Işarat-ül İ'caz

Ahmet.1

Well-known member
S- Dalalet yerine ﻳُﻀِﻞُّ , hidayet yerine ﻳَﻬْﺪِﻯ yani masdardan fiile olan udûlden maksad nedir?

C- Fiil-i muzari teceddüd ve istimrara delalet ettiğinden; yirmiüç sene devam eden nüzul-ü Kur'anın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü'minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir.

Ve keza bu cümle
ﻣَﺎﺫَٓﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ilââhirihi cümlesiyle işaret edilen istifhama cevab olduğu için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek îcab etmiştir. Ve bu îcaba binaen, masdara tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir.

ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ : Evvelki ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ den kemmiyet ve adedce çokluk irade edilmiştir. İkinci ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur'anın nev'-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir.

Evet insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur'anın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir.

Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taşıyan az olsa da, çok görünür.

ﻭَﻣَﺎ ﻳُﻀِﻞُّ ﺑِﻪِٓ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟْﻔَﺎﺳِﻘِﻴﻦَ : Evvelki cümlede mutlak ve mübhem olarak zikredilen ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddüdleri bu cümle ile şöyle def'etmiştir ki: Dalalete gidenler, fâsıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise, kesbleridir. Suç onlarda olup, Kur'anda değildir. Dalaleti halketmek, yaptıklarının cezası içindir.

Yine bilinmesi lâzımdır ki; bu cümlelerin herbirisi mâkablini şerh ve beyan eder; mâba'di de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâba'dine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz:

1- Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünki o temsili terketmez. Hem o temsil, beligdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah'ın kelâmıdır. Bunu da, mü'min olan kimseler bilir.

2- Allah münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, "O temsilin terki lâzımdır" diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler, hem "Bunda ne faide var" derler. Hem inkâr ediyorlar, zira hakir görüyorlar. Hem işitmeleriyle dalalete girdiler, zira Kur'an onları dalalete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar, hem Allah'a olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi kestiler, hem Arz'da Allah'ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah'ın gazabıyla ebedî bir azab içinde kalan onlardır.

ﺍَﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳَﻨْﻘُﻀُﻮﻥَ ﻋَﻬْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻣِﻦْ ﺑَﻌْﺪِ ﻣِﻴﺜَﺎﻗِﻪِ ﻭَ ﻳَﻘْﻄَﻌُﻮﻥَ ﻣَٓﺎ ﺍَﻣَﺮَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻪِٓ ﺍَﻥْ ﻳُﻮﺻَﻞَ ﻭَ ﻳُﻔْﺴِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ

Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki; Kur'an-ı Kerim'in i'caz ve nazmında şekk ve şübheleri îka' eden fâsıkların bilhâssa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor.

Evet sanki Kur'an-ı Kerim diyor ki: "Kur'an-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i'cazını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların; Kur'an-ı Kerim'in de nazm u i'cazında tereddüdleri ve kör gözleriyle i'cazını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülât-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur'anın mu'ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.

ﻳَﻨْﻘُﻀُﻮﻥَ : Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak manasını ifade eden "nakz" tabiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva'ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev'-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz'-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.

ﻭَ ﻳَﻘْﻄَﻌُﻮﻥَ ﻣَٓﺎ ﺍَﻣَﺮَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻪِٓ ﺍَﻥْ ﻳُﻮﺻَﻞَ Bu cümledeki emir, iki kısımdır:

Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahm ile tabir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Meselâ ilmin i'tası, manen ameli emrediyor; zekânın i'tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.

ﻭَ ﻳُﻔْﺴِﺪُﻭﻥَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ : Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünki musibet umumî olursa, hafif olur.

Ve keza bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit o şahıs, tam manasıyla Arz'da yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

S- Bir fâsıkın fıskıyla Arz'ın müteessir olması akıldan uzaktır?

C- Madem ki Arz'da nizam var, müvazene de olmalıdır. Hattâ nizam müvazeneye tâbidir. Binaenaleyh bir makinenin dişleri arasına küçük bir şey düşerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya farazâ iki dağ bir teraziyle tartılır iken, terazi müvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse müvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, Arz'ın müvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.

ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ﻫُﻢُ ﺍﻟْﺨَﺎﺳِﺮُﻭﻥَ: ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ
üç şeyi ifade ediyor. Birisi ihzar, ikincisi mahsûsiyet, üçüncüsü uzaklıktır. Demek bu ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ gaib olan o fâsıkları ihzar eder, mahsûs bir şekilde gösterir.

S- Onların ihzarını îcab eden sebeb nedir?

C- Sâmiin taleb ve isteğidir. Evet onların pis ahvalini işiten sâmi', onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için; hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, tâ "Oh! oh!" demekle kalbi rahat olsun. Müşahedeleri mümkün olmadığı halde
ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَ ile mahsûs gösterilmeleri; güya pis ahvalleri, habis sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde baliğdir ki, herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsûs bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasarete mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur. O fâsıklara raci' olan ﺍُﻭﻟَٓﺌِﻚَnin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarîk-i haktan uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarîk-i hakka rücu'ları mümkün olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire müstehak olduklarına işarettir.

Hasrı ifade eden
ﻫُﻢْ , hasaretin onlara münhasır olduğuna delalet eder. Hattâ mü'minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayılmaz; ve yine mü'minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki' olan zararları hasaret değildir.

ﺍﻟْﺨَﺎﺳِﺮُﻭﻥَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikatı ifade eder. Yani hüsran görenlerin hakikatını, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın.

Ve keza onların meslekleri mahz-ı hasarettir, başka hasaretlere benzemiyor.

ﺧَﺎﺳِﺮِﻳﻦ: Hasaretin mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid edilmemesi, hasaretin bütün enva'ına şamil olduğuna işarettir. Meselâ: Vefa-i ahidde nakz ile hasaret ettiler, sıla-i rahmde kat' ile, ıslahta ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasaretler gibi.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻭَﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ

Yani: "Ne suretle Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu' edip gideceksiniz."

Âyetlerin nazmına ait üç vecih, bu âyette de caridir:

Bu âyetin mâkabliyle irtibatı:

Evet Kur'an-ı Kerim, vakta ki insanları ibadete ve Allah'a iman etmeye davet etti. Ve imanın itikad edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmalen, delillerine işareten zikretti. Evvelce mücmelen işaret edilen delilleri tazammun eden nimetlerin ta'dadıyla, bu âyette de zikretmeye avdet etti.

Evet bu âyetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir.

İkinci âyetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet semavat ve Arz'ın tanzimatı, hayatın kemal ve saadetini temin eder.

Üçüncü âyetle, beşerin kâinat üzerine tafdil ve tekrimine işarettir.

Dördüncü âyetle, beşere talim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır.

Bu nimetlerin suretine, yani nimet oldukları cihete bakılırsa; inayet-i İlahiyeye delil oldukları gibi, ibadete de delildirler. Çünki nimetleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlarına bakılırsa, mebde' ve meadi isbat eden delillerdir.

Ve keza bu âyet, geçen kâfir ve münafıkların bahsine de nâzırdır. Onun için taaccübü ifade etmekle inkârı tazammun eden
ﻛَﻴْﻒَ ile yapılan istifham, onların tehdidlerine işarettir.

Şimdi, bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz:

Evet Kur'an-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:

İnsan, bir adamın fenalığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar. Veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu "iltifat" ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır. İşte Kur'an-ı Kerim bu kaideyi takiben
ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ diyerek, sîga-i hitab ile onlara tevcih-i kelâm etmiştir. Sonra vakta ki bu makamda takib edilen maksad; iman, ibadet etmek ve küfran-ı nimet etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usûl ve esasları isbat için lâzım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, ahval-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindedir. Kur'an-ı Kerim ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻭَﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ olan âyet-i kerime ile, beş düğümlü, müretteb o silsile-i acibeye işaret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş mes'elede hall ve beyan edeceğiz.

Birinci Mes'ele:

ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺕً ukdesini, düğümünü açıyor. Şöyle ki:

İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anasıra gönderilir.

Âlem-i anasırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder.

Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder.

Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur.

Bu inkılabların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.

S- Mevt, hayatın zevalidir. Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki, zevali mevt olsun?

C- Mevtin o zerrelere ıtlak edilmesi, mecazdır. Sebebi ise; üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.

İkinci Mes'ele:

ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢ düğümünü açıyor.

Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu'cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde' ve meadin bürhanlarından en zahir bürhandır.

Evet hayat nevi'lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar me'luf iken, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.

Ve keza hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lâkin bal arısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebetdar olur ve herşeyle alış-veriş yapar; hattâ diyebilir ki: "Kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir." Kâinatın her tarafına gider, havâssıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder.

Bilhâssa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan "Âlem, Allah'ın fazlıyla benim için halkolunmuştur" diyebilir. Hayat-ı insaniye; herbirisi çok tabakalara şamil olarak hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı maneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevi'lere ayrılır, inbisat eder.

Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebeb olduğu gibi; hayat da, mevcudatın kâşifi ve sebeb-i zuhurudur. Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, âlem benimdir diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz; müzahame ve münakaşa, yalnız nev'-i beşerde olur. İşte hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.

