Medine Devri(Salih Suruç) Hicretin 1. Yılı

müdavim

Üye Sorumlusu


ÖNSÖZ

Yeryüzünde gelip geçmiş insanların en mümtaz ve müstesna fertleri, Hz. Âdem'le (a.s.) başlayan peygamberler silsilesidir. Bu silsilenin en büyük ve en mükemmel halkasını da, hiç şüphe yok ki Son Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) teşkil eder.

Zira o, kendisinden evvelki bütün peygamberlerin bütün yüksek ahlâk ve âlî seciyelerini kendisinde toplayarak "Hatemû'1Enbiya" manâsıyla bütün peygamberlere reis, onların dinlerinin aslına vâris, kendisinden sonra gelen ve onun terbiye ve irşadı ile kemâl bulan milyonlarca evliya, asfıya ve sulehaya üstad ve muallim olmuştur.

Onun (a.s.m.) nurundan evvel kâinat umumî bir matem içindeydi. Mevcudat birbirine düşman, bütün cansız varlıklar birer cenaze, insanlar ebedî yokluğa mahkûm yetim hükmündeydiler.

Onun getirdiği nurla, kâinat birden şenlenerek cûşu huruş içinde muhteşem bir zikir ve şükür mescidi hâline gelmiştir. Mevcudat, artık birbirine düşman değil, kardeş olmuş; cansız varlıklar, Cenâbı Hakk' in sonsuz hikmetine mazhar ve insanların emrine musahhar birer memur vaziyetini almıştır. İnsanlar ise, ebedî yokoluştan kurtulmuş, Hâlıkı Zülcelâl'in sonsuz saadetler ülkesi olan Cennetine davetli azîz birer misafir durumuna girmişlerdir. Kısacası, âlemlere rahmet olarak gönderilen o zât, insanlığın gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiştir.

En küçük bir alışkanlığı bile, tiryakisine bıraktırmak çok zahmetli ve uzun zaman isteyen bir iş olduğu hâlde, Alemler Fahri O Şanlı Nebî, câhil, vahşî ve inatçı insanların dem ve damarlarına işlemiş hayatlarının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş pek çok âdetini kısa zamanda, tek başına, hiçbir zora başvurmadan kaldırmaya muvaffak olmuştur. Kendi çocuğunu canlı canlı toprağa gömen o vahşî topluluktan, en medenî milletlere medeniyet dersi verecek derecede yüksek seviyeli bir cemiyet meydana getirmiştir.

İçtimaî bakımdan çok düşük bir hayatın yaşandığı, hiç kimsenin hayatından emin olmadığı, karanlık bir dünyaya doğan o Hidâyet Güneşi, getirdiği saadet düsturlarıyla kısa zamanda yüksek anlayışlı ve yüce ahlâklı insanların yaşadığı emniyetli bir içtimaî hayat tesis etmiştir.

İşte, böylesine müstesna, nurânî bir şahsiyetin sahibi Hz. Muhammedin (a.s.m.), 23 sene gibi kısa bir zamanda bütün dünyanın düşmanlığına ve her türlü mânilere rağmen başardığı bu muazzam maddî manevî inkılâb, dost düşman herkesin hayranlık ve takdirini kazanmıştır.

Tevhid dâvasını omuzlandığı gün inanç ve fikirlerini paylaşacak tek bir kişi bile yeryüzünde yoktu. Vefatından az önce Arafat Dağında îrad buyurdukları Veda Hutbesi esnasında ise etrafında altından halkalar hâlinde 100 bini aşkın sahabî bulunuyordu. 1400 küsur sene sonra bugün ise, onun getirdiği nurun etrafında renkleri ayrı, dilleri farklı ve fakat inanç ve gönül birliği içinde bulunan bir milyarı aşkın ümmeti mevcuttur. Dillerinde onun ismi vardır. Hayatlarında onun getirdiği ebedî nizam hâkimdir.

Kâinat Kitabının derin muammasını en güzel surette anlayan ve ders veren de yine o olmuştur.

Onun ders verdiği hikmetten mahrum felsefeci, kâinattaki hakikî hikmeti elde edemez. Vesvese ve şüpheler girdabında kalb ve ruhunu kaybedeceği gibi, aklını da geveze eder. Kendi gibi çoklarını da yoldan saptırır.

Onun Kur'ân ahlâkım kendisine rehber edinmeyen ahlâkçının, onun ortaya koyduğu prensipleri benimsemeyen içtimaiyatçının insanları götüreceği yer, bir başka ahlâksızlık ve huzursuzluk zemini olacaktır.

Yazar, ondan ilhamını ve edebini almazsa, her zaman ruhsuz, mânevîyatsız ve eksik yazacaktır.

Hatib, onun hitabet tarzını bilmez ve ondan mevzuunu almazsa, kalb ve ruhlar üzerinde derin tesir icra edemeyecektir.

Edebiyatçı, onun nezih edebini bilip kendini onunla edeblendirmezse, edebsizlik çamurunda hem boğulacak, hem başkalarını boğacaktır.

Komutan, onun harb siyasetini bilmezse, hezimete uğramaktan, zulüm ve vahşet irtikâb etmekten kendisini kurtaramayacaktır.

İdareci, onun idarecilik vasfını bilmezse, hayatta kâmil mânâda muvaffakiyeti pek az elde edecektir.

San'atkâr, onun ibretli nazarıyla kâinata, eşyaya, insana bakmazsa, tabiatperestlikten kendisini kurtaramayacaktır.

Eğitimci, onun şefkat, sevgi ve saadet bahşeden terbiye düsturlarını bilmezse, vazifesinde gereği gibi başarı elde edemeyecektir.


Çok şeyi unutturan, eskiten ve duyulmaz hâle getiren zaman, Kâinatın Efendisinin nurânî sadâsını değil unutturmak, eskitmek, belki daha gür bir şekilde günümüze kadar aşk ve şevk içinde taşımıştır; Kıyamet'e kadar da daha parlak bir surette taşıyacaktır. Bugün onun Asrı Saadetinden akıp gelen kutsî eda ve sadâsı, ruhlarımızı, gönül ve vicdanlarımızı bir başka tatlılık, bir başka heyecan ve bir başka haşmet ile okşamaktadır. Bize yeniden hayat, yeniden aşk, yeniden ümit, metanet ve cesaret vemektedir.

Böylesine bir Yüce Peygamber'in (a.s.m.) örnek hayatını kaleme almak, o nur kaynağından asrımızın karanlıklarını aydınlatacak huzmeler sunmak, elbette çok büyük ve şerefli bir vazifedir; büyüklüğü nisbetinde de dikkat ve hassasiyet isteyeceği muhakkaktır. Şimdiye kadar Resûli Ekrem Efendimizin (a.s.m.) hayatı yüzlerce defa yazılmıştır. Fakat, onun (a.s.m.) beşerî şahsiyetiyle peygamberlik vazifesinden gelen manevî şahsiyetinin muvazeneli şekilde nazara verilmesi hususunda her zaman gerekli dikkatin gösterildiği söylenemez.

Siyerler ve tarihler, aynı zamanda sosyal hâdiseleri tesbit eden birer tarihî kaynak olmak hüviyetleriyle daha çok Peygamberimizin beşerî şahsiyeti üzerinde durmuşlardır; risâlet makamındaki ulvî şahsiyetine ise, aynı nisbette dikkatleri çekmemişlerdir.

Hâlbuki, o eşsiz zâta gerçek hürmet ve itaat hislerini telkin edecek olan, daha çok peygamberlik şahsîyetindeki müstesna kemâlâtının bilinmesidir.

