Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 306


Evet bu أَمَّا iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz edilmiştir. Binaenaleyh, burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ
blank.gif
1
cümlesinin اَلَّذِينَ اٰمَنُوا
blank.gif
2
cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder. Yani imanı olanın şe’ni, onun hak olduğunu bilmektir.


Kendisinden daha kısa olan اَلْمُؤْمِنُونَ
blank.gif
3
kelimesine bedel اَلَّذِينَ اٰمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu bilmek iman olduğuna işarettir.

Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasip olan اَنَّهُ الْبَلِيغُ
blank.gif
4
cümlesine tercihan اَنَّهُ الْحَقُّ
blank.gif
5
denilmesi onların itirazlarından kastettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onlarla maksatları, Allah’tan olduğunu nefyetmektir.


اَنَّهُ الْحَقُّ Hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız بَعُوضَةً
blank.gif
6
temsilidir. بَعُوضَةً ’nin gayrısı ve بَعُوضَةً ’den daha iyisi, ayıplardan hâli olsa bile, belâgatçe بَعُوضَةً ’nin yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıplardan selâmet, kemâle delil olamaz.


مِنْ رَبِّهِمْ
blank.gif
7
O temsilin, Rablerinden nâzil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.



[NOT]Dipnot-1 “Onlar bunun hak olduğunu bilirler.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-2 İman edenler.
Dipnot-3 Mü’minler.
Dipnot-4 Şüphesiz ki o çok belagatlidir.
Dipnot-5 Şüphesiz ki o haktır.
Dipnot-6 Sivrisinek.
Dipnot-7 Rablerinden.
[/NOT]

Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahbelâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
binaenaleyh: bundan dolayıdelâlet etme: delil olma, işaret etme
gayr: diğer, başkahakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
hasredilme: bir hüküm v.s. bir şeye ait kılınma, sınırlandırılmahâli: uzak
istihsan etme: beğenme, güzel bulmaittihaz etme: edinme, kabul etme
kemâl: mükemmellikkeza: bunun gibi, böylece
lâzım: bir şeyden ayrılması mümkün olmayan şey, herhangi bir şey hatıra gelince hiçbir delile ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey; meselâmakam: durum, hal, konum
münasip: uygun, denknefyetmek: inkâr etmek, reddetmek
nokta-i nazar: bakış noktası, açısınâzil olma: inme
nüzûl: inmeselâmet: kusurdan uzak olma, sağlamlık, güvenirlik
takbih etme: kötüleme, çirkin görülmetemsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji
tercihan: tercih olaraktesis etmek: kurmak
vaz etmek: koymak, yerleştirmekzarurî: zorunlu, gerekli
şe’n: hâl, özellik, nitelikأَمَّا: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 307


وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا
blank.gif
1
Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki icmâli tafsil etmekle, tahkik ve tekidi ifade ediyor.


اَلَّذِينَ كَفَرُوا
blank.gif
2
’nun اَلْكَافِرُونَ
blank.gif
3
kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkârı, kalblerinde rüsuh peydâ eden küfürden neş’et ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.

Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ
blank.gif
4
’nin mutabakatı için burada فَلاَ يَعْلَمُونَ
blank.gif
5
denmesi münasip iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ
blank.gif
6
îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir.


Takdir-i kelâm: “Küfrü olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.”

Ve keza, kendileri dalâlette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalâlete sürüklediklerine işarettir.

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا
blank.gif
7
Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذِينَ اٰمَنُوا
blank.gif
8
mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasip olan يَهْدِى بِهِ
blank.gif
9
nin takdimi lâzımken, يُضِلُّ بِهِ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelâmdan maksat, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen, يُضِلُّ بِهِkesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştır.



[NOT]Dipnot-1 Kafirler ise.
Dipnot-2 Küfredenler; Allah'ı inkar edenler.
Dipnot-3 Kâfirler; inkarcılar.
Dipnot-4 Bilirler.
Dipnot-5 Bilmezler.
Dipnot-6 Derler ki.
Dipnot-7 “Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-8 İman edenler.
Dipnot-9 Onunla hidayete götürür.
[/NOT]