Ve keza camid, dağınık bazı zerrelerin birdenbire bir vaziyetten çıkıp, makul bir sebeb olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâni'in vücuduna zahir bir delildir. Hattâ hayat; hakikatların en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da içi de her iki yüzü de latiftir. Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zahirî bir sebeb tavassut etmiyor. Hayata bizzât kudretin mübaşereti, izzete münafî değildir. Halbuki umûr-u hasiseye kudretin zahiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zahire vaz'edilmiştir. Demek hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki; hayat, Sâni'in vücuduna en zahir bir delildir.

Ve keza en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülâta dikkatle bakılırsa görülür ki; âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevalidde başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki; sanki bir zerre, meselâ âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid'in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüd hükmeder ki; o zerreler, bir kasd ile ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerratın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acib ve garib tavırlar, insana ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir.

İşte hayatın mebde ve meade delil olduğu bu hakikatlardan anlaşıldı.
ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ cümlesi, ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ cümlesine bir delil gibidir. Hepsi de birlikte, ﻛَﻴْﻒَ den istifade edilen inkâra delildir.

Üçüncü Mes'ele:

ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ ukdesini açar.

Evet mevtin de hayat gibi mahluk olduğuna, mevtin i'dam ve adem-i mahz olmadığına delalet eder. Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.

Ve keza nev'-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat'iyyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. Bu hâsse-i zâtiyenin bir ferdde mevcud olması, nev'in tamamında mevcud olmasını istilzam etmekle; mûcibe-i cüz'iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh mevt, hayat gibi bir mu'cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.

S- Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dâhil edilmiştir?

C- Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.

Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.

Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev'-i beşeri istiab edemezdi ve nev'-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.

Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.

İşte bunun için, ölüm nimettir.

Dördüncü Mes'ele:

ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ ukdesinin beyanındadır.

Evet bu hayat, ikinci hayattır ki; ölümden sonra, haşirden evvel vukua gelir. Demek hayat-ı uhreviye bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh bu
ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ deki hitab, yalnız insanlara ait değildir, bilcümle kâinata raci'dir. Çünki bu hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen herşey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Nimet nıkmet olur, akıl bela olur, şefkat yılan olur.

Beşinci Mes'ele:

ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ un ukdesi hakkındadır. Evet Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef', zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için, vesait ve esbabı vaz'etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Sâni'ini görür ve hakikî Mâlikini bilir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Tetimme

Mezkûr âyetteki cümlelerin arasındaki irtibatın hülâsasına bir zeyildir.

Cenab-ı Hak, vakta ki onların küfrünü, istifham ifade eden ﻛَﻴْﻒَile reddetti ve halkı da taaccübe davet etti ve ondan sonra gelen dört büyük inkılabı gösteren dört cümle ile bürhan getirerek isbat etti; o inkılabların herbirisi çok tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şamil olduğu gibi, kendinden sonra gelen inkılabları hazırlayıcı birer mukaddeme oldu.

Birinci inkılaba ﻭَ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani bir insanın cesedini teşkil eden zerrelerin âlem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine işarettir ki, ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılaba mukaddeme olur. Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılab da çok mertebelere, çok tavırlara şamildir ki; son tavrı, vaziyeti ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ cümlesiyle işaret edilen üçüncü inkılaba mukaddeme olur. Bu inkılab dahi pek çok berzahî tavırlara şamil olup, son vaziyeti ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْcümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılabda tamamlanır. Bu dördüncü inkılab dahi, birçok kabrî ve haşrî vaziyetlere şamil olup, en son vaziyeti ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ cümlesiyle hitam bulur.

Demek bir zîhayatın cesedi, birinci inkılabın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir; yani bir libastan, bir kıyafetten çıkar, daha güzel bir libasa, bir kıyafete girer. Ve hâkeza böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaenalâhâzâ bir zîhayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir. Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:
 

Ahmet.1

Well-known member
Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

Birinci Cümle: ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ

Bu cümle ile yapılan istifham, o kâfirlerin zihinlerini, gözlerini; yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki, bizzât şekavetlerini görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler.

ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ deki hitab, Cenab-ı Hakk'ın şiddet-i gazabına işarettir. Çünki gaybetten hitaba yapılan iltifat; ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir. ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ye bedel ﻟﺎَ ﺗُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inadlarına işarettir. Çünki onlar, hakkaniyeti delail ile sabit olan imanı terk ve butlanı bürhanlar ile sabit olan küfrü kabul ettiler.

ﻭَ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ : Bu cümledeki "vav", vav-ı haliyedir yani mâba'dinin mâkabline hal olduğuna delalet eder. Demek ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ, ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ nin fâiline haldir. Halin, zevilhalin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mazi, ikisi müstakbel olduklarından, zevilhalin âmili olan ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ile zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh "vav"ın haliyeti, bir mukaddere işarettir. Takdir-i kelâm: ﻭَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ Bu itibarla, ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ nin fâiline ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ cümlesi hal olur. Öteki cümleler ﺍِﻥْ e haber olurlar.

S- Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allah'tan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah'a rücuu zâten inkâr ederler?

C- Cehli izale edecek deliller zahir iken o vechile cehil denilmemesi, belâgatın kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvaline yapılan dikkat, Sâni'i ikrar ve tasdik etmeye icbar eder ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allah'tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna' ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telakki ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dâhildirler.

ﻛُﻨْﺘُﻢْ deki hitabdan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücud ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüf ile rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.

ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ tabiri, ﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻣَﺬْﻛُﻮﺭًﺍ nin mealine îmadır. ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ: Bu takib ve ittisali ifade eder. Yani, mâkabliyle mâba'dinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet fakat bu , Sâni'i isbat eden delillerin menşeine işarettir ki; o zerratın hiçbir vasıta ve esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def'aten intikal etmesi, zihni Sâni'i ikrar etmeye mecbur eder.

Ve keza o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şe'nleri ve iktizaları, fasılasız takibdir.

S- ﺍَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ ün yerine ne için ﺻِﺮْﺗُﻢْ ﺍَﺣْﻴَٓﺎﺀً denilmemiştir?

C- ﺍَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ, hayatın Cenab-ı Hak tarafından i'ta edildiğine sarahaten delalet eder. ﺻِﺮْﺗُﻢْ ﺍَﺣْﻴَٓﺎﺀً de o delalet yoktur. Yalnız "Hayat sahibi oldunuz" manasına delalet eder.

ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ : Bunun yerine ﺗَﻤُﻮﺗُﻮﻥَ zikredilmemesi; mevtin, kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet ömr-ü tabiîsini bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı a'zamı, ömr-ü tabiîsi esnasında ölürler.

Demek mevt, tabiî bir netice değildir; ancak cesedin inhilaliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir. Mevt ile cesed dağılır, ruh bâki kalır. ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ : Mâkabliyle mâba'di arasında bu'd-u mesafeyi ifade eden ﺛُﻢَّ, imate ile ikinci ihya arasında kocaman âlem-i berzahın fâsıla olduğuna işarettir.

ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ : Bu ﺛُﻢَّ ise, ikinci ihya ile rücu' arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ Yani: Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah'a rücu' edeceksiniz.

S- Allah'a rücu' etmek, Allah'tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şübheye düşmüşlerdir?

C- Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka mes'elesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes'eleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzât dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.
 

Ahmet.1

Well-known member
Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

Birinci Cümle:

ﻛَﻴْﻒَ ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ Bu cümle ile yapılan istifham, o kâfirlerin zihinlerini, gözlerini; yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki, bizzât şekavetlerini görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler.

ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ deki hitab, Cenab-ı Hakk'ın şiddet-i gazabına işarettir. Çünki gaybetten hitaba yapılan iltifat; ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir.

ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ye bedel ﻟﺎَ ﺗُﺆْﻣِﻨُﻮﻥَ nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inadlarına işarettir. Çünki onlar, hakkaniyeti delail ile sabit olan imanı terk ve butlanı bürhanlar ile sabit olan küfrü kabul ettiler.

ﻭَ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ : Bu cümledeki "vav", vav-ı haliyedir yani mâba'dinin mâkabline hal olduğuna delalet eder. Demek ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ, ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ nin fâiline haldir. Halin, zevilhalin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mazi, ikisi müstakbel olduklarından, zevilhalin âmili olan ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ ile zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh "vav"ın haliyeti, bir mukaddere işarettir. Takdir-i kelâm: ﻭَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎ Bu itibarla, ﺗَﻜْﻔُﺮُﻭﻥَ nin fâiline ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ cümlesi hal olur. Öteki cümleler ﺍِﻥْ e haber olurlar.

S- Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allah'tan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah'a rücuu zâten inkâr ederler?

C- Cehli izale edecek deliller zahir iken o vechile cehil denilmemesi, belâgatın kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvaline yapılan dikkat, Sâni'i ikrar ve tasdik etmeye icbar eder ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allah'tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna' ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telakki ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dâhildirler.

ﻛُﻨْﺘُﻢْ deki hitabdan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücud ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüf ile rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.

ﺍَﻣْﻮَﺍﺗًﺎtabiri, ﻟَﻢْ ﻳَﻜُﻦْ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻣَﺬْﻛُﻮﺭًﺍ nin mealine îmadır.

ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ : Bu takib ve ittisali ifade eder. Yani, mâkabliyle mâba'dinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet fakat bu ﻑ, Sâni'i isbat eden delillerin menşeine işarettir ki; o zerratın hiçbir vasıta ve esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def'aten intikal etmesi, zihni Sâni'i ikrar etmeye mecbur eder. Ve keza o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şe'nleri ve iktizaları, fasılasız takibdir.

S- ﺍَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ ün yerine ne için ﺻِﺮْﺗُﻢْ ﺍَﺣْﻴَٓﺎﺀً denilmemiştir?

C- ﺍَﺣْﻴَﺎﻛُﻢْ, hayatın Cenab-ı Hak tarafından i'ta edildiğine sarahaten delalet eder. ﺻِﺮْﺗُﻢْ ﺍَﺣْﻴَٓﺎﺀً de o delalet yoktur. Yalnız "Hayat sahibi oldunuz" manasına delalet eder.

ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ : Bunun yerine ﺗَﻤُﻮﺗُﻮﻥَ zikredilmemesi; mevtin, kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet ömr-ü tabiîsini bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı a'zamı, ömr-ü tabiîsi esnasında ölürler. Demek mevt, tabiî bir netice değildir; ancak cesedin inhilaliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir. Mevt ile cesed dağılır, ruh bâki kalır.

ﺛُﻢَّ ﻳُﺤْﻴِﻴﻜُﻢْ : Mâkabliyle mâba'di arasında bu'd-u mesafeyi ifade eden ﺛُﻢَّ , imate ile ikinci ihya arasında kocaman âlem-i berzahın fâsıla olduğuna işarettir. ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ : Bu ﺛُﻢَّ ise, ikinci ihya ile rücu' arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ Yani: Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah'a rücu' edeceksiniz.

S- Allah'a rücu' etmek, Allah'tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şübheye düşmüşlerdir?

C- Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka mes'elesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes'eleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzât dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺧَﻠَﻖَ ﻟَﻜُﻢْ ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ ﺛُﻢَّ ﺍﺳْﺘَﻮَٓﻯ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻓَﺴَﻮَّﻳﻬُﻦَّ ﺳَﺒْﻊَ ﺳَﻤَﻮَﺍﺕٍ ﻭَﻫُﻮَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻰْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ

Bu âyetin sâbık âyetle cihet-i irtibatı:

Evvelki âyette küfür ile küfran, delail-i enfüsiye ile inkâr edilmiştir. Bu âyette, delail-i âfâkıyeye işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette vücud ve hayat nimetlerine işaret edilmiş, bu âyette beka nimetine işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette, Sâni'in vücuduna delil olmakla haşre bir mukaddeme olduğuna işaret edilmiş; bu âyette ise, âhiretin tahkikiyle şübhelerin izalesine işaret edilmiştir. Evet sanki onlar diyorlar ki: "İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allah'ın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?" Onlara cevaben Kuran-ı Kerim, bu âyetin işaretiyle diyor ki: "İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti' ve müsahhar olmazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halkedilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi, o vakit insan mahlukat için halkolunacaktı. Ve keza insanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki; âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halketmiştir.

Hülâsa: İnsan mümtaz ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun için insan
ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ cevherine bir sadef olmuştur.

Bu âyetteki cümlelerin nüktelerine geçiyoruz:

Ey arkadaş! Birinci cümlede
ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ , ikinci cümlede ﺛُﻢَّ , üçüncü cümlede ﺳَﺒْﻊَ kelimeleri için bir tahkikat lâzımdır. O tahkikatı, altı noktada izah edeceğiz:

Birinci Nokta:

Aşağıda beyan edildiği gibi, hayatın öyle bir hâsiyeti vardır ki, hayat cüz'ü küll, cüz'îyi küllî, ferdi nev', mukayyedi mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh tek bir insan, "Dünya benim evimdir. Dünyadaki enva' benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem ve münasebetim vardır." diyebilir.

İkinci Nokta:

Bilirsin ki; âlemde sabit bir nizam vardır, muhkem bir irtibat vardır ve daimî düsturlar, esaslı kanunlar vardır. Bu itibarla âlem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Herbir çarkın, herbir vidanın, herbir çivinin; makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faidelerinde bir tesiri olduğu gibi, ehl-i hayat için ve bilhâssa beşer için de bir faidesi var.

Üçüncü Nokta:

Aşağıda işiteceğin gibi, istifadede müzahamet ve münakaşa yoktur. Nasılki Zeyd diyebilir ki: "Şems benim lâmbamdır, dünya benim evimdir." Ömer de öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet Zeyd meselâ dünyada tek farzedilirse, istifadesi nasılsa, bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir, ne fazla olur ne noksan. Yalnız gareyne ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek vesaire şeylerde münakaşa olur.

Dördüncü Nokta:

Âlem için tek bir yüz, bir cihet değil, pek çok umumî ve muhtelif vecihler vardır. Ve faideleri temin eden, kesretle umumî ve mütedâhil yani birbiri içinde cihetler vardır. Ve istifade yollarının da envaen türlü türlü tarîkleri vardır. Meselâ senin güzel bir bahçen vardır. O bahçe, bir cihetten senin istifadene tahsis edildiği gibi, diğer bir cihetten de halkı faidelendirir. Meselâ o bahçenin hüsnüne, güzelliğine her bakan bir zevk alır, bir inşirah peyda eder; bunda bir mâni' yoktur. Kezalik insanın beş zahirî, beş bâtınî olmak üzere on tane hâssesi ve duygusu vardır. İnsan bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın herbir cüz'ünden istifade edebilir; mâni' yoktur.

Beşinci Nokta:

Bu âyetle diğer bazı âyetlerden anlaşılıyor ki; bu büyük dünya, insan için yaratılmıştır. Ve yaratılışında, insanın istifadesi ille-i gaiye olarak nazara alınmıştır. Halbuki Arz'dan pek büyük olan Zühal'in, meselâ beşeri faidelendiren, yalnız zîneti ve zaîf bir ziyasıdır. Bu cüz'î faide için ne suretle beşer ona ille-i gaiye olur?

Elcevab: Bir faideyi takib eden adam, bütün fikrini, hayalini o faideye hasreder ve ondan maada birşeye bakmaz ve herşeye kendi hesabına bakar, kimseyi nazara almaz, hattâ kendisini ille-i gaiye zanneder. Binaenaleyh bu gibi adama karşı makam-ı imtinanda söylenilen o gibi kelâmlarda mübalağa yoktur. Evet binlerce hikmetler için yaratılan Zühal'in herbir hikmetinde binlerce cihetler ve herbir cihetinde binlerce istifade edenler bulunduğu halde, "Hilkatinde o adamın istifadesi, ille-i gaiyeden bir cüz' olarak düşünülmüştür" denilirse ne manii var? Çünki ille-i gaiye, daima basit birşeyden ibaret değildir.

Altıncı Nokta:
İmam-ı Ali'nin
ﻭَ ﺗَﺰْﻋُﻢُ ﺍَﻧَّﻚَ ﺟِﺮْﻡٌ ﺻَﻐِﻴﺮٌ ٭ ﻭَ ﻓِﻴﻚَ ﺍﻧْﻄَﻮَﻯ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻢُ ﺍﻟْﺎَﻛْﺒَﺮُ emrettiği gibi, insan küçük bir cisim ise de, büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür. Öyle ise cüz'î istifadesi küllî olur, öyle ise abesiyet yoktur.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci Mes'ele:

ﺛُﻢَّ hakkındadır.
Ey arkadaş! Bu âyet, Arz'ın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder ve
ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﺫَﻟِﻚَ ﺩَﺣَﻴﻬَﺎ âyeti de semavatın Arz'dan evvel halkedildiğine dâlldir. Ve ﻛَﺎﻧَﺘَﺎ ﺭَﺗْﻘًﺎ ﻓَﻔَﺘَﻘْﻨَﺎﻫُﻤَﺎ âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip "zebed" köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.

Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik" manasında olan
ﻛَﺎﻧَﺘَﺎ ﺭَﺗْﻘًﺎ ﻓَﻔَﺘَﻘْﻨَﺎﻫُﻤَﺎ nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile Arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. ﻭَ ﻛَﺎﻥَ ﻋَﺮْﺷُﻪُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤَٓﺎﺀِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte Arz'ın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat Arz'ın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.

İkinci bir cevab:

Ey arkadaş! Kur'an-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni'in marifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:

Birinci Makam: Nimetleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla Arz, semavattan evveldir.

İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, Arz'dan evveldir.

ﺛُﻢَّ mâba'dinin mâkablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delalet eder ki, buna "terahi" denilir. Demek burada Arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, Arz'ın semavattan evvel halkedildiğine göre zâtîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; Arz'ın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani evvelâ Arz'ın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır. Buna göre ﺛُﻢَّ ile ﺍِﺳْﺘَﻮَﻯ arasında ﺍِﻋْﻠَﻤُٓﻮﺍ ﻭَ ﺗَﻔَﻜَّﺮُﻭﺍ mukadderdir. Takdir-i kelâm: ﺛُﻢَّ ﺍِﻋْﻠَﻤُﻮﺍ ﻭَ ﺗَﻔَﻜَّﺮُﻭﺍ ﺍَﻧَّﻪُ ﺍﺳْﺘَﻮَﻯ ilââhirdir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Mes'ele:
ﺳَﺒْﻊَ kelimesi hakkındadır.

Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istila etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden, semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadîs ise, semanın
ﻣَﻮْﺝٌ ﻣَﻜْﻔُﻮﻑٌ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, altı mukaddeme ile tahkikatını yapacağız.

