ-yi Hindiyye.)Sünnet olan da budur.

Ü) Farz Namazı Kıldıktan ya da Kıldırdıktan Sonra Ne Yapılır?

a) Kılınan farz namaz sabah ve ikindi namazı ise, bulunduğu yerden ayrılıp ya evine gider, ya da mescidde oturup duâ ve tesbihlerini yapar. Farzı kıldıktan sonra bulunduğu yerde oturup kıbleye yönelik beklemek mekruhtur.

b) Öğle, akşam ve yatsı farzlarını kıldıktan sonra, «Allahümme Ente's-Selâm ve minke's-Selâm, Tebarekte ya zel-Celâli ve'l-ikrâm.» denildikten sonra sünnet namaza kalkılır. İmamın yer değişmesi sünnettir. Cemaat ya da yalnız başına namaz kılan bu konu serbesttir.

c) Camilerde farz ya da sünnetten sonra cemaat halinde tesbih ve duâ yapmak sünnet değildir. İmam Selâm verdikten sonra serbesttir: Dilerse gidip evinde sünneti kılar, dilerse bulunduğu camide kılar.

d) Cemaat de farzdan sonraki sünnet namaz, duâ ve tesbihler konusunda serbesttir: Dilerlerse herkes kendi başına duâ ve tesbihlerini yapar; dilerlerse evlerine gidip sünneti orada kılarak bu konudaki sünnete uymuş olurlar.

(Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/254-268)
 
Üst