Iman

mihrimah

Well-known member
İMAN​

اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ


Bakara / 3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.​

وَالَّذينَ هُمْ بِايَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ () وَالَّذينَ هُمْ بِرَبِّهِمْ لَايُشْرِكُونَ ()

وَالَّذينَ يُؤْتُونَ مَا اتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ


Mu’minun / 58-60. Rablerinin âyetlerine inananlar; Rablerine ortak tanımayanlar; Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar;​

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ السَّكينَةَ فى قُلُوبِ الْمُؤْمِنينَ لِيَزْدَادُوا ايمَانًا مَعَ ايمَانِهِمْ وَلِلّهِ جُنُودُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَكَانَ اللّهُ عَليمًا حَكيمًا


Fetih / 4. İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.​

وَالَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُولئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ

Bakara / 82. İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.​

وَالَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا اَبَدًا لَهُمْ فيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَليلًا


Nisa / 57. İnanıp; iyi işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.​
HADİS...

* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Îmân altmış bu kadar şu'bedir. Hayâ da îmânın bir şu'besidir.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Nefsim yed-i kudretinde olan Allâhu Zü'l-Celâl'e kasem ederim ki hiç biriniz ben ona pederinden de, evlâdından da daha sevgili olmadıkca îmân etmiş olmaz. Hz. Enes radiya'llâhu anh'den de bâlâdaki hadîs-i şerîf rivâyet edilmiş olup şu kadar ki sonunda (وَ النَّاسِ اجْمَعِينَ)= "Pederinden, evlâdından ve bütün halkdan daha sevgili" ziyâdesi vardır.
* Enes radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Kimde üç şey bulunursa halâvet-i îmânı tatmış olur. Allâh ile Resûlu'llâh kendisine mâadâlarından daha sevgili olmak; bir kimseyi sevmek, fakat yalnız Allâh için sevmek; (Allâh, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına hoşlanmamak.
* Ebû Saîd-i Hudrî radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ehl-i Cennet Cennet'e, ehl-i Dûzah Dûzah'a girdikten sonra Allâhu Teâlâ Azze ve Celle: "Kimin kalbinde bir hardal tânesi ağırlığınca îmân varsa (ateşden) çıkarınız." diye ferman buyuracaktır. Bunun üzerine (bu gibiler) simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılıp Nehr-i hayât (yâhud Nehr-i hayâ, yâhud da Nehr-i hayâ') içine atılacaklar ve (orada) sel uğrağında kalan yabânî reyhan tohumları nasıl (sür'atle) biterse öylece biteceklerdir. Görmezmisin, bunlar (ne güzel) sapsarı olarak (ve iki tarafına) salınarak sürer?
* (Abdu'llâh) b. Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (bir gün) Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayâdan menediyordu. Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Ona ilişme. Hayâ îmândandır." buyurdu.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh sall'llâhu aleyhi ve sellem'e: "Amelin hangisi efdâldir?" diye sordular. "Allâha ve Resûlüne îmân." buyurdu. "Ondan sonra hangisi?" dediler. "Allah yolunda cihâd." buyurdu. "Ondan sonra da hangisi?" diye sordular. "Makbûl (olmuş, içine günah ve riyâ karışmamış) Hac." cevâbını verdi.
* Enes radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Lâ İlâhe İllâ'llâh deyib de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ İlâhe İllâ'llâh deyib de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ İlâhe İllâ'llâh deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu. "Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmağa (yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi. "Ya İslâm nedir?" dedi. "İslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O'na şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra) "Ya ihsân nedir?" diye sordu. "Allâh'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen, Allâh'ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu. "Kıyâmet ne zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu mes'elede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki Kıyâmet'den evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmet'den evvelki alâmetler görünmüş olur. Kıyâmet'in vakti) Allâh'dan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir." Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem (اِنَّ اللّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَ يُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَ يَعْلَمُ مَا فِى الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِى نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِى نَفْسٌ بِاَىِّ اَرْضٍ تَمُوتُ) Âyet-i Kerîme'sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam) arkasını döndü (gitti). Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem "Onu çevirin." diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki işte bu, Cibrîl (aleyhi's-selâm)dir. Halka dinlerini öğretmek için geldi.
* İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Abdü'l-Kays Vefd'i (Bahreyn taraflarından) Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem'in huzûruna geldikleri zaman: "Siz kimlerdensizin?" yâhud "Nerenin vefdisiniz?" diye sordu. "Biz Rebîa (kabâilin) danız." dediler. "Hoş geldiniz. (Allâh sizi) utandırmasın, pişmân etmesin." buyurdu. Bunun üzerine "Yâ Resûlâ'llâh, biz sana yalnız şehr-i Harâm'da gelebiliriz. (Bilirsin ki) aramızda kâfir olan (kabâil-i) Mudar'dan şu cemâat vardır. O halde bize kesdirme bir şey emret de geride kalanlarımıza haber verelim, o sebeple de Cennet'e girelim." dediler. (Nebî aleyhi's-salâtü ve's-selâm'a) içkileri (yâhud içki kaplarını) de sordular. (Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem) onlara dört şey emretti, dört şeyden de nehyetti. Onlara yalnız Allâh'a îmân ile emrettikten sonra "Bilirmisiniz yalnız Allâh'a îmân etmek ne demektir?" diye sordu. "Allâh ve Resûlü a'lemdir." dediler. "Allâh'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlu'llâh olduğuna şahâdet, Namaz'ı ikâme, Zekât'ı edâ etmek, Ramazan orucunu tutmak, ganîmetin humsunu vermektir." buyurdu. Kezâlik onları (dört şeyden, yâni) hantem, dubbâ', nakîr, müzeffet (denilen kaplara hurma, yâhud üzüm şırası koymak)den nehyetti. (İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'nın) müzeffet yerine mukayyer dediği de mervîdir.
* Zeyd b. Hâlid-i Cühenî radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan çıkınca (mübârek) yüzünü cemâate döndürüp: "Bilir misiniz, Rabb'ınız Azze ve Celle (Hazretleri) ne buyurdu?" diye suâl etti. "Allah ve Resûlü a'lemdir" dediler. Dedi ki (Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri): "Kullarımdan kimi bana mü'min, kimi kâfir (olarak) sabahı etti. Her kim Allâh'ın fazl u rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise, işte o bana îmân etmiş, yıldıza etmemiştir. Her kim de falan ve falan (yıldız)ın nev'i (yâni batıp doğması) ile üzerimize yağmur yağdı dediyse, işte o, bana îmân etmemiş, yıldıza etmiştir" buyurdu.
* Ebû Şüreyh radiya'llahu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem (bir kere arka arkaya üç kere yemîn ederek) Vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz! Buyurdu. (Mecliste hazır bulunanlar tarafından): Yâ Resûla'llah! Bu îmân etmiş olmıyan kimdir? Diye soruldu. Resûl-i Ekrem: Kim olacak, şu komşusu zulmünden, şerrinden emîn olmayan kişi, diye cevab verdi.
* Abdullah İbn-i Hişâm'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Biz bir kere Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem ile berâber bulunuyorduk. Resûlu'llah, Ömer'in elini tutmuştu. Ömer: - "Yâ Resûla'llah! Sen bana muhakkak ki her şeyden çok sevimlisin, ancak canımdan değil" dedi. Resûl-i Ekrem: - "Hayır (öyle söyleme) hayâtım yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, ben sana hayâtından daha sevimli olmadıkça (îmânın kemâle ermez)" buyurdu. Bunun üzerine Ömer: - "Öyle ise, şu anda yâ Resûla'llah! Muhakkak ki, Sen canımdan da sevimlisin" dedi. Resûl-i Ekrem de: - "Şimdi yâ Ömer! Îmânın kemâle erdi!" buyurdu.
* İbn-i Abbâs radiya'llahu anhümâ'dan rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem Mikdâd radiya'llahu anh'e şöyle buyurmuştur: Ey Mikdâd! Bir mü'min kişi, kâfir olan kavmi arasında îmânını gizleyip (selâmete erişince) îmânını açıklasa, bunun üzerine sen de (onun îmânına i'timâd etmiyererk) öldürsen (doğru değildir). Nasıl ki, sen de Hicret'den önce Mekke'de îmânını gizliyordun.
* Enes (İbn-i Mâlik) radiya'llahu anh'den Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ'at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet'e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet'e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ'at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu'llah'ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.
* Enes İbn-i Mâlik radiya'llahu anh'den Ma'bed İbn-i Hilâl ma'rifetiyle şefâ'at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre'den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ'at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma'lûmâtı ziyâde etmiştir. Mahşer halkı 'Îsâ'ya gelirler (şefâ'at dilerler). Hazret-i 'Îsâ da onlara: - İstediğiniz umûmî şefâ'atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla'llahu aleyhi ve sellem'e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara: - Umum beşeriyete şefâ'at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ'ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ'ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ'ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ'ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ: - Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ'at et, şefâ'atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem'den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden: - Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ'at de et, şefâ'atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem'den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def'a da Cenâb-ı Hakk'a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana: - Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ'at de et, şefâ'atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem'den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım
TEFSİR...
اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Bakara / 3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir.
Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine {*} "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4) birliğini bulur.
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır. kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir.
"İman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur.
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider...