Birinci Mukaddeme:

Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.

İkinci Mukaddeme:

Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.

Üçüncü Mukaddeme:

Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.

Dördüncü Mukaddeme:

Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

Beşinci Mukaddeme:

Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vaki' olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidülma ile müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.

Altıncı Mukaddeme:

Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddiddir, şeriat sahibi de yedidir demiştir, öyle ise yedidir. Maahâza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları Arab üslûblarında kesret için kullanılır.

Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerim'in hitablarına, manalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir. Meselâ:
ﺳَﺒْﻊَ ﺳَﻤَﻮَﺍﺕٍ kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, Arz'ımız ile arkadaşları olan hayatdar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarat-ı seb'ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısım da, esîrin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

Hülâsa: Herbir kısım insanlar, istidadlarına göre feyz-i Kur'andan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim bütün şu mefhumlara şamildir diyebiliriz.

Birinci Cümle:
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺧَﻠَﻖَ ﻟَﻜُﻢْ ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺟَﻤِﻴﻊً: Bu cümlenin beş vecihle mâkabliyle irtibatı vardır:

Birinci Vecih: Evvelki âyet, vücud ve hayat nimetlerine işarettir. Bu âyet, beka ve bekanın esbab ve levazımatına işarettir.

İkinci Vecih: Kur'an-ı Kerim vakta ki evvelki âyetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücuu isbat etti, sâmiin zihnine şöyle bir sual geldi: Şu zelil insanların bu yüksek mertebeye liyakatları nereden gelmiştir? Kur'an-ı Kerim bu cümle ile o suali şöylece cevablandırmıştır: Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır.

Üçüncü Vecih: Evvelki âyet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, sâmi'ce güya "Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?" diye vârid olan sual, bu âyetle: "Arz bütün müştemilâtıyla istifadesi için yaratılan ve bütün enva' itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır." diye cevablandırılmıştır.

Dördüncü Vecih: Evvelki âyet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakk'a münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise, dünyada da insanın merci-i hakikîsi Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuaı görünür; tesir onundur, esbab ise perdedir.

Beşinci Vecih: Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu âyet de, saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebeb olan Cenab-ı Hak'tan sebkat etmiş fazl u in'ama işarettir ki; kendisine Arz'ın müştemilâtı ihsan edilmiş insanın elbette saadet-i ebediyeye liyakatı vardır.

ﺛُﻢَّ ﺍﺳْﺘَﻮَٓﻯ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ: Bunun mâkabliyle cihet-i irtibatı dörttür:

Birinci Cihet: Arz ve sema tev'em yani ikizdirler, birbirinden ayrılmazlar; zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede Arz zikredildiği gibi, bu cümlede de sema zikredilmiştir.

İkinci Cihet: Beşerin Arz'dan istifadesini ikmal ve itmam eden, ancak semavatın tanzimidir.

Üçüncü Cihet: Evvelki âyet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de, kudret ve azamete işaret ediyor.

Dördüncü Cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız Arz'a münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir edildiğine işarettir.

ﻓَﺴَﻮَّﻳﻬُﻦَّ ﺳَﺒْﻊَ ﺳَﻤَﻮَﺍﺕٍ: Bu cümlenin mâkabliyle irtibatı, üç çeşittir:

1-
ﻛُﻦْ ile ﻓَﻴَﻜُﻮﻥُ arasındaki irtibat gibidir. Nasılki memurun husulü ﻛُﻦْ emrine bağlıdır; semavatın tesviyesi de ﺍِﺳْﺘَﻮَﻯ ya bağlıdır.

2- Kudretin taallukuyla iradenin taalluku arasındaki irtibat gibidir. Yani "istiva" iradenin taallukuna, "tesviye" de kudretin taallukuna benzer bir irtibattır.

3- Netice ile mukaddeme arasında bulunan irtibat gibidir. Çünki semavatın tesviyesi, mukaddemesi olan "istiva"ya terettüb eder.

ﻭَﻫُﻮَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ: Bu cümle mâkabliyle iki vecihle merbuttur:

Birinci Vecih: Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.

İkinci Vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, bu cümle ise küllî ve şümullü ilme delalet eder.

Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz:
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ilââhir... Bu cümle mâkabliyle bağlı değildir. Ancak müste'nife olup beş sual ile cevablarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur.

ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِﻯ deki ﻫُﻮَ mübtedadır, ﺍَﻟَّﺬِﻯ sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delalet eder. Yani müştemilât-ı Arziyenin halkı Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğu gibi, Hâlıkı da yalnız Cenab-ı Hak'tır. Bu hasr, ﺛُﻢَّ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ cümlesindeﺍِﻟَﻴْﻪِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilât-ı Arziyenin halkı Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakk'a münhasırdır.

ﺍَﻟَّﺬِﻯ sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre olmaktır. Burada marife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malûm olduğuna işarettir. Yani: "Cenab-ı Hakk'ın müştemilât-ı Arziyenin Hâlıkı olduğu malûm ve zahirdir."

Menfaat için kullanılan
ﻟَﻜُﻢْ deki "lâm" eşyanın hilkaten mubah, helâl, menfaatli olarak yaratılıp, bazı ârızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Meselâ ağyarın malı, ismet-i şer'iye için haram olmuştur. İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır. Ve keza herbir şeyde bir faide, bir menfaat olduğuna remizdir. Ve keza beşer için herşeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun. Ve keza Arz'ın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir.

ﻟَﻜُﻢْ câr ve mecrurunun ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir.

Umumu ifade eden
ﻣَﺎ herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir.

ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ daki ﻓِﻰ nin ﻋَﻠَﻰ ya tercihi, en çok menfaatlerin Arz'ın karnında olduğuna ve Arz'ın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci' ettiğine işarettir. Ve keza Arz'ın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, Arz'ın içinde henüz keşfedilemiyen anasır ve maddelerden -tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak- bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delalet eder.

ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ : Arz'daki bazı eşyanın abes ve faidesiz olduklarına ait evhamı def'etmek içindir.

ﺛُﻢَّ ﺍﺳْﺘَﻮَﻯ daki ﺛُﻢَّ Arz'ın hilkatiyle semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı Hakk'ın ef'al ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi Arz'ın hilkatinden rütbece uzak olduğuna delalet eder. Îcaz ve ihtisar için ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺍَﻥْ ﻳُﺴَﻮِّﻯ yerinde ﺍِﺳْﺘَﻮَﻯ denilmiştir.ﺍِﺳْﺘَﻮَﻯ kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani hedefe kasdını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi, semavatın tesviyesini irade etmiştir.

ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ : Bu semadan maksad, semavatın maddesi olan buhardır.

ﻓَﺴَﻮَّﻳﻬُﻦَّ deki tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması; ﻓَﻴَﻜُﻮﻥُ nün ﻛُﻦْ emrine veya kudretin taalluku iradenin taallukuna veya kazanın kadere olan terettüblerine benziyor ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiillere îmadır. Takdir-i kelâm:

ﻧَﻮَّﻋَﻬَﺎ ﻭَ ﻧَﻈَّﻤَﻬَﺎ ﻭَ ﺩَﺑَّﺮَ ﺍﻟْﺎَﻣْﺮَ ﺑَﻴْﻨَﻬَﺎ ﻓَﺴَﻮَّﻳﻬُﻦَّ ilââhir...den ibarettir. Yani: "Nevi'lere ayırdı, tanzim etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı; sonra yedi tabakaya tesviye etti."

ﺳَﻮَّﻯ : Yani "Muntazam, müstevî; enva'ı, eczaları mütesavi olarak yarattı."

ﻫُﻦَّ : Bu zamirin cem'i, semavat olacak maddenin nevi'lere münkasım olduğuna işarettir.

ﺳَﺒْﻊَ tabiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülât-ı Arziyenin edvar-ı seb'asıyla sıfât-ı seb'aya münasebetdar olduğuna îmadır.

ﺳَﻤَﻮَﺍﺕٍ : Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan "derârî" yıldızlara bahçe ve bostandır.

ﻭَﻫُﻮَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ : Bu "vav" atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyle ise, bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: ﻭَﻫُﻮَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ "Öyle ise, bu büyük ecramın Hâlıkı odur."

ﻭَﻫُﻮَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ "Öyle ise o ecramdaki san'atı tanzim, tahkim eden odur."

İlsakı ifade eden
ﺑِﻜُﻞِّ kelimesindeki , ilmin, malûmdan infikâk ve infisalinin mümkün olmadığına işarettir.

ﻛُﻞِّ , tamimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tamimden hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla ﻣَﺎ ﻣِﻦْ ﻋَﺎﻡٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﻗَﺪْ ﺧُﺺَّ ﻣِﻨﻪُ ﺍﻟْﺒَﻌْﺾُ olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünki kendisi bu kaidenin şümulünden hariç kalmıştır.

ﺷَﻲْﺀٍ : Bu kelime; vâcib, mümkin, mümteni'a şamildir.

