Menkıbeler ve Kıssadan Hisseler..

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Öyle bir sultana vezir ol ki!

Erzurum’da IV. Murad devrinde yaşayan Allah’ın veli kullarından bir Habib Baba varmış. Bu zat, hacca gitmeye niyet etmiş. O günlerde hacılar yurdun dört bir yanından gelip İstanbul’da toplanır, oradan da kervanlar halinde yola çıkarlarmış.

Habib Baba da, “yola çıkmadan önce bir temizlik yapayım” deyip İstanbul’da bir hamama gidivermiş. Aksilik ya, o gün o hamama vezirler gelecekmiş; dolayısıyla da kimse içeri alınmamış. Habip Baba da bu yasağa takılmış ama, “Ben şuracıkta bir kurnada yıkanıveririm.” diye yalvarıp yakarınca sadece ona hususi bir izin çıkmış. Biraz sonra vezirler bütün ihtişamları ve debdebeleriyle cümbür cemaat gelivermişler. Bu arada IV. Murad da tebdil-i kıyafet ederek halktan biriymiş gibi, o da bu hamama gelmiş o da yalvarıp yakarmış. “Şuracıkta bir kurnada su dökünürüm.” demiş ve zorla içeri girmiş. Tabiî bizim Habib Baba ile aynı kurnaya düşmüşler. Derken birbirlerinin sırtlarını keselemeye sıra gelince bir ara IV. Murad “Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış.” deyince, Habib Baba “Bırak sen onu dostum, öyle bir Padişah’a vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına senin sırtını keseletsin.” deyivermiş...

Evet, kerametle tanımıştır padişahı. İnsan, Gerçek Padişah’a kul olunca insanlara değil, kâinâta bile hükmedebilir.


Yâ Rabbî!.. Bizlere kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini, bütün enbiyânın, Ehl-i beytin, Eshâb-ı kirâmın ve bütün Evliyâ-i kirâmın sevgisini ve sevgine kavuşturacak amel ve işleri nasip eyle!
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Padişahın İşi Ne?


Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

-- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah?..

-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?

-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;

-- Kimdir bu?

Ahali:

- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!..

-- Nerden biliyorsunuz?

- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...

Bir başkası tafsilata girer;

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine...

Hele yaşlının biri çok öfkelidir.

- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!... Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :

-- Nereye?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

-- Basbayağı kaldırırız işte.

- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

-- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim...

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...

-- Nasıl yani?..

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.

Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..

-- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye...

-- Hayret...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...

-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...

-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.inan cenazen kalacak ortada...

-- Doğru, öyle ya?..

- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

-- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra;

- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Bâyezîd-i Bistâmî kırk beş kere hacca gitmişti.

Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona;
“Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin.” diye fısıldadı.Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa;“Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?” diye sordu.Bir adam başını kaldırıp; “Ben alırım.” dedi ve ekmeği uzattı.Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı.

Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî’nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devâm etti.

Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
“Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun.” dediği sırada râhip içeri girdi ve;“İsmin nedir?” diye sordu.O da; “Bâyezîd!” cevâbını verdi.Râhip; “Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh’in kulu olmuş olsaydın!” deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî’ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;“Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum.” deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu.

Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek;
“Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi.” dedi.Bâyezîd-i Bistâmî dışarı çıkmak için hazırlandı.Fakat râhib ona; “Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil’i as!” dedi.Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi.

Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda;
“Nasil konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!” diye cevap verdi.

Halk ve râhipler galeyâna gelerek; “Onu göster parçalayalım.” diye bağrıştılar.Başrâhip; “Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim.” dedi.Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler.

Başrâhip; “Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster.” diye seslenince,Bâyezîd-i Bistâmî ayağa kalktı.Bas râhip; “Adın ne?” diye sordu.“Bâyezîd!” cevâbını verdi.“Tahsil gördün mü?” diye sorunca;“Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum.” dedi.Bunun üzerine râhip; “O hâlde bana şu hususları cevaplandır:

İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?”

Bâyezîd-i Bistâmî baş râhibe; “Beni iyi dinle!İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır.

Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür.

Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktir (boşamadır).

Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur’ân-ı kerîmdir.

Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır.

Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür.


Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür.

Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş’ı taşıyacak sekiz melektir.

Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir.

On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir.