PIRLANTA SERİSİ...
Îmân, İslâm’ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, îmânın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah’ı görüyor gibi yapılmasına ise “ihsan” denir.
Îmân ve ihsan, gözde ziya ve cesedde can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nurânî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini,en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da “Kurbet-Allah’a yakın olma” ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhi, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hakk yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihalı ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu ma’nâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadîste ifade buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya “Meşîet-i Hâssa” dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma “Marifetullah” da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve (bilenin her halinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Ma’rifeti, vicdânî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde ta’rif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Ma’rifetin ilk mertebesi, dörtbir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici iklîminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hakk yolcusunun gözünden kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir “kelime-i tayyibe” disketi haline gelir.. derken her an vicdan ekranına Ona ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir” pür-envâr hakikatından ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene “-sığmam dedi Hakk arzu semâya, kenzen bilindi dil ma’deninden” mealiyle anlatılmak istenen bir müteşâbih beyânda ifade edildiği gibi -ışıktan koridolar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temaşa zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı,tamamıyla nefsâniliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta ma’rifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da “arif” denir.
Ma’rifet iklîminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi’nana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş’e, fakat tedbirli ve temkinlidir..
“Allah’a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler” iklimindesabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk ma’rifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda dostla yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hakk kapısının aralığında olduğu sürece, hergün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Alim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Arif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi’ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Ma’rifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma’rûf’tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O’ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek arifin,başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek ma’rifete ermeyen yârı-ağyârı tefrîk edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez..
“Yakin” bir bakıma, marifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve aşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakin bir arayıştır. Mütenahi insanın nâmütenahiyi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nûrânidir. Vicdanına durmadan varidat yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semâvî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril’in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sinesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakin, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakin, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle imandır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah’ın cemâlî ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip “Zevk-i Ruhânî” noktasına ulaşmakda ancak böyle bir îmanla mümkün olur.Yakini elde eden insan, hep onun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakin, mebdei itibariyle hayra uyanma, müntehası itibariyle ise itminana ulaşma ve doyma ma’nâsına gelir. İnsan O’ndan gayri herşeye doyunca, O’na iştahı kalmaz. O’nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takib edenler O’ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah’a karşı itminan ile gerilmiş bir insan herşeye kaşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenûmâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “Yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh,her konakta ayrı bir “ ” “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar.” nefehâtını duyar. “ †† -Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan Cennetle sevinin!” müjdesini hisseder; -Bi-liniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer..” kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
İtminan, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar... ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur..his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşyâ ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksadlarının sezilmesinden ibaretdir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak; sezecek ve öğrenecekdir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı’nin emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan’ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve hergün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcud değildir. Tehlike ilmîlikle ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehâletde, şuursuzlukda ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da katiyyen gözardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer âfet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında “kuvvet”e omuz verip ona yan çıkacakdır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, hergün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı,herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür hergün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri katiyyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlal yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, kara deliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi haline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O’na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlallerle yürür. Onlar insanı elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halayık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O’ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (cc) cisimden, arazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O’nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde,hiç delil veya istidlalden bahsedilir mi?
Aslı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu-izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemâl noktasında bitsin..
İMAN EDEN İNSANIN DEĞİŞMESİ
Musab soylu bir aileden ayrılıp gidiyor. İlk olarak Medine-i Münevvereye gönderiliyor. Kuran’ın muallimi. Musab soylu bir aileden ayrılıp gidiyor. Musab, bizim gibi günde önüne üç defa sofranın gelip uzandığı bir delikanlıdır. Yatağına yatarken tüyden yataklar içinde. Anası bir kaç defa sağını solunu bastırır. Alnından öper, uyudun mu canım evladım der. Sabahta onu ninni ile uyarır. Musab resulü ekreme iman eder. İman eder yumuşak döşeği terk eder. Zira artık anası Musab’ı sevmemekte belki dövmektedir. Musab iman eder, yeme içmeyi de terk eder. Zira yemeden içmeden mahrum edilmiştir. Ve bu iş bitmemiştir. Musab, sonra da Medine-i Münevvereye gidip resulü ekremin davası istikametinde irşat ve tebliğ vazifesini yapmaktadır. Medine’ye gider. Bir sene Medine-i Münevverede kalır. Arkadaşlarından dinliyoruz. Zira kendisi gül devrini göremedi. İki sene üç sene irşat vazifesi yaptı. Bedir’de resulü ekremin yanında bulundu. Uhud’da da yanında olayım ya resulullah dedi. Yirmi iki yaşında vardı yoktu. Bıyıkları henüz terliyordu. Kılık ve kıyafetiyle resulullaha çok benziyordu. Allah resulü Uhud’da cübbesini çıkarıp sırtına giydiriyor. Şu bu gün senin sırtında dursun diyordu. O da şeref saydığı cübbeyi sırtında taşıyordu. Allah resulünun şehit etmeye gelen ibni Kamihe resulullahı şehit ettim diye Musab’ı buduyordu. Seve kolunu veriyordu. Sağ koluna inip kalkan kılıç darbesi karşısında, kolu bir ağaç dalı gibi budanıp yere düşünce elhamdülillah resulullahın kolu kurtuldu diyordu. Sol kolu koparken elhamdülillah resulullahın kolu kurtuldu diyordu. Başını uzatırken yazan,anlatan anlatıyor, vur bir bu kaldı diyordu. Boynuna darbe inince elhamdülillah resulullahın başı kurtuldu diyordu. Kendisini bir hırkaya sarıp, resulullahın hırkasına sarıp Uhud’un sinesine gömüyorlardı. Yapa bileceği her şeyi yapmıştı. Kafasını kullanmış irşat tebliğ vazifesini yapmıştı. Gönlünü kullanmış güvercinler gibi yukarılara çıkmıştı. Cesedi Allah resulünun önünde etten kemikten bir rükün olarak kullanmıştı. Sonrada Uhud’un sinesine yıkılıp gitmişti. Sırtında parçalanmış cübbe kendisine kefen olmaya yetmeyince ya resulullah ne yapalım dediler. Vücudu kapanmıyor, canım çıksın. Yumuşak döşeklerde yatan Musab’ım vücudu kefen bulamıyordu. Ne yapalım ya resulullah. Avret yerini kapayın. Başı, ayakları açıkta kalsın diyordu. Ve o gün Musab’ın yerine onun kılıcı elinde bir melek resulü ekremin önünde akşama kadar savaşıyordu. Ebu Naim naklediyor. İkidiye doğru güneş gurup ederken resulullah hala Musab’ın savaştığını zannediyor. Musab deyince, ben Musab değilim diyor. Musab tâ sabahtan vefat etmişti. Musab sabahtan doğranıp gitmişti. Canı kalmıştı onu da Allah yolunda vermişti.
İnanan insan hayat ve hayata ait her şeyi hakir görme yoluna giriyor. İnanan insan inandığı rabbi huzuruna intikal etmek için kolu kanadı engel teşkil ediyorsa, füzenin yükselişinde kaydettiği durumlar gibi, kolunu kanadını, ayağını bacağını bırakıyor, Allah’a doğru yükseliyor. Ve bununla inanmayan insandan ayrılıyor. Yarım inanan insandan ayrılıyor. Her türlü miskinliği, uyuşukluğu bırakıyor. Allah’ı anlatmak için vadi tehlikelere, meşakkatlere göğüs geriyor. Bir Musab devrinin başlatılmasını, bir ibni Cahş devrinin başlatılmasını, bir Habbab bin Eret devrinin başlatılmasını arzu ediyoruz.
Ve içinizde ki hıçkırıklar içinde hakikat gamzeden temiz nasiyelerde bunu gördükçe ümitleniyor. Sesimiz biraz daha gür yükseliyor. Üç asırdan beri gece yaşadık. Ne bir şimşek çaktı şafağımızda ne de bir şafak attı yalancı dağımızda. Bir gece yaşadık üç asırdan beri. Çeyrek asır öncesine kadar bunalmış olarak, canı gırtlağına gelmiş olarak ölüm intizar ediyorduk. Beni bütün cürümümle ve cirmimle bilirsiniz, tanırsınız. On üç, on dört sene evvel yine buraya geldiğimde gönlüm inkisar içinde huzurunuza çıkmış. Yine burada sizinle dertleşme yolunu, maşeri vicdanı uyarma mevzunda lazım gelen şeyleri yapmaya çalışmıştım. Ama o gün kollarım böyleydi. O gün kollarım böyleydi, utanıyordum kaldırmaya. Milletime karşı, insanlığa karşı bir şey yapamamış, onun için hizmet edememiş, ak saçlarımı ayaklar altında süpürge yapamamış, kirli suratımı ayaklar altında kaldırım taşı gibi koyamamış, neslime hizmet edememiştim. Yine de edemedim. Ama daha evvel tohum atanlar vardı. Tohum atıpta gidenler vardı. Sulayıp içimizden çekilenler. Musab bin Ümeyr gibi işin gecesinde gurup edenler vardı. Çilesini çekip gül devrini görmeyenler vardı. Kendilerinden yirmi beş, otuz sene sonra zemin yüzü bahar eda yeşermeye başladı. Ve biz iliklerimize kadar bu gün onu duyuyoruz. Şu hıçkırıkları boşa çıkarmayacaktır Allah. Şu amin deyişlerden ötürü Allah hüsran ve haybette bırakmayacaktır, neslimizi. Üç asırda sonra ashab-ı kehfin uyanması gibi uyanacak, memleketimizde ki bütün değer hükümlerine sahip çıkacak, kıymetlerimize sahip çıkacak bir Medine devrini yeniden ihya edeceğiz. Allah’ın lutfu, keremiyle. Resulullahın şefaatiyle. Allah sizi yeryüzünde ki bütün ümmeti Muhammed'le beraber aziz eylesin. Yolunda kaim ve daim eylesin.


