Mezheplerin Oluşması

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İslâmda dinî hükümlerin iki kaynağı vardır: Kitap ve sünnet. Bu ikisinden sonra müracaat edilecek kıyas ve icma da esas itibariyle, yine bu iki kaynağa bağlıdır. Bunların dördüne birden “dört usul, dört şer’î delil” adı verilir. Bütün dinî hükümler bu dört delilden çıkarıldığı için, bunlara dayanır. Bu dört delil sırasıyla şöyledir:

1. Kitap:

Kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerim’dir. İslâm dininin en esaslı kaynağı olan yüce kitabımız Allah tarafından nasıl indirilmişse öylece muhafaza edilmiş, bir harfi dahi değişmemiştir. Çünkü, onun muhafazasını yüce kelâmın sahibi Cenab-ı Hak üzerine almış ve korumuştur. İşte dinî bir meselede ilk müracaat edilecek kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir.

2. Sünnet:

Sünnetten maksat, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) mübarek sözleri, işleri ve görüp de men etmeyerek sükût buyurdukları halleridir. Sünnet olarak tarif edilen Peygamberimizin bu hallerine aynı zamanda hadis denir.
Sahabiler, Kur’ân’da yer alan dinî hükümlerin tafsilatıyla ilgili binlerce hadisi ezberleyip muhafaza ederek kendilerinden sonra gelen ve Tâbiîn denilen ikinci nesle nakletmişlerdir. İlk olarak Hicrî 101 tarihinde Ömer bin Abdülaziz’in gayretleriyle dinî hükümlerin tafsilati ile ilgili dört bin kadar hadis-i şerif toplanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’den sonra sünnet dinî hükümlerin tesbitinde çok esaslı bir yer tutmaktadır.

3. Kıyas:

Bir meselede sabit olan bir hükmün benzerini, diğer birmeselede içtihad sonunda açığa çıkarmaktır. Diğer bir ifade ile, kitap, sünnet veya icma ile sabit olan bir meseledeki hükmü, aynı sebep, aynı hikmete dayanan başka benzer bir meselede tatbik etmektir. Kıyası, ancak müçtehid derecesindeki bir âlim yapabilir.

4. İcma:

Bir asırda yaşayan İslâm müctehidlerinin, bir meseledeki dinî hüküm hakkında ittifak etmeleridir. Buna göre kitap ve sünnette, hakkında bir nas bulunmayan bir meselede müçtehidlerin içtihad ederek verdikleri hükümlerde ittifak meydana gelirse, bu hüküm “icma-i ümmet”le sabit olmuş demektir. Hakkında icma olan bir mesele, artık kuvvetli bir mesele haline gelmiş demektir. Bu hükme şu hadislerde de işaret edilmiştir:

“Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez.”1
Müslümanların güzel gördüğü bir şey, Allah katında da güzeldir.”2

İçtihad-Müçtehid:

İbadet ve muamelatla ilgili bir hükmü dinî delilinden çıkarmak için güç sarfetmeye içtihad denir. Bu hükümleri delillerinden çıkaran âlime de müçtehid adı verilir. Müçtehid, Kur’ân, sünnet ve İslâm hukuku ile ilgili bütünmeselelerde tam bir bilgi sahibi olmalıdır.
Peygamberimizin zamanından beri İslâm âlimleri, dinî bir hükme ihtiyaç duydukları meselelerde Kitap ve sünnette açık bir delil bulamadıkları zaman kendi içtihatları ile amel etmişlerdir. Peygamberimiz, Sahabilerine bu hususta müsaade etmişti. Nitekim Peygamber Efendimiz, Sahabilerin âlim ve fakihlerinden Muâz bin Cebel(i (r.a.) Yemen’e hâkim olarak tayin ettiğinde ona sordu:
“Oraya vardığın vakit ne ile hükmedeceksin? Sana bir şey sorulduğu yahut bir dâvâcı geldiğinde o müşkülü nasıl halledeceksin?”
Muâz: “Allah’ın kitabı Kur’ân ile.”
Resulullah: “Kitapta bulamazsan?”
Muaz: “Resullullahın sünnetiyle.”
Resulullah: “Onda da bulamazsan?”
Muaz: “Onda da bulamazsam kendi içtihadımla hükmederim.”
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz, “Allah’a hamd olsun ki, peygamberlerin elçisini {Muâz’ı}, peygamberlerinin razı olduğu şeye muvaffak buyurmuştur” diyerek Muaz’ın bu sözlerinden dolayı memnuniyetini dile getirdi.3

Peygamberimiz (a.s.m.) ebedî âleme göçtüğünde Kitap ve sünnet Sahabîlerin ezberinde bulunuyordu. Ancak Sahabîler arasında Kur’ân-ı Kerim ile Sünneti zaptetmek, onların ahkâm ve mânâlarını iyi anlamak hususunda ilmî kıfayeti olanlar fetva veriyorlardı. Bunlara Sahabîlerin âlimleri ve fakihleri denmektedir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah bin Mes’ud, Hz. Âişe, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas ve Ebû Musa el-Eş’arî bunlardan en meşhur olanlarıydı.