Gerçi onun ümmete her cihetten imam ve örnek olduğunu göstermek zaruretine binâen, beşerî ahvâlinden bahsetmek de elbette gerekli, hattâ zarurîdir.

Fakat, onun ulvî şahsiyetini idrak edebilmeye, sathî nazar sahipleri için sâdece bu beşerî yönü nazara vermek yeterli değildir.

Bunun için Peygamberimizin bir çekirdeğe benzetilen beşerî ahvâlini anlatırken o çekirdekten çıkan haşmetli Tûbâ Ağacı gibi manevî hüviyetine, risâlet şahsiyetine de zaman zaman nazarları çevirmek gerekmektedir. Tâ ki, ona lâyık hürmet ve muhabbet, hakkıyla gösterilebilsin.

Meselâ, o zâtın çarşı içinde bir at alış verişinde, sıradan bir bedeviyle pazarlık yapmasına bakıldığında, manevî şahsiyetinin anlaşılması, idrak edilmesi mümkün değildir. Bu durumda hemen akıl gözünü kaldırıp, onun refrefe binip, semâvâtı geçip, hattâ Cebrail'i bile geride bırakarak tâ Kabı Kavseyn makamına yükseldiği risâlet şahsiyetine bakılmalıdır. Ancak böylece beşerî halleriyle risâlet şahsiyeti arasında tam bir köprü ve denge kurulmuş olabilir.

Uzun süren titiz bir çalışma sonunda vücut bulan elinizdeki eserde, bu hususa azamî derecede ihtimam gösterilmiş, mütehassıs bir heyetin dikkatli tedkiklerinden sonra sizlerin istifadesine sunulmuştur.

Eserin telifinde, günümüz insanının anlayabileceği bir lisan ve okuma rahatlığı sağlayacak bir üslûb kullanılmasına da hassasiyet gösterilmiştir.

Günümüzde insanlığının asıl ızdırabı. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'i (a.s.m.) tam manâsıyla tanımamış, hakikî şahsiyetini bilememiş olmasından ve getirdiği esaslara karşı lakayt kalmasından, onlara aşk ve şevk içinde kucak açmayışından gelmektedir. Dünyanın manevî sarsıntısı da, sıkıntısı da, anarşi ve huzursuzluk içinde bunalması da bundan doğmaktadır.

Onu anlamadıkça, sevmedikçe ve hayat bahşeden prensiplerini kendisine rehber edinmedikçe de insanlığın bu sıkıntı, sarsıntı ve buhrandan kurtulması mümkün değildir.

İnsanlık, onu anlamak zorundadır.

Bu eserimiz, onun bir nebze de olsa anlaşılmasına vesile olacaksa kendimizi bahtiyar addedeceğiz.

Sizi eserle baş başa bırakırken, eserin hazırlanmasında en az benim kadar gayret gösteren, himmetlerini ve yardımlarını hiçbir zaman esirgemeyen kıymetli ilim ehlî hocalarıma, değerli büyüklerime ve muhterem mesai arkadaşlarıma burada tekrar tekrar samimî teşekkürü bir borç bilir, sözlerimi şu veciz ve özlü duayla bitiririm:

Yâ Erhamerrahîmin!.. Resûli Ekrem'in (s.a.v.) hürmetine bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve Dârı Saadet'te onun âl ve ashabına komşu eyle! Âmin. Âmin. Âmin.

Salih Suruç

3 Ramazan 1401 / 5 Temmuz 1981 Üsküdar
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hicretin 1. Yılı

Medine ve Ahalisi

Resûli Ekrem Efendimizin hicretiyle, Medine, "İslâm merkezi" hâline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan, o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca malûmat vermekte fayda vardır.

Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadasının mühim şehirlerinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağlarla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldur. Yağışı Mekke'den fazladır.

Hz. Resülullah'ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, buraya ilk gelip yerleşen "Yesrib" isimli Amalikalıdan aldığı söylenir.445 Ancak, bu kelimede "fesad" mânâsı bulunduğundan, Peygamber Efendimiz, bu ismi beğenmedi ve onu "Medine" diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir "Yesrib" diye değil, "Medine" adıyla anılmaya başladı. Bir ara "Medinetû'nNebî" diye de anıldıysa da, sonraları sâdece "Medine" olarak kaldı. Tarihçiler, Medine'nin 94 kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.446

Medine'de Müslümanlardan başka Yahudîler ve Hıristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun 10 bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.

Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç Kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabîle arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dahilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki, 120 sene devam etmiş ve Efendimizin Medine'ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en namlı bahadırları ya ölmüş veya malûl düşmüşlerdi. İşte, Ensâr böyle perişan bir vaziyette iken Resûli Kibriya Efendimizin hicreti vuku bulmuştu.

Hicreti Nebevî'yle bu iki kardeş kabîle arasındaki düşmanlık, eski uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık ve fecaat destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşmanlığın yeni bir uhuvvete dönmesi, hiç şüphesiz, Cenâbı Hakk'ın, Sevgili Efendimize ihsan ettiği bir armağanıdır.447

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

"Buas günü, Allah'ın, Kendi Resulü (s.a.v.) için hazırladığı bir gündür ki, bu muharebenin neticesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Medine'ye hicret etmiştir. Öyle ki, hicret sırasında birbirleriyle çarpışmış Evs ve Hazreçlilerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bu perişanlık üzerine Allah, birbirleriyle çarpışıp durmuş olan Ensâr in İslâm camiasına girmeleri için bu günü Peygamberine (s.a.v.) hazırlamıştır."448

Buradaki Yahudîler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kaynuka, Benî Kurayza ve Benî Nadir...

Şehirde sayıları en az olan, Hıristiyanlardır. Bunlar, İslâm'ın Medine'de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine'den ayrıldılar. Uhud Savaşında müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hıristiyanlar, sonraları Bizans'a sığınmışlardır!

Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. Henüz kabîle hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudîlerde de her kabîle kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.

Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâkimdi. Meselâ, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu.

Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.

İşte, Peygamber Efendimiz, coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler vardı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hicretin 1. Yılı

ABDULLAH B. SELÂMIN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Yusuf un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah b. Selâm, Medine Yahudilerinin ileri gelen âlimlerinden biri idi.

Büyük bir âlim olan babası Selâm'dan birçok şeyle birlikte, Tevrat'ı ve tefsirini de öğrenmişti. Ayrıca, babası, âhirzamanda gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve, "Eğer o, Harun neslinden gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam." demişti. Selâm, Efendimiz henüz Medine'ye gelmeden önce de vefat etmişti.

Resûli Kibriya Efendimizin Medine'ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudînin sesini Abdullah b. Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, "Allahü Ekber!" deyip tekbir getirmişti.

Bunu duyan halası, "Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Musa Peygamber'in geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!" diyerek ona çıkışmıştı.

Abdullah ise, "Ey hala!.. Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!" demişti.

Bunun üzerine halası, "Yoksa, Kıyamet'e yakın gönderileceği bize haber verilen peygamber, bu mudur?" diye sormuştu.

Abdullah, "Evet..." cevabını verince de, "Öyle ise, davranışında haklısın!" demişti.4'9

Resûli Kibriya Efendimiz, Medine'ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah b. Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan mübarek sımasını görünce, "Şu sîmada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!" diye kendi kendine söylenmişti.450

Peygamberimize Soru Sorması ve İslâm'ı Kabulü

Resûli Ekrem Efendimiz, henüz Ebû Eyyûb elEnsârî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.

