İşaratü'l-İcâz 6. Ders: Peygamberlerin Meslekleri ve İbadetlerindeki Farklılıklar..

Huseyni

Müdavim

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Eser: İşaratü'l-İcâz/Fatiha Suresi
Konu: Peygamberlerin Meslekleri ve İbadetlerindeki Farklılıklar

Açıklamalı derslerimiz devam ediyor. Tüm kardeşlerimizin katılması ve istifadelerini paylaşmalarını temenni ediyoruz. Selam ve dua ile.


[BILGI]S - Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?

C - İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehittirler. İhtilâf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zaten zamanların tebeddülüyle füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî birşeydir.

Evet, mevâsim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.

[/BILGI]


[TAVSIYE]İşaratü'l-İcâz Dersleri: İşaratü'l İcâz
Diğer dersler: Risale Açıklamalı[/TAVSIYE]
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Ustad r.a. veciz bir örnek olan yaz ve kış örneği ile peygamberlerdeki ibadetlerin farklılığının nedenini mevsim ile yani zamana göre açıklamakta. Yine Mirac meselesinde nakledilen bir hadisi şerifde :

“O zaman Allah ümmetime elli vakit namaz farz kıldı. Bu farziyeti yüklenerek döndüm. Derken Mûsâ Aleyhisselâma rast geldim.

“Mûsâ (a.s.) bana, ‘Rabbin ümmetine neleri farz kıldı?’ diye sordu.
“Onlara, ‘Elli vakit namaz farz kıldı’ dedim.
“Mûsa (a.s.) bana, ‘RAbbine dön de şefaat et, zira ümmetin buna tâkat getiremez’ dedi.
“Bunun üzerine Rabbime Mürâcaat ettim. Allah Taâla şatrını (bir kısmını) indirdi. Ben yine Mûsâ’nın (a.s.) yanına dönerek durumu kendisine haber verdim: ‘Bir kısmını indirdi’ dedim. O yine, ‘Rabbine mürâcaat et, zira ümmetin tâkat getiremez’ dedi.
“Ben yine Rabbime mürâcaat ettim. Alah Taâla kalanından bir kısmını indirdi. Mûsâ Aleyhisselâmın yanına yine döndüm. O tekrar, ‘Rabbine dön, zira ümmetin buna dayanamaz’ dedi. Bir daha müracaat ettim.
“Allah Teâla, ‘Onlar beştir, yine onlar [sevap itibariyle] ellidir. Benim nezdimde hükm-ü kaza değişmez’ buyurdu.
“Mûsa’nın yanına döndüm. O yine, ‘Rabbine dön’ dedi.”
“Ben de, ‘Artık, Rabbimden utanır oldum’ dedim.”

Müslim, İman: 263; Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Muhtarası Tecrîd-i Sarih Tercemesi. (Ankara: Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 1981), 2:277.

Buradada gördüğümüz kadarıyla bu hadise hakkında başka rivayetlerde vardır. Ancak Hz. Musa a.s. ile peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.v. arasında geçen bu sohbette, Hz. Musa a.s. kendi kavminin en küçük emirleri dahi yerine getirmediğinden dolayı peygamberimiz a.s.v. ümmetininde güç getiremeyeceğinden endişe ettiği için defalarca geri dönmesini istemiştir.

Nitekim 50 vakit olsaydı yarım saatte bir namaza dururduk ve bu gerçektende 5 vakit namaza dahi vakit ayıramayan bize çok zor gelecekti.
 

faris

Well-known member
Alıntı olacak ama icazi bir şerh.