On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir.

On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.” dedi.

Râhip tebessüm ederek; “Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver.” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî;Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi.” diye cevap verdi.

Râhip; “Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?” diye sorunca;

Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi.” cevâbını verdi.

Râhip tekrar; “Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?” diye sordu.O da;İblîs ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu.” dedi.

Râhip tekrâr; “Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?” dedi.Bâyezîd-i Bistâmî;Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-i Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi.” cevâbını verdi.

Râhip; “Doğru söyledin. Âlimler, Cennet’te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?” diye sordu.

Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır.” cevâbını verdi.
Râhip yine; “Doğru söyledin.

Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?” diye sorunca;
“Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur.” cevâbını verdi.Râhip; “Doğru söyledin.

Cennet’te Tûbâ agacı vardır. Cennet‘te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?” diye sordu.


Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?” cevâbını verdi.
Râhip; “Doğru söyledin. Simdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır.Bu ağaç nedir?” deyince:

“Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder.” cevâbını verdi.Son olarak râhip söyle sordu:

“Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmis, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?”
Bâyezîd-i Bistâmî;“Nûh peygamberin gemisidir.”

dedikten sonra, râhibe;
“Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var.

Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım.
O da şudur:

Cennet’in anahtarı nerededir
? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?”
Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı.Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve;“Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun?” dediler.O da; “Hayır mağlûb olmak istemiyorum.” deyince;“Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun.” dediklerinde;“Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız?” dedi.Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler.Râhip; “Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet’in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre;Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahdır.” deyip müslüman oldu.Diger râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular.Bâyezîd-i Bistâmî de onlarin yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Seyret, Sus ve Dinle




Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki? Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Veli’nin attığı ok, geri dönmez

Seyyid Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bir köye uğramıştı.

Köylülerden biri yanına gelerek;
- Efendim, bu köyde âlim bir zat var, herkes onu çok sever ve saygı duyarlar, dedi.

Ve ekledi:
- O benim babamdır ve çok hastadır şu anda. Ayağa kalkamıyor. Bir ziyaret etseniz kendisini.

Büyük Veli kabul edip vardı hastanın yanına.
Biraz konuşunca, bozuk bir itikada saplanmış olduğunu anladı.

Sordu kendisine:
- Şifa bulursan, bu bozuk itikattan dönecek misin?
- Evet döneceğim.

Namaz kılıp, dua etti

Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh” memnun oldu.
Kalktı ve iki rekat namaz kılıp şifa bulması için dua etti.

Sonra da ihtiyarın kolundan tutarak;
- Haydi, Allah’ın izniyle ayağa kalk! buyurdu.

Hiç hastalığı yokmuş gibi ayağa fırladı yaşlı adam.
Sapsağlam olmuştu.

Hazret-i Ebül Vefa;
- Az önceki sözünde durmazsan, bu hastalık tekrar gelir sana, haberin olsun, buyurdu.

Sözünde durmamıştı

Ve ayrıldı o evden.
Aradan birkaç sene geçti.

Yine aynı köyden gelip çağırdılar bu büyük Veli’yi.
Zira adam sözünde durmamıştı.

Ve tekrar yakalanmıştı aynı hastalığa.
Ancak Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh” gitmedi bu defa.

- Ben ona söylemiştim, buyurdu. Demek ki, o kendi zararına razı olmuş. Böyleleri merhamete lâyık değildir.

Ve ekledi:
- Veli’nin attığı ok, çıkınca geri dönmez.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Üstadın vazifesi
Seyyid Ebül Vefa hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” bir talebesi, zaman zaman;
- Efendim, talebenin hocasına, hocanın da talebesine karşı vazifeleri nedir? diye sorardı.

Bu zat da;
- Bu sualin cevabını, ancak yaşıyarak anlarsın, buyururdu.

Ve bir gün o genci çağırıp;
- Mısır’a git. Bir kimse benim için bin dinar nezretmiş. O parayı al getir, buyurdu.

Talebe;
- Baş üstüne efendim, deyip çıktı yola.

Ebül Vefayı tanır mısın?

Mısır’da, ilk rastladığı biri sordu kendisine:
- Ebül Vefa hazretlerini tanır mısın?
- Evet, hocamdır.

Ona bin dinar uzatıp;
- Bu parayı götürüp hocana teslim eder misin?
- Tabii, ben de bunun için geldim zaten.