Abdullah b. Selâm da, Efendimizi ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sordu. Tevrat'tan sorduğu suallerine yine Tevrat'a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.4" Sonra da, "Yâ Resûlallah!.. Yahudî milleti, iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!" dedi.

Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara, "Ey Yahudî cemaati!.. Siz, benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!" dedi.

Yahudiler, "Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!" diye karşılık verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.

Bundan sonra Resûli Ekrem, "Sizin içinizde Abdullah b. Selâm adında birisi var. O nasıl bir kişidir?" diye sordu.

Yahudiler, "O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Kendisi de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir." diye şehâdet ettiler.

Resûlullah, "Abdullah b. Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?" diye sordu.Yahudîler, "Hâşâ!.. Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müslüman olamaz!" dediler.

Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı.

Her seferinde onlar da aynı inkârı cevabı verdiler.

Bunun üzerine Resûli Kibriya, Abdullah İbni Selâm'a hitaben, "Yâ İbni Selâm!.. Gel!" diye çağırdı.

Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve,Müslüman olduğunu ilân etti; Yahudilere de, "Ey Yahudî cemaati!.. Allah'tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tevrat'ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Resûlullah'tır." diyerek onları İslâm'a davet etti.452

Fakat Yahudîler, "Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!" dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnad ederek kötülediler.

Abdullah b. Selâm, "Yâ Resûlallah!.. Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!" dedi.453

Resûli Ekrem, Yahudileri huzurundan çıkardı.

Abdullah b. Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.454

Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah b. Selâm'ı türlü türlü desise ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.



Abdullah b. Selâm'la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimî olarak İslâm'ı kabul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler, îman etmeyen diğer Yahudi âlimleri ise, "Muhammed'e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terketmezlerdi." diye ileri geri konuşmaya başladılar.

Bunun üzerine, Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmede meâlen şöyle buyurdu:

"Onların hepsi bir değildir. Ehli Kitap içinde bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar."455


--------------------------------------------------------------------------------

445 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 2, s. 16; Müslim, Sahih, c. 4, s. 120.

446 Bkz.: Âsim Koksal, Hz. Muhammed ve islâmiyet, Medine Devri, c. 1, s. 30.

447 Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 123.

448 Buharî, Sahih, c. 2, s. 309.

449 ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 163; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 266.

450 ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 235; ibn-i Abdi'l-Berr, istiab, c. 3, s. 922;Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 92.

451 Buharî, A.g.e., c. 2, s. 335; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, c. 3, s. 108

452 İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 164; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.

453 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 12, s. 164.

454 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 164.

455 Âliimrân, 113.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Müşriklerin Tehdidi

Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine'de hürriyet ve huzur içinde bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endişeye kapıldılar.

Medine'de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke'de uyguladıkları, "halkı, Resûli Ekrem Efendimizden uzaklaştırma" tarzını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himayeye söz vermiş bulunan Ensâr'a, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, Ensâr'ın bu himayeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü hâdiseye razı olmaları gerektiği belirtiliyordu.

Fakat, Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üzerinde hiçbir menfî tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine'de korku ve tehdit ile kimseyi Hz. Resûlullah'ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış oluyorlardı.

Medine 'de Korkulu Günlerin Yaşanması

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de haberdar olmuştu. Bu sebeple, Medine, devamlı tayakkuz hâlinde idi. "Her an müşrik saldırısı olabileceği" ihtimaline binâen, Resûli Ekrem Efendimiz, devamlı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.

Gerçekten, Medine'de Müslümanların durumu oldukça nâzikti. Çünkü, buraya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.

Hattâ, bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı basmıştı. Her haslette zirvede olan Resûli Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını kuşanıp atına atlayarak yanlarına varmış ve kendilerini teselli ve teskin etmişti.

Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:

"Ne zaman bir feryad kopsa, Resûlullah'ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!"456

Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûli Ekrem'in himayesinden vazgeçirmek için sâdece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca, Medine'deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesad düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyorlardı.

Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Resûlullah'ı bağırlarına basmada, İslâm'ı yaşayıp yaşatmada, Muhacir Müslümanlara her türlü yardımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar; bilâkis, daha ciddî ve samimî bir tarzda bu hizmetlerini devam ettirdiler.


--------------------------------------------------------------------------------

456 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 373; Müslim, Sahih, c. 7, s. 72.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Müşriklerin Tehdidi

Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine'de hürriyet ve huzur içinde bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endişeye kapıldılar.

Medine'de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke'de uyguladıkları, "halkı, Resûli Ekrem Efendimizden uzaklaştırma" tarzını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himayeye söz vermiş bulunan Ensâr'a, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, Ensâr'ın bu himayeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü hâdiseye razı olmaları gerektiği belirtiliyordu.

Fakat, Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üzerinde hiçbir menfî tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine'de korku ve tehdit ile kimseyi Hz. Resûlullah'ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış oluyorlardı.

Medine 'de Korkulu Günlerin Yaşanması

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de haberdar olmuştu. Bu sebeple, Medine, devamlı tayakkuz hâlinde idi. "Her an müşrik saldırısı olabileceği" ihtimaline binâen, Resûli Ekrem Efendimiz, devamlı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.

Gerçekten, Medine'de Müslümanların durumu oldukça nâzikti. Çünkü, buraya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.

Hattâ, bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı basmıştı. Her haslette zirvede olan Resûli Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını kuşanıp atına atlayarak yanlarına varmış ve kendilerini teselli ve teskin etmişti.

Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:

"Ne zaman bir feryad kopsa, Resûlullah'ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!"456

Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûli Ekrem'in himayesinden vazgeçirmek için sâdece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca, Medine'deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesad düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyorlardı.

Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Resûlullah'ı bağırlarına basmada, İslâm'ı yaşayıp yaşatmada, Muhacir Müslümanlara her türlü yardımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar; bilâkis, daha ciddî ve samimî bir tarzda bu hizmetlerini devam ettirdiler.


--------------------------------------------------------------------------------

456 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 373; Müslim, Sahih, c. 7, s. 72.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Muhacirlerle Ensar Arasında Kardeşlik Kurulması

Allah rızası için her şeyini geride bırakıp Medine'ye hicret etmiş bulunan Muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar (Ensâr) muhabbet ve samimiyetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esirgememişlerdi, esirgemiyorlardı.
[COLOR=darkslategray

Ne var ki, Muhacirler, Medine'nin havasına, âdetlerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke'den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getirememişlerdi. Bu sebeple, Medine'nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı (Ensâr) adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmalan gerekiyordu.[/SIZE]

Nitekim, Medine'ye hicretten beş ay sonra Resûli Ekrem, Ensâr ile Muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi Muhacirlerden, 45'i Ensâr'dan olmak üzere 90 Müslümanı kardeş yaptı.

Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî manevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.457

Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı; mallarını onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.

Resûlullah Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti; bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Meselâ, Selmanı Fârisî ile Ebûdderda, Ammar ile Huzeyfe, Mus'ab ile Ebû Eyyûb Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyat itibarıyla tam bir ahenk vardı.458

Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resulünün muhabbetinden başka her şeylerini geride bırakmış bulunan Muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensâr'dan her biri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. îman kardeşliği, din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yâni Ensâr, her şeylerini bu garib, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefat edince, Muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.

Yine, kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir içtimaî yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.

Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar; Resûlullah'ın huzuruna çıkarak, fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:

"Yâ Resûlallah!.. Hurmalıklarımızı da, Muhacir kardeşlerimizle aramızda bölüştür!"
Bu kardeşliğin mîrasa âit hükmü, Bedk Gazasından sonra inen, ''Hısımlar, Allah'ın kitabınca, birbirine daha yakındırlar." Ancak, Muhacirler, o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Ziraat işlerini pek bilmiyorlardı. Bunun için Peygamberimiz, Muhacirler nâmına Ensâr'ın bu teklifini kabul etmedi.

