Kader İle İlgili Soru Ve Cevaplar.

ademyakup

Well-known member
İslâmiyet'te kader anlayışı geleceğe ait meselelerde değildir. Geçmiş hadiselerde ve musibetlerde kullanılır.Yani “Kaderimde öğretmen olmak varsa olurum” deyip evde oturamayız. Çalışırız, öğretmen olmanın sebepleri nelerse onların hepsini yerine getiririz. Sonuçta o arzumuza ulaşamazsak, “Kaderimizde bu yokmuş” deriz.

Cenab-ı Hak, bizim fiillerimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimizi bilmiş olması, o fiilleri yapan bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Zaten, “Madem Cenab-ı Hakk, ezelden benim ne yapacağımı biliyordu, benim ne kabahatim var?” Cümlesi tahlil edildiği zaman, yapma fiilinin bize ait olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla, yapan biz olduğumuza göre başka suçlu aramaya gerek yoktur.

Cenab-ı Hakk'ın bilmesi, geçmiş ve gelecek olarak ifade edilmez. Meselâ zaman olarak masanın bir tarafını kâinatın başlangıcı, diğer tarafını kıyametin kopması olarak kabul edelim. Ve masanın üstünü, 1. asır, 2. asır, …ve 22. asır gibi zaman dilimlerine ayıralım. Şimdi elimizde bir ayna farz ediyoruz. Masanın ortasına tuttuğumuz bu aynanın içinde 15-16.asırlar görülmektedir.14. asır ve öncekiler geçmiş, 17. asır ve sonrakiler bu aynaya göre gelecek asırlardır. Bu aynayı yükseğe kaldırdığımız zaman, hem 1.asrı ve hem de 22.asrı içerisine alır. Artık bu durumda, bu asırlarla alâkalı olarak geçmiş ve gelecekten bahsedilmez.

Çünkü hepsi bir anda aynanın içerisindedir. İşte Cenab-ı Hakk'ta, böyle ayine misal, manzara-ı âlâ'dan geçmiş ve gelecek, kâinatın yaratılışı ve kıyametin kopması, Cennet ve Cehennem, olmuş ve olacak her şey, bir anda nazarındadır. Geçmiş ve gelecek sadece bize göredir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bir anda bilmektedir. O'nun bilmesi, yapma noktasında bize mecburiyet yükle-memektedir. Bu yüzden insan cüz-i iradesiyle yaptığı fiillerden tamamen mesuldür.
 

ademyakup

Well-known member
Kaderi bir cümle ile özetlemek gerekirse, her şeyin Cenab-ı Hakk'ın bilgisi dahilinde olduğudur. Fiili biz yaptığımız için, O'nun bilmesi, bizi mesuliyetten kurtarmıyor.

Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. O da, insan bedeninin belli bir elektrik yükü kapasitesi ile çalıştığıdır. Bu bedene fazla elektrik yüklemiş olmamız, sigortanın atmasına sebep olur. Hadiseleri fazla düşünmek, hiddet ve öfke, bu elektrik potansiyelini yükseltir ve bir süre sonra vücutta kısa devreler meydana gelir, beyindeki düşünme sisteminde bir takım atlamalar görülmeye başlar. Daha da zorlanılırsa, beyin sigortası atar. Artık bundan sonra tamir ve tedavi için akıl hastanelerinin yolu tutulur. Böyle bir neticeyi önlemek, kader meselesinin iyi anlaşılmasıyla mümkündür. Kader meselesinin burada sigorta görevi görebilir.
Şimdi sizler burada şöyle diyebilirsiniz:

“Madem her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetime razı olayım ki, rahat edeyim. Cenab-ı Hakk, benim rızkımı bir süre burada tayin etmiş. Ben bu rızkımı yemek için bir takım vesilelerle buraya geldim. O halde, ebedi hayatım olan ahiretimin kurtulması için neler yapabilirim?”

Yoksa, “Ne yaptım da bu başıma geldi? Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı” gibi itirazlar, kaderi tenkit olur. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Kaderi değiştiremez. Bu durumda başımıza geleni rıza ile karşılamak, kusurlarımız ve hatalarımızın affı için Cenab-ı Hakk'tan yardım dilemek olmalıdır.

İnsanın ruh ve psikolojik âleminin düzelmesi, Allah'a teslim olup, tevekkül etmekle mümkündür. Yoksa her şeyi omzuna yüklemeye çalışırsa, sigortayı kısa sürede attırır. Sigorta atınca da bunun da kolay kolay tedavisi yoktur.
 

ademyakup

Well-known member
Kur'an-ı Kerimde; “Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost bulamazsın.” deniliyor. Burada Allah' ın insanı zorlaması sözkonusu mu ?

Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir: "Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yudlil felâ hâdiye leh: AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse kimse onu saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez. " Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Peygamberlerin gittiği istikâmetli olandır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve insana ait yönü ile birer ufûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allaha vermek gereklidir. Arzettiğimiz gibi, her fiil Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah` ın tasarrufu dışında olan hiçbir fiil gösterilemez. Dalâleti (yoldan çıkmayı), "Mudil" isminin gerekçesiyle yaratan, hidâyeti (doğru yola ulaşmayı), "Hâdi" isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)dir. Evet, ikisini veren de Haktır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir müdahalesi, alakası olmadan, Allah tarafından zorla yoldan çıkarılıyor veya hidâyete yani doğru yola sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, işlenen bir fiil ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun onda birini dahi insana vermek hatadır Hakiki mülk sahibi Allahtır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Bunu bir örnekle izah edecek olursak: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikirlerini nurlandırmak, hidayetin birer yoludur. Kurân-ı Kerimi dinlemek, mânâsını araştırıp derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekremin (S.A.V) huzuruna gitmek, ders verirken önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; veyahut, bir islam aliminin dersini dinlemek, onun cenneti andıran iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ayna yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete yakınlamış olur. Evet, câmiye geliş küçük bir yakınlaşma olsa da, Allah (C.C) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allahtır; fakat, bu hidâyete ermede Allahın kapısını, "kesb" ile yani istemek fiiliyle döven kuldur.

İnsan, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da isterse onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüzi bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misâl arz edeyim: Siz, Kurân-ı Kerimi ve vâz u nasihatı dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammediyi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten dualara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allahtır (C.C). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya afveder.
 

ademyakup

Well-known member
Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?

1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin vücudunun zerrelerini yaratan, tüm sistemini düzenleyip insanî kimlik bahşeden Allahtır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allaha daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki -Hâşâ- O' na adaletsizlik iddiasında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O' na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de sana karşı haksızlık edildi!..

Allah-u Teâlâ hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senin altında birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp ne kadar fazla nimetlere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2- Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aciz bir mahluk olduğunu, zayıflığını, ve ihtiyacının ne kadar fazla olduğunu hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularını geliştirirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki görünüşte olmasa bile, hakikatte bu ona, Allahın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, savaş esnasında şehit olur. Bu şeh,t olmakla haşirde kurulacak büyük mahkemede ve Allahın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi" derler. Bundan dolayı, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, kötümserlik ve aşağılık duygusu ile sapsalar bile, pek çok kimselerde bu gibi eksiklikler, daha fazla, Allaha yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla zararlı böcekler gibi bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının yayılmaya çalışılması yerinde bir davranış değildir. Bu konuda esas olan, ebedi hayata aday olan ruhlarında o âleme âit arzuları uyarmaktır. Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakka yönelmesi; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

"Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . " Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri
 

ademyakup

Well-known member
Özürlü olarak yaratılan insanların bir suçumu vardı ki öyle yaratıldılar?

Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Onun icraatına karışamaz ve icadına müdahale edemez. İnsanın hücrelerini yaratan, organlarını tanzim edin ve ona insanî bir hüviyet bahşeden Allahtır. İnsan bu nimetleri lütfeden Allaha daha evvel bir şey vermemiştir ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilsin.

Eğer insan, kendisine verilenler mukabilinde Allaha bir şey vermiş olsaydı, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “niye iki tane değil de bir ayak verdin” diye itiraz etmeye belki hakkı olurdu. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. İnsanın, Rabbine karşı ne hakkı var ki, onun yerine getirilmemesi sebebiyle bir haksızlığa uğramış olsun?

Cenab-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, o kulundan çok az bir şey almakla ona pek çok şey vermiş olur. Demek ki zahiren olmasa bile, hakikat da bu o kuluna Allahın lütfünün ifadesidir.

Tıpkı bir kulunu şehit edip ona cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehadetle Allahın huzurunda, sıddıkların, salihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “keşke Allah bize de harp meydanında şahadeti nasip etseydi” derler. Binaenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Bazı kimseler, bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yanlış düşünseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, Allaha teveccühüne vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım asi ve nankör kimselerin, bu meseledeki itirazları haksızdır, yerinde değildir.
 

ademyakup

Well-known member
BİRİNCİ REMİZ




Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde denildiği gibi, nasıl ki mahir bir san'atkâr, kıymettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi san'at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san'atkâra desin: "Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?"

Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı san'atını göstermek için, herbir şeye, hususan zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor.



Mülkün sahibi, mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf eder


sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, "Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun." Hâşâ!
 

ademyakup

Well-known member
Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler.

Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir.

Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.
Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebâtî olmadık?" Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.

Hayvan ise, "Niçin insan olmadım?" diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Ey insan-ı müştekî!

Sen mâdum kalmadın,

vücut nimetini giydin,

hayatı tattın,

câmid kalmadın,

hayvan olmadın,

İslâmiyet nimetini buldun,

dalâlette kalmadın,

sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ...

Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki,

Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek,

imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği

ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?
 

ademyakup

Well-known member
Kader cüz’i ihtiyariyi nasıl te’yid ediyor?


Kader ilim nevindendir. Ezelden ebede olmuş ve olacak her şey Allah’ın ilmindedir. Kaderin cüz’i ihtiyariyi teyid etmesi iki türlü anlaşılabilir.
Birisi, insan kendi iradesini nasıl kullanacaksa Allah onu öylece bilmekte, öylece takdir etmektedir. Kader risalesinde ikinci mebhasta geçen yedi vecihten dördüncüsü bu manayı ders vermektedir.

Bu teyidi şöyle de anlamak mümkündür: Allah, ilm-i ezelisiyle taşları cansız, bitkileri yarı canlı, hayvanları canlı, melekleri masum yaratmayı dilediği gibi insanı da cüzi-i irade sahibi yaratmayı dilemiş, o neyi dilerse onu yaratıp insanı böylece bir imtihana tabi tutmayı irade etmiştir. Kaderin ihtiyarı teyid etmesi insana ihtiyar verilmesinin de bir takdir olduğu şeklinde anlaşılabilir. Böyle anlaşıldığı taktirde yedi vecihten üçüncü ile dördüncü farklılık arz etmiş olur.
 

ademyakup

Well-known member
Bedihi ve nazari kader arasındaki fark nedir?


İnsanın her organının yerli yerine konulması en uygun özelliklerle donatılması, en münasip şekli ve büyüklüğü taşıması kaderi açıkça gösterir. Bu, bedihi yani apaçık bir gerçektir.

Bunun yanında o insanın ömrü boyunca bedenini uğradığı farklı menziller (çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi), başına gelen değişik olaylar, imtihana tabi tutulduğu ayrı ayrı musibetler yan yana konularak tümüne birden bakıldığında ayrı bir kader levhası okunur.

Nazarî kader yani tümü birlikte görülmeyi ancak akılla düşünülerek hayalde canlandırılabilen bu kader de birincisi gibi yine İlahi ilim tahtında gerçekleşmektedir.

Yani insanın cüzi iradesiyle işlediği ,dilediği şeylerin takdir edilmesi..nazari kaderdir.

İnsan robot değildir.Robot bir kullanıcı tarafından
kullanıcının istediği şekilde hareket ettirilir..

Amma insan öyle değildir.nereye gitmek isterse oraya götürülür.Götüren kim Allah.
Niçin götürdü kul istediği için..işte buna nazari diyoruz.

Bedihi kaderde hiçbir etkimiz yoktur.Biz istesekde istemesekde kalbimiz çalışır,gözmüz görür,damarlarımızda kan gider,güneş çıkar,bahar gelir,yaz olur,vesaire..
 

ademyakup

Well-known member
“Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. cümlesini açıklar mısınız? (26.sözde geçiyor)


Günlük konuşmalarımızdan üç cümle:“Bugün hava çok soğuk.” “İçimde bir sıkıntı var.” “Başım ağrıyor.”

Birincisi insanın dış âlem karşısındaki aczini sergilerken, ikincisi kendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hâkim olmadığını ilân eder.Bu cümlenin yaratılışa bakan yönüne nazar ettiğimizde, karşımızda sonsuz bir inayet tablosu görür, aczimizi ve fakrımızı çok daha iyi idrak ederiz. Rabbimiz bize, ana rahminde, el verdi, ona parmaklar taktı. Yüz verdi, ona gözler, kulaklar taktı. Bizi nice organlarla, duygularla donattı.

