Mektubat 7. Ders - Çam Ağacında Hatıra Gelen İki Üç Hatıra

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Mektubat/Dördüncü Mektup
Konu: Risale-i Nur'un İsm-i Rahim ve İsm-i Hakime Mazhariyeti ve Hatıra Gelen İki Üç Hatıra

Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.


  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.

Selam ve dua ile.


[BILGI]
[SUP]2[/SUP]وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ[SUP]1[/SUP]بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْواَنِكُمْ لاَسِيَّمَا... اِلٰى آخِرِهِ [SUP]3[/SUP]

AZİZ kardeşlerim,


Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mâni olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız. Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum.

Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:

Ehl-i hakikatin bir kısmı nasıl ki ism-i Vedûd’a mazhardırlar ve âzamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcibü’l-Vücuda bakıyorlar. Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler [SUP]4[/SUP]وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا sırrına mazhardır.

İkincisi: Tarik-i Nakşî hakkında denilen “Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû etti:

“Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”

Sonra, senin yazdığın, “Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, ilâahir.” olan rengin ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiirle semânın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim” dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım. Fakat nazım ve şiir yapamadım. Nasıl hutur ettiyse öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte, birden hatıra gelen şu:

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,

Birer burhan-ı nurefşânız biz vücud-u Sânia,
Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin mu’cizâtı çün melek seyranına,

Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz. [SUP]HAŞİYE[/SUP]

Tûbâ-yı hilkatten semâvât şıkkına
Hep kehkeşan ağsânına,

Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış
Pek güzel meyveleriyiz biz.

Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar
Birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne,

Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar
Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin
Birer mu’cize-i kudret, birer harika-i san’at-ı Hâlıkane,

Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat
Birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz
İşittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize. Müsebbihiz, zikrederiz âbidâne
Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.

[SUP]5[/SUP]اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî


[SUP]1[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]2[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[SUP]3[/SUP] : Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi sizin ve arkadaşlarınızın, hususan ... ilâ âhir, üzerine olsun.
[SUP]4[/SUP] : “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.

[SUP]HAŞİYE[/SUP] : Yani, Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvât âlemindeki melâikeler, o mu’cizâtı ve o harikaları temâşâ ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat harikaları bâki bir surette Cennette dahi temâşâ ediyorlar gibi, bir zemine, bir Cennete bakıyorlar; yani o iki âleme nezaretleri var demektir.
[SUP]5[/SUP] : Bâkî olan sadece Odur.[/BILGI]


[TAVSIYE]Mektubat Dersleri: Mektubat
Diğer dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

Huseyni

Müdavim
Bu derste Risale-i Nur'un İsm-i Hakim ve Rahime mazhariyetine misaller vermeye ve Allaha cc. ulaştıran yollar içinde en kısa ve selametli yollardan olan, dört esas üzerinde durmaya çalışacağız inşaallah.

Derse bütün kardeşlerimiz iştirak edebilir ve istifadelerini paylaşabilirler.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler [SUP]4[/SUP]وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا sırrına mazhardır.

[SUP]4[/SUP] : “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.[/NOT]


İnsan Allah'ın isim ve sıfatlarına küçüklüğüyle birlikte en geniş bir ayinedir. Bununla birlikte Allah dostlarında ya da ehl-i hakikatte Allah'ın bazı isimleri galiben yani daha baskın bir surette görünür. Buna göre her gavsın, mürşidin ya da müceddidin bir ism-i azamı ve o isme azami derecede mazhariyeti vardır.

Bir misal;

[TAVSIYE]İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.


Otuzuncu Lem'a[/TAVSIYE]


Üstad Hazretlerinin de ism-i azamı Rahim ve Hakim isimleridir. Bütün hayatı bunun misalleriyle doludur. Risale-i Nurlar da, o mazhariyetin neticesinde meydana gelmiş, intişar etmiştir.
 

Huseyni

Müdavim
"Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler [SUP]4[/SUP]وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا sırrına mazhardır.


[SUP]4[/SUP] : “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269."


Üstad Hazretleri'nin Rahim ismine mazhariyetlerine Tarihçe-i Hayatından birkaç misal verelim. Sizler de benzer misalleri paylaşabilirsiniz..


[TAVSIYE]Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh idi.

Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:


“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
[/TAVSIYE]

Hatta daha da ötesi çok defa yanlış lanse edilen şu sözü dahi [TAVSIYE]Sonra ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur.. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur. Tarihçe-i Hayat[/TAVSIYE] Onun insanlığa olan derin şefkat ve merhametinin neticesidir. Şefkatin had safhada olması ona bu sözü söyletmiştir. Yoksa bazı müddeilerin iddia ettiği gibi, cehennemi cennetten daha güzel görmek manasında değildir. Zaten hayatı ile de, bu iddiayı neşredenlere muhalefet olduğunu göstermiştir.

Yine bu şefkatin bir neticesi olarak, memleket zindanlarında, sürgünlerde ve hayatının muhtelif dönemlerinde kendisine zulmedenleri dahi affetmiştir.

[TAVSIYE]Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim. Tarihçe-i Hayat[/TAVSIYE]

Üstad Hazretlerinin kendisinin Rahim ismine mazhariyetinden birkaç misal verdik. Risale-i Nur'lar ise, en çetin ve zor şartlarda, imkansız gibi görünen bir dönemde, baskı ve zulümler altında ve yıllarca, az sayıda insanın gayretleriyle intişar etmesi ve günümüzdeki halini almasıyla, Rahim ismine mazhariyetini en ileri seviyede göstermiş ve gösteriyor elhamdülillah.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Öyle de, şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler [SUP]4[/SUP]وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا sırrına mazhardır.

[SUP]4[/SUP] : “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.[/NOT]


Bediüzzaman Hazretlerinin ra. Hakim ismine mazhariyeti deha derecesindeki ilmi ile sabittir. Risale-i Nur'lar ise okuyanlarca malum olduğu gibi, baştan sona hikmet deryasıdır. Kur'an-ı Kerim de çok ayetler vardır ki, sonunda düşünmeye, akletmeye, fikretmeye teşvik ve ikaz eder. Yaratılış hikmetlerini, insanların "nerden geldik, nereye gidiyoruz, vazifemiz nedir" gibi fıtraten merakını celbeden soruları ve yüzyıllardan beri teraküm etmiş, içinden çıkılamayan meseleleri, aklı ve vicdanı ikna eder tarzda Risale-i Nurlarda bulmak mümkündür. Bu da Nur Risalelerinin Hakim ismine mazhariyetini gösteriyor, elhamdülillah.


Tarihçe-i Hayattaki Üstadın ilmi ve fikri cephesi hakkında yazılmış, önsözden bir kısımla meseleye açıklık getirelim.


[TAVSIYE]Üstadın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.

Yalnız, yanık bir şairimizin,

Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider

dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bam başka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Küliyatında dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasıdan alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın fikrî cephesi:

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir:

Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var.

Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, Kur’ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîmin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.[/TAVSIYE]
 

KatRe2

Member
Bediüzzaman Hazretlerinin Hakîm ismine mazhariyeti, O’nun fikir ve muhakemede, ilim ve tefekkürde fevkalâde derinliği, imana, mârifete, ibadete, ahlâka ve içtimaiyata dair her ne yazmışsa onları harika bir belagat ve fesahat içerisinde mantık ve muhakemenin de süzgecinden geçirerek, akla tesbit ve vicdana tasdik ettirmesidir.

ism-i Rahîme mazhariyeti ise; O’nu insanların imanlarının kurtulmasına, ahlâklarının inkişafına, seciyelerinin tasaffisine fevkalâde hassasiyet gösteren re’fetli ve şefkatli bir ruha sahih kılmıştır.

Bu isimlere mazhar olan Bediüzzaman Hazretlerinin meşrebi muhabbettir, mesleği müsbet harekettir, yolu istikamet ve ihlâstır, lisanı kavl-i leyyindir, mizacı tefekkür ve şefkattir.
Alıntı Mehmet Kırkıncı
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]İkincisi: Tarik-i Nakşî hakkında denilen “Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû etti:[/NOT]

Nakşi tarikatında hakikate ulaşmak için dört şeyi terketmek gerektir.

Birincisi terki dünya; yani dünyanın malayaniyatından uzak durmak, bundan da ötesi terbiye maksadıyla münzevi yaşamak.