Dinin Tatbikatı Zorlaşır


Ahirzaman fitnesinin, hadislerde ifade edilen en bariz ve en mühim vasıflarından biri, dine karşı olmasıdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın geleceğe ve bilhassa Deccal fitnesine ait ihbarlarda kullandığı teşbihli üslup ve ifadelerden şöyle bir mâna çıkarmak mümkündür: Ahirzamanda ortaya çıkacak birkısım beşerî (hümanist) görüşler ve değerler, dinin yerini almaya çalışacaktır. Kendisine resmen din demese bile ortaya atacağı sistemi, kurmaya çalışacağı nizamıyla akide nokta-i nazarından aynen bir din hüviyetini alacaktır. Öyle bir din ki, kendi dışında kalanlara hayat hakkı tanımayan, diğer dinlerde mevcut olan kendini hak başkalarını batıl ilan eden kıskançlık ve taassuba fazlasıyla sahip yeni bir din. Bu yeni din beşer üstünde mevcut her çeşit İlâhî sultayı kaldırmak amacıyla inkar-ı uluhiyeti akidesine temel yapar. Her çeşit dinî değerin yerine beşerî bir put (heva) dikmeye çalışır. Temel ma'budu madde ve insan olan ladinî bir dindir. Nitekim, komünizmin bu mahiyette olduğu birçok müellifce vurgulanmıştır.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu beşerî, bu ârızî ve materyalist sistemin, beşerin hevayı nefsini putlaştırıp ilahlaştırmakla kalmayıp, İlahî dinle, İslamiyet ile de mücadele edip, ortadan kaldırmaya çalışacağını mü'min ile Müslüman olanları, çeşitli hakaretlere maruz bırakacağını ifade ediyor ki, bunların geçmiş zamanlarda ve hatta günümüzde aynen çıktığını söyleyebiliriz. Komünizmin girdiği yerlerde başta Müslümanlar olmak üzere bütün klasik dinlere inananların çektikleri cümlenin malumudur.

İşte Hz. Peygamber, dinini tatbik edebilmek için hakim durumdaki düşman güçlerle mücadele gibi fevkalade, fevkalbeşer şartlara maruz bu "çetin şartlar devri Müslümanı"nı takviye ve teşvik etmeye tebliğatında hususi bir yer vermiştir. "İnsanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, o devirde dini üzerine sabretmek, elinde ateş tutmak gibi zordur. Çünkü o devirde mü'min (öyle hakaretlere maruz kalır ki) davarından daha zelil, (daha haysiyetsiz) bir duruma düşer. Bu hakaret ve baskıya birçok insan dayanamaz. Zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve mukaddesatından rüşvet verme durumuna düşer. Gündüz ve gecelerin akması öyle devir getirecektir ki, o zaman biri kalkıp alenen: "Bir avuç menfati için bize din (ve mukaddesatını) kim satacak?" diye sorar. Bu soruş boşa değildir de: "Birçokları dinlerini çok az bir dünya malı karşılığında satar."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu zor şartlar alında dini tatbikatın diğer zamanlardakine nazaran çok daha değerli olduğunu ifade eder: "Herc, fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve karışıklıklar zamanında ibadet tıpkı bana hicret etmek gibi büyük sevaba vesiledir." Bir başka rivayette Hz. Peygamber, fitne devrindeki şartların ağırlığını ifade için Ashabına şu hitapta bulunur: "Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini terketse helak olur. Fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim, emredilenlerin onda birini yapsa kurtuluşa erecek."

4758 numarada kaydedilen hadiste, zor fitne şartlarında dinî salabetini muhafaza edebilenlere normal şartlarda yapılan ibadetin sevapça elli misli vaadedilir: Hz. Peygamber: "Siz kendi nefislerinizi (ıslah etmeye) bakın" ayetiyle alâkalı bir soru üzerine Ebu Sa'lebe'ye yaptığı açıklama sırasında sözlerini şöyle bitirir: "...Zira, önünüzde "sabır günleri" var. O zaman sabır, elde ateş tutmak gibidir. O vakit, dini tatbik eden bir kimsenin (amilin) ücreti, onun gibi çalışan elli kişinin ücretine denktir..."" "Bu onlardan elli kişinin ücreti mi?" diye bir kişi sorunca, Hz. Peygamber: "Bizden elli kişinin ücreti" diye tasrih eder.

(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/457-459.)
 

Huseyni

Müdavim
[NOT]S - Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?

C - İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehittirler. İhtilâf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zaten zamanların tebeddülüyle füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî birşeydir.