Dört Halife devrinde ve daha sonraki zamanlarda Müslümanlar karşılaştıkları meseleleri bu zatlara gelip soruyorlar, onlar da Kitap ve sünnete göre hüküm veriyorlar; bu ikisinde de bulamazlarsa kıyas yoluyla meseleyi hallediyorlardı. Böylece Sahabîler zamanında pekçok meselede “icmâ” sabit oluyor; İslâm hukuku, fıkıh teşekkül ediyordu.

Bu arada, bu Sahabîler bazı beldelere yerleşerek ilim ve irfanlarıyla İslâma hizmet ettiler. Meselâ, Hz. Ali ile Abdullah bin Mes’ut Kûfe’de, Enes bin Malik ile Ebû Musa el-Eş’arî Basra’da, Abdullah bin Ömer ile Zeyd bin Sâbit Medine’de yüzlerce talebe yetiştirdiler. Sahabîlerin yetiştirdiği bu talebelere “Tâbiîn” denmektedir. Resulullahın bıraktığı ilim mirası bu nesle intikal etti. Bunların içinde içtihad edebilecek seviyeye gelmiş pekçok âlim vardı. Meselâ, İbrahim en-Nehâî, Hasan el-Basrî, Tâvus bin Kaysan bunlardan birkaçıdır.

Tâbiîn, Sahabîlerin rivayet ettikleri hadisleri ve onların içtihadlarını derleyip biraraya topladılar. Bunun yanı sıra hakkında âyet, hadis ve Sahabîlerin içtihadının mevcut olmadığı meselelerde kendileri de içtihadda bulundular. Çevrelerinde halkalanan talebeleri yetiştirmeye gayret ettiler. İslâm hukukunun temelini kurma, karşılaşılan yeni meseleleri enine boyuna inceleyip hükümlerini açıklama hususunda talebelerine rehberlik ettiler. Bu nesle de “Tebe-i Tâbiîn” adı verilmektedir. İmam-ı Âzam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyan-ı Sevrî, Sufyan bin Uyeyne bu neslinmeşhurlarındandır. Bu zatların içinden, meselâ İmam-ı Âzam Sahabîlerden bir kısmını görmüşse de, ilmî hüviyeti itibariyle Tebe-i Tâbiîne dahildir.

İşte fıkhî mezheplerin teşekkülü bu zamana rastlar. Tebe-i Tâbiîn imamları, Sahabenin ve Tâbiînin içtihadlarını topladılar. İhtiyaç oldukça kendileri de birçok meselede içtihadda bulundular. Müslümanların karşılaşmış olduğu binlerce meselede fikrî çalışmalar yapıp belli esaslar koydular. Bu zatlar çeşitli şehirlerde ikamet ediyorlardı, ilmî çalışmalarını bulundukları beldede yapıyorlardı. Diğer taraftan her birinin fetva metodu da farklıydı. Bazısı sadece Kur’ân ve sünneti esas alıyor, bazısı bunların yanında kıyası kabul ediyor; bir kısmı Kur’ân, sünnet ve Sahabenin icmâı ışığında kendi reyiyle fetva veriyordu. Bir kısmı da bulunduğu bölgenin örf ve âdetlerini dikkate alıyordu. Bu çeşit içtihad ve fetvalar Müslümanların dinî yaşayışını iyice rahatlatmıştı.

Müçtehidlerin bu içtihadları İslâmın temel esaslarında olmayıp ikinci derece fer’î meseleler üzerinde yapılıyordu. Zamanla aynı meselede birtakım farklı içtihadlar ve izahlar ortaya çıktı. Müslümanlar ise kendi bölgelerinde yaşayan müçtehidin içtihadını kabul ediyor, ibadet ve muamelat hayatını ona göre yapıyordu.

Bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini “gidilen yol” mânâsına gelen “mezhep”lere terk etti. O devir, başta hadis ve tefsir olmak üzere birçok İslâmî ilimlerin tahsil edildiği münbit bir zemindi. Müctehid derecesinde çok sayıda ulema mevcuttu. Her müçtehidin görüş ve fetvasını kabul eden ve tâbi olan halk bulunduğundan, neticede her imam bir mezhebin temsilcisi olarak kabul edildi. Bu durum, sonunda yüzlerce mezhebin vücut bulmasına vesile oldu.

