Muhakemat 6. Ders - Mazide Nazarî Olan Bir Şey, Müstakbelde Bedihî Olabilir..

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Muhakemat/Birinci Makale (Unsur'u-l Hakikat)/İkinci Mukaddeme
Konu: Mazide Dahilerin Bile Bilemediği Şeylerin, Günümüzde Avama Dahi Malum Olması


Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.


  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.

Selam ve dua ile.


[BILGI]İkinci Mukaddeme

Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal vardır. [SUP]1[/SUP] Onunla hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise, âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuttur. Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdat ile neşvünema bulur. Telâhuk-u efkâr ise, tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder. Tekemmül-ü mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise tedricî tecrübelerle büyür ve neşvünema bulur.

Buna binaendir : Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve burhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemâl-i hikemiye ve vüs’at-i karîha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa, tereccüh edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbni Sina’da değil; çünkü ibn-i zamandır. Onu nakıs bırakan zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünûnun sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsaydı, hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. Fakat, bununla beraber, şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır.

Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.

Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez.

Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserî, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.

Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredât-ı sırfeden olan mâneviyatta, maddiyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.


[SUP]1[/SUP] : (*) Bizim bir Kürd demiştir: Her zerrede temâyül ayandır tekâmüle Her soyda füyûz, hüveyda-nemâ ile Bir nokta-i kemâle şitab üzre kâinat, Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat. Kahriyât[/BILGI]


[TAVSIYE]Diğer Muhakemat dersleri: Muhakemat
Diğer açıklamalı dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir.[/NOT]

Geçmişte bir görüşten, teoriden ya da hayalden ibaret olan bir şey, sonradan gelenler için, normal ve sıradan yaşanılan birşey olabilir. Mesela bin yıl önce İstanbul'da ikamet eden biri için, Çine gitmek belki hayal bile edilemezdi. Ya da çok uzun bir seyahatle ancak mümkün olabilirdi. Ve öyle de inanılırdı. Günümüzde ise dünyanın en uzak yerine gitmek, çocuklarca bile normal karşılanan birşey. Ve en uzak yere bir gün geçmeden ulaşmak mümkün.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal vardır. [SUP]1[/SUP] Onunla hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir.

[SUP]1[/SUP] : (*) Bizim bir Kürd demiştir: Her zerrede temâyül ayandır tekâmüle Her soyda füyûz, hüveyda-nemâ ile Bir nokta-i kemâle şitab üzre kâinat, Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat. Kahriyât[/NOT]

"Her zerrede temâyül ayandır..." şeklinde başlayan söz, dine muhalifliğiyle meşhur, Abdullah Cevdet'e aittir. Üstad Hazretleri şahsın değil, sözün doğruluğundan dolayı alıntı yapmış. Bu kısa bilgiden sonra asıl konumuz olan alemde tekamül kanunu meselesine dönelim.

Alemde olgunlaşmaya, gelişmeye, mükemmellleşmeye yönelik olan kanunu, "kanun-u tekâmül" olarak nitelendiriyor Üstad. Buna göre bütün kainat bu kanuna tabidir. Hatta insan da bu kanuna tabidir. (doğar, büyür, öğrenir, yaşar, ölür vs.) Nitekim kainat ve dünya yaratıldığından beri, sürekli bu kanunun etkisi altındadır ve asıl gayesine doğru ilerlemektedir. Bundan dolayı da zamanla birlikte herşey değişmekte ve gelişmektedir. Bilhassa ilim açısından da böyledir.

Risale-i Nur'da alemdeki tekamül kanununu anlatan ve ona misal verilen kısımlar oldukça fazla. O kısımlardan konuya ışık tutan ve kolay anlayabileceğimiz birkaç tanesi:


[TAVSIYE]Şu kâinatın mevti mümkündür. Çünkü birşey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihal neşvünemâ vardır. Neşvünemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi varsa, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Yirmi Dokuzuncu Söz
[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lâfız, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir.

Öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi bir remz-i kudrettir ki, âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayatla eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatini kuvvetleştiriyor.

Evet, hakikat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kàmetine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret mâkûsen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikce, hakikat o nisbette kuvvet bulur.

İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.