Fakat, Medineli Müslümanlar, buna da bir çâre buldular. Ziraatten anlamayan Muhacir Müslümanlar, sâdece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsûl ortadan pay edilecekti. Resûli Ekrem Efendimiz bu teklife razı oldu.459

Tarih, birçok göçe şâhid olmuştur. Ama, böylesine manâlı, böylesine ulvî bir hicreti, dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine canü gönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimîyetle kucaklaşmayı o âna kadar görmüş değildi; bir daha da göremeyecektir! Bu samimî kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu; öylesine bir kuvvet ki, kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
MUHACİRLERİN BOŞ DURMAMASI

Muhacirler, "Ensâr kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, iaşemizi temin etti." diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, îmanlarından gelen gayrete zıttı. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu.
Bunun en canlı örneği, Sa'd b. Rebi'in yaptığı teklife, Cennet'le müjdelenen 10 sahabîden biri olan Abdurrahmân b. Avf in verdiği cevaptır.
Resûli Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tâyin edilen Sa'd b. Rebi, Abdurrahmân b. Avf a, "Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım!" demişti.Büyük sahabî Abdurrahmân b. Avf in verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: "Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir."460
Ertesi sabah, Kaynuka Çarşısına götürülen Hz. Abdurrahmân b. Avf, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûli Ekrem'in, "malının çoğalması ve bereketlenmesi" hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine'nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
"Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!"461
Resûli Ekrem Efendimizin duası bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahmân b. Avf, sâdece bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber "fısebillillah" tasadduk etmişti.
Hz. Abdurrahmân gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine'de kendilerine göre birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle saadet içinde geçiniyorlardı.

Ebû Hüreyre 'nin İfadesi

Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini, Hz. Ebû Hüreyre'nin ifadelerinden de anlıyoruz.
Bir gün, kendisine, "nasıl olup da diğer sahabîlerden çok daha fazla hadîs rivayet ettiği" sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
"Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda alış verişle uğraşırken, ben, Resûlullah'ın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip ezberliyordum. Onun duasını almıştım."462

KARDEŞLİĞİN MÜSBET NETİCELERİ

Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabîlecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle, niyetleri kutsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur faziletli bir cemiyet meydana geldi.

Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi:

Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürüyor, diğerini ise her iki ailenin maişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine'de bırakıyordu. Böylece, evleri sahipsiz ve hâmîsiz kalmıyordu!
Ensâr'ın Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakârlık ve feragati, Cenâbı Hakk, indirdiği şu âyeti kerîmesiyle ilân edip bu davranışların methetti:
"Muhacirlerden önce, Medine'yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azabtan) kurtulanlardır."463
Evet, kurulan bu manevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâm'ın inkişafa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. "Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nurunun âlemin her tarafına yayılması, İran'ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdit edilmesi, hep bu dinî kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseridir."464

Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması

Resûli Ekrem, ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimî manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki sahabîlere, "Nebiler ve resullerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın!" buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.465
Resûli Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Sen sahabîleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!"
Peygamber Efendimiz, "Yâ Ali!.. Sen dünyada ve âhirette benim kardeşirnsirH1"4*61 buyurarak gözyaşlarını dindirdi.
458 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 238; Suheylî, Ravdû'lÜnf, c. 2, s. 18.
459 Buharı, Sahih, c. 3, s. 67.

460 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 125.
461 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 126.
462 Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.
464 Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 77.
465 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 174175.
466 Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 300.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Mescidi Nebevi'nin İnşasıMESCİDİ NEBEVİNİN İNŞASI
(Hicretin 1. Senesi / Milâdî 622)


Resûli Ekrem, Medine'ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescid gerekiyordu.


Efendimiz, Medine'de ilk olarak bu mescidi inşa etmekle işe başladı.


Şehre ilk girdiklerinde, devesi, Neccar Oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin, üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim, Medineli Müslümanlardan Muaz b. Afra'nın (r.a.) himayesinde bulunuyorlardı. Resûli Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini, Muaz Hazretlerine bildirdi. Ancak, bu fedakâr sahabî, arsanın bedelini, himayesindeki iki yetime vererek bu büyük şeref ve ücrete nail olmak için bağışlamak istediğini söyledi. Fakat, Peygamberimiz kabul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini öğrenmek istedi. İki genç yetim de, "Yâ Resûlallah!.. Biz onun bedelini ancak Allah'tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız!" dediler.


Resûli Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan 10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı, Resûli Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.467


Mescidi Nebevi


Fedakâr sahabîler tarafından arsa kısa zamanda tertemiz hâle getirildi ve Resûlullah'ın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Resûli Ekrem Efendimiz, mescidin temelini atacağı sırada yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu.
Müslümanlardan oraya uğrayan biri, "Yâ Resûlallah!.. Yanında sâdece şu birkaç kişi mi var?" diye sordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, cevaben, "Onlar, benden sonra işi yönetecek olanlardır." buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, temele birer taş koydular. Böylece, Mecsidi Nebevî'nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin manevî temelleri de atılmış oluyordu.
Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfilli durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:


Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!..
Hayber 'in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Yâ Rab!.. Hayır, ancak âhir e t hayrı!
Sen, Muhacir 7e Ensâr 'a acı!4b*


Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, Mescidi Nebevî'nin inşası kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsi mabedin tavanı yoktu. Henüz Kabe kıble olarak tâyin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs'e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra hâlinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sâdece Resûlullah'ın hutbe îrad buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları, sahabîlerin arzusu üzerine, üç basamaklı bir minber yapıldı.469 Mescidi Nebevi, değişik tarihlerde tadilâtlar görerek bugünkü şeklini almıştır!


Mescidi Nebevî, sâdece cemaatle namaz kılmak için kullanılmıyordu; bunun yanında, Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca, burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de (ileride görüleceği gibi) kabul ediliyordu!


Ezvacı Tâhirat İçin Odalar Yapılması


Mescidi Nebevî'nin yanına ayrıca, kerpiçten, önce biri Hz. Şevde, diğeri Hz. Âişe'ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dallan ile örtüldü. Sonraları Resûli Ekrem başka zevceler alınca odalar artırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlaşmıştı.
Mescidi Nebevî'ye bitişik odalar yapılınca, Peygamber Efendimiz, Ebû Eyyûb elEnsârî'nin evinden oraya taşındı.470
467 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 239.
468 ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 142; Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 210.

469 Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 240.
470 Ibni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 143.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
HanunüilCiz Mucizesi

Mescidi Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûli Ekrem, hutbe îrad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.

Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitabta bulunuyordu.

Resûli Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hâmile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar; ortalıkta ne hâmile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan, o kuru direkti!

Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte Ashabı Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahri Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hattâ, hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabîler de gözyaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.

Evet, kuru direk, Hz. Resûlullah'tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan "zikrullah"tan ayrı kaldı diye hâmile deve gibi enin ediyordu.

Kuru direği teselli edip susturan Resûli Ekrem, ashabına da dönerek, "Eğer ben onu kucaklayıp tesellî vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından Kıyamet'e kadar ağlaması böyle devam edecekti!"471 buyurdu.

Resûli Ekrem'in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescid yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde, Übeyy b. Ka'b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.472

Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması, Hz. Resûlullah'ın parlak bir mûcizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve dâvasını halleriyle tasdik ediyorlardı!

Hasanı Basrî Ne Derdi?