İkincisi terki ukba; yani uhrevi makamları gaye edinmemek. Rıza-i ilahiyi esas maksat yapmak.

Üçüncüsü terki hesti; varlığını, mevcudiyetini, benliğini terketmek.

Dördüncüsü ise terki terk; yani bu terkettiklerini dahi terketmekte kendine hisse çıkarmamak, o manayı dahi unutmak, terketmek.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]“Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”[/NOT]

Risale-i Nur'un mesleğinde ise mezkur terklere mukabil şu dört şey esastır.

Bunlar fakrı mutlak; yani bütün zenginliğini Allah'tan bilme, her şeyinin, maddi-manevi bütün varlığının tek Sahibi olarak Rabbini görmek ve bilmek. Emanet verilenlerden kendine hisse çıkarmamak.

Aczi mutlak; kendini mutlak bir surette aciz bilmek, Allah cc. izin vermezse en basit birşeye dahi güç yetiremeyeceğini bilmek. Kendi kudretinden sıyrılıp, herşeyi Allah'ın kudretinden bilmek.

Gerek fakr-ı mutlak ve gerekse acz-i mutlak ifadeleri kullara ve fanilere karşı olan bir fakr ve acz hali değildir. Tamamen Allah'a karşı aczini ve fakrını bilmek manasındadır.

Şükrü mutlak; Üstad Hazretleri şükr-ü mutlakı dört esasın en büyüğü olarak nitelendiriyor Yirmi Sekizinci Mektupta. [TAVSIYE]Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubûdiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki,..[/TAVSIYE] Yani abdin her daim şükür halinde bulunması, lezzet-i şükür için istemesi, farzlara, sünnete, emirlere ve yasaklara azami riayet göstermesi..

Şevki mutlak; yani bu yolda hiçbir engeli tanımamak, her daim aşk ve heyecanla, şevkle davasına sarılmak.

Bunlardan ayrı, başka bir risalede Üstad Hazretleri Cenab-ı Hakka ulaştıran en kısa tarik olarak şu dört esası zikrediyor. "acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" Yirmi Altıncı Sözün Zeyli

Faydalı olru düşüncesiyle o kısmı da aynen aktaralım.


[TAVSIYE]Zeyl
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim "acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarikidir.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder.

Şu tarik, hafî tarikler misillü, “letâif-i aşere“ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi “nüfus-u seb’a“ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir.

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.


Birinci Hatveye [SUP]1[/SUP] فَلاَ تُزَكُّوۤا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

İkinci Hatveye [SUP]2[/SUP] وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye
[SUP]3[/SUP]مَاۤ اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَاۤ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye [SUP]4[/SUP] كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.

Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

BİRİNCİ HATVEDE:

[SUP]5[/SUP]فَلاَ تُزَكُّوۤا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefis etmemek. Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, [SUP]6[/SUP]مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İKİNCİ HATVEDE:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi, kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır.

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek...

ÜÇÜNCÜ HATVEDE:

[SUP]7[/SUP]مَاۤ اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَاۤ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu Hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir.

Şu mertebede tezkiyesi, [SUP]8[/SUP] قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

DÖRDÜNCÜ HATVEDE:

[SUP]9[/SUP]كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdiği gibi, nefis kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte, gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

Herşey, nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuttur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, herşeyi bulur.

Hâtime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatvenin izahatı, hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarik daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider.

Hem şu tarik daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor.

Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.

[SUP]1[/SUP] : “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm Sûresi, 53:32.
[SUP]2[/SUP] : “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” Haşir Sûresi, 59:19.
[SUP]3[/SUP] : “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” Nisâ Sûresi, 4:79.
[SUP]4[/SUP] : “Herşey helâk olup gidicidir Ona bakan yüzü müstesnâ.” Kasas Sûresi, 28:88.
[SUP]5[/SUP] : “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm Sûresi, 53:32.
[SUP]6[/SUP] : “Nefsinin arzusunu kendine mâbud edinen kimse...” Furkan Sûresi, 25:43.

[SUP]7[/SUP] : “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” Nisâ Sûresi, 4:79.
[SUP]8[/SUP]: “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi, 91:9.
[SUP]9[/SUP] : “Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ.” Kasas Sûresi, 28:88.
[/TAVSIYE]
 
Üst