Lem'alar 8. Ders - Hastalıktaki Sıhhat, Sıhhattaki Hastalık

Huseyni

Müdavim
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Eser:
Lem'alar/İkinci Lem'a/Beşinci Nükte/Üçüncü Mesele ve Hatime
Konu: Sonsuz Acizliğin Sonsuz Kudret ve Rahmeti Göstermesi ve Hastalıktaki Sıhhat-Sıhhattaki Hastalık Hakkında
Açıklamalı risale derslerimiz devam ediyor.



  • Derslerimize herkes katılabilir.
  • Soru sorabilir veya sorulan sorulara cevap verebilir.
  • Ders anlayışımız; "biz biliyoruz, öğretiyoruz" değil, "anladığımızı paylaşıyoruz." şeklindedir.
  • Açıklamalı dersler, birkaç yöneticinin kendi tekelinde gibi algılanmamalı.
  • Yöneticiler derslerin sadece takibini ve seri olarak açma vazifelerini üstlenmekteler.
  • Bunun dışında dersin gidişatı herkese açıktır.
  • Bundan dolayı bütün kardeşlerimizin derslere iştirak etmelerini arzu ediyoruz.


Selam ve dua ile.

[BILGI]ÜÇÜNCÜ MESELE: Her zamanın bir hükmü var. [SUP][SUP]1[/SUP] [/SUP] Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri -fakat musibet dine dokunmamak şartıyla- bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.


Hâtime
Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var.

Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir.

Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.


[SUP]1[/SUP] : bk. Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân: 4:263; Hâtîb el-Bağdâdî, el-Cami’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmî’: 1:212, 407.


Lem'alar[/BILGI]


[TAVSIYE]Diğer Lem'alar dersleri: Lem'alar
Diğer açıklamalı dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

faris

Well-known member
"Her zamanın bir hükmü var."

Meselesini nasıl anlayabiliriz?

Hastalık hasta olan gencler için bir lutf ise sıhhat, sıhhatli gencler için bir ceza mıdır?
 

Huseyni

Müdavim
"Her zamanın bir hükmü var."

Meselesini nasıl anlayabiliriz?

Hastalık hasta olan gencler için bir lutf ise sıhhat, sıhhatli gencler için bir ceza mıdır?


Eski zamanda din herkesin derdiydi. İnsanlar inançlarını tatbik etmede bir sorun yaşamıyordu. Düşmanla din adına savaşmak belki de tek musibetleriydi ki bu musibet dine olan bağlılıklarını daha da arttırıyordu. Bu zamanda ise insanlar dininden gafil. Müslümanım deyip yaptığının ve söylediğinin müslümanlığa uyup uymadığından bihaber insanlar var. Günahlar insanı her taraftan kuşatmış ki, insanlar dinini yaşamaya ayırmıyor ya da günahların ve malayani şeylerin sel gibi önüne gelmesinden, ibadetlerini unutuyor. Allah'a kul olduğunu da, aciz ve fakir bir mahluk olduğunu da unutuyor. Bu kadar malayaniyatın ve günahların hücumu karşısında öyle bir şey lazım ki insanı kendine getirsin. Musibet bu zamanda şeklini hastalıklar şeklinde gösteriyor ki bu bir genç için ya da herhangi bir müslüman için hatat müslüman olmayan için dahi uyanma vesilesidir. Şükür vesilesidir. Geçenlerde Allah cc. çabuk şifa verdi elhamdülillah kısa bir hastalık geçirdim. O anki durumumla şu anki sağlıklı durumumu kıyas edince, "her anım o an gibi samimi olsa" demeden edemiyorum.

İnsan sağlık ve sıhhati bulduğunda acizliğini ve zaaflı ve ihtiyaçlı ve fakir olduğunu gerçekten çabuk unutuyor böyle bir zamanda. Bunları unutan Rabbini de unutuyor haliyle. Çünkü "kendini bilen Rabbini bilir" kaidasince, kendini unutan da Rabbini unutuyor. Rabbimize cc. hamdolsun ki kulu Onu unutsa da O kulunu unutmuyor. Bir musibet veriyor, bir anda bir hastalık veriyor ki hatırlasın Rabbini. Elhamdülillah bu dahi Allahın sonsuz rahmetinin bir tecellisidir.

