İnsan Bilim İslam

Huseyni

Müdavim
Zeki Eker

Doç. Dr., Melik Suud Üniversitesi, Fen Fakültesi, Asronomi Bölümü Öğretim Üyesi


İnsanın karşı karşıya olduğu iki gerçeklik vardır. Bunlardan birisi bilim adamlarının "evren" dediği, insanlarında vucutlarıyla içinde bulunduğu cismani alem, yani fizik dünyadır. Diğeri de her insanın düşündüğü, hayal ettigi, inandığı, duyguları ile yaşadığı kendi özel dünyasıdır. Birinin madde, diğerinin madde olmaması gerekçesiyle bir birinden bağımsızmış gibi görünen bu iki dünya arasındaki iletişim ve etkileşme şüphesiz bir gerçektir. Fizik dünyada olan bir olay, haber bile olsa kişinin özel dünyasını etkiler, onu üzer, sevindirir veya korkutur. Hatta hayalindeki dünyanın yapısını bile degiştirebilir. Öte yanda, insanın iç dünyasının etkilerini dış dünyada görmek hiç de zor değildir. Bunlar bize yollar, köprüler, binalar olarak gözükür; sanat ve teknoloji harikaları ise bu gerçeği açıkça ilan eder.


Her iki dünyanın bilgisi insan için hazır değildir. İç dünya öğrenmeyle birlikte şekillenmeye başlar. Öte yandan, dış gerçekliği kavramak da iç dünyanın şekillenmesine bağlıdır. Kendi benliğinin, aynı zamanda dış gerçekliğin bilincine varmış her insan, varlıklar içinde kendi konumunu merak eder. Bu da onu; İnsan nedir, hayat nedir, insan ile iletişimi olan varlıkların, kısacası evrenin ve evren içindeki olayların bir anlamı, bir amacı var mıdır? gibi daha birçok soruyla karşı karşıya getirir. Bu tür sorular insanlığı ilgilendiren temel kozmolojik sorulardır. Açıkgenç1 herkesin bir dünya görüşünün olduğunu, ve bu dünya görüşü içinde kişi farkında olsun veya olmasın, açıkça ifade edebilsin veya edemesin bu kozmolojik soruların mutlaka cevaplandığını söyler.


İnsanların dış gerçeklikle ilgili bilgileri her zaman eksiktir. Dünya görüşlerindeki tutarsızlığın veya detaylarındaki eksikliğin farkına varan insanlar tutarlı ve güvenilir bilgi üretmenin yollarını aramışlardır. Böylece, sistematik, kendi içinde tutarlı bilgi üretme faaliyeti olarak tanımlayabileceğimiz bilim ortaya çıkmıştır. Bununla beraber bilim, henüz bütün özellikleriyle tam olarak anlaşılmış bir kavram değildir. Günümüz bilim felsefecilerinden Feyerabend2 "Bilim felsefesi ile ilgilenen her ekol, bilimin ne olduğunu, nasıl çalıştığını farklı şekillerde anlayıp anlatmaktadırlar. Buna ek olarak bilim adamlarının, politikacıların ve kamu adına konuştuğu iddiasında olan muhtelif kimselerin de görüşleri vardır. Bilimin tabiatının hala karanlıklar içinde olduğunu söylersek, gerçeği büyük ölçüde dile getirmiş oluruz" demektedir.


Bilimin objektif bir tarifinin yapılamaması bizleri farklı bilim anlayışlarıyle karşı karşıya bırakır. Hemen belirtelim, bilim anlayışı sadece "bilim" sözcüğünden kişinin ne anladığı değil, bilim adamlarının bilim yapmaktaki amacı, bilimin sonuçlannı anlama ve kullanma tarzı ve hatta dünya görüşü içinde bilime biçilen tüm değerler sistemi olarak anlaşılmalıdır. Yapılan araştırmalar, edinilen bilgiler açısından bilimin kimliği tek olmasına rağmen, bilim anlayışı kişiden kişiye çok farklı olabilir. Bununla beraber etkileşen fertler çeşitli toplum düzeylerinde toplumların bilim anlayışlarını da oluşturabilirler. Bilim anlayışı fertten ferde, toplumdan topluma değişebileceği gibi, zamanla da değişir.


Bilimi ve yaklaşık üçyüzyıldan beri insanlığın dünya görüşünü ele geçirme mücadelesi veren bu günkü batılı bilim anlayışını daha gerçekçi tanıyabilmek için bilim tarihine kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır. Batılı bilim anlayışı bilimi, antik Yunan medeniyetiyle başlatır. Cemal Yıldırım'ın "Gerçek anlamda bilim, gözlemlerimizi açıklama, evreni anlama ihtiyacının belirdiği noktada başlar. Böyle entellektüel ilginin izine ne Mısır'da, ne de Mezopotamya'da rastlamaktayız. ...... Oysa, evreni anlamak ihtiyacı Yunan düşüncesinin belirgin özelliğidir3 sözleri bunun açık bir ifadesidir. Ama Cemal Yıldırım'ın aynı kitabında M.Ö. 2500 yıllarında Sümerler'in çarpım tablosunu kullandıkları, alan ve oylum hesapları yaptıkları, daire alanı ve silindir oylumu bulmada π* değeri olarak 3.125'i kullandıkları, daha sonra, Babilliler'in özellikle matematik ve astronomide büyük ilerlemeler katettiği, karekök, küpkök almayı bildikleri, ikinci ve üçüncü dereceden denklemleri çözdükleri, yarım dairede çizilen tüm üçgenlerin dik açılı olduğunu, hatta ileride Pisagor teoremi denilecek teoremi bildikleri, astronomik gözlemlerle yılın uzunluğunu 4.5 dakika gibi çok küçük hata payı ile hesapladıkları, her 18 yılda bir meydana gelen ay tutulmalarını önceden kestirebildikleri, öte yandan, Mısırlılar'ın aynı seviyeyi tutturamasa da bilgide pek geri olmadıkları, hatta hekimlikte daha ile oldukları yazılıdır. Yani, Yunan medeniyetinden önce aritmetik, cebir, geometri, astronomi ve tıp vardır ama gerçek anlamda bilim yoktur. Açıkça görülür ki, Cemal Yıldırım'ın bize burada anlatmak istediği bilim değil bilim anlayışıdır. Kendi benliğinin bilincine varmış her insanın kozmolojik sorular sorduğunu ve ilgili bilimin eski Yunanla başladığını varsaymak, daha önceki tüm insanlarda gözlemleri yorumlama, evreni anlama ihtiyacının olmadığını söylemektir.


