Mektubat 8. Ders - Tasavvuf Meyvedir, Hakaik-i İslâmiye Gıdadır.

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Mektubat/Beşinci Mektup
Konu: Hakaik-i İmaniye ve Tasavvuf

Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.


  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.

Selam ve dua ile.


[BILGI]
[SUP][SUP]2[/SUP] [/SUP]وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
[SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP]

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”[SUP][SUP]4[/SUP] [/SUP]

Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”[SUP][SUP]5[/SUP] [/SUP]

Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.”[SUP][SUP]6[/SUP] [/SUP]

Öyle ise, Tarîk-i Nakşînin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

[SUP][SUP]7[/SUP] [/SUP]اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî




[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[SUP]3[/SUP] : İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1:182 (210. Mektup).
[SUP]4[/SUP] : İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1:182 (210. Mektup).
[SUP]5[/SUP] : İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1:240 (260. Mektup).
[SUP]6[/SUP] : İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1:87 (75. Mektup), 1:98 (91. Mektup) 1:99 (94. Mektup)

[SUP]7[/SUP] : Bâkî olan sadece Odur.


Mektubat
[/BILGI]


[TAVSIYE]Mektubat Dersleri: Mektubat
Diğer dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
Her zamanın bir hükmü var. Mevsimlere göre libaslar ve ilaçlar nasıl değişiklik arzediyorsa, zamanın değişmesiyle de, dinde rağbet gören ve elzem olan bir tarz, daha belirgin bir hale geliyor. Bu dersimiz de, bu zamanda imana hizmet etmenin daha elzem olduğu hakkındadır..
 

faris

Well-known member
[BILGI]SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”[SUP][SUP]3[/SUP]


[/SUP][/BILGI]

İman hakikatlerini tebliğ etmek ile keramet gibi lezzetleri iki ayrı mesele olarak düşünürsek. İman hakikatleri kişide lezzetleri ise Allah'ın lütfundan düşünmemiz iktiza edecektir. Bir ufak parantez içinde lakin her ikisde hakikatte Allah'tan olduğu mutlakdır. Ancak meselenin anlaşılması için arka plandan ziyada zahire bakacak olursak;

İlimde farzdır namazda farzdır. Mesela küçükken babalarımız elimizden tutar bizi camiye namaza götürürdü bir süre sonra belirli bir kemale eriştiğimizde ise haydi oğlum git namazını kıl demeye başlardı. İşte manevi olarak baktığımızda keramet gibi manevi lezzetler Allah'ın bizim kalbimizden tutması olarak ele alabiliriz, belirli bir kemale eriştiğimizde ise haydi artık kendi başına yap demektedir. İşte bu lezzet meselesi kişinin kabiliyet ve istidadından ileri gelmemektedir. Allahın bir lütuf ve rahmetidir. Ancak iman hakikatlerine ait meseleler böyle ele alamayız. Mesela Allah'a inanmayan birine Allah'a iman etmesi için gerekli hakikatleri göstermek ilimden gelmektedir bunun neticeleri Allah'ın bize verdiği o cüzü lezzetlerden daha azimdir. Nitekim o lezzetler şimşek gibidir ne zaman çakacağı belli olmaz ama iman hakikatlerinin inkişafı güneş gibi her zaman doğacaktır.. Neticesi ise şimşek bir anlık sadece o bölgeye ait bir aydınlık verir ancak güneşin doğması ve dünyayı aydınlatması daha geniştir. Elbette ortaya çıkan manzarada diğerinden daha lezzetli olması mutlakdır.

Yine bununla beraber; tarikata gireyim keramet sahibi ilimlere mazhar olayım niyeti ile girmek ameli ifsad eder. Ancak iman hakikatlerinde böyle değildir. İman hakikatlerini anlatayım bu hakikatler bilinsin demek ameli bozmaz hatta pek çok faydaları vardır..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP][/NOT]

İmam-ı Rabbaninin bu sözünden, iman hakikatlerinden bir meselenin inkişaf etmesi, binlerce zevk ve heyecanlardan ve kerametlerden daha üstün ya da daha gerekli olduğunu anlıyoruz. Mesela haşre imanla ilgili bir meseleyi tefekkürle tam kavramak direkt imana kuvvet verdiğinden, ve iman bilhassa şu zamanda, hem dünyada, hem sekeratta, hem kabirde ve hem de ahirette insana en lüzumlu şey olduğundan kerametlere ve zevklere, istiğrak hallerine tercih edilir.