Gözümüz sual, cevabı ise ışıktı, güneşti. Geldik, o cevabı bu dünyada bulduk. Kulağımız seslerle buluştu, elimiz elmayı tuttu, dilimiz tadına baktı, ayaklarımız yere değdi, ciğerimiz havayla tanıştı… Ruhumuza takılan hisler ve duygular da cevaplarını bu âlemde buldular. Sevgi hissi, sevilecek çok şeyle karşılaştı. Korku hissi, dehşetli manzaralar gördü. Şefkat hissi, merhamet celbeden tablolarla buluştu.Biz bütün bu cevapların hazırlanmasından sonsuz derecede âcizdik. Aczimize merhamet edildi ve saçımızdan tırnağımıza kadar bütün bedenimizi ve havasından semâsına kadar bütün kâinatı kendimize hizmetkâr bulduk.

Aynı durum hasenat yani işlediğimiz güzel ameller için de geçerlidir. Bu ameller birer sual, onları işlememizi sağlayan maddi ve manevi cihazlarımız ise cevap makamındadır. Namazı emreden Allah olduğu gibi, bedenimizi namaza uygun yaratan da odur.

Kur’an Allah kelamı olduğu gibi, insan ruhu onu anlayacak ve insan ağzı onu okuyacak şekilde yaratılmıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bütün sualler de cevaplar da Haktandır. İnsan ise cüz’i iradesini doğru kullanmakla bu güzelliklere sahip olur.
 

ademyakup

Well-known member
Bedihi ve nazari kader arasındaki fark nedir?


İnsanın her organının yerli yerine konulması en uygun özelliklerle donatılması, en münasip şekli ve büyüklüğü taşıması kaderi açıkça gösterir. Bu, bedihi yani apaçık bir gerçektir.

Bunun yanında o insanın ömrü boyunca bedenini uğradığı farklı menziller (çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi), başına gelen değişik olaylar, imtihana tabi tutulduğu ayrı ayrı musibetler yan yana konularak tümüne birden bakıldığında ayrı bir kader levhası okunur.

Nazarî kader yani tümü birlikte görülmeyi ancak akılla düşünülerek hayalde canlandırılabilen bu kader de birincisi gibi yine İlahi ilim tahtında gerçekleşmektedir.

Yani insanın cüzi iradesiyle işlediği ,dilediği şeylerin takdir edilmesi..nazari kaderdir.

İnsan robot değildir.Robot bir kullanıcı tarafından
kullanıcının istediği şekilde hareket ettirilir..

Amma insan öyle değildir.nereye gitmek isterse oraya götürülür.Götüren kim Allah.
Niçin götürdü kul istediği için..işte buna nazari diyoruz.

Bedihi kaderde hiçbir etkimiz yoktur.Biz istesekde istemesekde kalbimiz çalışır,gözmüz görür,damarlarımızda kan gider,güneş çıkar,bahar gelir,yaz olur,vesaire..
tebliğ kardeşim eklemişiz..okudun mu burayı ?
 

ademyakup

Well-known member
Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa measi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun. (26.sözde geçiyor bu cümle):

cümlenin izahı ;


Mânen terakki etmeyen avam denilince bunun aksi zihnimizde canlanır: Manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya.

Bu Hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini İlâhî ilhamla görürler. Lütuf ve kahrı Allah’ın iki ayrı isminin tecellileri bilir, ikisini de hoş karşılarlar.

Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, “geniş halk kitlelerinin kadere bakışı nasıl olmalı,” konusu üzerinde duralım.

Nur Müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da “ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek” şeklinde belirler.

Mazide kaçırdığı fırsatlar için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Böyle bir insan, maziyi kadere havale etmeli, “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır.

Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu, yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü, olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkânsızdır.

Ama insan, yaptığı “isyanlar ve istikbâle ait olaylar” hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider.

Öte yandan, bu günahlar kul hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o insanın hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez. “İstikbâle” gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. “Kaderimde ne varsa o olur.” diyerek tembelce oturamaz.
 

ademyakup

Well-known member
Kader ve cüz’î iradenin imanın hudutlarını çizmesi nasıl oluyor?


İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister.

İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.

Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir.

İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.

İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.

Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.

Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.

Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.

Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme sapıklığına düşürür.

İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.
 

teblið

Vefasýz
tebliğ kardeşim eklemişiz..okudun mu burayı ?

Allah razı olsun..Dikkatimden kaçmış hakkınızı helal edin..Güzel de olmuş değinmeniz..Madem ki kader konusuna bu kadar derinlemesine indik nazari ve bedihi kaderede değinmekte fayda olacağını düşündüm..Bilmeyen müslümanlar varsa faydalanırlar inşl.;

Ama eklemişsiniz bizden önce ne güzel;

Rabbi Rahman hizmetinizi kabul ve makbul eylesin kardeş..devam inşl..takip ediyor ve okuyorum sağolun...
 

ademyakup

Well-known member
“İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir.”