Bugünkü anlamda, sistematik düşünce, gözlem veya deneyle elde edilmiş bilgi anlamında düşünülse bile, bilimsel bilginin geçmişi ilk insana kadar götürülebilir. Örneğin, güneşin doğduğunu gören akıl sahibi ve insan tarifine uygun ilk insan** hiç şüphesiz akşam olunca göneşin batacağını ve yarın tekrar doğacağını da biliyordu. Bu çok basit ve ilkel de olsa bir astronomik bilgidir. Tarih, arkeoloji ve antropoloji, tarih öncesi insanlarının bile gözlemlerden kaynaklanan dünya görüşleri olduğunu açıkça ilan etmektedir. O halde, ilk insandan itibaren bilim de vardır, bilgi de.


Batılı bilim anlayışının bilimi antik Yunanla başlatmak istemesi gayet doğaldır. Çünkü, mevcut belgeler materyalist, rasyonalist, tanrı tanımaz bugünkü batı benzeri dünya görüşlerinin o devirlerde ortaya çıkmaya başladığını gösterir. İlk bilgin M.Ö. 600 yıllarında yaşamış Milet'li Thales'dir. O mitolojik düşünceden rasyonel düşünceye geçişi simgeler. Tahales geometride isbat fikrini getirmiştir. M.Ö. 585'de bir güneş tutulmasını önceden hesaplamıştır. Thales'e göre evren sudan yapılmıştır ve dünya bir tahta parcası gibi suyun üstünde yüzmektedir. Thales'in fikirleri daha sonra Anaximender ve Anaximenes (Thales'den 40, Anaximender'den 20 yaş küçüktür) tarafından tartışılmış, değiştirilmiş, geliştirilmiştir. Her ikisi de dünyayı evrenin merkezinde kısa bir silindir biçiminde düşünüyordu. Ama, Anaximender evreni sınırsız, sonsuz, bitmez, görünmeyen kendisinin "Aperon" adını verdiği maddeden yapılmış iç içe dört halka, 1-Sıcak (Ateş), 2-Soğuk (Hava), 3-Islak(su), 4-Kuru (Toprak) olarak tasvir eder. Anaximenes ise sonsuzluğu somut ve gözlenebilir olmadığı için reddeder. Temel madde olarak da hava ve buharı kabul eder. Bu İyonya'lı bilginlerin kurduğu okula İyonya Okulu adı verilir. Bu okul tam anlamıyla Materyalist bir okuldur. Oluşturduğu dünya görüşlerinde herhangi bir tanrıya veya tanrılara yer yoktur.


Pers savaşları nedeniyle rahatsız olan, içlerinde Pisagor'un da bulunduğu bir grup bilgin, Ege'den ayrılıp güney İtalya'da yeni bir okul kurdular (M.Ö. 530 yıllarında). Bu okul Materyalist değil rasyonalist idi. Onlar matematiğe ve matematiğin değişmeyen kurallarına hayrandılar. Onlara göre evrenin özü sayılar olmalıydı. Biri bir nokta, ikiyi bir doğru parçası, üçü bir üçgen, dördü bir piramit sayıp her şeyin sayılardan oluştuğunu düşündüler. Böylece, temeli sayı, kuralları matematik olan metafizik bir dünya düşünüyorlardı. Pisagor "Gene evren yuvarlaktır"4 derken evrenle ilgili gözlemlerini değil, açıkça matematik bir ilkeyi dile getiriyordu.


Bu materyalist ve rasyonalist dünya görüşleri öyle görülüyor ki, saçmalık ve çelişkilerle dolu mitolojik dünya görüşlerine rakip olarak ortaya çıktılar. Böyle bir olay daha önceki medeniyetlerde olmadı çünkü, yazının olmadığı devirlerde dilden dile nesilden nesile aktarılan ancak itibar görmüş, saygınlık kazanmış dünya görüşleriydi. Toplumların genel inancının dışında kalan bu yüzden kişisel olmanın ötesine geçemeyen fikirler, ancak yazının icadından sonra gelişme imkânı bulabilirdi. Yunanlılar'dan önce Mısır ve Babil'de yazı vardı ama pek gelişmiş değildi. Üstelik okuma din adamlarının işiydi. Onlar da ya yönetimi ellerinde tutuyorlardı veya yönetimle işbirligi halindeydiler. Bu kimseler de zaten toplumdaki inancı körükleyen ve ondan menfaat uman insanlardı. Yunanlılar'ın Mısır ve Babil'den değişik, kendi hayat şartlarına uygun toplum organizasyonları vardı. 'Küçük şehir devletleri halinde veya kolonilerde yaşıyorlardı. Yazılarının ifade kabiliyeti hem daha iyi, hem de toplumlarında okuma yazma oranı daha yüksetti. Böylece bir yazılı fikir nesiller sonra da olsa destek bulabiliyordu.