binaen: –dayanarak dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
hakir: hor ve değersiz, önemsizicmâl: özet
ihtisar: kısaltma, özetlemeistifham: soru sorma
istihkar: küçümseme, aşağılamakelâm: söz, ifade
kesb-i ehemmiyet etme: önem kazanmakeza: bunun gibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atımukaddem: evvel, önce
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen şeymutabakat: uygunluk
mâkabli: öncesimünâsip: uygun, denk
nazaran: –göreneş’et etme: doğma, meydana gelme
rüsûh peydâ etme: kökleşme, derinleşme, yerleşmetafsil etmek: ayrıntılı olarak açıklamak
tahkik: kesinliktakdim: öne geçirme, önce getirilme
takdir-i kelâm: sözün gelişi; lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan söz, mânâtekid: pekiştirme
tercihan: tercih olaraktereddüt: şüphe
îcâz: vecizlik, geniş bir mânâyı az sözle anlatmaاَمَّا: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 308


S - Dalâlet yerine يُضِلُّ
blank.gif
1
hidayet yerine يَهْدِى
blank.gif
2
yani masdardan fiile olan udulden maksat nedir?


C - Fiil-i muzâri, teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden, yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur’ân’ın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü’minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir.

Ve keza, bu cümle مَاذاَ اَراَدَ اللهُ
blank.gif
3
ilâ âhir, cümlesiyle işaret edilen istifhama cevap olduğu için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icap etmiştir. Ve bu icaba binaen, masdara tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalâlet, ötekisinin de hidayettir.


كَثِيرًا
blank.gif
4
Evvelki كَثِيرًا ’dan kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.


İkinci كَثِيرًا ’dan keyfiyet ve kıymetçe çokluk kastedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’ân’ın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir.

Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’ân’ın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir.


Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.

وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ
blank.gif
5
Evvelki cümlede mutlak ve müphem olarak zikredilen كَثِيرًا
blank.gif
6
’den



[NOT]Dipnot-1 Saptırır.
Dipnot-2 Hidayete erdirir; imana ulaştırır.
Dipnot-3 Allah bununla ne irade etti.
Dipnot-4 Çokları.
Dipnot-5 “Verdiği misallerle Allah, ancak fasıkları saptırır.” Bakara Sûresi, 2:26.
Dipnot-6 Çokları.
[/NOT]

beyan etmek: açıklamak, izah etmekbeşer: insanlık
binaen: –dayanarak bâis olma: sebep olma
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdelâlet etme: delil olma, işaret etme
fazilet: güzel ahlâk, üstünlük, erdemfiil-i muzârî: Arapçada şimdiki, geniş ve gelecek zamanı ifade eden fiil kipi
fırka: sınıf, gruphidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet
icap etmek: gerekmekilâ âhir: sonuna kadar
istifham: soruistimrar: devamlılık
itibar: özellik; bakımdankemiyet: sayıca çokluk, nicelik
keyfiyet: nitelik, özellikkeza: bunun gibi
lütufkâr: iyilik ve bağışta bulunanmasdar: gr. şahıs ve zaman göstermeyen, ancak olumlu veya olumsuz bir fiil ve oluşa delâlet eden kelimedir ve bütün fiil ve türevler kendinden doğar; kaynak kelime
merhamet: acıma, şefkatmukabil: karşılık
mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibimüphem: kapalı, örtülü, belirsiz
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannev-i beşer: insanlar
nisbet: orannur-u iman: iman nuru, aydınlığı
nüzul-ü Kur’ân: Kur’ân’ın inişi, gönderilişinüzûl: inme, iniş
rahmet: merhamet, ihsan, bağışteceddüd: yenilenme, tazelenme
tercihan: tercih olarakudûl: dönme, vazgeçme
zulmet: karanlıkzulmet-i küfriye: küfür, inkâr karanlığı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 309


hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def etmiştir ki: “Dalâlete gidenler, fâsıklardır. Dalâletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise kisbleridir. Suç onlarda olup, Kur’ân’da değildir. Dalâleti halk etmek, yaptıklarının cezası içindir.”

Yine bilinmesi lâzımdır ki, bu cümlelerin herbirisi mâkablini şerh ve beyan eder, mâbadi de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâbadine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz.

1. Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü O, temsili terk etmez. Hem o temsil beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah’ın kelâmıdır. Bunu da mü’min olan kimseler bilir.