[SUP]1[/SUP]يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Elhasıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.


[SUP]1[/SUP] : “O gün yeryüzü başka bir şekle girer.” İbrahim Sûresi, 14:48.


Yirmi Dokuzuncu Söz[/TAVSIYE]

[TAVSIYE]Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış.

Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir.

Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye suretine çevirmesine sebeptir.

İşte, şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.

İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti.

Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı.

Vakta ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezâifini ifa etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Herşey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi.


...................


Yirmi Dokuzuncu Söz[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
Tekamül kanunuyla ilgili Risale-i Nur'dan:

[TAVSIYE]3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.

4. Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuş olan çok meseleler vardır.

5. Zamân-ı mâzi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.

6. Sahrâ ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.

7. Çok ilim ve fenler vardır ki, âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.

8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvâli göremez.

9. Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.

10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvâlinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.

11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebâdi ve vesaitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

12. Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer.


İşaratü'l-İ'caz[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Mâdem meylü’l-istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.


Hutbe-i Şamiye[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin câmi bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.


On Üçüncü Lem'a[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiîsi vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.

Evet, kâinatın ihtiva ettiği envâın ve bu envâın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserîsi bu kanunlara tâbidirler. Binaenaleyh, âlem-i sağîr denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kâinatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halâs olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kâinat ömr-ü fıtrîsinden evvel haricî bir tahribata veya Sânii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fennî bir hesapla, kâinatın öyle bir günü gelecektir ki, [SUP]1[/SUP] اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve [SUP]2[/SUP] اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ gibi âyetlere mâsadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kâinat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.


[SUP]1[/SUP] : “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvîr Sûresi, 81:1.
[SUP]2[/SUP] : “Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.


İşaratü'l-İ'caz[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi tuttu.

Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sâni-i Hakîm, inâyetiyle, birbiriyle karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilâf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli olarak metin ve kavî bir cisimle teşekkül ederek, [SUP]1[/SUP] وَامْتَازُوا hitabına hedef olur. Cennet ise, esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecellî eder ve müncelî olur.


[SUP]1[/SUP] : “Bir kenara çekiliniz.” Yâsin Sûresi, 36:59.[/TAVSIYE]
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Allah razı olsun Hüseyni kardeşim, çok değerli bir meseledir.

Telahuk-u efkarın içtimaıyla pek çok harikalar vücuda gelmiştir. Burada zamanın büyük tesiri vardır. Hem zaman kadar telahuk-u efkarın vesileleri olan ilimler ve alimlerin de içtimaıyla pek çok harikalar vücuda gelmiştir. Öyleyse bu bahisten şöyle diyebiliriz ki, terakkiyat günümüzdekinden pek çok derecelerde istikbalde harikalar ile bizi şaşırtacaktır. Şimdi ancak hayal edebildiğimiz şeyler istikbalde mümkün olacaktır. Bunlardan birisi üstadın işaret ettiği gibi "ölüme de muvakkat bir hayat rengi verilebilir" cümlesidir. Aynı şekilde emir ve irade-i ilahiyenin mühim bir arşı olan hava unsuruna nazarları çeviren Hüve Nüktesinde de gaybi işaretler vardır. İrade ve kudretin bir sayfası hava unsuru olduğu ve ihsanat-ı ilahiyetin bir muaccel numunesi ve hazine-i rahmaniyenin mühim bir hediyesi hava unsuru ile beşere hediye edilmiştir. Elbette ki beşer bu sayfayı daha mükemmel okuyarak istikbalde pek çok terakkiyata kavuşacaktır. Hava unsurunda bizce mühim işaretler vardır. Onun için Milaslı Halil İbrahim'in Emirdağ Lahikası'ndaki mektubunda; "Risale-i Nur ahize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lambaları, ayine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkarane ve îcazdarane bastedilmiştir ki; yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları miktarında alem-i gayb ve alem-i şehadetten ve ruhaniyyat aleminde ve kainattaki cereyan eden her hadisattan haberdar olabilirler." cümlesiyle Risale-i Nur'daki meselelerin ve bilhassa üzerine basarak söylüyoruz ki ondaki "kelime ve kayıtların" tesadüf olmadığı ve Bediüzzaman'ın kullandığı kelimatın altında mühim keşfiyatların işaretleri olduğunu anlıyoruz. Nitekim öyle olmuştur ve olacaktır.
Beşer manevi alemlerin keşfinde yine Risale-i Nur'dan istifade edecektir. Hatta bu keşfiyat öyle bir dereceye kadar gidecektir ki cennetin kapısını dahi ilmen bulacakları ve nihayet kıyametin kopacağı akıldan uzak değildir. Niye olmasın ki...
 