Toplumdaki genel inanışın dışında ortaya başka bir dünya görüşü atmak, tartışmaları başlatmak demekti. Yeni dünya görüşleri mitolajilere göre daha akıllıca görünüyordu ama onlar da mükemmel degildi. Yunan toplumundaki tartışmalar zamanla gerçek nedir?, bilgi nedir?, insan nedir?, varlık nedir?, madde nedir? gibi daha birçok felsefık sorunları da ortaya çıkardı. Nihayet kendi içinde en tutarlı dünya görüşleri Atina okulunda Eflatın (Platon) (M.Ö. 400) ve talebesi Aristo (Aristotheles) (M.Ö. 35O) tarafından önerildi. Etlatun'un mistik ve matematiksel bir dünya görüşü vardı. Pisagor geleneginden etkilenmişti. Onun evreni idealar dünyası ve olgular dünyası diye ikiye ayrılıyordu. Olgular dünyası idealar dünyasının hatalı bir kopyesiydi. Ona göre evren tanrısal gücün tasarladıgı rasyonel bir plana uygun kurulmuştu. Eflatun'un doga olaylarını açıklamak için "Save the phenomena" yani "durumu kurtarın" fetvası meşhurdur. Böylece o matematik modellemeye yol açıyordu. Astronomide ilk bilimsel teori olarak kabul edilen ilk model ögrencisi Eudoxus tarafından önerildi. Eflatun evreni bir küre şeklinde düşünmüştü. Çünkü en ideal şekil küre olabilirdi. Eudoxus'un evren modeli iç içe aynı merkezli 27 adet küreden oluşuyordu. Bu küreler yıldızların; gezegenlerin, güneşin ve ayın hareketlerini düzenliyordu.


Bu model Aristo tarafından daha da geliştirildi. Gezegenlerin, güneşin ve ayın hareketlerini daha iyi açıklayabilmek için Aristo kürelerin sayısını 56'ya çıkardı. Buna ragmen, Aristo'nun evreni Eflatun'un evreninden farklıydı. O Eflatın'un idealar dünyasını kabul etmedi. Aristo, evreni farklı olarak, ayaltı ve ayüstü alemler olarak ikiye ayırmıştı. Ayaltı alem dört temel maddeden (toprak, su, hava, ateş) yapılmış geçici, kusurlu, degişen ve bozulan, üstünde canlıların yaşadıgı merkezdeki dünyayı da içine alan alemdi. Ayüstü alem bunun tam tersine ebedi, mükemmel, değişmeden bozulmadan kalabilen, ağırlığı olmayan "esir" denilen beşinci bir öz maddeden yapılmıştı. Madde ve hareketle ilgili yasalar (Aristo fiziği olarak bilinir) her iki alem için ezelden beri hep vardı. Bu yüzden evren zamanda sonsuzdu, ancak hareketli küreler sebebiyle mekânda sonlu olmak zorundaydı. Atın bir arabayı hareket ettirmesi gibi, cansız maddelerin hareketi için hareket ettirici şarttı. Aynı şekilde, tanrı gökleri hareket ettiren ilk hareket ettirici "prime mover" olarak gerekliydi.


Eflatun ve Aristo'nun dünya görüşlerine antitez olan ve tanrı kabul etmez dünya görüşleri de vardı. Örnegin Trakya'lı Demokritos'un (M.Ö. 400) atomlardan oluşan evreni ve daha sonra İskenderiye'li Aristarkus'un (M.Ö.250) merkezinde dünya yerine güneş olan, gezegenlerin ve dünyanın güneş etrafında döndüğünü söyleyen evren modelleriydi. Ama bunlar, Aristo'nun sistemli felsefesi; mevcut gözlemlerle desteklenen ve kendi içinde tutarlı görüşleri karşısında tutunamadı. Etlatun ve Aristo bilimde ve felsefede meşhur iki temel şahsiyettir. Onların fıkirleri ve görüşleri günümüzde bile bir çok bilim adamı ve felsefeci için hâlâ tartışma konusudur.


Büyük İskender'in fetihleriyle Yunan kültürü Atina dışında kurulan yeni merkezlere ulaştı. Bu döneme tarihte Hellenistik dönem adı verilir. Hellenistik dönemde Mısır'daki İskenderiye Okulu meşhurdu. M.Ö. 200'lü yıllarda kurulan bu okul, Atina okulunun bir çeşit devamı gibiydi. Bu okulda herhangi bir yeni dünya görüşü ortaya atılmadı ama büyük bilimsel hamleler gerçekleştirildi. Öklid ve Arşimed bu okulda yetişti. Aristo dünyanın yuvarlak oldugunu felsefik bir çıkarımla söylemişti ama bu okulda yetişen Eratosthenes (M.Ö. 200) dünyanın yarıçapını ölçmeyi becerdi. Bu okulun son temsilcileri fiziksel bilimlerde Ptolemy (Batlamyus) (M.Ö. 150) ve tıpta Bergamalı Galen (M.Ö. 200)'dir. Batlamyus'un yazdığı "Almagest" isimli kitap yermerkezli ve güneşmerkezli dünya görüşlerini zamanın bilgileri ışığında degerlendirmesi bakımından ilginçtir. İteni, çekeni olmayan dünyanın kendi etrafında veya güneş etrafında dönüyor olması imkânsız bulunmuştur. Dönen bir tekerleğin çamuru sıçrattıgı gibi, dünya da dönmüş olsaydı insanları ve üstündekileri fırlatıp atardı. Üstelik havaya atılan bir taş aynı yere düşmezdi, kuşlar yuvalarına geri dönemezdi. Böyle nedenlerle Batlamyus Oristo'nun yermerkezli evreninde karar kıldı, fakat zamanına kadar biriken gözlemlere (kendi gözlemleri de dahil) uygun, biraz degişik yeni bir model önerdi. Hellenistik dönemdeki felsefeciler genelde Eflatın ve Aristo'nun fikirlerini birleştirmeye gayret ettiler. Evreni bütünüyle bir tanrı olarak gören Panteizm düşüncesi bu dönemde ortaya çıktı.