Her sıhhatli insan günaha dalacak, Rabbini unutacak diye bir şey söylenemez belki ama her musibetzedenin Onu hatırladığı bir gerçek. Ceza konusuna gelince onu Allah cc. bilir. Bir insan önüne gelen fırsatları inatla reddediyorsa Allah cc. ona dünyayı cennet gibi yaşatabilir. Hiç sorunsuz dünyadan göçer gider, gittiği andan itibaren hiç bitmeyecek sorunlar da başlamış olur. Allah cümlemizi böylesi hallerden muhafaza eylesin, amin..Ondan gelen her ne varsa hoştur..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. [/NOT]


Acz ve fakr Risale-i Nur'lar da en sık rastladığımız kavramlardan. Allah cc. acz ve fakrı insanların fıtratına, haddi sınırı olmayan kudretini ve rahmetini göstermek için dercetmiş, koymuş. Dünyada aciz ve fakir olmayan tek bir insan yoktur. Zahir itibariyle kemikleri olgunlaşmış, fiziki olarak kemale ermiş bir insan, bir bebekten daha kuvvetli görünüyorsa da, hakikatte ikisi de aynı derecede acizdir: Çünkü her ikisinin de, defalarca büyütüldükten sonra ancak farkedilebilen, bir mikroba karşı koyacak güçleri yoktur.

[TAVSIYE]İ’lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...


Mesnevi-i Nuriye[/TAVSIYE]


İnsan acz ve fakrını anladığı nisbette Rabbinin rahmet ve kudretini celbeder. Ona cc. intisab eder. Bu intisabla kendi güç ve kuvvetinin çok üstünde işler görebilir. Tıpkı bir polis memurunun, bağlı olduğu teşkilat itibariyle, yüzlerce arabayı tek işaretle durdurabildiği gibi. Ya da bir askerin orduya intisabı neticesinde binlerce askeri tek işaretle oturtup kaldırdığı gibi.

[TAVSIYE]"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. "


Sözler
[/TAVSIYE]


[TAVSIYE]İşte, وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى [SUP] [/SUP] eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavunun sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrudu gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının destgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor.


Mektubat[/TAVSIYE]
 

BiÇaRe4

New member
Dünyada aciz ve fakir olmayan tek bir insan yoktur. Zahir itibariyle kemikleri olgunlaşmış, fiziki olarak kemale ermiş bir insan, bir bebekten daha kuvvetli görünüyorsa da, hakikatte ikisi de aynı derecede acizdir: Çünkü her ikisinin de, defalarca büyütüldükten sonra ancak farkedilebilen, bir mikroba karşı koyacak güçleri yoktur.
evet insan hayatının her evresinde hep bir acizlik ve muhtaç olma durumu yaşamakta....uyumaya muhtaç yemeye muhtaç nefes almaya muhtaç def-i hacetini yapmaya muhtaç bu gibi binlerce örnekleme sayabiliriz ihtiyaçlarımıza dair...


ama yine aynı insan oğlu sanki bu ihtiyaçlardan kurtulmuş tüm sorunlarını halletmiş gibi sokaklarda kibir ve gövde gösterisi yapar halde yürür etrafına caka satmaya kalkar...ama düşünüp demez ki; " yahu ben burada hava atıyorum kibirleniyorum ama daha küçük abdestimi bile tutamıyorum...sözüm bedenime geçmiyor...emretmeye kalksam bedenim beni dinlemez sokağın ortasında hava attığım insanların arasında paçalarımdan sıvıları salar da beni rezil eder" diye tefekkür etmez..
Ya da şeytan ve nefs tarafından bu tefekkür ettirilmez...o kişiye sürekli verilen dolduruş yüklü vesveseler insanın acziyetini düşünme noktasından uzaklara götürür...