[NOT]Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”[SUP][SUP]4[/SUP] [/SUP][/NOT]

Hem bütün yolların varış noktası, iman hakikatlerinin inkişafı ve ortaya çıkmasıdır.

[TAVSIYE]zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir.

Sözler
[/TAVSIYE]


Risale-i Nur birinci yolu tutuyor..
 

Huseyni

Müdavim
Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”


[TAVSIYE] Velâyet-i Kübra; daha çok sahabelerin ve onların yolunda gidenlerin mesleğidir. Bu yol, cadde-i kübrâdır; Allah’ın kula yakınlığından inkişâf eden külli ve feyizli bir meslektir. Mezhep imamları, müçtehitler ve tarikat aktapları buna örnek olarak verilebilir.


Velâyet-i Vusta; sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyi esas alarak imana ve Kur’ân'a hizmet eden büyük mürşitlerin, asfiyaların ve ülemânın yoludur. Bu sıfatları hâiz olan her zat velâyet-i vustaya mazhardır.


Velâyet-i Suğra ise; bildiğimiz normal tarikat ve tasavvuf ehlinin gittiği yoldur.


Sorularla Risale

[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Öyle ise, Tarîk-i Nakşînin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.[/NOT]

Yani Nakşi tarikatının üç tarzı var. Bir önceki mesajdan bakılabilir. Birisi ve en birincisi ve en büyüğü ve İmam-ı Rabbani r.a. hazretlerinin son zamanlarında süluk ettiği Velayet-i Kübra yoludur.

İkincisi dinin farzlarına ve sünnet-i seniyyeye tarikat perdesi altında hizmet etmektir ki bu velayet-i vustadır. Birinci cümlede "doğrudan doğruya", ikinci cümlede ise "perde" ifadesinin kullanılması ilgi çekicidir. Diyebiliriz ki; velayet-i kübra yolu perdesizdir ve velayet-i vusta yolu perdelidir. Yani iki yol düşünelim, birinde engeller var hedefe varmak için (yani imani meselelerin inkişafından kinaye), diğerinde ise en ufak bir engel yok.

Üçüncüsü ise, tasavvuf yoluyla, kalbin marazlarını izaleye çalışmak, yani zikirlerle, virdlerle vs. kalbi tertemiz yapmak ve kalp ayağıyla ilerlemek. Bu yolda velayet-i suğra oluyor. Görüldüğü gibi bu yolda da kalp yalnız kalıyor. Kalben hiçbir sorun yok ama sadece kalbin marazlardan arınması, tek başına bu zamanın fitnelerine karşı koymaya yeterli midir ? Akıl da lazım gelmez mi ?
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.[/NOT]


Birincisi farz; Yani doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmet etmek..

ikincisi vacip;
Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

üçüncüsü ise sünnet hükmündedir;
Bu da Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.


Buradaki farz, vacip ve sünnet ifadeleri, yolların önem sırasına binaendir. Yani imansız ebedi hayatın kurtulması mümkün değildir. O halde önem sırasına göre en mühimi iman hakikatlerine hizmet etmektir. Zira zerre kadar da olsa imanı olan eninde sonunda cennete gidecektir.

İkincisi dinin farzlarını yerine getirmek ve sünneti seniyyeye ittiba vacip hükmündedir ve imana hizmet etmekten sonra gelir.

Tasavvuf yoluyla ve kalp ayağıyla süluk etmek ise farzlar ve sünnete ittibadan da sonra gelir. Yani sünnet gibidir.