İMAN VE KÜFÜR
“Birbirine en uzak şeyler nelerdir?” denilirse küfür ve iman diyebilirsiniz; neticeleri itibarıyla böyledir. Fakat, hayat içinde yaşadığınız şeyler itibarıyla; hisleriniz, hevesleriniz veya vicdanınız, şuurunuz ve latife-i Rabbaniyeniz açısından bakınca birbirine en yakın şeyler de küfür ve imandır. Aralarında incecik bir perde vardır.
Onun için perdenin öte tarafına yuvarlanıp düşenlerin dedikodusunu edip, “Nasıl oldu da düştüler?” falan deme yerine “Allah bizi düşürmesin.” diye Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip yalvarmak lazımdır. Devamlı surette, “Rabbena la tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ-Allahım hidayet buyurduktan sonra kalplerimizi kaydırma.” demek gerekir.
Bütün kardeşlerimiz için de aynı duayı yapmalıyız. Çünkü hiç umulmadık kimseler kaybedebilir. Vahye katiplik yapan insan vardır ki kaybetmiştir. İster tahribatın kolay olmasına, ister şeytanî meselelerin insana daha cazip, daha hoş gelmesine, isterseniz de her zaman tetikte yaşayamamaya.. neye verirseniz veriniz, hiç beklenmedik anda kayabilir ve devrilirsiniz.
Bundan dolayı, insan kendine hiç güvenmemeli, O’na tutunmalı ve bu şekilde ayakta durmağa çalışmalı.. kendini çok küçük görmeli.. her gece bin rekat namaz kılsa, başını yerden kaldırmasa da kulluğunu yapamadığı inancında olmalı. Senenin her gününü ibadetle dopdolu yaşayan bir kul “Rabbime şu kadar ibadet ettim, şu meselede şöyle bir mazhariyete erdim.” şeklinde aklının köşesinden geçirse, kendisini bir paye ve makam sahibi zannetse, onun bu mülahazayla tükettiği o anlar, hayatının en karanlık dilimleridir. Oysa dikkatli bir kul, mazhariyetlerine bir mekr olabileceği endişesiyle bakmalı ve Allah’ın rızasından başka bütün taleplere kapanmalıdır. “Ben bir köleyim. Kölenin hiç sermayesi olmaz; o ne kazanırsa kazansın kâr efendiye aittir.” şuurunda olmalı, ibadet ve hizmetleri karşılığında bir mükafat ve bedel beklememelidir. Kaldı ki Yirmidördüncü Söz’de ifade edildiği gibi: “Ubudiyyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet biz, mükafatımızı almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyyetle muvazzafız.” Öyleyse mesele, makam elde etmek, bir pâyeyle bilinmek değildir; verilmiş bir pâyenin hakkını eda etmek, nimetlere şükürle mukabelede bulunmaktır.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sabah-akşam “Allahumme euzü bike mine’l-küfri...” diye dua ediyor. Bunu, Efendimiz’in talim (öğretme) makamında söylediği bir dua olarak değerlendirmek lazımdır. Zira Peygamberler hem masum, hem de masundurlar; günaha kapalıdırlar ve aynı zamanda Cenab-ı Hak onları günaha karşı korur. Onlar, başkalarını kurtarmak için gönderilen kimselerdir; kendilerini kurtarmak için gönderilmemişlerdir. Ancak Allah Rasulü, o engin kulluk şuuru ve tevazuuyla kendi nefsinden de endişe duyup su-i akıbetten korkabilir ve kovulacağından endişe duyabilir. Fakat biz terbiyemizin gereği bu türlü mülahazaları talime havale etmeli; bize herkesin akıbetinden endişe etmesi gerektiğini öğretiyor şeklinde anlamalıyız. Ama O kendi açısından “illâ enyeteğammedeniya’llahu bi rahmetin minhu” bir rivayette de devamında “ve fadlin” demekte, kendisini her zaman rahmet-i ilahiyeye muhtaç görmektedir. Onunla sarılıp sarmalanmazsa, onunla tutulup bir noktaya konmazsa, O’da cennete ulaşamıyacağı kanaatını taşımaktadır. Rahmeten li’l-alemîn olan Efendimiz bile, o rahmette daha ileri yerlere adımını atabilmesi, kadem-i sıdka erebilmesi için.. yine ilahî rahmetten beklentiler içindedir. Öyleyse; biz O’nun dediği şeylerin yüz kat daha fazlasını demeli, küfürden çok korkmalı ve Cenâb-ı Allah’a sığınmalıyız.
Küfrün sebepleri çok sinsi olduğundan dolayı, ibadetiyle göklerde uçan bir insan dahi küfre düşebilir. Öyle biri dahi çok endişe duymalı, inişlerde-çıkışlarda, yaya yürüşlerde hep Cenab-ı Hakk’tan sıyanet aramalı. İşte o tür duaların manası da böyle anlaşılmalı. “Ya Hayy, ya Kayyum, birahmetike esteğîs, eslih lî şe’nî külleh, velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn.” Hayy ve Kayyum, ayete’l kürsîde lafz-ı celâlden sonra zikredilen iki mübarek isimdir. O’nun varlığı halketmesi yönüyle değil de, bizim açımızdan, hayata mazhar olanlar ve O’nun kayyumiyetiyle hayatlarını sürdürenler açısından önemli iki isimdir. Onun için bu iki isim, bazılarınca ism-i azam olarak zikredilmiş; dualarda “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs” sırasıyla söylenmiştir. “bi rahmetike esteğîsu” “Senin rahmetine sığınıyor, Sana dehalet ediyorum.” demektir. Baştaki “Be” harfini