Hasanı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz, gözyaşları arasında şöyle derdi:

"Ağaç, Resûli Ekrem'e (s.a.v.) meyi ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resule meyi ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!"473

Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyi ve muhabbet gösterirlerken biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?

Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak Sünneti Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür!

Bir Başka Rivayet

Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûli Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve, "İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın meyvenden yemesi için seni Cennet'e dikeyim." diye sordu.

Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:

"Beni Cennet'e dik ki, meyvelerimden Cenâbı Hakk'ın sevgili kulları yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!"


Bunun üzerine Resûli Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi:

"Ebedî âlemi, fânî âleme tercih etti!"474


--------------------------------------------------------------------------------

471 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 134.

472 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 252.

473 Bediüzzaman Said, Nursî, A.g.e., s. 135.

474 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 135.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Ezanın Meşru Kılınması

(Hicret'in 1. senesi/Milâdî622)

Mekke'de iken Müslümanlar ibâdetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açıktan davet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.

Ancak, Medine'de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibâdetlerini îfa ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzubahis değildi.

Mescidi Nebevî inşa edilmişti. Fakat, Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı.475

Peygamberimizin Ashabla İstişaresi

Resûli Ekrem, bir gün, Ashabı Kiram'ı toplayarak, kendileriyle "nasıl bir davet şekli tesbit etmeleri gerektiği" hususunu istişare etti. Sahabîlerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti.

Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.476

O sırada Hz. Ömer söz aldı ve, "Yâ Resûlallah!.. Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?" dedi

Resûli Ekrem, o anda Hz. Ömer'in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl'e, "Kalk yâ Bilâl, namaz için seslen!" diye emretti.

Bunun üzerine Hz. Bilâl, bir müddet Medine sokaklarında, "Esselâ! Esselâ! [Buyurun namaza! Buyurun namaza!]" diye sesjenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.477

ABDULLAH B. ZEYD'İN RÜYASI

Aradan fazla bir zaman geçmeden, ashabtan Abdullah b. Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi.

Hz. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Peygamber Efendimize anlattı. Resûli Ekrem, "İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!" buyurarak davetin bu şeklini tasvip etti.478

Hz. Abdullah, Resûli Ekrem'in emriyle, ezan şeklini Hz. Bilâl'e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Aynı Rüyayı Görmesi

Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûli Ekrem'in huzuruna vardı. Durumu öğrenince, "Yâ Resûlallah!.. Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm!" dedi.

Peygamberimiz, iki kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah'a hamd etti.479

İslâm'ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu davet şeklinin tesbitinden de anlıyoruz! Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede; yeryüzünde "tevhid" ulvî hakikatini ilân eden, Resûli Ekrem'in peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îman esaslarının tamamını halka duyuran mânâ ve kutsîyet dolu "ezan" şekli nerede?

"Hukuku Şahsîyye [Şahsî Hukuk]" ve "Hukuku Umumîyye [Umumî Hukuk]" adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer'î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı, şahıslarla ilgilidir, ferdîdir; diğer kısmı umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder. Onlar "Şeairi İslâmiyye" diye tâbir edilir.

Şeairi İslâmiyye'nin en büyüklerinden biri de, işte bu, Hicret'in 1. senesinde meşru kılınan ve "şehâdetleri dinin temeli" olan ezandır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin "Şeairi İslâmiyye" ile ilgili çok mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. "Mektûbat" isimli eserinin 29. Mektubunda, "Mesaili Şeriattan bir kısmına 'taabbüdî' denilir. Aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir. Bir kısmına 'Mâkulû'1Mânâ' tâbir edilir. Yâni, bir hikmet ve bir maslahat var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü, hakikî illet, emir ve nehyi İlâhî'dir. Şeairin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez; taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de, 'Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir.' denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki, o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir." dedikten sonra İslâm'ın mühim bir şeairi olan ezanla ilgili olarak da şunları söyler:

"Meselâ, biri dese: 'Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu hâlde, bir tüfek atmak kâfidir!' Hâlbuki, o divâne bilmez ki, binler maslahati ezaniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse, acaba nevi beşer nâmına yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkatı kâinatın neticei uzaması ve nevi beşerin neticei hilkati olan ilânı tevhid ve Rububiyyeti İlâhîye'ye karşı izharı ubudiyyete vasıta olan ezanın verini nasıl tutacak?"480


--------------------------------------------------------------------------------

475 Ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 154; Buharî, Sahih, c. 1, s. 114.

476 Buharî, A.g.e., c. 2, s. 3; Ebû Davud, Sünen, c. 1, s. 134.

477 Buharî, A.g.e., c. t,:s, 11.4.

478 Ibni Hişam, A.g.e.;.c. 2,. s. 155; Ahmed Ibni Hanbel, Müsned, c. 4, s. 43.

479 İbni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 155; Ebû Dâvud, Sünen, c. 1, s. 117.

480 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 371.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Efendimizin Ev Halkını Mekke'den Getirtmesi

Medine'ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Hz. Şevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeyneb ile nişanlısı Hz. Âişe'yi Mekke'de bırakmak zorunda kalmıştı.

Mescid-i Nebevî inşa edilip bitişiğine Hâne-i Saadet yapılınca, onları getirmek üzere, Zeyd b. Harise ile Ebû Rafı Hazretlerini Mekke'ye gönderdi.

Bu iki sahabî Mekke'ye giderek, adı zikredilenleri alıp Medine'ye getirdiler. Sâdece, Hz. Zeyneb'i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade etmediğinden getiremediler. Fakat, bir müddet sonra o da Medine'ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.

Medine'ye gelenlerden Peygamberimizin ev halkı kendi odalarına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.481

HZ. ÂÎŞE'NİN DÜĞÜNÜ

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe'yle Mekke'de nikâhlanmıştı. Fakat düğün tehir edilmişti.

Medine'ye gelinince Hicret'in 1. yılı Şevval ayında düğünleri yapıldı.482 Peygamber Efendimiz o sırada 55 yaşında idi.

Câhiliyye devrinde iki bayram arasında nikâh kıyma uğursuz sayılırdı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Şevval ayında Hz. Âişe'yle evlenmekle, bu yersiz itikadı ortadan kaldırdı. Efendimizin bu hareketi üzerine aynı ayda başka nikâhlar da kıyıldı.

Hz. Âişe'nin Resûl-i Ekrem yanında, diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.

Amr b. Âs, bir gün, "Yâ Resûlallah!.. Halkın sana en sevgili olanı kimdir?" diye sormuştu.
Resûl-i Ekrem, "Âişe!.." diye cevap verdi.

"Ya erkeklerden, Yâ Resûlallah?.." diye sorusunu tekrarlayınca da
Efendimiz, "Âişe'nin babası!"483 diye buyurdular.

Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa zamanda Hz. Resûlullah'tan birçok hadîs ezberledi, birçok İslâmî hüküm öğrendi. Bununla, Ashab-ı Güzin arasında mümtaz bir mevkiye yükseldi. Rivayet ettiği hadîs sayısı 2 bin 210'dur. Birçok sahabî, Peygamberimizin çeşitli meseleler hakkındaki tatbikatını ve İslâmî hükümleri ondan sorarak öğreniyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Dininizin yarısını bu humeyra kadından (Hz. Âişe) öğreniniz." buyurmasıyla, Hz. Âişe'nin ilmî ehliyetini tebarüz ettirmiştir.