Şöyle de diyebiliriz. Mesela farz, vacip ve sünnet namazlarımız var kılmamız gereken. Bunlardan hangisini öne koyacağımız bellidir. Önce farz namazımızı, zaman kalırsa vacip olanları, daha da zaman ve şartlar uygun olursa sünnet namazlarını kılarız. İşte yukarıdaki sıralamada önem sırasına göre bunun gibidir.
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
[NOT]Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.[/NOT]


Üstad burada hemen herkesin tanıdığı büyük Zatların r.a. ismini veriyor ve zamanın önemine dikkat çekiyor. "BU ZAMANDA OLSAYDILAR" "BÜTÜN HİMMETLERİNİ" iman hakikatlerinin ve İslam inancının takviyesine sarfedeceklerini söylüyor. O zaman akla "bu zamanın o büyük Zatların r.a. geldiği zamandan farkı nedir ?" sorusu geliyor. Hemen bu satırların devamında olduğu gibi Risale-i Nurların çok yerlerinde bu sorunun cevabını bulmak mümkün. Zaten Risale-i Nur baştan başa bu zamanın ihtiyacına binaen yazılmış. Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve daha birçok büyük Zatların r.a. yaşadığı dönemler İslam tarihinin bahar ayları mahiyetindeydi. Şimdi ise kış hakim. Bahar ayında giyilen elbise nasıl kışın giyilmezse ya da en azından o elbise ile dışarı çıkılmazsa, bugünkü şartlarda da sadece tasavvuf başlı başına bir insana kafi gelmez ve sadece "farzlarımı yerine getiriyorum, sünnetlere dikkat ediyorum" demekle bu ağır şartlara karşı konulamaz..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.[/NOT]

Yani insana ebedi saadeti kazandıracak olan iman hakikatleri ve İslam inancıyla ilgili olan şeylerdir. İman kavi değilse, insanın yaptığı ibadetler boşa gidebilir. Şeytan son nefeste aldatabilir..Hem imanın kamil olması ibadetlerde titizliği arttırır ve amellerde ihlasa vesile olur. Mesela Allahın varlığına tam inanmış bir insan, namazını kılarken ya da orucunu tutarken, yahut zekatını verirken, kibir yapmaz, gösterişe tenezzül etmez, gaflet halinde bulunmaz. İman ne derece sağlamsa, ibadetlerde o derece makbul hale gelir..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.[/NOT]


Buradaki tesbitler çoğu zaman tenkide maruz kalıyor. Ortada sanki tasavvuf düşmanlığı varmış gibi algılanıyor. Hatta bu kısmı ve bu konuyla ilgili olan, Risale-i Nurdan başka kısımları okuyup, tasavvufa cephe alanlar da var. Halbuki Üstad Hazretleri Risale-i Nurun hiçbiryerinde, tarikat ve tasavvufu kötü tasvip etmemiştir. Gerek bu kısımda olsun, gerekse sair risalelerde bununla ilgili bahisler olsun, anlatılmak istenen, tasavvufun bu zamanın şartlarında genel olarak kafi gelmeyeceği, hem ondan daha kısa olan ve aynı yolu insana katettirecek bir yolun olduğunu ve bu yolda çalışmanın, bu zamanda en mühim vazifelerin başında olduğu anlatılıyor. İman cennetin ve saadeti ebediyyenin olmazsa olmazlarındandır. İslamın hakikatleri hayatın devamı için gerekli olan ekmek gibi, su gibidir. Tasavvuf meyve gibidir, insan meyve yemeden yaşayabilir. Ancak burda dikkat edilmesi gereken ince bir nokta var o da şu: İnsan tasavvufsuz yani teşbihe göre meyvesiz yaşayabilir. Üstad bunu iman hizmetine teşvik etmek için anlatıyor. Yoksa hem meyve yeme, hem meyve yiyene düşmanlık et, hem de ekmekten, gıdadan da uzak dur şeklinde anlamamak lazım. Çünkü bu konuda tartışmaya girenlere rast geldiğimizde, her iki tarafta da bir istikrarı olmadığını görüyoruz genellikle..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.[/NOT]


Konunun başındaki İmam-ı Rabbainye (r.a.) ait bir sözü şu şekildeydi. “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.” İşte o iman hakikatlerinin inkişafına, eskiden seyr ü sülûk yoluyla kırk günden taa kırk yıla kadar zaman gerekiyordu. Risale-i Nur ise o iman hakikatlerinin her birini kırk gün değil, kırk yıl değil, kırk dakikada ikna aklı ve vicdanı ikna edicek bir tarzda izah ediyor. Yani madem seyrü süluktan maksat iman hakikatleridir, o zaman o yolu kısaltan bir metod varsa elbette o yolu denemek elzemdir. Üstad bir risalede, bu risaleleri bir sene anlıyarak okuyanın bu zamanın mühim bir alimi olabileceğinden bahsediyor. Ve yine Risale-i Nurun Oniki büyük tarikatın hülasası olduğundan bahsediyor. Yani Risale-i Nurla iman hakikatlerine hizmet, seyrü sülukla gidilen yolun sevabını da kazandırıyor inşaallah. Böyle kısa ve kestirme bir yola lakayd kalmak olur mu ?