Bin dinarı ondan alıp geri dönerken, çok güzel bir kadın gördü.
Ve âşık oldu bir anda.

Kadın da onu çok sevmişti.

Birisiyle ona;
- Benimle olmak istersen, cebine, bin dinar koyup filan yere gel, diye haber gönderdi.

Teklifi kabul edip, o gece buluştular.

Bir El peydah oldu

Muhabbet ediyorlardı ki, gaibten, bir el peydah oldu birdenbire.
Talebe, tanımıştı hocasının elini.

Korkudan bayılıp düştü.
Kendine gelince, hızla çıktı. Ve koşup, köyüne giden bir kervana katıldı hemen.

Kadın da arkasından.
Ebül Vefa hazretleri, o talebeye haber gönderip;
- İkisi birlikte gelsinler, buyurdu.

Onlar, korku içinde içeri girince, büyük Veli o talebeye dönüp;
- Evladım, hani sen bana bir şey soruyordun ya, işte bu seyahatte ona bir cevap aldın, buyurdu.

İkisi de tövbe ettiler Onun huzurunda.
Ebül Vefa hazretleri, nikâhlarını kıyıp, evlendirdi ikisini.

O kadın da, çok saliha bir hanımefendi oluverdi.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tatlı su fışkırdı
Adiyy bin Müsafir hazretlerini “rahmetullahi aleyh” sevenlerden biri anlatıyor:

Bir yolculuk esnasında yolum dağ başına uğradı.
O gece dağda konakladım.

Az sonra vahşi hayvanlar geldi yanıma.
Ama bana hiç dokunmadılar.

“Yoksa Adiyy bin Müsafir hazretleri mi var bu yakınlarda?” diye düşündüm kendi kendime.

Zira bu hâl, o zata mahsus bir keramettir diye biliyordum.
Gerçekten de o zatın sesini duydum o ara.

Düşüncem doğruymuş meğer.
Çok yorgun, aç ve susuzdum.

Bu büyük Veli yanıma gelip ayağını yere vurdu.
Baktım, tatlı bir su fışkırdı vurduğu yerden.

Bir daha vurdu.
Vurduğu yerden bir nar ağacı çıktı bu defa.

Bana dönüp;
- Bu nimetler, Allah’ın izni ile, senin için çıkmıştır, buyurdu. Ye, iç ve Ona şükreyle.

Günahtan uzak dur!

Bir gence, nasihatında;
- Evladım, günahtan uzak dur, buyurdu. Zira tövbesiz ölenlere azap var ahirette.

Şöyle devam etti:
- Sen, başkalarının günahına bakıp da, seninkini küçük görme sakın. Zira o gün, küçük bir günah, senin için çok çetin olacaktır evladım.

Ve ekledi:
- Günah ateştir. Bunu hiç unutma.

Gıybetten sakın!

Bir gün de bir genç nasihat istedi bu zattan.

Ona cevaben;
- Gıybetten çok sakın, buyurdu. Zira gıybet, zina etmekten daha çirkindir.

Delikanlı şaşırdı:
- Zinadan mı dediniz efendim?
- Evet. Hem de annesiyle zinadan. Falan âlim, filancadan üstündür demek de gıybettir. Çünkü duysa üzülür.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Tanıdın mı bu yeri?
Seyyid Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh”, henüz iki aylık iken Ramazan gelmişti.

Gündüzleri hiç süt emmiyordu annesinden.
Yürüyecek bir yaşa gelmişti ki, annesiyle birlikte bir yolculuğa çıktılar.

Bir bostanın yanından geçerken, Ebül Vefa hazretleri annesine dönüp;
- Anneciğim, burayı tanıdın mı? diye sordu.
- Tanımadım, deyince hatırlattı:

- Anneciğim, hani siz bir seferde yorulup, bir bostanın yanında mola vermiştiniz, hatırladın mı?

Kadıncağız hatırladı o zaman.
- Evet evet hatırladım.

- Yolculardan bazısı, bu bostandan kavun çalıp kestiler. Ve herkese dağıtıp sana da bir dilim verdiler.
- Evet oğlum.

- Sen o kavunun çalındığını bilmediğin için yedin ve yer yemez şiddetli bir ağrı duydun karnında.
- Evet.