Batlamyus ve Galen'den sonra bilimsel faaliyetler iyice durmuş, hatta batılıların nazarında uykuya yatmıştır. Batılılar bu döneme "karanlık çaglar" (dark ages) adını verir. Yunanlılarla kontak halinde olan Roma İmparatorlugu Hırıstiyanlığı resmi din olarak kabul etmeden önce bile, bilime gerekli ilgiyi göstermediler. 300'lü yıllardan sonra Hırıstiyanlıgın etkisiyle bilim aleyhtarlıgı başladı. St. Agustine5 (354-430), "tanrı dogayı insan için yaratmıştır" diyor ve tüm evrenin amaç ve kökeninde ruhsal oldugunu ileri sürüyordu. Öte yanda, Aziz Ambrose "Dogayı ve evren içindeki yerini tartışmak bize öteki dünyada hiç bir yardım sağlamaz" diyordu. Yunan felsefi gelenegini sürdürenlere "Pagan" deniyor ve bilimsel faaliyetlerle dalga geçiliyordu. Dünya nasıl yuvarlak olabilirdi? Dünyanın ötesi diye bir şey olamazdı! Çünkü o zaman İsa'nın oradaki insanlar için tekrar kurban edilmiş olması gerekirdi. İnsanların tepesi aşağı yürümesi, yağmurların, karların aşağıdan yukarıya doğru yağması nasıl mümkün olurdu! Neredeyse bilime şavaş açılmıştı. M.S. 389'da Piskopos Theophillus6 İskenderiye'deki ünlü kütüphanenin bir bölümünü tahrip etmiştir. Daha sonra Hırıstiyanlık dünyası bu kütüphanenin M.Ş. 640 yılında Müslümanların eline geçmesiyle yok edileceginî iddia edecektir. Atina okulu ise M.S. 529'da Jüstinian tarafından kapatılmıştı.


Hırıstiyantık dünya görüşü, Yunan medeniyetinde olduğu gibi gözlemleri yorumlama, rasyonel akıl yürütme gayretleriyle ortaya çıkmamıştır. O tarihi açıdan Judaizm (musevilik) geleneğinden doğmuştur, ama Judaizm'den farklı olarak onda insanın maddi yönünün bütünüyle ihmal eden, sadece ruhsal, manevi ve duygusal yanını vurgulayan görüşler hakimdir. Vücut temizliği değil, ruh temizliği önemlidir. İdeal insan bu dünyaya değil melekler alemine aittir. Melek gibi olanın sufli dünya işleri olmaz. Bu yüzden rahiplere ve rahibelere evlenme yasaklanmıştır. İnsanlar bu dünyaya günahlarını ödemek için gelir. Her doğan insan günahkâr olarak doğar. Çünkü herkesin Adem ile Havva'nın cennetten atılmasına sebeb olan o ilk günahtan hissesi vardır. Kurtuluş İsa'yı veya onun yeryüzündeki temsilcilerini tanımak ve teslim olmakla mümkündür. Görüldüğü gibi, kozmik sorulara cevaplar üreten bu temel prensipler, bilimsel gelenekle bağdaşamaz durumdadır.


İnançlar sisteminin benzerliği sebebiyle İslamiyet ve Hırıstiyanlıgı aynı şekilde değerlendirenler şu önemli noktaları gözden kaçırırlar. Kur'an ve hadislerin ilk devir Müslümanlarına vermiş oldugu dünya görüşü ve hayat anlayışı karşılaştırılırsa Hırıstiyanlıkla taban tabana zıt olduğu görülecektir. İnsanın maddi yanı İslamiyette ihmal edilmez. Ruh temizliği kadar vücut temizliği de önemlidir. İbadetlerde gusul ve abdest şarttır. İdeal insan bir melek değil; diger canlılar gibi arzuları, ihtiyaçları olan ama Allah'ı unutmayan, böylece duygularını ve nefsini kontrol edebilen insandır. Kim olursa olsun her doğan günahsız doğar. İnsanlar bu dünyaya, kendilerine ebedi bir hayatta kullanmak için verilen duyguları ve kabiliyetleri geliştirmek için gelirler. Dünya ahiret için ürün veren bir tarla veya insanı ebedi bir hayata hazırlayan bir talimgâh ve eğitim alanıdır. Kurtuluş için insanların Hırıstiyanlıkta oldugu gibi bir aracıya ihtiyaçları yoktur. Akıl (rasyonel düşünce) ve kalp (duygular ve sezgi) insanın iki rehberidir. İnsanların aklına ve kalbine hitap eden, yani evrendeki olgu ve olaylara dikkat çekip insanları bakmaya, düşünmeye, duygulanmaya ve sonuçta yorum yapmaya sevkeden ayet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur.