ister istiğase (yardım dileme), ister istiane (yardım isteme), isterseniz de musahabe (yakınlık ve söyleşme) manasına hamledin, bu “Beni rahmetinin arkadaşlığından uzak etme, yardımından mahrum bırakma, rahmetinle gelecek yardımdan nasipsiz kılma. Sana sığınıyor, Senin merhametini diliyorum. Ve aynı zamanda bir maiyyet istiyorum. Eslih lî şe’nî küllehu- Her hâlimi ıslah buyur, düzelt.” demektir. Bu sözde bir tevazu, bir mahviyet, meseleyi bir çökmüşlüğe, çatlamışlığa, bir kırılmışlığa hamletme ve buna inanma vardır. Sonra “Ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn - Göz açıp kapama ölçüsünde bile olsa beni nefsimle baş başa bırakma.” sözü gelmektedir. Bazıları buna “ve lâ ekalle min zâlik - göz kapamadan daha az bir süre için bile beni benimle baş başa bırakma.” ifadesini eklemiş; bazıları da bir tavzih için ya bir bedel ya da bir atf-ı beyan ziyadesiyle “ve lâ ilâ ehadin min ibâdike - nefsimle başbaşa bırakmadığın gibi, başka bir kimseyle de baş başa bırakma.” demişlerdir. Yani, “Bana Senden başka biriyle kurtulacağım hissini verme. Öyle bir şirke atma beni. Başkasına güvenip dayanma duygusu hasıl etme gönlümde. Sadece Sana dayanayım, yalnız Sana güveneyim.. Senden istianede, istiğasede bulunayım.. bir tek Senin maiyyetini isteyeyim, onun içine hiç bir şey karıştırmayayım..” talebini seslendirmişlerdir. Demek ki insan bazen yürüdüğü düz bir zeminde bile hiç farkına varmadan ayağı bir yere takılıp kapaklanabilir. Düşmenin hiç farkına varılmaz. Şimdiye kadar devrilmez gibi görünen nice çınarlar yıkılıp gitmiştir. En güçlü insanlar dahi devrilmişlerdir. Allah bizleri muhafaza buyursun.
HİDAYET VE İMAN AYNI ŞEY MİDİR?
Bir bakıma hidayet iman, iman da hidayet demektir. Fakat, hidayetin de, iman gibi dereceleri vardır. İnanmayan bir insan için hidayet, imana ilk adımı atma demekken; avam bir mü'min için imanda nisbî bir derinleşme; seyr ila'llah çizgisindeki bir mü'min için seyr fi'llâh, seyr fi'llâhtaki için seyr maa'llah manâsına gelir. Yakîn noktasında ilme'l-yakîn'den ayne'l-yakîn'e, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka'l-yakîn'e geçme de hidayetin mertebelerindendir. İman-ı Rabbânî, dünyada hakka'l-yakîn'e ulaşılamayacağı görüşündedir. Ancak, bu yakîn mertebelerinin de kendi içinde dereceleri vardır. İlme'l-yakîn'in hakka'l-yakîn'i, ayne'l-yakîn'in de kendi içinde hakka'l-yakîn derecesi vardır. İşte bunlara ulaşılabilir.
Hidayette insanın rolü nedir. Meşiet-i İlâhî'nin fonksiyonu nedir; bu konu, kader mevzuuyla doğrudan alâkalıdır. İman, Seyyid Şerif Cürcanî'nin tarifiyle, "Kulun iradesini kullanması karşılığında Allah'ın kalpte yaktığı bir ışıktır." Maturidîler olarak, kulun iradesinin iman ve hidayetteki rolünü inkâr edemeyiz. Fakat bu rol ne kadardır? Kur'an-ı kerim, Allah dilemedikçe bir şey dileyemeyeceğimizi ve O'nun dilemediği hiçbir şeyin de olmayacağını açıkça belirtir. Kalpleri evirip çeviren de Allah'tır. Öyle ise insana düşen, Allah'ın Meşietine sığınmak ve ister meyelan, isterse meyelanda tasarruf olsun, iradesini iman ve hidayet istikametinde kullanmaktır.
RİSALE...​
GÜLENLER VE AĞLAYANLAR
iki kişi, hem zevk, hem ticaret için seyahate gider. Birisi, kendini beğenmiş, bıkkın, şikayetçi; diğeri haddini ve hakkını bilen, ümitlidir.
Birincisi, bir memlekete gider. Ona oradaki canlı cansız her şey ağlıyor, inliyor gibi görünür. Hiç kimse birbirini tanımamakta, herkes bir diğerine zarar vermek için fırsat kollamaktadır. Sofralar ancak güçlü olanlar içindir. Fakat onlar da tatsalar bile doyamamakta, lokmalar daha midelerine inmeden sofradan kovulmaktadırlar. Tadanlar tattığına pişmandır. Her şey ayrılık azabıyla korkunç bir boşluğa düşüyor gibi vaveyla koparmaktadır.
Diğeri, ümit ve sevinç insanıdır. O varlıklardan her biri, birinin askeridir ve onun verdiği önemli görevlerde şevk ve istekle çalışmaktadır. Herkes birbirinin vazifesini tamamlayan yardımcılardır. O sesler vaveyla, ağlama, inleme değil; varlık ahengin-den çıkan sevinç türküleridir. O sofrada en güçlüler, çocuklar gibi en zayıfların hizmetçisidir. Burada ziyafet sofrasının numunelerinden tadanlar, hakikî, geniş sofralara davet edilmektedir. Ayrılık yok, vazifeden terhis ve kavuşmak vardır.
O iki kişiden birincisi kafirdir ki, ona göre varlık başını taştan taşa vuran, avare mahluklardır, ikincisi ise mü'mindir ki, onun nazarında bütün mevcudat bir merhametli sultanın kıymetli ve sevinçli misafirleridir, her şeyin ipi onun elinde, her hazinenin anahtarı onun yanındadır.
İmanda cennet çekirdeği, küfürde cehennem tohumu saklıdır. (2.Söz)