- İşte o ağrıyı ben vermiştim sana. Zira haram lokma girmişti boğazına.

Senden süt emmezdim

Şöyle devam etti:
Sonra ben, iki aylık bebek idim ki, Ramazan’da gündüzleri hiç süt emmezdim anneciğim.

Annesi tasdik etti:
- Evet yavrum.

- Sen, benim hasta olduğumu zannedip, üzülüyordun. Ama akşamları süt emince seviniyordun.

Annesi hayretle;
- Evet ama sen bunları nasıl biliyorsun? dedi. Ben bile zor hatırlıyorum.

O, cevaben;
- Rabbimiz bildirdi anneciğim, dedi. Zira cenâb-ı Hakkın her şeye gücü yeter.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Şunu susturalım mı?
İmam-ı Ali Naki “rahmetullahi aleyh”, âlim ve Evliyadandır.
Seyyiddir ayrıca.

Bu zatı, bir düğün yemeğine davet etmişlerdi bir gün.
Kabul edip, teşrif etti.

Ancak biri vardı ki, hiç hürmet göstermiyordu bu büyük Veli’ye.
Bir şeyler konuşup halkı güldürüyordu.

Hazret-i İmam önce sabretti.
Ancak diğer insanlar da rahatsız oluyordu bundan.

Bu zata yanaşıp;
- Şunu susturalım mı efendim? dediler.

Cevaben;
- Lüzum yok, buyurdu. Biraz sonra gidecek buradan.

O anda biri geldi oraya.
O edebsize dönerek;
- Annen damdan düşmüş, çabuk yetiş, ölmek üzere! dedi.

Dondu kaldı bu haber üzerine.
Telaşla kendini attı dışarı.

Hem de tek bir lokma yemeden.

Dünyada öyle yaşa ki...

Bir gün de nasihat isteyen bir gence;
- Sana iki nasihatim var, buyurdu. Birincisi, bu dünyada öyle yaşa ki, Allahü teâlâ seni, yasak ettiği bir şeyi yaparken görmesin.

Ve ekledi:
- İkincisi de, ibadetlerini öyle yap ki, Allahü teâlâ beğensin onları, kabul etsin.

- O, hangi ibadetleri beğenir efendim?
- Şartlarına uygun olarak yapılanları. Ahirette her işinden hesaba çekileceksin oğlum. Şimdiden hazırla cevaplarını.

Son olarak;
- Ehl-i sünnet âlimlerini çok sev, buyurdu. Onların nasihatlarına göre yaşa bu dünyada.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Talep edene hizmetçi ol


Gece yarısından sonra, Hazret-i Mevlana’nın dergahının kapısı çalınır. Talebeleri açar. Sarhoş bir genç, (Ben Üstad Mevlana’yı görüp, elini öpüp duasını alacağım) der. Talebeler kovsalar da, o gitmez, (Duasını almadan asla gitmem) diye diretir. Talebeler ne yaptılarsa oradan uzaklaştıramazlar.



Gürültüye Hazret-i Mevlana uyanır, (Ne var, ne bu gürültü?) diye sorar. Talebeleri, Efendim, sarhoş bir genç, duanızı almadan gitmeyeceğini söylüyor derler.


Hazret-i Mevlana talebelerine, (O, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri alamıyorsunuz. Belki samimidir, niye kovuyorsunuz? Talep edeni, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok ki. Ateşten çıkıp gelene, dön tekrar ateşe demeye hakkımız var mı? Bırakın gelsin yanıma) buyurur.

Mevlana hazretlerinin bu sözlerini duyan genç gelir ve ağlayarak, (Hocam benim gibi sarhoş, edepsiz birisi için, talebelerinize sitem etmenize gönlüm razı olmadı. Beni de talebeliğe kabul buyurmaz mısınız? O talebelerin ve sizin hizmetinizde olmakla şereflenmek istiyorum) der.



Hazret-i Mevlana gencin gözyaşlarını silip der ki:
Evladım hoş geldin aramıza, kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz, hangi vesile ile kavuşacağı belli olmaz.