Müslümanlar kendi dünya görüşlerini, Yunan bilimiyle karşılaşmadan önce sağlam bir şekilde oluşturmuşlardı hile. Bu dünya görüşünde evrenin detaylı bir haritası yoktu ama insanın kozmoz içindeki yeri ve rolü tutarlı ve anlamlı şekilde tarif ediliyordu. Evrenin haritasının detaylarını keşfetmek insanlara bırakılmıştı. Doğayı ve işleyişini anlamak amacıyle gözlem yapmak ve yorumlamak olarak tanımlanan bilimsel anlayış zaten bir Müslümanın inancının dayanak noktasıydı. Bu nedenle bilimsel geleneğe sıcak ilgisi, Hırıstiyanların bilime tepkisinin tam tersi olması hiç de şaşılacak bir şey degildir. Ancak, Müslümanların geliştirdigi bilim anlayışı, Yunan bilim anlayışını aşar. Örnegin bilimi tarif ederken Kindi7 "ilim varlığın hakikatını bilmektir" der. Bu ifadeye göre evrenin yapısını ve işleyişini öğrenmek, hakikatı bilmek için ancak bir araç ve adım olabilir, nihai bir amaç olamaz.


800'lü yıllarda tercümelerle başlayan bilimsel faaliyetler, Müslümanların orjinal katkılarıyle 11. yüzyıla kadar faal ve çok üretken bir dönem yaşadı. 15. yüzyıla kadar da öncülüğünü korudu. Örneğin 1575 İstanbul rasathanesi, aynı yıllardaki Tako Brahe'nin rasathanesiyle alet edavat bakımından boy ölçüşür durumdadır.8 İslam dünya görüşü ışığında gelişen bilimsel gelenek, aynı şekilde 12. yüzyılda Arapçadan Latinceye tercümelerle İspanya ve İtalya kanalıyla batı Hırıstiyanlık dünyasına ulaştı. Cabir bin Hayyan'ın simyası, Harizmi'nin Cebiri İbni Sina'nın Kanun'u (tıbbı ve felsefesi), İbni Heysem'in Optigi, Batlamyus'un Almagest'i Arapçadan Latinceye çevrilen eserlerin sadece birkaç tanesidir. Batılı düşünürler yunan gelenegini, özellikle Aristo'yu toplumlarına kabul ettirebilmek için Farabi'nin etkisi apayrı bir yer tutar. Descartes dahil bir çok batılı düşünürün Gazzali'den etkilendigini M.M. Şerif delilleriyle anlatır.9
Müslümanların bilime katkısını önyargılı kabul etmek istemezler. Müslümanları orjinal katkıları olmayan, sadece emaneti (Yunan bilimini) alıp yerine tesim eden bir aracı olarak görürler. Hatta Dreyer10 gibiler "Astronomiyi ikinci yüzyılda Batlamyus'un bıraktıgı şekilde bulduk" diye şikayet eder. Okullarındaki astronomi kitapları Batlamyus'tan Kopernik'e (1473-1543) atlar. Aradaki 1300 yılda sanki hiç bir şey yapılmamıştır.


Öte yandan Draper, Sarton, Hitti gibi batılı bilim tarihçilerinin Müslümanlar için söylenmiş övgülü sözlerine de raslamak mümkündür. Müslümanların bilime olumlu ve orjinal katkılarının olduğunu göstermek bugün için sorun değildir. Asıl sorun, o geçiş dönemini nedenleri ve nasıllarıyla iyi anlayıp doğru yorumlamaktır. Güneş merkezli evren görüşünün bu geçiş döneminin hemen arkasından batıda ortaya çıkması, Müslümanların bilime katkısı olmadığını söyleyen Batılıları sanki haklıymış gibi gösterir. Bilimin ilerlemesini, evrenin yapı ve işleyişini daha iyi anlamak olarak algılayan Batılılar Müslümanların bu konuda çalışmaları varsa bile sonuçsuz kaldığını, bu sebeple bilimsel ilerlemeye katkıları olmadıgını zannederler. Örneğin, Dreyer'in yukarıdaki sitemli sözleri Kopernik'in güneş merkezli sistemi önermesinde İslam astronomisinin hiç bir faydası olmadığını imâ eder.


Yermerkezli sistemden güneşmerkezli sisteme geçişin öyküsü aslında önyargılı Batılıların anlattığı gibi değildir. Gözlemlerin Aristo'nun yermerkezli sistemini doğrulamaması üzerine, Batlamyus'un neden güneşmerkezli sistemi seçmediğini, gözlemlerini temel alıp Aristo'nun modelini değiştirdiğini yukarıda söylemiştik. Bu durumda Müslümanlara düşen görev duyalılıgı arttırılmış gözlemlerle Batlamyus'un yeni modelini teste tabi tutmak olmalıydı ve aynen öyle oldu. Müslümanların gözlemleri şüphesiz daha duyarlıydı.11 Yeni gözlemlerin Batlamyus'un modelini de doğrulamadığı çokgeçmeden ortaya çıktı. Bu nedenle, Beyruni ömrü boyunca yermerkezli değil güneşmerkezli sistemi savunmuştu.12
Ama, ömrünün sonuna doğru, ister yermerkezli olsun, ister güneşmerkezli olsun astronominin değişmeyecegini, yani aynı gözlemleri her iki sistem için yorumlamanın mümkün olduğunu, dogru tercihe sebep olabilecek bilgilerin henüz olmadıgını söyledi ve mevcut sistemde karar kıldı. Öte yanda, Nasrettin Tusi, İbni Şatır, İbni Bacce gibi astronomlar yer merkezli ama daha değişik modeller öne sürdüler. İbni Şatır'ın modeli özellikle ilginçtir. Çünkü o yermerkezli olması hariç tamamıyla Kopernik'in modeline benzer.13 Kopernik zamanına gelinceye kadar degişikliklerle yermerkezli sistem iyice dejenere olmuştu. Kopernik'e güneşmerkezli sistemi tercih ettiren en önemli sebeplerden biri aslında yermerkezli sistemin 600 yıldan beri yapılan gözlemlerle ve model degişiklikleriyle bir türlü doğrulanamamış olmasıdır. Rasathanesi bile olmayan, gözlemlerini orada burada portatif el aletleriyle yapan Kopernik'in kendi yaptığı birkaç gözleme dayanarak güneşmerkezli sistemi öne sürdüğünü söylemek dogru olmaz. Kaldı ki, dünyanın döndüğünün isbatlayan hiç bir fiziksel kanıt henüz mevcut da degildir. Bu yüzden Galileo'nun savunması başarısızlıkla sonuçlandı. Newton dönemine kadar (150 yıl) Kopernik'in görüşleri kabul görmedi. Ancak, Kopernik'in ölümünden 300 yıl sonra, dünyanın kendi etrafında döndüğü Paris'te 1851 yılında bir sarkaçla Foucoult (1819-1868) tarafından, güneş etrafındaki hareketi de 1838 yılında ilk kez yıldız paralaxını ölçebilen Wilhelm Bessel (1784-1846) tarafından isbatlanabildi. Bu durumda Müslümanların katkısını kabul etmeyen zihniyetin, Batlamyus modelini de bilimsel bir katkı olarak görmemesi gerekir. Çünkü Batlamyus'un yaptıgı da Müslümanlardan farklı degildir.