Hem kendi tarikatını muhafaza ederekte Risale-i Nurla iman hakikatlerine hizmet etmek yolu açık.

[TAVSIYE]Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. (HAŞİYE) Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.

Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.


HAŞİYE İşte mühim bir nümunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensupları, hem Kastamonu’da, hem Isparta’da, hem Eskişehir’de Risale-i Nur dairesini kendi tarikat daireleri telâkki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârâne sahip çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah...


Emirdağ Lahikası[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.


Lem'alar[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
[/NOT]

Her hastanın hastalığına göre ilaç verir doktor. Verilen ilaç zamanın ve hastalığın değişimine göre değişime uğrar. Üstad Hazretleri manen bu asrın başhekimi hükmündedir. Ve eserleri de beşerin bu zamanda manevi yaralarına, zayıflayan iman ve itikadına en münasip ilaçlar hükmündedir. Çünkü bu zamanın en büyük yarası iman ve itikadla ilgilidir ve Risale-i Nur, hammaddesini Kur'anın ayetlerinden aldığı tesirli ilaçlarıyla, en önce o yaraları tedavi ediyor.


[NOT]Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.[/NOT]


Buradaki "Sözler" Risale-i Nur'un tamamıdır. Burada dikkat çekilen dalaletin fenden ve ilimden gelmesi meselesi, işte şu zamanın en dehşetli mevzusudur ve çokları bu yüzden imanlarını kaybetmiş ve kaybetmektedir. Zamana göre şartların değiştiğinden bahsetmiştik. Mesela fen ve felsefe günümüzdeki kadar, hiçbir devirde yaygınlaşıp, insanların zihinlerini bu derece bulandırmamıştır. O yüzden de fen ve felsefe yoluyla, ilim yoluyla imanını kaybedenler, hususi olarak onunla ilgilenenler hariç, nadir bulunurdu. Bu yolda imanını kaybetmiş birinin, şüphelerini izale etmek müşkül bir iştir. Risale-i Nur elhamdülillah o şüphelerden eser bırakmıyor. Çünkü zaman değişmiş, şartlar değişmiş, buna orantılı olarak ilaçlarda değişmiş. Allah cc. her zamanın hastalığını biliyor ve ona göre de hekimini ve ilacını da gönderiyor. Bu zamanda ilimle, fen yoluyla imana saldıranların batıl fikirlerini, Risale-i Nur delilleriyle çürütmüş ve o fikirleri tesirsiz bırakmıştır.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”[SUP][SUP]3[/SUP] [/SUP]

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”[SUP][SUP]4[/SUP] [/SUP][/NOT]


Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî’nin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imam, ders verirken diyordu:

“Bütün tarîkatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” ve
“Birtek mesele-i imaniyenin vuzuhla inkişafı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır.”


Hem diyordu:

“Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki:


‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek,
bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek.’
Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki HAŞİYE-1 o adamım”
diye,

iman ve tevhid
bütün kemâlât-ı insaniyenin esası,
mayesi,
nuru,
hayatı olduğunu
ve 1 تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu,
tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması
ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise,
bu çok kıymettar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi.


Seyyah tamamıyla işitti, döndü, nefsine dedi ki:

Madem bu kahraman imam böyle diyor,
ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi
bir batman marifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir
ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır.


Ve madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aleyhinde teraküm eden
Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.

Ve bir saadet-i ebediyenin
ve bir hayat-ı bâkiyenin
ve bir Cennet-i daimenin anahtarı,
medarı,
esası

olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar.
Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.


Haşiye-1 Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, “bir adam” demişler.

Dipnot-1 “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 1:310; Gazâlî, İhyâu Ulûmü’d-Dîn: 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 1:78.


Yedinci Şua/Ayetü'l Kübra Risalesi'nden..




 
Üst