2. Allah, münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, “O temsilin terki lâzımdır” diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler. Hem “Bunda ne faide var?” derler. Hem inkâr ediyorlar; zira hakîr görüyorlar. Hem, işitmeleriyle dalâlete girdiler; zira Kur’ân onları dalâlete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar, hem Allah’a olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi kestiler, hem arzda Allah’ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh, hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah’ın gazabıyla ebedî bir azap içinde kalan onlardır.

﴿ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَاۤ اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ
blank.gif
1


Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla


[NOT]Dipnot-1 “Fâsıklar öyle kimselerdir ki, Allah’a itaatten çıkıp, mîsak-ı ezelîde yaptıkları ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar ve mü’minler arasında emrettiği bağlantıyı keserler; yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar.” Bakara Sûresi, 2:27.
[/NOT]

ahid: verilen söz, andlaşmaarz: yeryüzü
azab: acı, sıkıntıbeliğ: belâğatli; maksada ve hâle uygun olan
beyan: açıklama, anlatmabilhassa: özellikle
binaenaleyh: bundan dolayıdalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
def etme: uzaklaştırmaebedî: sonsuz, sonu olmayan
fâsık: yoldan çıkmış, günahkârfısk: günah
gazab: cezahakîr: hor ve değersiz, önemsiz
halk etmek: yaratmakhayâ etme: terk etme, çekinme, utanma
hikmet: fayda, yarar, sırhâsir: hüsrâna düşen, zarara giren
hâsıl olma: meydana gelmeifsad etmek: bozmak, bozgunculuk yapmak
ika etme: şüphe vs. şeyleri ortaya atma, vermeintizam: düzenlilik
i’câz: mu’cizelik; Kur’ân’ın, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğükelâm: söz, ifade
kisb: kazanım, kazanmamenşe: kaynak
mezkûr: anılan, sözü geçenmâbadi: sonrası
mâkabli: öncesimünkir: inanmayan, inkar eden
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannazm: diziliş, tertip ve düzen
nizam: düzen, sistem, kanunsilsile: zincir
sıfat: nitelik, özelliksıla-i rahm: akrabalık bağı, ilişkisi
tefsir: açıklama, yorumtemsil: kıyaslama tarzında benzetme, örnekleme; analoji
tereddüt: şüphevesvese: kuruntu, şüphe
zikredilme: anılma, belirtilmezira: çünkü
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayatşek: şüphe, tereddüt
şerh: izah, açıklama
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 310


tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.”


يَنْقُضُونَ﴿“Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak” mânâsını ifade eden نَقَضَ tâbiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenâb-ı Hakkın ahdi meşiet, hikmet, inayet’in ipleriyle örülmüş nûranî bir şerittir ki; ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecellî ederek, silsilelerini kâinatın envaına dağıtırken, en acip silsilesini nev-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz-ü ihtiyarînin yuları da, şeriatın, yani delâil-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın ahdini bozmamak ve ifa etmek, ancak o istidatları lâyık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur.

Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ, bazı enbiyayı iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.




Kur’ân-ı ekber: büyük Kur’ân; kâinat kitabıabesiyet: faydasızlık, gayesizlik
ahd: verilen söz, söz vermeakîm: neticesiz, meyvesiz
baîd: uzakbinaenaleyh: bundan dolayı
cüz-i ihtiyarî: insandaki az bir irade serbestliğidelâil-i nakliye: âyet ve hadis gibi nakle dayanan deliller
ebed: sonu olmayan, sonsuzlukenbiya: nebiler, peygamberler
envâ: çeşitler, türlerezel: başlangıcı olmayan sonsuz
fâsık: hak yoldan çıkmış, günahkârfıtrat: yaratılış, mizaç
garip: tuhaf, şaşırtıcıhikmet: fayda, gaye; herşeyin Cenâb-ı Hak tarafından belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması
ifa etmek: yerine getirmekihlâl etmek: bozmak
inayet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, düzenlilikinkılâbât-ı acîbe: şaşırtıcı ve hayret verici değişimler
intizam: düzenlilikisnad etme: dayandırma
istidat: kabiliyet, meziyeti’câz: mu’cizelik; Kur’ân’ın, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü
kabih: çirkinkudret-i ezeliye: Allah’ın ezelden beri var olan kudreti, güç ve iktidarı
kâinat: evren, yaratılmış her şeylâtif: ince, güzel, hoş
meşiet: Cenab-ı Hakkın irade ve dilemesi mukaddeme: maksada girmeden önce söylenen ve maksad için esas olan söz, önsöz
mu’ciz: mu’cizeli; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğümünasebet: alâka, bağlantı
münâsip: uygunnakz: bir hükmü yok sayma, bozma
nakz-ı ahd: ahdi ve antlaşmayı bozmanazm: diziliş, tertip ve düzen
nev-i beşer: insanlarnizam: düzen, sistem, kanun
nizam-ı umumî: genel düzen, kanun, sistemnuranî: nurlu, aydınlık, parlak
ruh-u beşer: insan ruhusarf etmek: harcamak
semere: meyve, neticesilsile: zincir, art arda gelen şey
tabir: ifade, anlatımtahavvülat-ı garibe: tuhaf, hayret verici dönüşümler
tahsin: övme, beğenmetavsif: nitelendirme, vasıflandırma, özelliklerini anlatma
tecellî: yansımatekzip: yalanlama
tereddüt: şüphetesettür: örtünme, gizlenme
üslûp: ifade ve söyleşi tarzışeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şerid: band, halat, ip
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 311