Başlangıcında Avrupa'daki bilim İslam bilim anlayışıyle uygunluk gösteriyordu. Batı biliminin kurucuları Bacon, Kopernik, Galile, Kepler, Newton, Descartes ya rahiptiler veya inancında sadık birer dindardıtar. Newton'un (1642-1727) yerçekimi ve hareket yasalarını ilân ettigi "Principia" kitabının üçte biri bütünüyle evrenin ve yasalarının teolojik (ilahî) açıklamalarına ayrılmıştı. Fakat bu bilim anlayışı uzun sürmedi. Newton'cu yasalarla dünyanın güneşten koptugu teorisini ortaya atan Laplace (1749-1827), Napoleon'un "bu teoride tanrının rolü nedir?" sorusuna karşılık "öyle bir varsayıma gerek duymadım" cevabını verir. Tanrı tanımazlıgı prensip edinen yeni bir bilimsel anlayış çagı başlamıştır artık. Aristo'nun evreninde göklerin hareketi için tanrı zorunluydu, çünkü hareket için hareket ettirici şarttı. Fakat şimdi Newton'un birinci yasası bu hükmü kaldırdı. Hareket için hareket ettirici şart değildir artık. Hareket maddenin dogasında vardır. Arito evreni sonlu olmak zorundaydı. Çünkü yıldızlar küresi dünyanın etrafında dönüyordu. Ama, Kopernik'in evreninde güneş merkez oldu. Böylece yıldızlar bir küre üzerinde değil her yere dağılmış olabilirdi. Zamanda olduğu gibi, evren, mekanda da sonsuz olmalıydı. Evren içindeki madde ve maddeyi hareket ettiren yasalar ezelden beri hep var kabul edildi. Newton başlangıç şartlarının ve hareket yasalarının belirleyicisi olarak tanrıyı kabul etmiş ve imanını kuvvetlendirmişti. Ama aynı evren görüşü ve aynı bilgilere inanmak istemeyenlere fırsat tanımıştı. Tanrısız bir evren düşüncesi, Thales'le (M.Ö. 600) başlayan İyonya'lı bilginlerin oluşturmak istedikleri dünya görüşlerinin temel özelliğiydi. Bu eski yunan düşüncesi batı bilim anlayışı olarak yeniden ortaya çıktı.


Hume ve Kant'ın kritiklerinden sonra batı, bilimi metafiziği bütün bütün reddetti. Bu batı bilim anlayışını daha da daralttı. Böylece, deney ve gözlemle isbatlanamayan olaylar ve olgular bilimin konusunun dışına itildiler. Bu da, isbatlanamayan, doğrulanamayan şeylerle uğraşmanın anlamsız olduğunu ifade eden pozitivizm anlayışını doğurdu. Tanrı ve ahiret inancı rasyonel olarak isbatlanabilir, deney ve gözlemle doğrulanabilir olmadıkları için bilimsel anlayışla bağdaşmaz duruma düştü. Sonuçta, inancı da boşlanan insan, artık mekanik yasaların oyuncağı ve evren içinde hiç bir özelligi ve değeri olmayan bir makine konumuna indirildi.


1800'lü yılların sonunda batı dünya görüşü değişik türde bilimsel gelişmelere sahne oldu. Boltzmann termodinamiğin ikinci yasasını keşfetti, böylece evrenin ezelden beri işleyen bir makine olmasının imkânsız oldugu ortaya çıktı. Çünkü evren bir ısı ölümüne dogru gitmekteydi. Öte yanda, Quantum mekaniği ve Einstein'ın genel relativite teorisi de evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olabilecegini doğruladı. Büyük patlama "big bang" teorisi evrenin zamanda ve uzayda sınırlı ve sonlu olabileceğini söyleyen, günümüzde henüz geçerliliğini koruyan en popüler teoridir. Evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olabileceği fikri, bir çok bilim adamını yüzyılı aşkın zamandır rahatsız etmektedir. Çünkü bu gibi fikirler bir yaratıcının olduğunu hatıra getirir.