ANTİKA SANAT
İnsanın kıymetini ortaya çıkaran imandır. Üzerinde tecelli eden ilahî sanatlar ve Rabbani isimlerin nakışlan iman ile ortaya çıkar. Küfür, o irtibatı koparır, o nakışlan karartır. İnsanın kıymetini sadece maddi değerine düşürür.
İçerisine ışığın nuru girmemiş bir avizenin ne üzerindeki nakışlar ve ne de kendisi hakikî manası ile görünür.
İnsanların sanatları içerisinde de maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen eşit, bazen madde daha kıymetli, bazen de maddenin kıymeti bir ise sanatın kıymeti milyondur.
Beş kuruşluk bir demir, demirciler çarşısında ancak o kadar değer ifade ederken, antikacılar çarşısında üzerindeki sanattan ve sanatkârına nispetten otururu beş milyar kıymet kazanabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ki, kâinata bir fihriste suretinde yaratılmıştır. Küfür ile o intisap kesilir ise, kıymeti ancak hayvanı maddesi itibari iledir ki, mahlukatın en acizi, en kederlisi, en muhtacı derecesine tefessüh eder. Elmas iken kömür olur. (23.SÖZ 1. Mebhas 1. Nokta)


İMAN GIDADIR
İnsan ekmeksiz yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.
Evi olmayan bir adama yapılacak şey, odaların süslenmesinden, tozların alınmasından bahsetmek değil, hane sahibi olmasına yardımcı olmaktır.
İmansız cennete giden yok, fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Tasavvuf meyvedir, hakikat-ı İslamiye gıdadır.
Eskiden kırk senelik bir ruhanî seyir ile iman hakikatlerindekî şüphesiz marifete ancak çıkılabilirdi. Kırk dakikada o hakikatlere çıkmaya bir yol bulunsa ona karşı lakayt kalınmaz. Eskiden kırk senede gidilen bir yola, dört saatte götüren bir uçağa ilgisiz kalınamayacağı gibi...
Onun içindir ki, bugün, nur eczalarına gördürülen bu vazifeye, yani iman ve İslam'a ait hakikatlerin izah ve takviyesine bütün gayretlerin sarf edilmesi gerekir. Eğer, İmanı-ı Rabbani (r.a.), Şeyh Abdulkadir Geylanî (ra), Nakşibendî (ra), gibi zatlar, bu zamanda yaşasalardı, bütün himmetlerini bu işe sarf edeceklerdi. (5. Mektup)