Allahü teâlâ âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimize, "Beni talep edene hizmetçi ol" diye emrediyor. Bu yüzden talep edenin haline vaktine saatine bakılmaz, talebine bakılır. Sen bizi Allah için sevip bulmuşsun. Gerçekte talebin biz değil, Allah sevgisine kavuşmaktır. Buna engel olmaya kimsenin hakkı olmaz. Talebelere sitem edişim bu yüzden idi.

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Namaza gelenin farkı


Harun Reşid, bir Ramazan günü Behlül'e, akşam namazında camiye gitmesini ve namaza gelen herkesi iftara davet etmesini söyledi.


Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:
- Akşam camiye bu kadar insan mı geldi?


Behlül cevap verdi:

- Siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu ve daha başka şeyler sordum. Onları da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen bu kadarmış.

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Misafir istemeyen Kadin...


Misafirperver bir sahabi vardi. Hanimi ise her gün kocasinin yaninda bir kaç misafirle gelmesine artik tahammül edemez olmustu. Birkaç defa kocasina:

- Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarimizin rizklarini yiyorlar, dediyse de kocasi, her gün yaninda birkaç misafir getirmekte israr ediyordu.
Kadin sahabi dayanamayip, Resûlüllah'a sikâyete karar verdi:

- Ya Resûlüllah! Kocam her aksam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamin kazandiklari hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalaniverse, açliktan ölmekten korkarim, dedi.
Peygamber efendimiz(s.a.v.) kadinin kocasini, huzuruna çagirtti.

Adam:

- Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olmasi, bana nes'e ve bereket veriyor, diyor ve diretiyordu. Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadina, bundan sonra fazla degil, bir misafire razi olup olmadigini sordu. Kadin buna da razi degildi:

- Ben çocuklarimin rizkini baskalarinin yemesine riza gösteremem, diyordu. Adam hiç olmazsa bir misafirde israr edince; kadin bosanmaktansa bir misafire razi oldu. Fakat o aksam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldigini gördü. Kadin sinirlenmisti, içi rahat degildi. Yemek hazirlamak için mutfaga girdi, üç kisilik yemek hazirlayip tepsiyi kocasina verdi. Biraz sonra da misafirlerden birinin çikip gittigini gördü. Hazirlanan yemeklerden biri yenmemisti.
Kadin kocasina:

- Misafirin biri niçin yemek yemeden çikip gitti? diye sordu.

Adam, ikinci misafirin farkinda degildi:

- Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde iste diye cevap verdi.

Kadin çok iyi görmüstü. Misafirin birisi yemek yemeden çikmisti.

Bu münakasanin içinden çikamayacaklarini anlayan kari-koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattilar...

Onlari dinleyen Peygamber efendimiz (s.a.v.) söyle buyurdu.

- Evet! Eve iki misafir gelmisti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan degil, insan suretine giren rizkti. Allah (c.c.) hanimini akillandirmak için rizki insan kiligina sokmustu.Haniminin ise, yine misafirler için bir miktar rizki gözden çikarip hazirladi, ama o rizki, eksilmedi.

Sunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rizki ile gelir. Ve kimse, kimsenin rizkini yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin bereketini arttirir ve o evin rizkinda artma olur, buyurdular. Tabii ki kadin, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda degildi...
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Mesneviden Hikayeler / GERÇEK AŞK



Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir

Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.


Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!


Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)”.


Hepsi birden dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”

Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.

İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl olmadı.O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.


Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:

“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.

Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”

Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.

Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.

Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Sahibini kim bilmez


İslam âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübarek, birkaç koyun otlatan bir çocuk gördü. Ona acıdı. (Zavallı Çocuk!.. Küçük yaşta çobanlık yapıyor. Büyüyünce Allahü teâlânın ibadet ve marifetine nasıl kavuşur) diye düşündü. (Gidip çocuğa Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim) diye, çocuğun yanına geldi ve aralarında şu konuşmalar geçti:
- Evladım, Allahü teâlâyı bilir misin?
- Kul sahibini nasıl bilmez!..

- Allahü teâlâyı ne ile biliyorsun?
- Bu koyunlar ile.

- Bu koyunlar ile Onu nasıl biliyorsun?
- Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunları koruyucu birisi lazımdır ki, bunlara su ve ot versin! Kurttan ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki, bu âlemdeki her şey, insanlar ve cin, bu hayvanlar, canavarlar, kanatlı kuşlar Yaratıcısız olamazlar. İşte bu koyunlar ile, Allahü teâlâyı böylece bildim.

- Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
- Hiçbir şeye benzetmeden bilirim.

- Böyle olduğunu nasıl bildin?
- Yine bu koyunlardan.

- Nasıl yani?
- Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlar benim ne düşündüğümü ne yapacağımı bilemez. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler ve ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemeyeceğini anladım: “Ona benzeyen bir şey yok. O her şeyi işitir ve görür.”

- İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi?
- Ben bu sahralarda, nasıl bir ilim öğrenebilirim?

- Peki başka neler biliyorsun?
- Üç ilim bilirim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

- Bunlar nelerdir?
- Gönül ilmi şudur ki; bana kalb verdi. Kendini tanımak ve sevmek yeri yaptı. Bu kalb ile Onu bileyim. Onun sevdiklerine gönülde yer vereyim. Sevmediklerine yer vermeyeyim ve böylelerinden uzak olayım.

Dil ilmi şudur ki; bana dil verdi. Dili zikir etmek, Onun adını söylemek yeri yaptı. Bununla Onu hatırlayıp adını söylemeyi, Ondan bahsedilmeyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı istedi.

Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir. Onun ile kendine hizmet olan her şeyi yaparım. Hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

- Maşallah evladım sana. Bana bir diyeceğin var mı?
- Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendiysen insanlardan istemeyi kes! Yok, dünya için öğrenmişsen, Cennet arzu ve isteğini kalbinden çıkar.

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.Gül Yaprağı




Dergâhin kapisi hikmeti arayan herkes icin acikti. Dergaha hakikatin pesine düsen herkes kabul ediliyordu. Dergâhta gecerli olan incelik; anlatmak istediklerini konusmadan aciklayabilmekti.

Bir gün dergâhin kapisina bir yabanci geldi. Yabanci kapida öylece durdu ve bekledi. Bu kapida sessizce ve sezgiyle bulusmaya inaniliyordu, o yüzden kapida herhangi bir taokmak, veya zil yoktu. Bir süre sonra kapi acildi, icerdeki mürid, kapida duran yabanciya bakti. Bir selamlasmadan sonra sözsüz konusmalari basladi. Gelen yabanci, dergâha girmek, fikir halkasina dahil olmak, burda kalmak istiyordu. Kapiyi acan mürid bir ara kayboldu, sonra elinde agzina kadar suyla dolu olan bir kapla geri döndü ve bu kabi yabanciya uzatti. Mürid elinde ki dolu su kabiyla sunu demek istiyordu:

Dergahimiz yeni bir aracayi kabul edemeyecek kadar doludur.

Bu durum karsisinda yabanci dergâhin bahcesindeki güllerin yanina gitti, güllerden bir gül yapragini alarak kabin icindeki suyun üstüne birakti. Gül yapragi suyun üstünde yüzüyordu ve su bir damla dahi tasmamisti. Bu durumu gören mürid saygiyla egildi ve kapiyi acarak yabanciyi iceriye aldi. Hal dili ile söyle denilmisti:

Dergâhta suyu tasirmayan bir gül yapragina her zaman yer vardi..
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

Sultanlığı nasıl bıraktı​


Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece hanımıyla kuş tüyü yatakta yatarken kendisini rahat hissetmiş olacak ki, (Hatun, Cennette de seninle böyle beraber olsak) dedi. Tam bu sırada sarayın damında bir ayak sesi işitildi. Damda bir adamın gezdiği anlaşılıyordu.

İbrahim Edhem, sinirlenmişti. (Kim bu saatte o damdaki... Ne arıyorsun orada?) diye seslendi. (Devemi kaybettim, onu arıyorum) diye cevap geldi.

Hükümdar, iyice kızmıştı... (Behey şaşkın, damda deve mi olur!) diye haykırdı. Damdaki, dedi ki:
(Ey hükümdar! Damda deve aranmaz da, atlas yataklarda Cennet aranır mı?)

Bu söz hükümdara çok tesir etmişti...