Ebû Musa el-Eş'ârrnin şu itirafı da, aynı noktaya parmak basmaktadır:

"Biz Resûlullah'ın ashabı, bir hadîs-i şerifte (onu anlamakta) güçlük çektiğimiz zaman Âişe'den sorardık; zîra, hadîs ilminin kendisinde mevcut olduğunu görürdük."
484

Şu da var ki, Peygamber Efendimizin "İki bayram arasında nikâh kıyılmaz." hadîsleri, halk arasında yanlış anlaşılmıştır. Bundan kasıt şudur: Bayram, Cuma gününe rastgelirse, bayram namazı ile Cuma namazı arasında nikâh kıymak münasip olmaz. Çünkü, bayram gününün telâşesi pek fazladır. Nikâhı bu telâşelerle birlikte bayram namazı ile Cuma namazı arasındaki kısa zamana sıkıştırmak pek uygun olmaz. Ancak, bunu yaptığı takdirde, şahıs herhangi bir haram da işlemiş sayılmaz.

Hz. Aişe Validemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslâm hukukuna büyük faydalar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir.

Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe'ye her haliyle benzemeye çalışmak olmalıdır!


--------------------------------------------------------------------------------








481 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 62.

482 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8. s. 58.

483 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 67.

484 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 67.
[/COLOR]
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Ashabı Suffa

Kıble, henüz Kabe tarafına çevrilmeden önce idi.

Mescid-i Nebevî'nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna "suffa" denilirdi. Burada kalan Müslümanlara da "Ashab-ı Suffa" ismi verildi.

Mescid-i Şerifin suffasında kalan bu sahabîlerin, Medine'de ne meskenleri ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya meşgale ve gailesinden azade ve tam manâsıyla feragatkâr bir hayata sahip idiler. Kur'ân ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va'z ve derslerini dinleyerek istifade ederlerdi. Ekseriya oruçlu bulunurlardı.

Vakitlerini Resûl-i Kibriya'nın huzurunda geçiren bu mübarek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekrem'in medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim âşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tesbit edilen muallimler, kendilerine Kur'ân öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'ân öğretmek ve Sünnet-i Resûlullah'ı beyan etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine "kurra" denilirdi. Suffa ise bu itibarla "Dârû'l-Kurra" diye anılmıştır.

Sayıları 400-500 kadar kadar olan, mütevazi, fakat feyizli bir hayata sahip bulunan bu güzide sahabîler, bir İrfan ordusu idiler. Bütün mesailerini Kur'ân ve Sünnet-i Resûlullah'ı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gazalara da katılırlardı.

İçlerinden evlenenler, suffadan ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı.

Bu güzide sahabîler, ne ticaretle, ne bir san'atla meşgul olurlardı. Maişetleri, Resûl-i Kibriya Efendimiz ve sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, suffanın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri, kendisinin çok hadîs rivayet etmesini garibseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifade etmiştir: "Benim, fazla hadîs rivayet edişim garib-senmesin! Çünkü, Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki ticaretleriyle, Ensâr kardeşlerimiz de tarlalardaki bahçelerdeki ziraatleriyle meşgul bulundukları sırada, Ebû Hüreyre, Pey-gamber'in (s.a.v.) mübarek nasihatlerini hıfzediyordu."485
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Peygamberimizin Ashab-ı Suffa 'ya Yakın Alâkası

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashab-ı Suffa'nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de maişetiyie çok yakından ilgilenirdi. Onlarla dâima oturur, sohbet eder, alâkadar olurdu. Zaman zaman da onlara, "Eğer sizin için Allah katında neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyadeleşmesini isterdiniz!"486 diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübarek olduğunu ifade buyururlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, birinci derecede bu mübarek cemaatin ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saadetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu!

Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeniyle un öğütmekten usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Efendimiz, bu ciğerparesine, "Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz, Ehl-i Suffa'nın maişetini yoluna koyamadım!" cevabını vermişti.487

Bir gün, Ashab-ı Suffa'nın başlarında durmuş, hâllerini ted-kikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş ve, "Ey Ashab-ı Suffa!.. Size müjdeler olsunki, her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâkî olursa, o, benim refiklerim-dendir!"488 buyurarak kalblerini hoş etmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimize herhangi bir şey getirilince, "Sadaka mı, yoksa hediye mi?" diye sorardı.

Getirenler "Sadakadır." cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffa'ya ulaştırırdı. "Hediyedir." cevabını verirlerse, onu kabul eder ve Ashab-ı Suffa'ya da ondan hisse çıkarırdı. Çünkü, Peygamber Efendimiz, sadaka kabul etmez, sâdece hediye kabul ederdi.

Bir gün, adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, "Sadaka mıdır, hediye midir? diye sordu.

Adam, "Sadakadır." diye cevap verince, Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriya Efendimiz derhâl müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, "Biz Mu-hammed ve Ev Halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz; bize sadaka helâl değildir!" buyurdu.489

Ayrıca, "Verin o fakirlere; ki, Allah yolunda kapanmışlardır (ilme, cihada vakf-ı nefs etmişlerdir), şurada burada dolaşmazlar. İstemekten çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder! Onları simalarından tanırsın; halkı bîzar etmezler. Hem, işe yarar her ne verirseniz; hiç şüphesiz, Allah onu bilir."490 mealindeki âyet-i kerîmenin, Ashab-ı Suffa hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir.491

Peygamberimizin Vaa'z ve Hitabelerini Kaçırmamaları

Tam manâsıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabîler, Resûl-i Kibriya Efendimizin hiçbir nasihatini hiçbir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, îrad edilen hitabeleri ve mev'ızaları hıfzedip diğer sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan, İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa'nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır! Kur'ân nurunun kısa zamanda alemin her tarafına sür'atle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan, İslâm Tarihinde, Ehl-i Suffa müstesna bir yer işgal eder.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Ebû Hüreyre Anlatıyor

Bir ilim müessesesi olan suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre, kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Açlıktan yüzükoyun yatıyordum. Bâzan da karnıma taş bağlıyordum.

"Bir gün, halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve, 'Yâ Ebâ Hüreyre!..' diye seslendi.

"'Buyur, yâ Resûlallah!..' dedim. "'Haydi, gel!' buyurdu.

"Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kabta süt buldu.

"'Bu süt nereden geldi?' diye sordu.

"'Falancalar hediye olarak getirdiler.' diye cevap verdiler.

"Sonra da, 'Yâ Ebâ Hüreyre!.. Ehl-i Suffa'ya git, onları bana çağır.' diye emretti.

"Ehl-i Suffa, İslâm'ın misafirleriydi. Ne aileleri, ne de mal mülkleri vardı. Resûlullah'a bir hediye geldiği zamanı hem kendisine ayırır, hem de onlara gönderir idi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, kat'iyyen kendisine bir pay ayırmazdı!

"Resûlullah'ın Ehl-i Suffa'yı daveti beni üzdü! Ben, 'Bu kabtaki sütü tek başıma içer de bununla epeyce bir müddet idare ederim.' diye umuyordum! Kendi kendime, 'Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim.' dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat, Allah Resulünün emrini yerine getirmekten başka çâre de yoktu.

"Gidip, onları çağırdım. Geldiler, müsaade isteyip oturdular.

"Peygamber (s.a.v.), 'Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikram et.' buyurdu.

"Süt kabını alıp dağıtmaya başladım. Her biri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu.

"Suffa Ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullah'a verdim. Aldı. İçinde sâdece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve, 'Ebû Hüreyre!..' dedi.

"'Buyur yâ Resûlallah!..' dedim.

'"Süt içmeyen ikimiz kaldık!' buyurdu.

"'Evet, yâ Resûlallah!..' dedim.

'"Otur, sen de iç.' buyurdular. Oturup içtim.

'"Biraz daha iç.' dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. 'Daha, daha!..' diyordu. Nihayet, 'Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki, içecek yerim kalmadı!' dedim.