Rabbim aczini bilen kullarından eylesin ve haddi aşmayı bizlere nasip etmesin...inşaALLAH

Allah razı olsun bilgiler için...
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Bu ders konusu bana Düzceli Mehmet'i hatırlattı.Ve o kitaptan biraz alıntılarla derse katılmak isterim.

[DIKKAT]Trafik kazası mehmetin hayatında çok derin,çok önemli ve çok ibretli izler bırakmıştı. Adeta,bütün hayatını yeniden planlamasına yeniden yorumlamasına ve yeni bir bakış açısıyla yeniden tanzim etmesine vesile olmuştu. Öyle tahmin ediyorum ki,hastanede gördüğü o ibretli olayın hepsi,bana anlattığı kadar değildi.

Bana anlatmadığı ve kendisine bir sır olarak kalan çok önemli konular ve çarpıcı hususlar vardı.

Birlikte olduğum günlerde bir günlük programında şunlar vardı:

1.günde 4 saat uyku.

2. hergün kaza namazları ve haftada 5 gün kaza orucu.

3.günde 2 vakit yemek.

4. her gün bir cüz Kuran-ı Kerim okuma

5. iki günde bir,Büyük Cevşeni hatim etme

6. günde 100 sayfa Kuran tefsiri okuma ve fıkıh bilgileri elde etme çalışması.

Her insanın kaldıramayacağı ağır bir program. Sanki,ölüme,ahirete acelesi varmış gibi bütün zamanını kulluk ve yapamadığı ibadetlere ayırmıştı. Belki de o bu aceleyi çok iyi görmüş ve hissetmişti. Aslında her insanın ölüme ve ahirete acelesi vardı. Çünkü,heran karşılaşma ihtimali olan ölüm ve ecelle iç içe yaşıyoruz işte mehmet bunu çok iyi anlamıştı.


Telefonun bir ucundan ben diğer ucundan mehmet,karşılıklı gözyaşı döküyorduk. Çok önemli şeylerin olduğunu anlamıştım. Yine mehmet beni şaşırtmaya beni heyecanlandırmaya ve çok ibaretli bir hadiseyle bana önemli dersler vermeye hazırlanıyordu.

Mehmetin o temiz kalbi ve tertemiz duygularıyla gözlerin göremeyeceği ulvi şeyleri gördüğünü tahmin etmiştim. Çünkü mehmet öyle bir manevi makam yakalamıştı ki,o makamda çok şeyler görülebilirdi. Ama kendisi kendisinin nerelerde olduğunu bilmiyordu.

Hıçkırıkları biraz hafifleyince:

Mehmet seni dinliyorum diye üsteledim. Bana anlatmalısın. Çünkü senin yaşadıklarından ibret alcak birçok insan var. Hatta anlatmazsan mesul olursun.

Kendisine has tatlı ve dokunaklı bir ses tonuyla anlatmaya başladı.

Cuma namazı için camiye gittim. Caminin sol tarafında boş bir yer bularak oturdum. Vaiz efendi güzel şeyler anlatıyordu. O anlattıkça ben kendi alemime dalıp gittim.

Mehmet tekrar anlatıp anlatmamakla tereddüt edince :

Sonra diye ikaz ettim.

Sonra kendi dünyamda bir yolculuk başladı. Bu yolculuğu nasıl anlatsam hocam ?

Yine sesi titremeye başlamıştı.

Nasıl olduğunu bilemediğim ve anlayamadığım bu yolculukta karşıma bütün ihtişamıyla KABE çıkmıştı ,diye devam etti:

Kendimi o muhteşem kalabalıkta buldum. Orada kılınan Cuma namazında saf tuttum. O heyecanımı size anlatamam. Namazdan sonra baktım Kabenin içine bir kapı açılmış,bazı insanlar oraya gidiyorlar. Ama oraya her insanı almıyorlar.