AKLIN AZABI
Bir hayalî vakıada, birbirine bakan iki yüksek dağ gördüm. Dağların arasına bir köprü kurulmuştu ve ben üzerindeydim. Köprünün altından derin bir dere geçiyordu. Dünyayı koyu bir karanlık istila etmişti. Sağ tarafta büyük bir mezarlık, sol tarafta korkunç fırtınalar ve karışıklıklar vardı. Köprünün altı uçurumdu. Bu dehşet içerisinde cebimdeki zayıf ışıklı feneri çıkardım. Nereye tuttu isem canavarlar, ejderhalar, aslanlar çıktı. "Eyvah, bu fener başıma bela imiş" dedim, fenerimi taşa çarpıp kırdım. Birden o fenerin kırılması ile dünyayı aydınlatan bir elektrik lambasının düğmesine dokunmuşum gibi, o karanlık dağıldı, her şeyin hakikati göründü. Baktım ki, o köprü, muntazam bir ovada mükemmel bir cadde, o mezarlık, insanların sevinçle yaşadığı bir meclis, sol taraf, enfes bir seyir ve ziyafet yeri, canavarlar, itaatkar hizmetçilermiş.
Allah'a imandan gelen huzur ile ayetler okuyarak o hayali vakıadan ayrıldım. İman olmayınca aklın azab olduğunu anladım.
O iki dağ, dünya ve ahîret, o köprü hayat yolu, sağ, geçmiş, sol, gelecek, o fener ise, bencillik ve vahiyden mahrum kuru akıldır.
Evet, el feneri ezelî ışığı bulmada kullanılmalıdır. (23.Söz 2.Nokta)