Huseyni

Müdavim
Allah razı olsun Hüseyni kardeşim, çok değerli bir meseledir.

Telahuk-u efkarın içtimaıyla pek çok harikalar vücuda gelmiştir. Burada zamanın büyük tesiri vardır. Hem zaman kadar telahuk-u efkarın vesileleri olan ilimler ve alimlerin de içtimaıyla pek çok harikalar vücuda gelmiştir. Öyleyse bu bahisten şöyle diyebiliriz ki, terakkiyat günümüzdekinden pek çok derecelerde istikbalde harikalar ile bizi şaşırtacaktır. Şimdi ancak hayal edebildiğimiz şeyler istikbalde mümkün olacaktır. Bunlardan birisi üstadın işaret ettiği gibi "ölüme de muvakkat bir hayat rengi verilebilir" cümlesidir. Aynı şekilde emir ve irade-i ilahiyenin mühim bir arşı olan hava unsuruna nazarları çeviren Hüve Nüktesinde de gaybi işaretler vardır. İrade ve kudretin bir sayfası hava unsuru olduğu ve ihsanat-ı ilahiyetin bir muaccel numunesi ve hazine-i rahmaniyenin mühim bir hediyesi hava unsuru ile beşere hediye edilmiştir. Elbette ki beşer bu sayfayı daha mükemmel okuyarak istikbalde pek çok terakkiyata kavuşacaktır. Hava unsurunda bizce mühim işaretler vardır. Onun için Milaslı Halil İbrahim'in Emirdağ Lahikası'ndaki mektubunda; "Risale-i Nur ahize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lambaları, ayine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkarane ve îcazdarane bastedilmiştir ki; yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları miktarında alem-i gayb ve alem-i şehadetten ve ruhaniyyat aleminde ve kainattaki cereyan eden her hadisattan haberdar olabilirler." cümlesiyle Risale-i Nur'daki meselelerin ve bilhassa üzerine basarak söylüyoruz ki ondaki "kelime ve kayıtların" tesadüf olmadığı ve Bediüzzaman'ın kullandığı kelimatın altında mühim keşfiyatların işaretleri olduğunu anlıyoruz. Nitekim öyle olmuştur ve olacaktır.
Beşer manevi alemlerin keşfinde yine Risale-i Nur'dan istifade edecektir. Hatta bu keşfiyat öyle bir dereceye kadar gidecektir ki cennetin kapısını dahi ilmen bulacakları ve nihayet kıyametin kopacağı akıldan uzak değildir. Niye olmasın ki...


Amin ecmain, kenz-i mahfi hocam. Evet Risale-i Nurlarda bahsini ettiğiniz türden keşifler mevcut. Yeri geldikçe inşaallah o keşiflerden ve gaybi işaretlerden paylaşmaya çalışacağım.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]İnsan ise, âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuttur.[/NOT]

Alemde kemale, mükemmele doğru bir gidiş olduğu gibi, insanda dahi mükemmel olma eğilimi vardır. Bundan dolayıdır ki insan herşeyin en iyisini ister. Hep daha güzeline, daha mükemmeline olan iştiyak, terakkiye meyli de beraberinde getiriyor.

[NOT]Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdat ile neşvünema bulur.[/NOT]

Terakkiye olan meyil, fikirlerin birbirlerinden yardım almasıyla daha da yayılıp genişliyor. Alanında uzmanlaşmış daha çok kişinin, bir mesele hakkında fikir paylaşımı yapması, tek kişinin aynı meselede fikir yürütmesinden, daha kolay neticeye varmaya sebeb oluyor. Çünkü sadece fikirler değil, tecrübeler de ortaya konuyor. Birisi için nazari olan şey, bir diğerine bedihi, yani apaçık, tecrübe edilmiş olabiliyor.