Ben de şansımı deneyeyim,orada ne var diye kapıya yöneldim. Kapıya kavuşunca baktım,benim çok sevdiğim ve çok iyi bir insan kapıda bekliyor. Onu görünce kucaklaştık. İçeri gir mehmet bak neler görceksin dedi.

Heyecanla içeri girdim. Baktım ki muhteşem saray gibi bir yer. Tam karşıda bir kalabalık,kalabalığın önünde de bir kürsü kurulmuş,başta peygamberimiz (a.s.m) Hz Ebubekir,Hz Ömer, ve diğer bazı zatlar ve Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri...

Ben içeri girince, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bana işaret etti ve beni yanına çağırdı. Hoş geldin ,kardaşım mehmet diyerek kolumdan tuttu. Peygamber Efendimizin (a.s.m) önüne getirdi. Ya Resulallah işte mehmet budur dedi.

Peygamber Efendimiz saçımı okşadı,ben de mübarek ellerinden öptüm.

Peygamber Efendimiz yüzüme şefkatle bakarak yalnızca maşallah dedi.

O esnada camide müezzin sesini duydum ve kendime geldim,baktım ki ,Düzce de camideyim.

Bu yolculuk bir hayalmiydi bilmiyorum hocam. Ama oradaki mübarek havanın ciğerlerime işlediğini hissettim.
Mehmetim seni tebrik ederim diyebildim. Ve yine karşılıklı ağlamaya başladık.

Bir müddet sonra da:

Camide de bambaşka bir cemaat vardı hocam,diye mehmet içini çeke çeke konuşmasını sürdürdü.
Nasıl bir cemaat diye sordum.

Bambaşka bir cemaat vardı. Bugüne kadar böyle camii cemaati görmedim. Özellikle de caminin sağ tarafını doldurmuşlardı. Tek tip elbiseli,son derece namaz adabına uygun oturuşları ciddiyetleri ile dikkat çekiyorlardı.

İlk anda bu insanların bir tarikata mensup bir cemaat olduklarını tahmin etmiştim. Ama değildi. Sanki insan üstü bir görüntü ve çok mükemmel bir davranış içindeydiler.

O namazda aldığım hazzı ve lezzeti anlatamam . içime tarifsiz bir huzur dolmuştu. Namaz boyunca ağladım durdum.

Ben böyle bir namaz böyle bir cemaat görmemiştim. Böyle bir manevi havayı solumamıştım.
Mehmet kendini bilmiyordu ama,onun iç dünyasında ve gönül ikliminde çok kutsal ve çok ulvi hadiseler cereyan ediyordu. Bütün bunlar,mehmetin katettiği manevi yüceliğin işaretleriydi. Artık inanmıştım ki,o meleklerle velilerle ve şehitlerle namaz kılıyordu.

Mehmeti fazla hislendirip duygulandırmamak için tekrar telefon konuşmasını kesmek istedim.
Mehmetin bana son cümleleri şunlar olmuştu:

Hocam dün size bir mektup yazıp gönderdim. Ömür kısa,belki de görüşmeyebiliriz. Hakkınızı helal edin.ellerinizden öpüyorum.

Ben de kalbi dualarımı ve iyi dileklerimi ifade ettim.
[/DIKKAT]​
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.[/NOT]

İnsanın çok elemler ve lezzetler alabilir surette yaratılması, Allahın isimlerinin nakışlarını göstermek içindir. Mesela insan açlık elemini çekerek Allah'ın Rezzak isminden, hastalık elemini çekerek Şafii isminden haber veriyor. Aldığı lezzetler de Allah'ın Kerim, Muhsin, Rahim, Cemil gibi isimlerinden haber veriyor.
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır.[/NOT]


Altıncı Söz de izahı var. Akıl bir alet; hem elemi var, hem lezzeti var. Menfi düşüncelerle elem duyuyor, müsbet düşüncelerden lezzet alıyor.