ﻋَﻠِﻴﻢٌ : Yani, zâtı ile ilim arasında zarurî, lüzumî bir sübut vardır.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَ ﺍِﺫْ ﻗَﺎﻝَ ﺭَﺑُّﻚَ ﻟِﻠْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ ﺍِﻧِّﻰ ﺟَﺎﻋِﻞٌ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺧَﻠِﻴﻔَﺔً ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣَﻦْ ﻳُﻔْﺴِﺪُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻭَ ﻳَﺴْﻔِﻚُ ﺍﻟﺪِّﻣَٓﺎﺀَ ﻭَ ﻧَﺤْﻦُ ﻧُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻙَ ﻭَ ﻧُﻘَﺪِّﺱُ ﻟَﻚَ ﻗَﺎﻝَ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎﻟﺎَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ

Yani: Düşün o zamanı ki, Rabb'in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melaike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb'in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevab verdi.

Arkadaş! Melaikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü isbat ve izah edeceğiz.


Birinci Makam:

Arz'ın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlukatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat'î bir şekilde hükmeder.

Evet o burçlarda melaikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki; nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki; pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından; o yüksek, müzeyyen sarayları, sâkinlerden boş, hâlî olduğunu itikad eder.

Melaikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüd o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasib sâkinler bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasib hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri pek uzak olduklarından görünmemeleri, yok olduklarına delalet etmez.

Binaenaleyh Arz'ın zevilhayatla dolu olmasından kat'iyyetle anlaşılıyor ki; bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavatta, şeriatın melaike ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuddur.


İkinci Makam:

Bundan evvel isbat ve izah edildiği gibi; hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır?

Evet bütün ukalâ-i akl u nakl, manevî bir icma' ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlarına hükmetmişlerdir; fakat tabirleri çeşit çeşittir. Meselâ: Meşaiyyun, enva'-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva' ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sâriye ile tabir etmişlerdir.

S- Kâinatın irtibatını, hayatını temin için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?

C- Senin dediğin o sâri kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma'kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.

Ve keza teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasib ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melaike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.

Hülâsa: Melaikenin mana-yı hakikatı, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh melaikenin suretleri, eşkâlleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nuranî cisimlerdir.


Üçüncü Makam:

Arkadaş! Melaike mes'elesi öyle mes'elelerdendir ki; bir cüz'ün sübutuyla, küll sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nev' tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder.

Binaenaleyh zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma' ve ittifakla melaikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melaikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir.

Kezalik beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılabda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melaike itikadının bir hakikata, bir asla dayanmaması ve mebadi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş'et eden ve müşahedat vakıalarından hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir.

Evet bu itikad-ı umumînin sebebi; kat'î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melaikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat'î delil ve emarelerdir. Çünki melaike mes'elesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şübhe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.

Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev'in vücudu tahakkuk eder. Nev'in vücudu tahakkuk etse, herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.


Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır:

Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük nimetleri ta'dad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatin neticesidir ve Arz'ın müştemilâtı ona teshir edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de, beşerin Arz'a hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.

İkinci Vecih: .........

Üçüncü Vecih: Evvelki âyetle, canlı mahlukatın meskenleri olan Arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyet ile de, o meskenlerin sâkinleri olan beşer ve melaikeye işaret edilmiştir.

Ve keza o âyet, hilkatin silsilesine; bu âyet ise, zevi-l ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.

Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksad beşer olduğu ve Hâlık'ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: "Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk'a ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?" Sâmiin bu vesvesesini def' için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedîa bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ül Guyub'un ilmindeki bir hikmet içindir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:

ﻭَ ﺍِﺫْ : Bu kelime, ﻭَﻫُﻮَ ﺑِﻜُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻋَﻠِﻴﻢٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibiﺍِﺫْ , diğer bir ﺍِﺫْ i iktiza eder. Binaenaleyh böyle bir takdire lüzum vardır: ﺍِﺫْ ﺧَﻠَﻖَ ﻣَﺎ ﺧَﻠَﻖَ ﻣُﻨْﺘَﻈَﻤًﺎ ﻭَ ﺍِﺫْ ﻗَﺎﻝَ ﺭَﺑُّﻚَ ilââhir... Bu takdirde, ikinci ﺍِﺫْ birincisine atf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.

ﺍِﻧِّﻰ ﺟَﺎﻋِﻞٌ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﺧَﻠِﻴﻔَﺔً : Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:

1- Melaike ne dediler?

2- Taaccüble hikmeti sordular.

3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır.

İşte Kur'an-ı Kerim
ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣَﻦْ ﻳُﻔْﺴِﺪُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻭَ ﻳَﺴْﻔِﻚُ ﺍﻟﺪِّﻣَٓﺎﺀَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir.

Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi', Cenab-ı Hak'tan verilecek cevabı beklerken Kur'an-ı Kerim
ﻗَﺎﻝَ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎﻟﺎَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ cümlesiyle cevab vermiştir. Yani "Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam." ferman etmiştir.

Cümlelerin heyet ve nüktelerine geldik:

ﻭَ ﺍِﺫْ ﻗَﺎﻝَ ﺭَﺑُّﻚَ ilââhir...: Atfı ifade eden bu "vav", münasebet-i atfiyenin iktizasına binaen ﻭَ ﺍِﺫْ ﻗَﺎﻝَ ﺭَﺑُّﻚَ ilââhir cümlesine ma'tufun aleyh olmak üzere ﺍِﺫْ ﺧَﻠَﻖَ ﻣَﺎ ﺧَﻠَﻖَ ﻣُﻨْﺘَﻈَﻤًﺎ cümlesinin takdirine işarettir.

Ve keza
ﺍِﺫْ zaman-ı maziyi ifade ettiği cihetle, sanki zihinleri geçmiş zamanların silsilesine götürür veya o silsileyi bu zamana getirir, ihzar eder ki; zihinler, o zamanlarda vukua gelmiş olan hâdiseleri görsünler.

ﺭَﺑُّﻚَ : Bu tabir, melaikenin aleyhine bir hüccet ve bir delildir. Yani Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki, fesadlarını izale edesin. Demek nev'-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki, onların mefsedetlerini setrediyorsun.

ﻟِﻠْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ : Cenab-ı Hakk'ın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı muhavere, melaikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünki melaikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek insanlarla alâkaları ziyade olduğundan, insanların ahvaline ehemmiyet veriyorlar.

ﺍِﻧِّﻰ : Melaikenin ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ile yaptıkları istifhamdan anlaşılan tereddüdlerini reddetmekle, mes'elenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.

ﺍِﻧِّﻰ : Burada mütekellim-i vahde ile ﻭَ ﺍِﺫْ ﻗُﻠْﻨَﺎ da, mütekellim-i maalgayr zamirinin zikirlerinden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Cenab-ı Hakk'ın halk ve icad fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir. Bu nükteye delalet eden başka âyetler de vardır. Ezcümle:

ﺍِﻧَّٓﺎ ﺍَﻧْﺰَﻟْﻨَٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏَ ﺑِﺎﻟْﺤَﻖِّ ﻟِﺘَﺤْﻜُﻢَ ﺑَﻴْﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﺑِﻤَٓﺎ ﺍَﺭَﻳﻚَ ﺍﻟﻠَّﻪُ âyet-i kerimesinde azamete delalet eden ﻧَﺎ zamir-i cem'i, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi; ﺑِﻤَٓﺎ ﺍَﺭَﻳﻚَ ﺍﻟﻠَّﻪُ de müfred hükmünde olan Lafza-i Celal, manaları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.

ﺟَﺎﻋِﻞٌ kelimesinin, ﺧَﺎﻟِﻖٌ kelimesine tercihen zikri: Melaikenin medar-ı şübhe ve mûcib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücud hayr-ı mahzdır, halk Allah'ın fiilidir, Allah'ın fiili lâyüs'eldir. Ancak melaikeyi şübheye davet eden ve istifsarlarına mûcib olan ca'ldir. Yani Cenab-ı Hakk'ın beşeri Arz'ın tamirine tahsis etmesidir.

ﻓِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ daki ﻓِﻰ nin ﻋَﻠَﻰ ya tercihi: Beşerin yer üstünde olduğu, ﻋَﻠَﻰ kelimesinin manasına muvafık ve münasib iken tercihan ﻓِﻰ nin zikredilmesi; beşerin bir ruh gibi Arz'ın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz etmesiyle Arz'ın yıkılmasına işarettir.

ﺧَﻠِﻴﻔَﺔ : Bu tabir, Arz'ın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel Arz'da idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki Arz'ın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. ﺧَﻠِﻴﻔَﺔ tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev' imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.

ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣَﻦْ ﻳُﻔْﺴِﺪُ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻭَ ﻳَﺴْﻔِﻚُ ﺍﻟﺪِّﻣَٓﺎﺀَ : Bu cümle müste'nifedir. Bu istînaftan anlaşılıyor ki; Cenab-ı Hakk'ın melaike ile olan hitabı, sâmii şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: "Acaba melaikeler komşuluklarına gelecek insanları nasıl karşılayacaklardır? Hem onlar ile beraber olmaya ve komşu olmaya rızaları var mıdır? Hem fikirleri nedir?" Kur'an-ı Kerim ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ cümlesiyle o suali cevablandırmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
S- ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ilââhir... cümlesi ﺍِﺫْ ﻗَﺎﻝَ cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lâzımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?

C- Melaike Arz'ın müekkelleri bulundukları cihetle, Arz onların idaresinde olur. Bu itibarla insanların Arz'a halife kılınması hakkında melaikenin fikirlerini izhar etmek lüzumu vardır.