'"O hâlde bardağı bana ver.' buyurdu. Verdim. Allah'a hamd ve sena etti. Sonra 'besmele' çekerek geri kalanını da kendisi içti."492


--------------------------------------------------------------------------------

485 Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47.

488 M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. 2, s. 941.

487 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 25.

488 M. Hamdi Yazır, A.g.e., c. 2, s. 941.

489 Müslim, Sahih, c. 3, s. 117.

490 Bakara, 273.

491 M. Hamdi Yazır, A.g.e., c. 2, s. 940.

492 Buharî, Sahih, c. 4, s. 89; Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 648-649.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

İlk İslam Devleti

Peygamber Efendimiz, 13 senelik Mekke devrinde mesaisini tamamıyla îman esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmanî hizmet sayesinde birçok kimse İslâm'ın saadetli sinesine koşmuştu, imanlı insanların sayısı çoğalmıştı ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet hâline gelmişlerdi. Ancak, buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silâhı vardı, o da "sabır"dı.

Fakat, hicretle yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar, îmanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabiliyorlardı.

Hz. Resûlullah'ın Medine'ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş—daha önce bahsedildiği gibi—, Muhacirlerle Ensâr'ı kardeş yapmış olmasıydı. Efendimiz, bununla, Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslâm'ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.

Ancak, bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medine'de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Museviler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecanis olmayan bir manzara arzediyorlardı. Buna, bir de, Arap kabîleleri arası tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmaları, Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz!

Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı. O da, Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu idi. Aralarında devam eden soğuk harb, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.

İşte, Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hâl çâresi bekliyordu.

Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilâtlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî birtakım esesların tesbitine lüzum vardı.

Henüz Hicret'in 1. yılı bitmiş değildi.

Resûli Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes b. Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimaî prensiplerin tedvin edilmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler tedvin edildi ve derhâl yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı.

Bu maddeler, Hz. Resûlullah'm başkanlığında teşekkül eden ilk İslâm Devletinin anayasasiydı. Hattâ, "bu vesika, sâdece ilk İslâm devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı teşkil etmekteydi."

Tedvin edilen bu anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Şehir Devletinin Anayasası

Elli iki maddeden ibaret olan İslâm Şehir Devletinin ilk yazılı anayasasının birinci ve ikinci maddelerinde şöyle deniliyordu:

"1. Bu kitap (yazı), Resûlullah Muhammed (s.a.v.) tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).

2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler."493


Bu anayasaya göre, Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir "millet" teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımaktaydı.

Hz. Resûlullah, ayrıca, Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle derhâl dostluk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.

Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile münâsebet hâlinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan devletin anayasasında onlara da haklar tanındı.

Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyorlardı: "Muhammed'in (s.a.v.) büyük basîret ve siyasî inceliği, Yahudilere bahşettiği fermanda görülür. Bu fermanda diğer hususlar arasında onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrip'teki iki kabilenin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin ahkâmına göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) yeni devleti müdafaaya çağırılacağı, gelecekte zuhur edecek anlaşmazlıklar hakkında Resûlullah tarafından karar verileceği yazılıydı."494

Ayrıca, bu anayasa metninde harble ilgili madde de ilgili çekicidir. Vuku bulacak herhangi bir harbte, harb masraflarını kendilerini karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine Şehir Devletinin müdafaasına katılacaklardı.

Anayasanın 16. maddesine göre, "tâbi olmaları" şartıyla Müslümanların yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tesbit ediliyordu. Aynı zamanda, dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce (Müslüman ve Yahudiler) şehri müdafaa edecekler, bu hususta birbirlerinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara ister Yahudilere olmuş olsun.

Bu maddeler ışığında, Müslümanların Ehli Kitap'tan olan Yahudilerle ittifakını görmekteyiz. Burada, Ehli Kitap olan Yahudî ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, Ehli Kitap arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte "tek câmiâ" teşkil ettiklerinden söz edilmiştir.

 

müdavim

Üye Sorumlusu
Peygamber Efendimiz, Medine tesis ettiği devleti düşmanlardan korumak için, buranın yerlileri olan gayrimüslim Ehli Kitap'la siyasî ittifak ve andlaşmalar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını temine çalışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan "tevhid" inancı üzere birleştirmek ve şirk ehline karşı "inananlar paktı"nı kurmak istemiştir. Nitekim, bu gayeyi Medine içindeki Ehli Kitap için güttüğü gibi, Ehli Kitap olan dış devletler için de takib etmeye çalışmıştır. Bizans İmparatoru Heraklius ve diğer Hıristiyan prenslerine gönderdikleri davet mektubunda şu âyeti kerîmeyle onlara hitab etmiştir:

"De ki: 'Ey Ehli Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)!.. Bizimle sizin arasında müsavi bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibâdet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim.' Eğer yüz çevirirlerse, o hâlde deyin ki: 'Şâhid olun; biz, gerçek Müslümanlarız.!'"495

Bizzat Resûli Ekrem tarafından yazılı anayasayla himaye ve yardıma mazhar olan Kitap Ehli, ne yazık ki, andlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuş ve lehlerindeki şartların ortadan kalkmasına böylece yol açmışlardır. Andlaşmada "site devleti içinde bulunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacakları" şartı, "birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya varmayacakları" maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine'nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok nâzik bir sırada, baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Tabiiî ki, bu, doğrudan doğruya onları Müslümanların himayesinden mahrum bırakıyordu.

Görüldüğü gibi, bu anayasa, kurulan yeni bir devletin birçok müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler çizmekteydi: "Bu anayasayla İslâm, hayatının yeni bir safhasına başladı. Maddî ve cismanî ile maneviyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Mânevîyatı, hattâ ahlâkı tanımayan bir siyaset, bizi maddeciliğe ve vahşî hayvanların hayatlarından daha aşağı bir hayata götürür. Yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir mânevîyat ise. bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir. Fakat, bu, ancak son derece mahdut bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekseriyeti, böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed (s.a.v.), bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve mânâyı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin, herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktalan seçer, fakat kendilerini manevî hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamber'in sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaati, Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu."496


--------------------------------------------------------------------------------

493 Ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 147. Diğer maddeler için bkz.: ibni Hişam, A.g.e.,c. 2, s. 147150.

494 Prof. Harun Han Şirvanî, islâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Tere; s. 18.

495 Ali Imrân, 64.

496 Prof. Muhammed Hamidullah, islâm Peygamberi, c. 1, s. 148.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Müşriklere Mukabeleye İzin Verilmesi

Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'de harb ve cihada izinli değildi. Allah'tan aldığı emirler gereği bütün mesaisini îman esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va'z ve nasihatle, îkaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Her türlü mezâlime karşı bu devrede sabır ve sükûnetle harekete memur bulunuyorlardı. Mekke'de ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.

Zâten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış dairesinde münâsebettir. Harb ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaat olunur.497 Cenâbı Hakk'ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise, neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaatlere binâendi.498

Peygamber Efendimize ve Müslümanlara onca mezâlim ve işkencenlere rağmen Mekke'de harb ve cihada izin verilmediği, sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine'ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.

Gerçi, İslâm, Medine'de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür'atle inkişaf kaydediyor, Kur'ân güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu; ama yine de Resûli Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, amma münafıklarla Yahudiler,gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hâl ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.

Münafıklar, daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı.

Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah b. Übeyy b. Selül için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve hil'at gibi şeyler unutulmuştu.

Abdullah b. Übey, kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hattâ, Resûli Ekrem Efendimizin tebligatına, va'z ve nasihatlerine müdahale etme cür'etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.