Dil bir alet; acıyla elem, tatlıyla mütelezziz oluyor.

Göz bir alet; güzelle lezzet alıyor, çirkinle elem duyuyor.

Misaller çoğaltılabilir. Bunlar gibi maddi manevi bütün cihazatlarımızın, bir elem yönü bir de lezzet yönü var. Böyle olduğu gibi her bir cihazatın vazifeleri ve o vazifelere göre e mükafatı var. Mesela gözün vazifesi Allahın cc. yaratmış olduğu şu kainattaki sanat eserlerini mütalaa etmek, o güzelliklere takdirkarane bakıp hayrette bulunmak gibi vazifeleri var. Mükafatı cennetin sonsuz güzelliklerine mazhar olmakla birlikte, Cemalullah ile de müşerref olmak. Gözümüz gibi ne kadar maddi manevi cihazlarımız varsa hepsinin de benzer şekilde vazifeleri ve mükafatları var.

[NOT]Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var.[/NOT]


Bu kadar vücutta, bu kadar çok özelliğin bir arada bulunması, insanın kainatın bri fihristesi, özeti, çekirdeği mahiyetinde olduğunu gösteriyor. Yani büyük alem olan kainatta Allahın hangi isim ve sıfatları tecelli etmişse, insanda da aynı isim ve sıfatlar daha latif bir surette tecelli etmiştir. Hislerimizdeki değişiklikler, tavırdan tavıra girişimiz, düşünebilmemiz, gücümüz-kuvvetimiz, irademiz, güzelliklerimiz, mükemmelliklerimiz gibi şeyler Rabbimizin isim ve sıfatlarının tecellisi neticesinde ortaya çıkıyor..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir.[/NOT]


Sıhhat ve afiyet ve lezzet aldığımız şeyler Rabbimize şükrü gerektiriyor. Yani insan olarak herhangi bir güzelliğe mazhar olduğumuzda, bu bizim şükür yönümüzü işlettiriyor. Ancak biz tek yönlü bir varlık değiliz. Bir de acz ve fakr yönümüz var. Bu yönümüzü de işletmek için Rabbimiz bizi binbir türlü musibetlerle imtihana tabi tutuyor. Evladımızla, malımızla, sağlığımızla vs. Güzellikler bir yönümüzü harekete geçirip "Elhamdülillah, şükür Ya Rabbi" dedirtirken, musibetler de diğer bir yönümüzü harekete geçiriyor ve "Rabbim ben aciz ve fakirim ve Sen hem Rahmeti hem Kudreti sonsuz olansın" dedirtiyor. İnsan bu şekilde her yönüyle, bütün azalarıyla hamd, dua ve şükreden, işleyen bir fabrika gibi oluyor ve yaratılmasındaki maksat hasıl olmuş oluyor..
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.[/NOT]


İnsanın aldığı lezzetler nasıl şükür ve hamd tarafını çalıştırıyor, işlettiriyor ise, elemleri de acz ve fak madenini işlettiriyor. Yani insan musibetlere giriftar olduğunda ancak acz ve fakrını tam anlamıyla kavrayabiliyor. Bu da insanı binlerce kalemi içinde bulunduran tek bir kalem hükmüne getiriyor. Yani insan tek bir varlık ancak her bir azasından aldığı elem ve lezzetlerle binler kalemi içinde bulunduran tek bir kalem gibi oluyor. Ve bu cihette fıtri vazifesini ifa etmiş oluyor. Allahın sonsuz isimlerine ve sıfatlarına ayine vazifesi görmüş oluyor. Allah nezdinde hassas ölçülerle yaptığı bir kaside gibi oluyor. Zira koca kainatta tecelli eden ne kadar isim ve sıfat varsa, ona nisbeten yok hükmündeki insanın madi manevi simasında da tecelli ediyor. Üstad bunu "kaside-i manzume-i Sübhâniye" şeklinde ifade ediyor. Benim anladığım...
 
Üst