Öte yandan bilim felsefesindeki gelimeler de pozitivizmi yıktı. Günümüzün bilim felsefecilerinden Popper14 evrensel hükümlerin, yani bilimsel teorilerin doğrulanmasının ve isbatlanmasının imkânsız olduğunu vurgular. O'na göre bilimin ilerlemesi, öne sürülen her yeni teorinin yanlışlanabilir olmasına ama yanlışlanmamasına bağlıdır. Popper'ın fıkirlerine itiraz edenler ise, bir teorinin yanlışlanamaması onun doğru olduğunu değil, sadece yanlışlanamadığını gösterir deyip, doğruya ulaşmanın imkânsız olduğu sonucuna vardılar. Böylece, bilimde pozitivizm ve yanlışlamacılığın yanında pragmatizm, enstrumantalizm, naturalizm gibi daha birçok "izm"li yaklaşımlar ortaya çıktı. Yakın zamanda Kuhn15 yeni bir bilim anlayışını öne sürdü. Çok itirazlar almasına ragmen, bir çok çevrenin desteğini de görmektedir. Kuhn'a göre bilim objektif olamaz. Bilim belli bir paradigmaya hizmet etmek durumundadır. Paradigmalar zamanla eskiyip gözlemlerle çelişir duruma gelirler. Yeni bir paradigmanın kabulü sıkıntılı bir devrimle gerçekleşir. Kuhn'a göre bilim devrimlerle ilerler.


Feyarebend ise bugünkü bilim ve bilim adamları hakkında hiçde iyi düşünmez. Ona göre "bilim adamları ve bilim filozofları bilimi, bir zamanların Roma kiliseninin Hırıstiyanlığı savunduğu tarzda savunmaktadır. Kilisesin doktrini doğrudur. Başka her şey putperest saçmalığıdır. Bir zamanların papazlarının küfürle ve aşağılamakla yüklü lisanı, bilimin bünyesinde kendisine yeni bir mesken bolmuştur. ...ayrıca bilim, özel bir kurum olmaktan çıkmış, bir zamanlar kilise nasıl toplumun dokusunun asli bir ögesi olmuşsa bugünde bilim, demokrasinin dokusunun asli bir ögesi durumuna getirilmiştir. Günümüzde kilise ve devlet birbirinden özenle ayrılmışlardır. Oysa devlet ve bilim, bugün, elele çalışmaktadır. ...bilim gerçegi bulduğu için değil, doğru metodu bulduğu için de değil, ama diğer ideolojilerin nüfuzuna gem vurduğu için, bir zamanlar bireylere özgürce düşünebilecekleri bir ortam sunduğu için gönüllere ferahlık vermekteydi. ...oysa bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun daha özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine köleleştirmeye doğru sürüklemektedir"16


Sistematik düşüncenin bir ürünü olan bilim, geliştirdiği prensiplerle insan düşüncesini kontrol eder. Böylece, düşünce hürriyetini de tehdit eden bilim, ürettiği teknolojinin kontrol edilememesi ihtimali ile görünüşte sanki insanlığın topyekün mahvına çalışan görülmez bir canavardır. Arthur C. Klarke'nin "2001: A Space Odyssey" romanında ve daha birçok bilim kurgu hikayelerinde, insanlara hizmet için, insan tarafından üretilen makineler, yönetimi ellerine geçirirler. Başlangıçta bunu kimse farketmez çünkü her şey yolundaymış gibi görülür. Durumun farkına varan kahraman, şansı yaver giderse ve mücadeleyi başarabilirse, insanlık kurtulacaktır.


Bugünün batı bilim ve teknolojisi karşısında insanlıgın durumu, görebilenler için, bir kurgubilim hikayesi degil gerçektir. Capra17 "uzak gezegenlerdeki uzay gemisinin yumuşak iniş yapmasını buradan kontrol edebiliyoruz da, arabalardan ve fabrikalardan çıkan kirletici dumanları denetim altına almaktan aciziz. Dev uzay kolonilerinde yaşayacak hayali topluluklar önerebiliyoruz da kentlerimizi yaşanacak hale getiremiyoruz. ...tıp bilimi ve farmakolojisi sağlığımızı tehlikeye atmaktadır ve savunma bakanlığı ulusal güvenliğimizin en büyük tehdidi haline gelmiştir" demektedir.


Peki, bu durumda ne yapmamız gerekir? Bilimi bazı kültürlerde oldugu gibi bütün bütün reddedip kabul etmeyelim mi? Verilecek cevap hiç de kolay degilmiş gibi görülür. Aslında, bazılarına göre bu cevap hazırdır zaten, çünkü o, onun bilim anlayışıdır ve dünya görüşünün bir parçasıdır.


İlk dönem Müslümanlarının kafalarında oluşturdukları dünya görüşü ve ona bağlı bilim anlayışı, geçiş döneminden sonra da devam etti. Hiç bir zaman Avrupa'daki dünya görüşü gibi büyük değişikliklere uğramadı. Ancak, zaman içinde Müslümanların değer sistemleri değişti. İzzetbegoviç18 Hırıstiyanlık dünyasındaki ve İslam alemindeki değişimleri tasvir ederken, "Hırıstiyanlığın İslamlaşması" ve "İslamın Hırıstiyanlaşması" tabirlerini yerinde kullanmıştır. Gerçekten o dönemde Hırıstiyanlığın, o eski uzlaşmaz tutumunu bırakıp, insanın ruhsal ve manevi degerleri yanında, maddi ve dünyevi değerlerini de bir derece kabule yanaştıgını görüşoruz.*** Halbuki, İslam aleminde manevi değerler artık baskın olmaya başlamıştı. Tasavvuf ve mistisizmin daha ön plana çıktığı İslam düşüncesi tarihinde19 açıkça görülür. Seyyid Hüseyin Nasr'ın20 ifadesiyle İslam alimleri o dönemde dünya görüşünde dengeyi bulduklarını sanıyor ve kozmoz içinde tabiatla uyumlu bir hayatı tasvir etmeye çalışıyordu.