ﻗَﺎﻝَ ﻗَﺎﻟُٓﻮﺍ tabirleri, mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslûbunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak müşavereden münezzehtir. Melaikenin ﺍَﺗَﺠْﻌَﻞُ ile yaptıkları istifhamdan maksad, ca'le itiraz, ca'li inkâr etmek değildir. Çünki Cenab-ı Hakk'ın fiillerine itiraz etmeye ismetleri mânidir. Ancak ca'lin sebebi mahfî olduğundan, taaccüble sebeb ve hikmetini sormuşlardır. Ca'l tabirinden anlaşılıyor ki; insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın îcabıdır, ancak bir câilin ca'li iledir.

S-
ﻓِﻴﻬَﺎ : Mesafe pek kısa olduğu halde, ikinci ﻓِﻴﻬَﺎ nin zikrine ne ihtiyaç vardır?

C- Birinci
ﻓِﻴﻬَﺎ ile, beşerin bir ruh gibi Arz'a nüfuz etmesiyle Arz'ı ihya etmesine; ikinci ﻓِﻴﻬَﺎ ise, beşerin fesadı dahi Azrail gibi Arz'ın kalbine kadar pençesini sokup Arz'ı imatesine işarettir. Demek beşer, bir taraftan Arz'ın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intac eden bir zehirdir.

ﻣَﻦْ : Beşerden kinayedir. Kinayenin tasrihe sebeb-i tercihi: Melaikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp, ancak kendilerine sakil, ağır gelen bir mahlukun Allah'a isyan etmesine işarettir.

ﻳُﻔْﺴِﺪُ : Fesadın "isyan"a bedel zikri, isyanlarının nizam-ı âlemin fesadına sebeb olacağına işarettir. Devam ile teceddüdü ifade eden muzari sîgasıyla fesadın zikredilmesi, melaikenin asıl istemedikleri ve inkâr ettikleri, ancak isyanlarının devam ve istimrar ile vukua geleceğine ait olduğuna işarettir. Melaike beşerin isyanlarının devam ve istimrarını, ya Cenab-ı Hakk'ın i'lamıyla bilmişlerdir veya Levh-i Mahfuz'a bakıp ondan almışlardır veyahut insanlardaki kuvve-i gazabiye ve şeheviyeden anlamışlardır.

ﻓِﻴﻬَﺎ : Kuvve-i şeheviye ile Arz'da fesad hasıl olur, kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ü kıtale mahal olur. Halbuki Arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.

: Fesad ile sefk gibi iki rezileyi birbirine atf ve cem'eder. Çünki fesad, sefk-i dima'ya sebebdir.

ﻳَﺴْﻔِﻜُﻮﻥَ nin ﻳَﻘْﺘُﻠُﻮﻥَ ye tercihan zikrinden anlaşılıyor ki; sefk, zulmen yapılan katildir. Bu ise fesada daha münasibdir. Çünki katlin ifade ettiği mana, katlin mubah kısmına da şamildir. Cihadda veya bir cemaatı kurtarmak için yapılan katiller gibi ki; bu katil, fesada münasib olmaz.

ﺍﻟﺪِّﻣَٓﺎﺀَ : Sefk kelimesinin delalet ettiği irâka-i demdeki demi te'kiddir.

ﻭَ ﻧَﺤْﻦُ ﻧُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻙَ ﻭَ ﻧُﻘَﺪِّﺱُ ﻟَﻚَ : Beşerin ca'lindeki hikmeti soran melaikeye, sanki şöyle bir itiraz vârid olmuştur: "Beşerin Allah'a yapacağı ibadet ve takdis, onun ca'line sebeb-i kâfi gelmez mi ki, ca'linin hikmetini soruyorsunuz?" İşte "vav-ı haliye" ile zikredilen ﻭَ ﻧَﺤْﻦُ ﻧُﺴَﺒِّﺢُ ilââhir cümlesi, güya o itirazı def'etmeye işarettir.

ﻧَﺤْﻦُ : Maasiden masum melaikenin cemaatlerinden kinayedir. Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi; tesbihin melaikeye bir seciye olduğuna ve melaikenin tesbihata mülazım ve müdavim olduklarına işarettir.

ﻧُﺴَﺒِّﺢُ ﺑِﺤَﻤْﺪِﻙَ : Bizler, bütün ibadetlerin sana mahsus olduğunu kâinata ilân ve Cenab-ı Uluhiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz.

ﻭَ ﻧُﻘَﺪِّﺱُ ﻟَﻚَ : Bu "lâm" ya sıladır, bir manayı ifade etmez veya ta'lil ve sebebiyet içindir. Birinci ihtimale göre, ﻧُﻘَﺪِّﺳُﻚَ takdirinde olur. Yani "Seni takdis ve tathir ediyoruz" demektir. İkinci ihtimale nazaran, ﻧُﻘَﺪِّﺱُ ﻟِﺎَﺟْﻠِﻚَ takdirinde olur. Yani biz nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalblerimizi masivandan çeviriyoruz demektir.

Bu "vav" ise, iki rezileyi cem' ve birbirine atfeden
ﻳَﺴْﻔِﻚُ deki "vav"ın aksine ve inadına olarak, biri takdis, diğeri tesbih iki fazileti cem' ve birbirine atfediyor.

ﻗَﺎﻝَ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎﻟﺎَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ : Bu cümle, melaikenin istifsarından sonra acaba Cenab-ı Hak istifsarlarına nasıl cevab verdi ve taaccüblerini ne ile izale etti ve beşerin onlara tercihindeki hikmet nedir diye sâmiin kalbine gelen suale icmalî bir cevabdır, tafsili sonra gelecektir.

ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ deki ﺍِﻥَّ , tahkiki ifade etmekle tereddüd ve şübheyi def'etmek içindir. Bu ise, müsellem olmayan nazarî hükümlerde olur. Halbuki burada Allah'ın halkın bilmediklerini bilmesi müsellem ve bedihî bir hükümdür; hâşâ melaikenin bu hükümde tereddüdleri yoktur.

Binaenaleyh burada bu
ﺍِﻥَّ , Kur'an-ı Kerim'in îcaz için ihtisaren icmal ettiği birkaç cümleye işarettir:

1- Beşerdeki maslahatlar ve beşerin hayr-ı kesîre nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir. Şerr-i kalil için hayr-ı kesîri terketmek, hikmete muhaliftir.

2- Beşerin hilafete olan sırr-ı liyakatı, melaikece meçhul, Hâlıkça malûmdur.

3- Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melaikece meçhuldür.

4-
ﺍِﻥَّ nin ifade ettiği tahkik, bazan sarih hükme değil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımnî bir hükme raci' olur. Burada ﺍِﻥَّ nin tahkiki, ﻟﺎَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ kaydından istifade edilen hükm-ü zımnîye raci'dir. Yani "Sizler muhakkak bilmiyorsunuz

Ve keza Allah'ın ilmi lâzım, beşerin vücudu melzumdur." Bu cümlede ilm-i İlahînin vücuduna delalet eden
ﺍَﻋْﻠَﻢُ den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çünki ﺍَﻋْﻠَﻢُ nün delaletine göre, ilm-i İlahî taalluk ve tahakkuk etmiştir. Öyle ise beşerin vücudu herhalde olacaktır.

Melaikeye verilen o icmalî cevabın tahkiki hakkında ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻋَﻠِﻴﻢٌ ﺣَﻜِﻴﻢٌ âyetinden şöyle bir izahat alınabilir ki:

Cenab-ı Hakk'ın ef'ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyle ise mevcudat, halkın malûmatında münhasır değildir. Öyle ise melaikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz.

Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kàdir ve câmi' olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa, beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur, çünki özrü yoktur.
 

Ahmet.1

Well-known member
ﻭَﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ ﺛُﻢَّ ﻋَﺮَﺿَﻬُﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ ﻓَﻘَﺎﻝَ ﺍَﻧْﺒِﺌُﻮﻧِﻰ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀِ ﻫَٓﺆُﻟﺎَٓﺀِ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺻَﺎﺩِﻗِﻴﻦَ ٭ ﻗَﺎﻟُﻮﺍ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢ ٭ ﻗَﺎﻝَ ﻳَٓﺎ ﺍَﺩَﻡُ ﺍَﻧْﺒِﺌْﻬُﻢْ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻬِﻢْ ﻓَﻠَﻤَّٓﺎ ﺍَﻧْﺒَﺎَﻫُﻢْ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻬِﻢْ ﻗَﺎﻝَ ﺍَﻟَﻢْ ﺍَﻗُﻞْ ﻟَﻜُﻢْ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻏَﻴْﺐَ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎ ﺗُﺒْﺪُﻭﻥَ ﻭَﻣَﺎ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗَﻜْﺘُﻤُﻮﻥَ

Cenab-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem'e (A.S.) öğretti. Sonra o eşyayı melaikeye göstererek dedi ki: "Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz."

Melaike dediler ki: "Seni her nekaisten tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur, herşeyi bilici ve her kimseye liyakatına göre ilm ü irfan ihsan edici sensin."

Cenab-ı Hak dedi ki: "Yâ Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle."

Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi. Cenab-ı Hak dedi ki: "Size demedim mi semavat ve Arz'ın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim."