Sabah vezirleriyle görüşürken aklı fikri gece olan bu olayda idi. Bu sırada bahçeden sesler gelmeye başladı. Pencereden bakınca, iri yarı bir delikanlının saray muhafızları ile tartıştığını gördü. Seslenerek onları içeri çağırdı ve gence ne istediğini sordu. Genç sinirle, (Ben hana girmek istiyorum, bunlar bırakmıyor) dedi. İyi ama burası han değil ki, saraydır, ben de padişahım dedi. Genç itiraz etti, hayır han dedi. Peki nasıl han oluyor? Senden önce kim vardı burada? Babam vardı. Ne oldu ona? Göçtü gitti. Ondan önce? Dedem vardı. Ona ne oldu? O da göçüp gitti. Peki efendim, birinin konup birinin göçtüğü yere han denmez mi?

Genç bunu söyleyip, çekip gitti.

Gece damdaki adamın sözleri ve şimdi de bu gencin sözleri iyice canını sıkmıştı padişahın. Hemen av elbiselerini giyinip, kırlara doğru sürdü atını. Bu iki olayın tesirinden kurtulmaya çalışıyordu. Bir ceylan gördü. Bunu kovalamaya başladı. Birkaç saat bununla uğraştı. Sonunda öyle bir yere sıkıştırdı ki, artık ceylanın kaçacağı yer yoktu. Kendi kendine ceylana seslendi, beni çok yordun, şimdi ne yapacaksın, nasıl kurtulacaksın elimden? O anda ceylan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip, senin başka işin yok mu, ne istiyorsun benden, beni öldürmek için mi yaratıldın sen, kendi vazifeni yapsana sen) dedi.

Bunun üzerine İbrahim Edhem, okunu yayını atıp tevbe etti. Padişahlığı da bıraktı, bir daha memleketine dönmedi. Gitti, İslam âlimlerine talebe oldu, senelerce ilimle uğraştı. Sonunda İbrahim Edhem hazretleri oldu.

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
ÖNDE GİDENLERİN MESÛLİYETİ




Birgün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:
“– Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukâbelede bulundu:

“– Ey İmâm! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zîrâ eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.” dedi.

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine:

“Şâyet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar…”


HİSSE:
Hak yolunda ön saflarda bulunmak hem bereketli, hem de mes’ûliyetlidir. Zîrâ önde bulunanların, güzellikleri etraflarına tesir ettiği gibi yanlışlık ve çirkinlikleri de etrafları tarafından doğru telâkkî edilerek taklîd ve uygulanmak sûretiyle şuyû bulur. Onun için İmâm-ı Âzam gibi din büyükleri, verdikleri fetvâlarda bu hassâsiyete riâyetin yanında yaşayışlarını da hep takvâ ölçüleri içinde sürdürmüşlerdir. Nitekim bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlerken kendisini görenler sorarlar:

“– Yâ İmâm! Verdiğiniz fetvâya göre şu ufacık leke namaza mâni bir kir değil; ne diye zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?”

Hazret-i İmam buyurur:

“– O fetvâ, bu takvâ!..”

İşte büyük olsun küçük olsun kullara ve Hakk’a karşı bütün mes’ûliyetleri ebedî âlemde birer memnûniyete dönüştürecek olan yegâne düstur!..
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!”




Bayezid-i Bistâmî şöyle anlatır:

Birgün Dicle nehrinden karşı tarafa geçecektim. Yanına varınca Dicle’nin iki yakası, bana yol vermek için birleşti. Derhal kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

“And olsun ki, ben, buna kanmam. Zîrâ sandalcılar bir adamı yarım akçeye geçiriyorlar. Ama sen, otuz senelik amelimi istiyorsun! O hâlde mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi aslâ burada yarım akçeye verip ziyan edemem. Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!”

HİSSE:


Nefse hoş gelen bir fiil olarak kerâmet, gerçek Hak dostlarının büyük bir hassâsiyetle üzerinde durdukları bir meseledir. Zîrâ kerâmeti bir kenara koyup bir anlık zorluğa katlanmanın bedeli, ya geçici bir yorgunluk ya da üç-beş kuruş masraf veya kulların gözüne meçhul kalmaktır. Ancak kerâmete sarılmanın bedeli ise, bazen o âna kadar yapılan amel-i sâlihlerin tamamıdır ki, bu insanı yüceliklere eli boş götüren bir gönül iflâsıdır. Onun için bütün ârifler, Hakk’ın murâd etmesi müstesnâ, halkın rızâsını ve takdîrini kazanmak demek olan kerâmete aslâ meyletmemişler, dâimâ Kerîm olan Mevlâ’nın rızâsını tahsîle gayret etmişlerdir.