Ayrıca, Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudîlerini, hattâ Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke'de söndüremedikleri nuru akıllarınca Medine'de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.

Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensâr'ın ileri gelenlerinden biri olan Sa'd b. Muaz Hazretleri, bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:

"Allah'ım!.. Bilirsin ki, Senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur! O Kureyş ki, Resulünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah'ım!.. Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!"
499

Görüldüğü gibi, Medine'de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.

İşte, bu sırada Peygamber Efendimize, mukabele ve müdafaa suretiyle savaşa izin verildi. Konuyla ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:

"Kendileriyle mukatele edilen(yâni düşmanların hücumuna uğrayan mü'min)lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki, Allah, onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kadirdir. Onlar (o mü'minlerdir ki) haksız yere ve ancak 'Rabbimiz Allah'tır.' dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır."500

Âyeti kerîmenin ifadesinden anlaşıldığı gibi, burada cihad izni kayıtlıdır ve sâdece "tecavüze mâruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından" dolayı verilmiştir. Yâni, Müslümanlar, herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklarlar. Şayet zulme mâruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyetle, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.

Bu âyetler, Müslümanlara, "saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaa etme" meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhare cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
ETRAFA SERİYYELER GÖNDERİLİYOR

Mekkeli müşrikler her şeye rağmen, Peygamberimizin ve Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine'deki Yahudî ve münafıklar ile el altından gizli gizli işbirliklerini sürdürerek İslâm nurunu söndürmeye, Resûli Kibriya'nın vücudunu ortadan kaldırmaya matuf faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.

Medine'yi teşkilâtlandıran Resûli Ekrem Efendimiz, bunlara karşı tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve desiseye başvururken elbette tedbirsiz kalınmazdı.

Peygamber Efendimiz, her şeyden önce iktisadî harb usûlünü tatbik etmek istiyordu. Bu maksatla da Kureyş'in Suriye'ye giden ticaret yolunu kontrol altında tutmayı uygun buldu.

Düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle sulh anlaşmaları yapmaktı. Böylece, onları Mekkeli müşriklerin sinsî emellerine âlet olmaktan kurtarmış ve Kureyş'i tek başına bırakmış olurdu.

Bu maksat ve gayeler ile henüz Hicret'in ilk yılında etrafa seriyyeler göndermeye başladı. Bu seriyyeler, herhangi bir yere hücum etmek ve kan akıtmak maksadıyla yola çıkarılmıyordu. Nitekim, görüleceği gibi, ilk seriyyeler (biri istisna edilirse) bir damla kan dökmemişler ve hiçbir kabileyi yağmalamamışlardır.

Seriyye, Peygamberimizin bizzat bulunmayıp, sahabîlerden herhangi birisinin kumandası altında gönderdiği askerî birliklere denilir. En azı beş kişilik, en çoğu da 300400 kişilik olur.

Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı vasfı, Kureyşli müşrikleri iktisadî baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtar idi; "Eğer siz şiddet siyasetinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan olan ticaret yolunuz elimizdedir. Aklınızı başınıza alın!" demekti.

Bu seriyyelerin gördüğü bir başka mühim vazife, Medine'nin etrafını kontrol etmekti; herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu araştırıp haber almaktı.

İLK SERİYYE

Medine'ye hicretlerinden yedi ay sonra Ramazan ayında Resûli Ekrem Efendimiz, amcası Hz. Hamza'yı, Mekkeli muhacirlerden 30 kişilik bir süvari grubunun başında, Kureyş müşriklerinden 300 kişilik bir birliğin muhafazasında Şam'dan Mekke'ye gitmekte olan ticaret kervanını gözetlemek için gönderdi.502

Süvari birliğinin içinde Ensâr'dan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sâdece Medine içinde korumak üzere Peygamber Efendimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki, Resûli Ekrem, Bedir Muharebesine kadar Ensâr'dan hiç kimseyi askerî seferlere göndermemiştir.503

Medine'den yola çıkan Hz. Hamza, İys nahiyelerinden biri olan Seyfû'lBahre'de, içinde Ebû Cehil'in de bulunduğu Kureyş kervanıyla karşılaştı. Taraflar çarpışmaya hazırlanırken, iki tarafın da dostu ve müttefiki bulunan Cühenîlerin reisi Mecdiy b. Amr, aralarına girip çarpışmalarına mâni oldu.

Kureyş, kervanıyla Mekke'ye doğru yol alırken, Hz. Hamza da beraberindeki Müslümanlarla Medine'ye geri döndü.504

Peygamber Efendimiz, çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.

UBEYDE B. HARİS SERİYYESİ

Hz. Hamza'nın Medine'ye dönüşünden sonra, Peygamberimiz, Şevval ayında Ubeyde b. Haris'i Nabiğ Vadisine gönderdi. Maiyetinde, Muhacirlerden 60 süvari vardı.505

Nabiğ Vadisine giden Hz. Ubeyde, orada Kureyş müşriklerinden 200 kişiyle karşılaştı. Birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların safından ilk ok Sa'd b. Ebî Vakkas Hazretleri tarafından atıldı. Allah yolunda atılan ilk ok, bu oldu.506 Bunun dışında herhangi bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerine uzaklaştı.507

Bu arada, Müslüman olmuş, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar arasına katılamayan Mikdad b. Amr ile Utbe b. Gazvan da, bu durumu fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücâhidlere katıldılar.508

EBVA GAZASI

Hicretin 1. senesininin son ayı...

Resûli Ekrem Efendimiz, ilk defa, Muhacirlerden 60 kişilik bir kuvvetle, yerine Sa'd b. Übade'yi vekil bırakarak Medine'den yola çıktı.509

Efendimizin bu gazaya* çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara gözdağı vermek, aynı zamanda Demre b. Bekir Oğullarıyla anlaşma yapmak isteğiydi.510

Resûli Ekrem'in beyaz sancağını Hz. Hamza taşıyordu.

Peygamber Efendimiz bu gazada müşriklerle karşılaşmadı. Ancak, yola çıkışının ikinci maksadı olan Demre b. Bekir Oğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi.

Benî Demre reisiyle yapılan yazılı anlaşmaya göre; a) Ne Peygamberimiz onlarla, ne de onlar Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya girmeyeceklerdi, b) Birisi diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti, c) İslâm'a karşı çıkmadıkları müddetçe Resûlullah'tan yardım görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına karşı yardıma davet ettiğinde icabet edeceklerdi.5"

Peygamber Efendimiz 15 gece sonra Medine'ye döndü.512

Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları olmuştur. Bilhassa Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerindeki kabilelerle yapılmış olması, Kureyş'i iktisaden çökertme plânının bir tatbikatı idi.

Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz, Müslümanlara muaraza vaziyeti almamış başka kabilelerle düşmana karşı muvakkaten de olsa bazı anlaşmalara girmiştir.


--------------------------------------------------------------------------------

497 Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 130. 498Hucûrat, 13.

502 ibni Hişam, Sîre, c. 2, s. 245; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 6.

503 ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 6.

504 ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 6.

505 ibni Hişam, A.g.e., c. 2, s 241; ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 7.

506 ibni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 241; ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 7.

507 İbni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 241242; İbni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 7.

508 İbni Hişam, A.g.e., c. 2, 242.

509 ibni Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 8.Peygamber Efendimizin bizzat bulundukları askerî hareketlere gazve [gaza] denir.

510 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 241; ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 8.

511 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 274275, c. 2, s. 8.

512 İbni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 8.
 
Üst