İSBAT KOLAY
Bir adam, "Nar diye bir meyve yoktur." dese, semanın katlarından, denizin derinliklerine, yeryüzünün bütün bahçelerine kadar her yeri dolaşmalı ve sonra da "Yok." dememeli, sadece "Bulamadım." demelidir. Zira, belki vardır da o bulamamıştır.
"Nar var!" diyen adam ise, bir tane nar getirip gösterse, artık dünyayı dolaşmasına gerek kalmadığı, kati hükmünü "var!" şeklinde söyleyebildiği gibi, binlerce insanın "Yok!" veya "Bulamadım!" demesi de onun davasına zarar vermez.
Onun içindir ki, bir isbat edici, çok reddediciye tercih edilir. (13.Lem'a 13.İşaret 3-Nokta)


BİN KAPILI SARAY
Bin kapılı bir sarayın bir kapısı açık ise o saraya girilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık ise, o saraya girilemeyeceği söylenemez. Veya, bir iki kapısı, bir adamın bulunduğu yerden kapalı gibi görünüyorsa, bu o kapıların gerçekten de kapalı olduğunu göstermeyeceği gibi, saraya girilmesine de zarar vermez. Belki o adamın gözü zayıftır veya kendi gözündeki perdeyi kapının üzerinde zannediyordun
İşte iman hakikatleri o saray gibidir. Her bir delil, bir anahtardır. İspat eder, kapılan açar. Şeytan, ya gaflet ya cehalet sebebi ile o adam için kapalı kalan bir kapıyı gösterir, bütün diğer delilleri nazarından silmeye çalışır. Hatta," O saraya girilmez!" derken, sarayın varlığını ve güzelliğini inkar ettirmeye bile çalışır. Bin kapılı sarayda, bir kapı ile aldatmak İster.
İnsan, suallerinin cevabım öğrenerek, kendisine kapalı görünen kapı bırakmamalıdır. (13. Lem'a 13. İşaret 3. Nokta)

AKİSLER VE RESİMLER
Cenab-ı Hakkın en açık sanat şaheserlerinden olan akislere ve resimlere bakınca onun kudretinin emsalsizliği bir kez daha görülür. Mesela, bir ayna semaya karşı tutulduğu zaman, semanın derinliğiyle, nakışlarıyla, yıldızlarıyla aynanın içine aksettiği görülür.
Sınırsız semayı, insanlar adedince göz bebeğine sıkıştırmak sonsuz kudrete ait taklit edilmez bîr sanattır. Elbette, ne aynanın yüzü kendi kendine, ne göz bebeği kendi kudretiyle bütün semayı içine alacak kudrete sahiptir. İkisi de neyin olup bittiğinin farkında bile değildir. Olsa olsa zahirî sebep olabilirler, yapan ve yaptıran olamazlar. (İşarat-Bakara-İbadet Hakkında)

GÜNEŞİ GÜNEŞTEN
Dünyaya sırf yaratıcısını bulmak için gelen seyyah, aklına: "Biz her şeyden Halikımızı sorduk, en güzel cevaplan eksiksiz aldık. Şimdi ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarının göründüğü, isimlerinin cilveleri olan eserlerine bakarak, 'Güneşi güneşten sormak lazım' misalindeki gibi davranacağız ve dünyaya başka bir nazarla bir seyahat daha yapacağız" dedi. (I5.Şua 2.Makam l.Numune)

YOL
O seyyah, ikinci bir cereyan olan dalalet ehli gibi dünya gemisine bindi. Kur'an'ın hikmetlerine tabi olmadan, fen ve felsefe gözlüğü ile baktı. Coğrafya fenninin gözüyle dünyanın, sınırsız bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir daireyi, yani küçük bir cismin aynı yolu yirmi bin senede alacağı bir mesafeyi, top güllesinden yetmiş defa daha süratli bir hareketle gezdiğini gördü. Eğer bir dakika yolunu sasırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak sınırsız fezada kaybolacağını, biçare yolcularını, bütün canlıları yokluğa, hiçliğe dökeceğini düşündü. "Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil-Fatiha Sure-si-7" ayetinin haber verdiği dehşetli hali, "Yahut onların amelleri, derin bir denizin karanlıklarına benzer- Nur Suresi-40" ayetinin ihtar ettiği boğucu karanlığı hissetti.
"Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?" diyerek felsefenin kör gözlüğünü kırdı. "Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet-Fatiha-7" hakikatinin tesirine girdi.
Birden Kur'an'ın hikmetleri aklına hakikat yolunu gösteren dürbününü verdi. "Şimdi bak!" dedi. Baktı, "Göklerin ve yerin Rabbi-Ra'd Suresi- 16-, Üzerinde gezin ve Allah'ın verdiği rızıklardan yiyin diye, yeryüzünü sîzin emrinize veren Odur- Mülk Suresi- 15"ayetleri önünü güneş gibi aydınlattı.
Memleket-i Rabbanîyede, Halık-ı Zülcelâl'in misafirlerini gezdirdiğini anladı. (I5.Şua 2.Makam 2.Numune)

DIŞARDA YANGIN VAR
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!" (Isparta Hayatı-Tahliller-Eşref Edip)

YOK VAR VAR YOK
Nefislerim firavunlaştırmış insanlar, ellerinde küçük bir iradeden başka bir şey olmadığını, hiçbir şeyi yok edemedikleri gibi, hiçbir şeyi de yoktan icad edemediklerini, çok güvendikleri tabiatın elinde de bir şey olmadığını görünce, "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz." diyerek, batıl anlayışlarını Kadir-i Mutlaka teşmil etmek isterler.
Her senede yüz binlerce türü yeniden icad eden, semayı ve arzı altı günde yaratan, her baharda kâinattan daha sanatlı ve hikmetli bir kâinatı inşa eden kudret ve ilimden, bîr yazıyı göstermek için sürülen madde gibi, ilim defterindeki varlıkları kudret defterinde cisimleri ile göstermesini ve bu kadar varlık var edilmişken, yoktan var etmesini uzak görmek ahmakça ve cahilce bir anlayışsızlıktır.
Var olduğu halde "Yoğu var edemez." diyen adam, yok olmalı! (23.Lem'a Hatime 3.Sual)