وَيَقْطَعُونَ مَاۤ اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ
blank.gif
1
﴿ Bu cümledeki emir, iki kısımdır.

Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tâbir edilen akraba ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvînîdir ki, fıtrî kanunlarla âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Meselâ, ilmin i’tâsı, mânen ameli emrediyor; zekânın i’tâsı, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları mârifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi, akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.

وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ
blank.gif
2
﴿ Evet, fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi, çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli hâlet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa hafif olur.

Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa, yüksek hissiyatı, kemâlâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânâsıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

S - Bir fâsıkın fıskıyla arzın müteessir olması akıldan uzaktır.

C - Madem ki arzda nizam var; muvazene de olmalıdır. Hattâ nizam, muvazeneye tâbidir. Binaenaleyh, bir makinenin dişleri arasına küçük birşey düşerse, makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılırken, terazi muvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse, müvazenesi


[NOT]Dipnot-1 “O fasıklar, Allah’ın akrabalar ve mü’minler arasında emrettiği bağları keserler.” Bakara Sûresi, 2:27.
Dipnot-2 “Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar.” Bakara Sûresi, 2:27.
[/NOT]

amel: iş yapma, uygulama; bilgiye uygun hareket etmearz: yeryüzü, dünya
belâ: büyük sıkıntıbinaenaleyh: bundan dolayı
cihad: din uğrunda çaba harcamaemr-i tekvinî: Allah’ın yaratılışa koyduğu kanun, emir
faraza: varsayalım kifenalık: kötülük
fesad: bozgunculukfâsık: hak yoldan çıkmış, günahkâr
fısk: günahfıtrî: yaratılıştan gelen, tabii
hissiyat: duygular, hislerhâlet: durum, hâl
ihtilâl: karışıklık, bozuklukistidat: kabiliyet, meziyet
i’tâ: verme, bahşetmekemâlât: iyilikler, olgunluklar, üstün özellikler
keza: bunun gibikudret: güç, kuvvet
maruz kalma: tesirinde kalma, uğramameyil: arzu, istek
musibet: belâ, sıkıntımuvasala hattı: iki şey arasındaki bağ, ilişki, irtibat
muvazene: ölçü, dengemuvazi: denk, eşit
mârifetullah: Allah’ı bilme ve tanımamüteessir olma: tesir altında kalma, etkilenme
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannizam: düzen, kanun, sistem
peydâ olma: meydana gelmesukut etme: düşme, alçalma
sıla-i rahm: akrabalık bağı, ilişkisitabir: ifade, anlatım
tahribat: tahripler, yıkıp bozmalartazammun etme: içerme, içine alma
tekvînen: kâinat ve fıtrat kanunları ileteşriî: yasamayla ilgili; şeriata dair, şeriatle belirlenen
tâbi: bağlıumumî: genel
âdetullah: Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensiplerâfet: felâket, musibet
şer’an: dinen, şeriata göre
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 312

[SUB]
bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, arzın muvazene-i mâneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.
[/SUB]


﴿ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
blank.gif
1

اُولٰۤئِكَ
blank.gif
2
üç şeyi ifade ediyor:

Birisi ihzar, ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklıktır.

Demek bu اُولٰۤئِكَ gaip olan o fâsıkları ihzar eder, mahsus bir şekilde gösterir.


S - Onların ihzarını icap eden sebep nedir?