[NOT]Telâhuk-u efkâr ise, tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder.[/NOT]

Fikirlerin istişaresi ise, istişare edilen mesele hakkındaki altyapının sağlam ve tam olmasıyla, daha da inbisat edip genişliyor.

[NOT]Tekemmül-ü mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar ise tedricî tecrübelerle büyür ve neşvünema bulur.[/NOT]

Bütün ilimlerin tohumları, Hazret-i Adem aleyhisselamdan günümüze kadar, adeta zamanın içine ekilmiş. Her gelen ilim adamı, kendi tecrübesini de üzerine katarak, o tohumların neşvünemasına vesile oluyor.


[TAVSIYE]İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)...


Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ [SUP]1[/SUP]âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
فَقُلْناَ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً [SUP]2[/SUP] ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى اْلمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ [SUP]3[/SUP]
Kur’ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.


[SUP]1[/SUP] : “Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
[SUP]2[/SUP] : “[Mûsâ’ya] ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
[SUP]3[/SUP] : “Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.



.....


Yirminci Söz

[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Buna binaendir : Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve burhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar.[/NOT]


Günümüzde, mazide henüz teorik olan, ispatlanamamış çok meseleler var ki, bu zamanın çocuklarına dahi o meseleler sıradan geliyor. Mesela Amerika keşfedilmeden önce, eskide coğrafya ilminde çok ilerlemiş zatlara dahi meçhuldü. Günümüzde Amerikanın varlığı herkese malum ve imkan dahilinde herkesin gidebileceği bir yer. Bunun gibi elektrik, tıp, kimya, kozmoğrafya gibi hemen her ilim dalında, mazideki en meşhur ilim adamlarına dahi meçhul olan ya da onlarca teorik olan çok meseleler, bugünün çocuklarının dahi elinde oyuncak olmuş durumda.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemâl-i hikemiye ve vüs’at-i karîha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa, tereccüh edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbni Sina’da değil; çünkü ibn-i zamandır. Onu nakıs bırakan zamanın noksaniyeti idi. [/NOT]


Evet günümüzde çok sıradan hale gelmiş şeyler, İbn-i Sina ve onun gibi dâhî zatlara gizli kalmıştır. Halbuki felsefe ilminin babası hükmünde olan İbn-i Sina, fikir kuvveti, fikirlerindeki mükemmellik ve düşüncelerindeki genişlik bakımından, bu zamanın yüzlerce felsefe adamıyla muvazeneye gelmez. Ki bugünün felsefecileri, onun düşüncelerini anladığı oranda, felsefe ilminde ileri gidiyor. Demek şimdinin çocuklarına malum olan şeylerin İbn-i Sina'ya hafî kalmasının sebebi onun eksikliği değil, zamanın eksikliğidir. Çünkü bazı şeylerde sadece akıl ve zekanın ileri seviyede olması yeterli değildir. Zamanın da buluşlar üzerinde etkisi büyüktür.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünûnun sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsaydı, hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. [/NOT]


Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfetmesiyle meşhur olmuş bir ilim adamı. Amerikanın keşfi bugüne kalmış olsaydı, kayığı olan, sıradan bir kayıkçı bile Amerikayı bulmaya muktedir olabilirdi. Bunun için sadece bir pusulası olsa kafi gelecekti. Halbuki Kolomb bu keşfi, fikir derinliği ve hayatını çok büyük tehlikelere atması sayesinde gerçekleştirmişti. Kolombun şimdiki kayıkçıdan daha fazla uğraşması, ilmi eksikliğinden değil, zamanın noksaniyetindendi. Tabir-i caizse, o ve onun gibiler, kendi dallarındaki ilmin temelini oluşturuyorlardı.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Fakat, bununla beraber, şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır.

Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.

Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez.[/NOT]


Üstad ilimleri ikiye ayırıyor. Maddi ilimler ve manevi ilimler. Maddi ilimler fikir ortaklığıyla, deneme yanılmalarla, zamanın geçmesi gibi şartların yerine gelmesiyle büyür, gelişir. Mesela tıp ilmi her geçen gün gelişiyor. Bu gelişmede, daha önce geçmiş olan tıpçıların da etkisi var. Her yeni gelen, kendinden önce gelenin malumatını hazır almış olduğundan, onunla vaktini zayi etmeyerek, üstüne yeni şeyler koyuyor. Tıpkı ağır bir taşın yerinden kaldırılması gibi, ne kadar fazla kişi el atsa, o kadar çabuk gelişiyor.