Mukaddeme

Bu talim-i esma mes'elesi ya Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın melaikenin inkârlarına karşı mu'cizesi olup, melaikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev'-i beşerin hilafete liyakatını melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu'cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübin'de mevcud olduğunu tasrih eden
ﻭَﻟﺎَ ﺭَﻃْﺐٍ ﻭَﻟﺎَ ﻳَﺎﺑِﺲٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻓِﻰ ﻛِﺘَﺎﺏٍ ﻣُﺒِﻴﻦٍ âyet-i kerimesinin hükmüne göre: Kur'an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu'cizeleri hakkında Kur'an-ı Kerim'in işaratından fehmettiğime göre, {(Haşiye): Eğer müellifin, Tenzil'in nazmından çıkardığı letaifte şübhen varsa ben derim ki: İbn-ül Fârıd kitabından tefe'ül ederken şu beyit çıktı: ﻛَﺎَﻥَّ ﻛِﺮَﺍﻡَ ﺍﻟْﻜَﺎﺗِﺒِﻴﻦَ ﺗَﻨَﺰَّﻟُﻮﺍ ﻋَﻠَﻰ ﻗَﻠْﺒِﻪِ ﻭَﺣْﻴًﺎ ﺑِﻤَﺎ ﻓِﻰ ﺻَﺤِﻴﻔَﺔٍ Habib} mu'cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev'-i beşere göstererek, o mu'cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev'-i beşeri teşvik ve teşci' etmektir. Sanki Kur'an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: "Ey beşer! Şu gördüğün mu'cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız." diye ihtar etmiştir.

Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir.

Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.

Evet:

1- İlk saat ve sefine, mu'cize eliyle beşere verilmiştir.

2- Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevi'lerin isimlerini, sıfatlarını, hâssalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde
ﻭَ ﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem'in mu'cizesine mazhar olmuştur.

3- Bütün san'atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev'-i insan,
ﻭَ ﺍَﻟَﻨَّﺎ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﺪِﻳﺪَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud'un mu'cizesine mazhardır.

4- Yine telahuk-u efkâr ile, tayyare gibi icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev'-i beşer,
ﻏُﺪُﻭُّﻫَﺎ ﺷَﻬْﺮٌ ﻭَ ﺭَﻭَﺍﺣُﻬَﺎ ﺷَﻬْﺮٌ âyetiyle sür'ati beyan edilen Hazret-i Süleyman'ın mu'cizesine yaklaşıyor.

5- Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrafüj âleti,
ﺍَﻥِ ﺍﺿْﺮِﺏْ ﺑِﻌَﺼَﺎﻙَ ﺍﻟْﺤَﺠَﺮَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa'nın (A.S.) asâsından ders almıştır.

6- Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa'nın (A.S.) mu'cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu'cizeler ile bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet dikkat eden adam, bilâ-tereddüd o mu'cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza
ﻳَﺎ ﻧَﺎﺭُ ﻛُﻮﻧِﻰ ﺑَﺮْﺩًﺍ ﻭَ ﺳَﻠﺎَﻣًﺎ âyet-i kerimesinin delaletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti bürudete inkılab etmesi; beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me'hazdir.

7-
ﻟَﻮْﻟﺎَٓ ﺍَﻥْ ﺭَﺍَ ﺑُﺮْﻫَﺎﻥَ ﺭَﺑِّﻪِ âyet-i kerimesinin -bir kavle göre- işaret ettiği gibi, Hazret-i Yusuf'un (A.S.) Ken'an'da bulunan babasının timsalini görür görmez Zeliha'dan geri çekilmesi; ve kervanları Mısır'dan avdet ettiğinde Hazret-i Ya'kub'un ﺍِﻧِّﻰ ﻟَﺎَﺟِﺪُ ﺭِﻳﺢَ ﻳُﻮﺳُﻒَ yani "Ben Yusuf'un kokusunu alıyorum" demesi; ve bir ifritin Hazret-i Süleyman'a "Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs'ın tahtını getiririm" demesine işaret eden ﺍَﻧَﺎ ﺍَﺗِﻴﻚَ ﺑِﻪِ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﻳَﺮْﺗَﺪَّ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﻃَﺮْﻓُﻚَ âyet-i kerimesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata nümune ve me'hazdirler.

8- Hazret-i Süleyman'a kuş dilini öğrettik manasında
ﻋُﻠِّﻤْﻨَﺎ ﻣَﻨْﻄِﻖَ ﺍﻟﻄَّﻴْﺮِ olan âyet-i kerime; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me'hazdir. Ve hâkeza beşerin henüz keşfedemediği çok mu'cizeler vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.

Bu âyetin nazmında dahi, emsali gibi üç vecih vardır:

Birinci Vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1- İnsanın hilkati hakkında melaikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna' edici bir cevab verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna' eden tafsilâtlı bir cevab verilmiştir.

2- Evvelki âyette, beşerin hilafet mes'elesi tasrih edilmiştir; bu âyette ise, nev'-i beşerin melaikeye karşı gösterdiği mu'cize ile, dava-yı hilafeti isbat edilmiştir.

3- Evvelki âyette, beşerin melaikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir; bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4- Beşerin Arz'da hilafet-i kübraya mazhar olmasına evvelki âyetle delalet edilmiştir; burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i câmia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidadlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet beşer, zahir ve bâtın havâs ve duygularıyla, bilhâssa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

İkinci Vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

ﻭَﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ cümlesi, ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎ ﻟﺎَ ﺗَﻌْﻠَﻤُﻮﻥَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza Cenab-ı Hakk'ın Arz'ında beşerin halife olması, Allah'ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem'i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzed kıldı.

Sonra vakta ki Âdem'i melaikeye tercih etmekle rüchan mes'elesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı taleb etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk'ın hikmetini ikrar ettiler. Kur'an-ı Kerim buna işareten,
ﺛُﻢَّ ﻋَﺮَﺿَﻬُﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ ﻓَﻘَﺎﻝَ ﺍَﻧْﺒِﺌُﻮﻧِﻰ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀِ ﻫَٓﺆُﻟﺎَٓﺀِ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺻَﺎﺩِﻗِﻴﻦَ dedikten sonra,ﻗَﺎﻟُﻮﺍ: Evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak, ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ dediler.

Sonra vakta ki istidadlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melaikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine Âdem'in iktidarının beyanı îcab etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,
ﻗَﺎﻝَ ﻳَٓﺎ ﺍَﺩَﻡُ ﺍَﻧْﺒِﺌْﻬُﻢْ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻬِﻢْ hitabıyla Âdem'e ferman etti.

Sonra vakta ki mes'ele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu; geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,
ﻗَﺎﻝَ ﺍَﻟَﻢْ ﺍَﻗُﻞْ ﻟَﻜُﻢْ ﺍِﻧِّٓﻰ ﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻏَﻴْﺐَ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍَﻋْﻠَﻢُ ﻣَﺎ ﺗُﺒْﺪُﻭﻥَ ﻭَﻣَﺎ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗَﻜْﺘُﻤُﻮﻥَ yani "Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim."

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki; iblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

ﻭَ ﻋَﻠَّﻢَ ﺍَﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ Yani: Cenab-ı Hak Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki "vav", şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

ﻋَﻠَّﻢَ : Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilafete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza esmanın tevkifine, yani Şâri' tarafından bildirilmiş olduğuna remizdir. Zâten esma ile müsemmeyat arasında takib edilen münasebat-ı vaz'iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza mu'cizenin vasıtasız Allah'ın fiili olduğuna îmadır. Fakat felasifeye göre hârikalar, ervah-ı hârikanın fiilidir.

ﺍَﺩَﻡَ : Hilafeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen Küre-i Arz'ın sahibi şahs-ı ma'huddur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

ﺍَﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ : İsim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

ﻋَﺮَﺿَﻬُﻢْ : Arzedilen eşya olduğu halde zamirin esmaya rücuundan; ismin ayn-ı müsemma olduğuna kail olan Ehl-i Sünnet'in mezhebine işarettir.

ﻛُﻠَّﻬَﺎ : Âdem'in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebeb ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a'zamını melekler de bilirler.

ﺛُﻢَّ ﻋَﺮَﺿَﻬُﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻤَﻠَٓﺌِﻜَﺔِ ﻓَﻘَﺎﻝَ ﺍَﻧْﺒِﺌُﻮﻧِﻰ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀِ ﻫَٓﺆُﻟﺎَٓﺀِ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺻَﺎﺩِﻗِﻴﻦَ

ﺛُﻢَّ : Terahi ve bu'd-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir:

ﻫُﻮَ ﺍَﻛْﺮَﻡُ ﻣِﻨْﻜُﻢْ ﻭَ ﺍَﺣَﻖُّ ﺑِﺎﻟْﺨِﻠﺎَﻓَﺔِ Yani: Âdem, sizden daha kerim ve hilafete daha müstehak ve lâyıktır.

ﻋَﺮَﺿَﻬُﻢْ : Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arzedildiği gibi, eşyanın enva'ı da bastedilerek enzar-ı melaikeye gösterilmiştir. Bu tabirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlim ile alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

ﻫُﻢْ , müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla taglib ve teşmiliyle, mecazen enva'-ı eşyaya irca' edilmiştir. Bu itibarla, ﻫُﻢْ kelimesinde bir mecaz, iki taglib vardır. Bu mecaz ile o taglibleri icbar eden esbab, ﻋَﺮَﺽَ kelimesinin işaret ettiği üslûbdur. Çünki melaikeye enva'-ı eşyanın arzı, manevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor. Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkıl insanlardır. Bunun için, burada iki taglibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

ﻋَﻠَﻰ : Arzedilenin levh-i a'lâda nakşedilen suretler olduğuna işarettir.

ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ
ﻭَ ﺍَﺧِﺮُ ﺩَﻋْﻮَﻳﻬُﻢْ ﺍَﻥِ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﺭَﺏِّ ﺍﻟْﻌَﺎﻟَﻤِﻴﻦَ


{(Haşiye): İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektubların âhirlerinde şu âyet ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻟﺎَ ﻋِﻠْﻢَ ﻟَﻨَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﻋَﻠَّﻤْﺘَﻨَٓﺎ ﺍِﻧَّﻚَ ﺍَﻧْﺖَ ﺍﻟْﻌَﻠِﻴﻢُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki; tefsirim de, şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşâallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cedveldir. En-nihayet yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz manen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. SAİD NURSÎ}

{Allah'ın avn ü inayetiyle ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi kötü yaptım; noksanları çoktur, müellifçe ıslahları lâzımdır. Zâten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa nazm-ı Kur'andaki îcazlı olan i'cazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid'in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum. Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi Abdülmecid}
 

Ahmet.1

Well-known member
[FONT=&quot]Ecnebi feylesofların Kur'an'ı tasdiklerine dair şehadetleri
[/FONT]

(BU FEYLESOFLARIN KUR'AN HAKKINDAKİ SENALARININ BİR HÜLÂSASI KÜÇÜK TARİHÇE-İ HAYAT'TA VE NUR ÇEŞMESİ MECMUASI'NDA YAZILMIŞTIR.)


PRENS BİSMARCK (BİSMARK)'IN BEYANATI

Sana muasır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (A.S.M.)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitabları tam ve etrafıyla tedkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cem'iyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur'anı, bu kayıddan âzadedir. Ben Kur'anı her cihetten tedkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin düşmanları, bu kitab Muhammed'in (A.S.M.) zade-i tab'ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlara göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i te'lif değildir.

Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (A.S.M.)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.

Prens BİSMARCK
 

Ahmet.1

Well-known member
En Temiz ve En Doğru Din Müslümanlıktır

Meşhur muharrir, müsteşrik, Edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur'an-ı Kerim'in mütercimi Doktor Maurice (Moris) şöyle diyor:

Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan'ın Hira Dağı'nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor:

"Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahut a'mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahut sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahut başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır."

* * *

Zamanlar Geçtikçe, Kur'anın Ulvî Sırları İnkişaf Ediyor

Doktor Maurice (Moris), Le parler Française Roman (Löparle Franses Roman) ünvanlı gazetede Kur'anın Fransızca mütercimlerinden Selman Runah'ın tenkidatına verdiği cevabda diyor ki:

Kur'an nedir? Her tenkidin fevkinde bir fesahat ve belâgat mu'cizesidir. Kur'anın, üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı hüsn-ü ifade etmesi itibariyle, münzel kitabların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hâyır, daha ileri gidebiliriz:

Kur'an, kudret-i ezeliyenin, inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur'anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ziyade ulvîdir. Kur'an, arz ve semanın Hâlıkına hamd ü şükranla doludur. Kur'anın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad eden Zât-ı Kibriya'nın azametinde mündemicdir.

Edebiyat ile alâkadar olanlar için Kur'an, bir kitab-ı edebdir. Lisan mütehassısları için Kur'an, bir elfaz hazinesidir. Şâirler için Kur'an, bir ahenk menbaıdır. Bundan başka bu kitab; ahkâm ve fıkıh namına bir muhit-i maariftir.

Davud'un (A.S.) zamanından, Jan Talmus'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle muvaffakıyetli bir şekilde rekabet edememiştir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakikatını kavramak nokta-i nazarından ne kadar tenevvür ederlerse, o derece Kur'an ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar ta'zim ve hürmet gösteriyorlar. Müslümanların Kur'ana hürmetleri daima tezayüd etmektedir.

İslâm muharrirleri, Kur'an âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o yazılar o âyetlerden mülhem olurlar.

Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibariyle yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ana istinad ettiriyorlar.

Müslümanlar, kitablarına âşıktırlar ve onu kalblerinin bütün samimiyetiyle mukaddes tanırlar. Halbuki kütüb-ü İlahiyeye nâil olan diğer milletler, ne kitablarına ehemmiyet verirler ve ne de onlara hürmet gösterirler.

Müslümanların Kur'ana hürmetlerinin sebebi; bu kitab payidar oldukça, başka bir dinî rehbere arz-ı ihtiyaç etmeyeceklerini anlamalarıdır. Filhakika Kur'anın fesahat, belâgat ve nezahet itibariyle mümtaziyeti, Müslümanları başka belâgat aramaktan vâreste kılmaktadır.

Edebî dehâların ve yüksek şâirlerin, Kur'an huzurunda eğildikleri bir vakıadır. Kur'anın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan müslümanları, üslûbunun nezahet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir.

Müslümanlar, Kur'anı tâ rûz-u haşre kadar payidar kalacak kıymet biçilmez bir hazine addeylerler ve onunla pek haklı olarak iftihar ederler. Müslümanlar, Kur'anı en fasih sözlerle, en rakik manalarla coşan bir nehre benzetirler.

Şayet Monsieur Renaud (Mösyö Reno), İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa, münevver ve terbiyeli Müslümanların, Kur'ana karşı en yüksek hürmeti perverde ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamağa gayret ettiklerini görürdü. Yeni nesiller ve asrî mekteblerin me'zunları da, Kur'ana ve Müslümanlığa karşı müstehziyane bir cümlenin sarfına tahammül etmemektedirler. Çünki Kur'an, iki sıfatla bu ehliyeti haizdir:

Bunların birincisi: Bugün ellerde tedavül eden Kur'anın Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) vahiy olunan kitabın aynı olmasıdır. Halbuki İncil ile Tevrat hakkında birçok şübheler ileri sürülmektedir.

İkincisi:
Müslümanlar, Kur'anı Arabçanın en kuvvetli muhafızı ve esasat-ı diniyenin amelî bir mahiyet almasının en kuvvetli menbaı telakki ederler. Binaenaleyh Monsieur Renaud (Mösyö Reno) eserini tashih edecek olursa, bu tercümesiyle, insanları tenvir hususunda insanlığa büyük bir muavenette bulunur ve bâtıl itikadların hududlarını târumâr etmeye hâdim olur.

Doktor MAURİCE
 

Ahmet.1

Well-known member
Nur Çeşmesi'nde ve Risale-i Nur'da yazılan bu nevi feylesoflardan kırk altıncısıdır.

Zât-ı Kibriya hakkındaki âyetlerin ulviyeti ve Kur'anın kudsî nezaheti

Mister John Davenport, "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim" ünvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim'den bahsederken, şu sözleri söylüyor:

Kur'anın sayısız hususiyetleri içinde bilhâssa ikisi fevkalâde mühimdir:

1- Zât-ı Kibriya'yı ifade eden âyâtın ahengindeki ulviyettir. Kur'an-ı Kerim, beşerî za'flardan herhangi birisini Zât-ı Kibriya'ya isnaddan münezzehtir.

2- Kur'an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.

Halbuki bütün bu nakîsalar, Hristiyanların ellerindeki muharref kitab-ı mukaddeste mebzuliyetle vardır.

JOHN DAVENPORT
 

Ahmet.1

Well-known member
Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur

Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.

CARLYLE
 

Ahmet.1

Well-known member
Müslümanlık, tecessüd ve teslis akidesini reddeder

İngiltere'nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon (Edvor Gibon) "Roma İmparatorluğu'nun İnhitat ve Sukutu" adlı eserinde şöyle diyor :

Ganj Nehri ile Bahr-i Muhit-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur'anı bir kanun-u esasî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur'anın nazarında, satvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur'an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri' vücuda getirmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur.

Müslümanlığın esasatı; teslisiyet ve Allah'ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih'in Allah'ın oğlu -hâşâ- olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler, ancak mutaassıb Hristiyanları tatmin edebilir. Halbuki Kur'an bu gibi karışıklıklardan, ibhamlardan âzadedir.

Kur'an, Allah'ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa mâlik olan bir muvahhid, İslâmiyetin nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüd etmez. Müslümanlık belki bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.

EDWARD GİBBON
 

Ahmet.1

Well-known member
Hâlıkın hukukuyla mahlukatın hukukunu en mükemmel surette ancak Müslümanlık tarif etmiştir

Kur'anın telkin ve Hazret-i Muhammed'in tebliğ ettiği esasattan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esasat-ı Kur'aniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah'a takarrüb etmek isteyen insanları Cenab-ı Hakk'a rabtettiğini inkâr etmek mümkün değildir.

Hâlık'ın hukuku ile mahlukun hukuku, ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar.

MARMADÜKE PİCKTAHALL (Marmadük Piktol)
 

Ahmet.1

Well-known member
Kur'an ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk vardır

Yeni keşfiyatın veyahud ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mes'ele yoktur ki; İslâmiyetin esasatıyla taâruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı kavanin-i tabiiye ile te'lif için sarfettiğimiz mesaîye mukabil, Kur'an-ı Kerim ve Kur'anın talimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur'an, her hürmete şâyan olan eserdir.

LEVAZAUNE (Lövazon)
 
Üst