Zaman geçtikçe mezhep imamı durumunda olan âlimlerin çoğu kendilerinden daha âlim gördükleri veya aynı meselede, aynı içtihadda ittifak ettikleri imamların mezhebine girdiler. Zaten mezhep sahibi müçtehidlerden hiçbirisi, “Biz bir mezhep kurduk, bize uyunuz, bizim mezhebimizi kabul ediniz, o mezhebi benim ismimle söyleyiniz” diye bir dâvet ve telkinde de bulunmamıştır. Onlar, sadece meclislerine gelen kimselere dinî ilimleri öğretir, kendilerine gelen meselelere hal çareleri aramaya çalışırlardı. Bir meselenin dinî hükmü kendilerinden sorulduğu zaman onu açıklarlardı. Bu imamlardan ders alan talebeler, söz ve içtihadlarını kabul eden âlimler ve halk kendilerine tabi olurdu. Böylece bunların sözleri ve içtihadları bir mezhep şekline gelirdi.

Çünkü bu mübarek zatlar içtihad yaparken nefsî ve indî görüşten tamamen uzak bulunurlardı. İlmî enaniyet ve taassup onlarda mevcut değildi. Hakkı, doğruyu ve güzeli nerede bulurlarsa kabul ederlerdi.

Müçtehidlerin yapmış olduğu içtihadlarının bir mezhep haline elip yayılmasında talebelerinin büyük gayreti oldu. Bundan dolayı bazı imamların talebeleri hocalarının içtihadlarını tertip ve tasnif ederek bir sistem haline getirirken, pekçoğu bu meselede aynı muvaffakiyeti gösteremedi.

İlk başta teşekkül eden birçok mezhep, talebe ve müntesiplerinin azalması sonunda hayatiyetini devam ettiremedi, kitap sayfalarında kaldı. Bugün, Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde dört tanesi yaşamaktadır. İmam Ebû Hanife ve Hanefi mezhebi, İmam Mâlik ve Mâlikî mezhebi, İmam Şâfiî ve Şâfiî mezhebi, İmam Ahmed bin Hanbel ve Hanbelî mezhebi.

1. İbni Mâce, Fiten:8.
2. Müsned, 1:379.
3. Tirmizî, Ahkâm:3; Ebû Dâvud, Akdiyye:11; İbni Mâce, Menâsik:38.

Mehmed Paksu İbadet Hayatımız

 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İslamiyet’teki mezheplerin farklı oluşunun hikmeti nedir?



Çeşitli kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan İslam’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan doğduğu, hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

İtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen İslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )

Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

Mezheplerin doğuşu

Peygamber (asm.) efendimize kadar itikadi noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Ancak Peygamber (asm.) efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç kalmamış ve onun dini bütün asırlara kafi gelmiştir. Fakat teferruat meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Hak mezheplerin imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir...

İslam mezhepleri -bir iki cüz’i mesele hariç- hiç bir zaman iç harp ve karışıklıklara yol açmamış ve bu mezheplerin imamları da birbirine daima saygılı olmuşlar, birbirlerini ret ve inkar etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır.

Mesela: İmam-ı Azam (H. 80-150) bir hadise ile ilgili olarak fetva verdikleri zaman, “Bu Numan bin Sabit’in (İmam-ı Azam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.

İmam Malik (Maliki mezhebi kurucusu. H.93-179), “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 33)

Hanbeli mezhebi kurucusu İmam-ı Hanbeli (H. 164-241) ve İmam-ı Şafii hazretleri (H. 150 - 204) de hiç bir zaman iddialı konuşmamışlar ve meslektaşlarını rencide edici sözler söylememişlerdir. Daha sonra bu büyük insanların rey ve içtihatları talebeleri ve alimler tarafından bir araya getirilerek Müslümanların gönül huzuru içerisinde ibadet yapmaları temin edilmiştir.

Hak birden fazla olur mu?

Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazan birbirine zıt hükümleri hak olabilir?”

Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin... İşte burada hak taaddüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?

İşte bunun gibi İlahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.

Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat olduğunu görebiliriz. Bu hususta İmam Şarani hazretleri “Mizan” isimli bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.

Bir misal:

Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.

Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki İmam-ı Malik hazretleri: “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.

İmam-ı Ebu Hanife hazretleri ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.

İmam-ı Şafii hazretleri ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır...

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
 

Kadriye173

Yeni Üye
hımm çok faydalı bilgiler paylaşndan Allah Razı olsun.. öğrenmek istediklerimi öğrendim çok yardımcı oldu sağol NuruAhsen kardeşim..
 
Üst