Manevi ilimler ise yarımcıların çokluğuyla alakalı bir durum değil. Dar bir delikten geçmeye veyahut uzun bir hendekten atlamaya, kalabalık olmak hiçbirşekilde fayda vermeyecektir. Manevi ilimlerde böyledir. Manevi ilimlerde asıl olan, kişinin kendi manevi mücahedesi ve Allah'ın lütfudur. Bir insan bir dakikada çok büyük makamları elde edebilir. Mesela Sahabe Efendilerimizin r.a. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bir dakikalık sohbetiyle çok yüksek makamlara çıkması gibi.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.[/NOT]

Maddi ilimlere vakıf olmak, manevi ilimlere de vukufiyeti gerektirmez. Mesela bir kozmoğrafyacı çok büyük buluşlara imza atabilir. Fakat manen en avamdan olan bir müslümanın seviyesinden de aşağıda olabilir. Bununla birlikte kozmoloğun maddi olan buluşları, manevi ilimlerde bir bürhan, bir delil olarak kullanılabilir. Yani o buluşlar manevi ilimlere kuvvet verebilir. Mesela Kur'an-ı Kerim lambanın tarifini yapmış Nur Suresinde. Edison lambayı bulmakla, Kur'anın o geniş ilmini te'kid etmiş, o tarife, o ayete destek ve kuvvet vermiş.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. [/NOT]

Burada önemli bir hususu vurgulamak gerekir ki; Bir insan herhangi bir ilim alanında ne kadar çok meşgul olursa, o ilimde terakki ettiği gibi, diğer ilimlerle arasıdnaki mesafe de o oranda açılır. Mesela bir öğrenci ilk okul yıllarında hemen herşey hakkında az da olsa malumat sahibidir. Sınıflar ilerledikçe, istidadına göre, yönü genel olarak tek bir tarafa kaydığından ve ona yoğunlaştığından, diğer ilimler hakkındaki malumatlarını unutur ya da o bilgilerini daha ileriye taşıyamaz. Yani bir insan en fazla bir ya da birkaç bilim dalında ilim sahibi olabilir.

Bunun gibi maddi ilimlerle çok meşgul olanın manevi ilimlerde gerilemesi muhtemeldir. Bundan dolayıdır ki, manevi ilimlerde bir hüküm arandığında ya da bir mesele münazara edilirken, maddi ilimlerde çok ilerlemiş ama maneviyatı eksik olan kişilere müracaat edilmez, sözleri dikkate alınmaz.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. [/NOT]

Mesela tıbben kalbinde sorun olan bir kişi, kardiyoloğa değilde, makina mühendisine gitse ve onun tavsiye ettiği ilacı kullansa, ölümle sonuçlanabilecek bir divanelik yapmış olur.


[NOT]
Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredât-ı sırfeden olan mâneviyatta, maddiyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.[/NOT]

Bunun gibi, hakikatin ta kendisi olan maneviyatla ilgili meselelerde, tabiat bataklığına saplanmış, herşeyin varlığını bir sebebin sonucu olarak gören felsefecilere ve maddiyunlara müracaat etmek, aklı oynatmak ve kalbi sekteye uğratmaktır. Bazen karşılaştığımız oluyor; Herhangi bir üniversiteyi bitirmiş mühendis biri, dine de karşıtlığı varsa, gördüğü eğitimi de kullanarak akılları çelebiliyor. Ve sırf üniversite mezunu olduğundan, sözü itibar görebiliyor. Bilhassa dininden gafil olanlar üzerinde bu tesir görünüyor ve daha da dinin dışına çıkabiliyorlar. Hatta hiç şuurlu bir şekilde yaşamadıkları dinlerine karşı cephe alabiliyorlar. Akılları ve kalpleri, hüküm noktasında yanlış kişilere müracaat ettiklerinden, sekteye ve sekerata uğramış oluyor.
 
Üst