Evet, mevâsim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.[/NOT]


Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam ve önceki peygamberlerin (aleyhimüsselam) dinlerindeki farklılıklar teferruattan ibarettir. Bunun sebeblerinden birisi zamanın ve şartların değişimidir. Kışın kullanılan bir ilaç yazın zararlı olabileceği gibi, yazın giyilen elbise kışın giyilse yine zarar verecektir. Fakat hasta olduğumuzda kışında ilaç kullanıyoruz, yazında. Ya da elbiselerin kalınlıklarında ve şekillerinde farklılıklar olsa da, her mevsim elbise giymek mecburiyetindeyiz.

Bu noktadan, insanlık dine her zaman muhtaç olmuş ve istisnai devirler hariç her devirde dine muhatap olmuştur. Mevsimlere göre giyilen libasın veya kullanılan ilacın değişmesi gibi, dindeki bazı fer'i meselelerde zamanın ve ortamın şartlarına göre değişiklik göstermiştir. Mesela ibadetlerdeki farklılıklar gibi. İslamdan önceki dinlerde de namaz, oruç ve zekat ibadetleri aynı şekilde vardı. Fark sadece rekat sayıları, ya da vakitler gibi hususlardı. İmani rükünler ise, beşerin muhatap olduğu bütün dinlerde aynıdır.
 

Huseyni

Müdavim

Risale-i Nur'dan başka bir izah:


[TAVSIYE]Enbiya-yı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.

Yirmi Yedinci Söz [/TAVSIYE]

Bu kısımdan anladığımız kadarıyla;

İslamiyetten önceki dinlerde medeniyet henüz kemale ermemişti. Bir nevi bedevi hayat yaşanıyordu. Beşerin tabakaları birbirinden uzak ve habersizdi. Dünyada kendi bulunduğu kara parçasından başka bir yer görmeyen ve dünyayı sadece bulunduğu ortamdan ibaret bilen insanlar, bu zamanda dahi var. Bir de binlerce yıl öncesine gidelim. Bugünkü gibi, telefon yok, televizyon yok, iletişim yok, yollar yok, araba yok vs. Yani kavimler arasında irtibat yok. Belki de her kavim kendi kavminden başka kavimlerin olduğundan habersiz ya da kendine en yakın olanlarını biliyor sadece.

Haliyle bugün dinimizde karşımıza sorun olarak çıkan ve İslamiyetin gelmesiyle çözülen çok şeyler o zamanlarda henüz mevzu bile yapılmamıştı. Yani o zamanların insanlarının, dinlerindeki teferruat olan kısım, o zamanın ihtiyaçlarına ve şartlarına uygundu. Hatta Üstadın ifadesine göre yeryüzünde aynı zaman diliminde gelmiş, birden çok peygamber ve geldikleri toplumun durumuna göre değişik şeriatlar bulunurmuş.

İslamiyetin geldiği dönemde ise, insanlar bedeviyetten medeniyete geçmiş. Dolayısıyla farklı farklı şeriat değil, bütün toplumu tek bir kavim gibi, tek çatı altında toplayacak ve sosyal hayatı buna göre tanzim edecek bir şeriat kaçınılmazdı.

Peygamberlerin (a.s.m. ve a.s.) hiçbiri imanın rükunlarını ne bir eksiltmiş, ne de bir arttırmış değildir. Bütün dinlerde Allah'a iman, meleklere iman, peygamberlere iman, kitaplara iman, kader ve kazaya iman, ahirete iman vardır.

Yine namaz, oruç ve zekat gibi ibadetlerin, İslamiyetten önce de olduğunu ve hatta namaz ibadetindeki rüku ve secdelerin İslamiyetten önceki dinlerde de olduğunu, Kur'an ayetlerinden anlıyoruz. Birkaçını misale verelim.


"Yâ Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namaz da devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duamı kabul buyur." (İbrahim, 14/40)

"Onlar dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk edip mallarımız hakkında dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hûd, 11/87)

"Ey imân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz." Bakara 2:183

Hazreti İbrahim aleyhisselamın duası: “Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haram’ın (Kâbe) yanında, ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler!”