Bu dünyada ahiret namına bir imtihan geçiren insanoğluna, bir cüz’î irade ve hürriyet verilmiştir. Bu iradenin serbest bırakılması sayesinde, insan dilediği şeyi tercih eder, arzu ettiği yoldan gider, istediği inanca bağlanır, beğendiği mesleği seçer.

Bütün bunlarda, “insan fail-i muhtardır” Yani, ihtiyar ettiği, seçtiği şeyi yapma, istediği fiili icra etme imkânına sahiptir. Zaten böyle olmasa, insanın imtihan olması nasıl gerçekleşecektir?

Bununla birlikte, insanın her dilediği şeyin tahakkuk etmediği de ayrı bir gerçektir. Her gün üzülerek dinlediğimiz trafik kazaları bunun en açık göstergesidir. Kaza yapan bir otobüsteki bütün yolcular, otobüse kendi iradeleriyle binmişler ve birtakım işler görmek üzere bir şehre doğru yönelmişlerdir. Lakin, ayet-i kerimenin hükmü kendini göstermiş ve Allah dilemediği için o işlerin hiçbiri yapılamamış ve o yolcular kendi diledikleri şehre değil, Allah’ın dilediği kabir âlemine göçmüşlerdir.

Yaptığımız bir ticarette, dileğimiz kazancı elde edemeyişimizden, bir öğrencinin dilediği fakülteye kayıt yaptıramayışına kadar günlük hayatımızda o kadar çok olay cereyan eder ki, bunların tamamında kullar kendi iradelerini kullanmışlar ve bir sonuca yönelmişlerdir; ancak İlâhî irade başka türlü tecelli etmiş, Üstadın ifadesiyle “Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri vermiştir.” Bu İlâhî hakikat, kulun cüz’î iradesinin, olayların gerçekleşmesinde tek ve yeterli sebep olmadığına dikkat çeker ve insanları daima Allah’ı sığınmaya, O’ndan yardım dilemeye sevk eder.

Bu gerçeği yanlış değerlendirerek, kulun hidayete erme konusunda hiçbir rolü olmadığını sanmak ve bu ayeti, Cebriyecilerin anladığı mânâda, iman ve hidayeti engelleyici bir unsur olarak kabul etmek çok yanlış olur.
 

ademyakup

Well-known member
Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.” (cümlesinin izahı)


İllet-i tâmme, “bir şeyin meydana gelmesi için gereken bütün şartların eksiksiz olarak bulunması” demektir. Böyle bir durumda o şey (ma’lul) mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vacip olur. Meselâ, görme fiilinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür hâlde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir.

Yani bunlarla illet-i tamme vücut bulmaz. Bir de kulun görmeyi irade etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir. Eğer bu şart da gerçekleşirse görme kesin olarak tahakkuk eder.

Demek ki, her şeyi Allah yaratmakla birlikte, ihtiyarî (kulun tercihine bırakılan) bir fiilin yaratılmasında kulun o fiile meyli de gereklidir; ancak o taktirde illet-i tamme söz konusu olur.

Izdırarî fiillerde durum böyle değildir. Allah bir şeyi yaratmak istediğinde onun olmasını irade eder, Kur’ân’ın ifadesiyle “ona ‘ol!’ der; o da oluverir.” Zira oluş için gerekli şartlar tamamdır, illet-i tamme vücut bulmuştur.
Cebriyeciler aynı şeyi ihtiyarî fiiller için de düşünürler, “Bu fiilleri irade eden de yaratan da Allah’tır.” derler. Üstadın ifadesiyle “O vakit ihtiyar kalmaz..”

Mademki insan ruhuna cüz’î irade verilmiş ve ona iyiyi de kötüyü de tercih edebilme hürriyeti tanınmıştır. O hâlde, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, kul iradesini serbestçe kullanabilmelidir. O, hayrı irade ettiğinde Allah hayrı yaratacak, şerri irade ettiğinde de şerri yaratacaktır.
İnsan iradesine böyle bir tercih hakkının tanındığı konularda, kul bu tercihini kullanmadığı müddetçe, diğer bütün şartlar mevcut olsa bile illet-i tamme vücut bulmaz ve o şey yaratılmaz.

Bunun aksi düşünüldüğünde kulun seçme hakkı yok kabul edilir. Böyle bir insan için günah da söz konusu olmaz, sevap da. Zira, irade olmayınca imtihan olmaz. İmtihan olmayınca da kazanama ve kaybetme söz konusu olmaz.
 
Üst