C - Sâmiin talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvâlini işiten sâmi, onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için, hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, tâ “Oh, oh!” demekle kalbi rahat olsun.

Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولٰۤئِكَ ile mahsus gösterilmeleri, güya pis ahvalleri, habis sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde bâliğdir ki, herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsus bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasârete mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.

O fâsıklara râci olan اُولٰۤئِكَ ’nin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarik-ı haktan uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarik-ı hakka rücuları mümkün olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire müstahak olduklarına işarettir.

Hasrı ifade eden هُمْ
blank.gif
3
hasâretin onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ



[NOT]Dipnot-1 “İşte onlar, gerçekten zarara uğrayanlardır.” Bakara Sûresi, 2:27.
Dipnot-2 İşte onlar (bk. n-ḥ-v: ism-i işaret).
Dipnot-3 Onlar (bk. n-ḥ-v: zamir)
[/NOT]

ahvâl: haller, durumlar
bâliğ: varan, ulaşan
delâlet etme: delil olma, işaret etmefâsık: hak yoldan çıkmış, günahkâr
fısk: günahgaip: o anda bulunmayan, görünmeyen
güya: sankihabis: kötü, pis
had: sınırhasr: sınırlandırma, ait kılma; bir hükmün yalnızca bir şeye veya bir şahsa verilmesi
hasâret: zarar, ziyanhiddet: öfke, kızgınlık
hüsran: zarar, kayıp icap etme: gerektirme
ihzar: getirmek; o anda olmayan bir şeyi zihnen huzura getirme, görünür kılmaizale: giderme, ortadan kaldırma
kesret: çoklukmahsus: duyularla hissedilen, algılanan
mahsusiyet: dış duyularla hissedilebilir, algılanabilirmuvazene: ölçü, denge
muvazene-i mâneviye: mânevî dengemünhasır: ait, mahsus, sınırlı
müstahak olma: hak etme, lâyık olmamütemerrid: inatçı, asi, ayak direyen
müşahede: görme, seyretmenazar-ı nefret: nefret bakışı
nizam: düzen, kanun, sistemrâci: ait, yönelik
rücu: dönmesâmi: dinleyici, işitici
tahkir: aşağılama, hakaret etmetarik-ı hak: hak ve hakikat yolu
tavsif: vasıflandırma, nitelendirme, özelliklerini anlatmatecessüm ettirme: cisimleşme, cisim halinde getirme
tecziye: cezalandırmavesîle: sebep, vasıta
zem: kınama, kötüleme
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Kur'ân'ın İfadesindeki İ'caz - Sayfa: 313


mü’minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasâretleri, hasâret sayılmaz. Ve yine mü’minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vâki olan zararları hasaret değildir.

اَلْخَاسِرُونَ
blank.gif
1
’deki harf-i târif, cinsi ve hakikati ifade eder. Yani, “Hüsran görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın.”


Ve keza, onların meslekleri mahz-ı hasârettir, başka hasâretlere benzemiyor.

اَلْخَاسِرُونَ Hasâretin mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid edilmemesi, hasâretin bütün envâına şâmil olduğuna işarettir. Meselâ, vefâ-i ahidde nakz ile hasâret ettiler sıla-i rahimde kat’ ile, ıslahda ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasâretler gibi.

endOfSection.gif
endOfSection.gif

[NOT]Dipnot-1 Hüsrana uğrayanlar.
[/NOT]

ehl-i ticaret: ticaret yapanlar, tüccarlarenvâ: çeşitler, türler
harf-i târif: gr. Arapça’da isimlerin başına konulan ve onu belirli ve bilinen hale getiren “elif” ve “lam” takısıhasâret: zarar, ziyan
ifsad: bozmak, bozgunculuk yapmakkat’: kesme, koparma
keza: bunun gibi, böylecemahz-ı hasâret: sırf zarar, tamamen zarar ve ziyan
mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi ki her türlü kitabı içine alırmü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
nakz: bozma saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk
sıla-i rahm: akrabalık bağı, ilişkisitakyid: sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından ve belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlama
vefâ-i ahid: sözünü yerine getirme, sözünde durma konusuvâki olma: meydana gelme, oluşma
ıslah: düzelme, arabuluculuk yapma, barıştırmaşekavet: mutsuzluk, sıkıntı
şâmil: içine alan, kapsamlı
 
Üst