Bu meyânda evliyâullâhın büyüklerinden Sehl bin Abdullâh et-Tüsterî, ne güzel buyurur:


“Kerâmetlerin en büyüğü, kötü huyları, iyi huylarla değiştirmektir. Üstelik bazı kerâmetler, ağlayan çocuklara oyalansınlar diye verilen bir oyuncak gibidir. Bunu velîler değil, ancak gaflet erbâbı arzu eder. Onlar bununla oyalanır ve nicelerini de oyalarlar.”
Onun için her dâim en mühim mesele, Cenâb-ı Hakk’ın:



“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) buyruğunu îfâdır
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
GERÇEK TAHSİL


Sâmi Efendi Hazretleri, Daru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allâh dostu:

“– Evlâdım, bu tahsîl de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfân mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren.” dedi.

Ardından ekledi:

“– Evlâdım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir…





HİSSE:

İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler:

“– Ey Allâh’ın Rasûlü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim.” demişlerdi.

Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi.[SUP]1
[/SUP]
Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:

“– Allâh’ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.

Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir.
Ebu’l-Kâsım el-Hakîm’e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:
“Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:

Birincisi incitmeyen bir kalb,

İkincisi incinmeyen bir kalb,

Üçüncüsü de iyiliği Allâh’ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb…

Zîrâ bir mümin, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir…”




Şâir ne güzel söyler:

Cihân bâğında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
[h=2]HAK YOLUNA LEKE DÜŞÜRMEMEK[/h]
Bu yol, yâni tasavvuf yolu, Hak nûrunun tecellî ettiği öyle pırıl pırıl bir ufuktur ki, aslâ leke kabul etmez. Bu yolun özünü ve rûhunu görebilenler, onda aslâ dîn-i mübîne aykırı bir hâl bulamaz.

Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin mânevî halkasında avâm-havâs her kesimden sayısız talebe vardı. Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf gibi Buhârâ’nın önde gelen âlimleri de onun sohbet meclislerine katılmaya can atıyordu. Ancak ulemâdan bazıları, bunu aralarında bir dedikodu vesîlesi yapıp Bahâuddîn Nakşibend -kuddise sirruh- hakkında ileri-geri konuşmaya başladılar. Nihâyet birgün bu muhâlifler, Nakşibend Hazretleri ile bir mecliste buluşup tenkitlerini dile getirdiler. Bahâuddîn -kuddise sirruh- onlara:


“– Gelin, yolumuzu size anlatalım; eğer Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim!..” dedi.

Hazret-i Pîr’in anlattıklarını dinleyen ve bu yüce tasavvuf yolunu inceden inceye mütâlaadan geçiren o ulemâ, yakînen şâhid oldukları bu ulvî hakîkatler karşısında itiraz edecek bir şey bulamadılar. Kemâl-i edeble:

“– Efendim, yolunuz sırât-ı müstakîm imiş; gayrı hiçbir itirazımız yok!..” dediler.



HİSSE:
Bu hâdiseden anlaşılan, gerçek tasavvuf yolunun Kur’ân ve sünnete tâbî olmada büyük bir titizlik ve kalbî rikkat içerisinde olduğudur. Sâliklerine de bu minvâl üzere hareket etmelerini işâret eden Şâh-ı Nakşibend’in zâhirî ilimlerde ulemâ ile çatışmayıp, aksine “eğer Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim” buyurması, istikâmetin bu yoldaki ehemmiyetini ifâde eder. Dolayısıyla bu yolun sâliklerine gereken, aynı hassâsiyeti göstererek bu tertemiz yola leke düşürmemektir. Ancak burada ulemâ ile kasdedilen sâlih âlimlerdir, yoksa «ulemâ-i bi’s-sû’» denilen kalbleri ve ilimleri fesâda uğramış olup Hak yoluna ters hareket eden, ihlâs ve takvâyı hiçe sayan, Allâh dostlarının fazîletlerini inkâr eden ve Kur’ânî ifadeyle az bir dünyâlık karşısında Allâh’ın âyetlerini satan gâfiller değildir.
 
Üst