İslam dünya görüşünün ve ilim anlayışının tipik bir özelliği insanı ön plâna almasıdır.


Yunus Emre'nin

İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen.
Bu nice okumaktır.


dörtlüğü bunun en açık ifadesidir. Batı bilimi ve teknolojisinden-kaynaklanan Avrupa dünya görüşü ile İslam dünya görüşü karşılaştırıldığında taban tabana zıtlık tekrar karşımıza çıkar. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, kuvvet kabul eder; hedefı, menfaat bilir; düsturu hayatı, cidal tanır; cemaatlerin rabıtasını, unsuriyet, menfi milliyeti tutar; semerâtı ise, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki: kuvvetin şe'ni, tecavüzdür; menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır; düstür-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır; unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.


"Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabul eder; gayede menfaate bedel, fazilet ve rıza-yı İlahîyi kabul eder; hayatta dustur-u cidal yerine, düstur-u teavünü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine rabıta-i dinî ve sınıfi ve vatanî kabul eder; gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevkedip insan eder. Hakkın şe'ni, ittifaktır; faziletin şe'ni, tesanüddür; düstur-u teavünün şe'ni, birbirinin imdâdına yetişmektir; dinin şe'ni, uhuvvettir, incizaptır; nefsi gemlemekle baglamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dareyndir."21


Avrupa eski Avrupa degildir artık, Newton'dan sonra gelişen mekanistik dünya görüşü içinde insanlık degerleri yok olmaya yüz tutmuştu. Öte yandan, İslam dünya görüşünün yukarıdaki degerler sistemi de etkisiz kaldı. Çünkü İslam alemi bilim ve teknolojiyi ihmal etmiş, maddi güç Avrupa'nın eline geçmişti. Onsekizinci yüzyıldan itibaren, batılı dünya görüşünden kaynaklanan emperyalist emellerden İslam alemi de etkilenmeye başladı. İslam alemi bilim ve teknolojideki ihmalinin bedelini ödemekle karşı karşıya kalmıştır artık.


İçine düştükleri bu problemden kurtulma yollarını arayan birçok İslam düşünürü çıktı. Bunlar arasında, Arap yarımadasında Muhammed Bin Abdulvahhab, Kuzey Afrika'da Seyyid Muhammed Abduh, Hindistan bötgesinde Sir Seyyid Ahmed Han, Muhammed İkbal ve Anadolu'da Bediüzzaman Said Nursi sayılabilir.


İslam Dünya görüşünde reform arayan bu -gibi düşünürlerin önerdikleri çözümler farklılık gösterir. Bilimi ve teknolojiyi bütün bütün reddedenler olduğu kadar, çağdaş bilimi ve teknolojiyi yakalama amacıyla kültür değerlerini değiştirmeyi uygun görenler de vardır. Bu tartışmalar günümüzde bile sürmektedir.22 Örneğin, Faruki23 "içinde yaşadıgımız dönemde İslam ümmeti tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır" diyor ve "biz korkunç bir ikilemin boynuzlarına yakalanmış durumdayız. Ya bilimi alacak ve dinimizi ondan apayrı, öznel ve şahsi bir alana kapatacagız, ya da dinimizi düşünce hayatımızın temeli kılarak şerefyab olacak, buna karşılık "bilim" alanındaki zaafımızı ve onun sağlayacagı güçten yoksun kalmayı sürdürecegiz. Bu, bence yanlış vazedilmiş brr ikilemdir....." diye devam ediyor.


Bu tartışmalarda çoklarının farkına varmadığı bir problem vardır. Genelde tartışanlar arasında bilim, bilimsel bilgi, bilim anlayışı, dünya görüşü gibi kavramlar bir birine karıştırılır. Kavramların açık olmaması veya anlaşılmaması nedeniyle tartışmaların çoğu ya yanlış sonuca olaşır ve ya anlamsız bir kavgadan öteye geçemez.


Bediüzzaman bilimsel bilgi, bilim anlayışı, dünya görüşü gibi kavramların tamamıyle farkındadır. "Aklın nuru funun-u medeniyedir, vicdanın ziyası ulum-u diniyedir, ikisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder, iftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder"24 derken, "science" kelimelerini kasıtlı kullanmıştır. Hakikat demekle de İslam dünya görüşünü kasteder.


İslam dünya görüşünün temeli imandır. Bilgisiz iman Kur'anda istenen iman değildir. Tutarlı bir dünya görüşüne, saglam bir imana ulaşmak mevcut bilgilerin mantıklı bir yoıvmuyla mümkündür. Bir kimse, eserlerinde Bediüzzaman'ın bu yorumu yaptıgını açıkça görebilir. O, on asırdan bu yana detayları ihmal edilmiş İslam dünya görüşünün günümüzün bilgileriyle daha canlı, daha anlamlı, daha tutarlı olduğunu, gerçek anlamda anlamsızlığın, tutarsızlığın tanrıtanımaz batılı bilim anlayışında ve dünya görüşünde oldugunu açıkça ortaya sermiştir.


Batı dünyası Hırıstiyanlığın etkisiyle insanın maddi yanını ihmal etmişti, bugünkü bilim anlayışıyla da insanın insan yanını, moral ve ahlâk degerlerini ihmal etmektedir. Bediüzzaman'ın açıkça ifade ettigi gibi insanın gerçek mutluluğu aklın ve kalbin beraberce tatmin olmasına bağlıdır.


KPR - Aylk Fikir Dergisi
Kış'96 Sayısı
 
Üst