“Ey Rabbim! beni ve soyumdan gelecekleri, namazı dosdoğru kılanlar eyle! Ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!” (İbrahim, 14/37 ve 40).

“Onları, emirlerimiz doğrultusunda insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara, hayırlı işler yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar, yalnız bize ibâdet eden kullardı.” (Enbiya, 21/73).

“İsmail ailesine ve çevresine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbi katında hoşnutluk kazanmış bir kimseydi.” (Meryem, 19/55).

Hazreti Lokman aleyhisselam: “Yavrucuğum, namazını kıl, iyiliği emret ve kötülükten sakındır.” (Lokman, 31/17).

“Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın. Evlerinizi namaz kılınacak yerler yapınız. Namazı dosdoğru kılın.” Ayrıca Musa’ya: “Müminleri müjdele!” diye vahyettik.” (Yunus, 10/87).

“Ey İsrailoğulları!... Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükua gidenlerle birlikte rükua varın.” (Bakara, 2/40-43).

“Ey Meryem! Rabbine gönülden ibâdet et! Secdeye kapan ve rükû’ edenlerle beraber rükû’ et!" (Al-i İmran, 3/43).

"İsa, şöyle dedi: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum, o bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım o beni mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem, 19/30-31).

“Kendilerine kitap verilenler, ancak o apaçık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. Halbuki onlar dine herhangi bir şey katmadan tertemiz bir şekilde Allah’a kulluk yapmaları, namazı ikame etmeleri zekâtı vermeleriyle emrolunmuşlardı. İşte bu doğru olan dindir." (Beyine, 98/4-5).
 

Huseyni

Müdavim
Dersimizden ayrıca şunu da anlıyoruz ki; Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamdan önce gelmiş peygamberlerin dinlerindeki fer'i farklılıklar, günümüzde de bahane edilip, diğer dinleri hak noktasına getirmez. Madem ki İslamiyet son dindir ve Allah cc. bir dinin hükmü kalkmadıkça yerine yeni bir din getirmez, hikmetsiz, abes iş yapmaz. O halde bugünkü hristiyanlar ya da yahudiler veyahut diğerleri "bizim peygamberimiz bu şekilde ibadet ederdi, bizim peygamberimiz zamanında oruç 30 gün değilde 10 gündü, yahut namaz bu kadar çok değildi" gibi bahanelerin arkasına sığınamazlar. İmani rükünlerden peygamberlere inanmak, son Peygamber aleyhissalatü vesselama da inanmayı gerektirir çünkü. Bu da Onun (aleyhissalatü vesselam) diniyle amel etmeyi zorunlu kılar.

Üstad Hazretleri, Bakara Suresinin 4. ayetini tefsir ederken bu mühim hususa da değiniyor. İşte bu ayetten Üstad Hazretlerinin ehl-i kitaba dair çıkardığı manalar.

[TAVSIYE]2وَمَاۤ اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmileri imtisâle sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor.

Bu cümlenin mâkabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.

1. Bu cümlenin mâkabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:

“Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’ân, onların sıdkına delil ve şahittir.”

2. Yahut o atıf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”

3. Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semâsına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.

Evet, İslâmiyet, mâzi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.

4. Kur’ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân, fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”

[SUP]2[/SUP] : Senden önce indirilen (kitap ve Peygamberlere)... Bakara Sûresi, 2:4.

İşarat'ül-İ'caz
[/TAVSIYE]
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Ehl-i kitap, inançlarına kendi inandıkları kitapları dayanak yapıyor. Üstad Hazretleri On Dokuzuncu Mektup'ta bu kapıyı da kapatıyor. Ve kendi kitaplarındaki, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın, son peygamber olduğunu gösteren ayetleri göstererek, bu mazeretlerininin de ne kadar yersiz olduğunu gösteriyor. Bahsettiğim kısım biraz uzun. Dileyen linkten tıklayıp okuyabilir. 235 ten 238. sayfaya kadar. Birkaçına bile bakılsa, mevzu anlaşılacaktır Allah'ın izniyle.


Risale-i Nur
 
Üst