FITRATIN GAYESİ
Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (20. Mektub)
NÜKTELER​
İMAN AĞACI
Ey dünyalıktan mahrum kimse, zamana ve insanlara hoş görünmeyen ve onların bir yanda bıraktığı zavallı insan.
Ey sultanlar yanında hatırlanmayan ve dünyaya erbabı meclisinde ismi geçmeyen çaresiz adam. Ey aç, cesedi çıplak, ciğeri susuzluktan yanmış bitkin...
Ey bütün ihtiyaçlarla sıkışan, kalbi darda kalan, gönlü kırılan, hiçbir maksadını yerine getiremeyen, gittiği kapıdan kovulan, mescit köşelerinde kalan, sokaklarda sürünmekle gününü geçiren adam..
Senin bu anlattığım hallerde:
- "Allah beni fakir etli, dünyayı elimden aldı. Beni perişan etti, terketti. Buğzetti. İşlerimi dağıttı. Hiçbir işimi yerine getirmedi. Bana ihanet etti. Dünyalık olarak yeter derecede mal vermedi. Şerefimi söndürdü. Padişahlar katında, arkadaşlarım arasında beni yükseltmedi. Halbuki başkalarına bol nimetler verdi, günleri geceleri o nimetler içinde geçer oldu. Halbuki hepimiz de Müslümamz. Babamız Adem, anamız Havva... Ben böyle olayım da onlar niçin öyle olsun?"
Gibi sözler sakın senin ağzından çıkmasın!..
Senin bulunduğun hali anlatalım: Bir defa Alla-hü Teâlâ'nın seni bu halde bırakması bir hikmeti icabıdır. Çünkü senin yaratılışında bir hürlük vardır. Allah tarafından sana sabır, rıza, muvafakat verilmişti ki bunlar en büyük nimetlerdir. Aynı zamanda iman, ilim, tevhid nurları sende vardır. İman ağacın daha eskimemiştir.. Tohumları ve fidanları henüz çürümemiştir; kuvvetlidir, yaprağı boldur.. Her gün dal salmakta, çeşitli gölgelik vermekte, ayrı ayrı yönlerden büyümekte ve meyve vermektedir. Senin çalı ile değnekle onu muhafaza etmene, büyütmene, beklemene lüzum yoktur..
Allah sana dünya işlerinde az, fakat rahat edeceğin şeyleri verdi.. Ama âhiretle hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiç kimsenin hatırına gelmeyen büyük nimetleri senin için hazırladı. Bunları orada sana çok bol olarak ihsan buyuracaktır.. Ayet:
- "Hiçbir nefis kendileri için öteki âlemde hazırlananların neler olduğunu bilmez. Halbuki onları gayet mesrur edici şeylerdir. Yaptıklarına mükâfat verilir...,,
Bunun manâsı şudur: Allah'ın emirlerine uydukları ve bu yolda devam ettikleri için bunlar kötülükleri bırakırlar. Allah'a teslim olur ve her işini . ona ısmarlarlar, işte o büyük mükâfata bu sebepten ererler.
TİTO'DAN TARİHÎ İTİRAFLAR
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İslâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gidiş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi ...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!
ŞAHS-I Bİ İMÂNÎ
Konular suyunu çekince, bir yazarın ne kadar sıkıntıya girdiğini yazar olmayanlar, hele hele belli zaman dilimlerinde mutlaka bir şeyler yazmak zorunda olmayanlar elbette bilemez... İnsan böyle zamanlarda gözlerini dört, kulaklarını beş açıp uzaktan yakından konu yakalayabilmek için dikkat kesiliyor. Babamın sınıf arkadaşlarıyla neşeli sohbetleri benim için bir ip ucu olabiliyor. İşte bu sefer de kulağıma gelen "Hariri" ve "Şahs-ı bi imanı" sözleri beni ilgilenmeye sevk etti. Kendisine, münasip bir fırsat yakalayıp sorunca öğrendim ki, Hariri, Arapça ve Farsça derslerine giren bir hoca imiş. Şahs-ı bi imanî ise Farsça dersinde Hariri Bey'in anlattığı bir konunun başlığı imiş. Manası da "imansız kişi" demekmiş.
Evet bu imansız adamın sorulan da benim dikkatimi çekti. İsterseniz konuya başından girelim:
Bir grup insan bir şeyler öğrenmek için bilgin bir zâtın etrafına toplanıp sohbetini dinlemeye başlamışlar. Bu sırada oradan geçmekte olan dinsiz birisi de 'Şunların kafasını karıştıracak ve âlim diye çevresine üşüştükleri kişiyi de tökezletecek birkaç soru sorayım da cevaplarını bulsunlar bakayım...' diye yanlarına yaklaşıp, "Efendim, benim bir türlü çözemediğim bazı problemlerim var. İzin verirseniz size aktarayım da bana bir cevap lütfedin." demiş. O bilge şahsiyet de, "Buyurun sorun." demiş. Adam "Birincisi; sizler hem şeytan ateşten yaratılmıştır, hem de şeytan cehennem ateşinde yanacaktır, diyorsunuz. Peki hiç düşündünüz mü, ateş ateşi nasıl yakacak? İkincisi; siz hem hayır ve şer her şeyi Allah yaratır diyorsunuz, hem de günah işleyenler ceza görecektir, diyorsunuz. O günahkârın günahım da Allah yaratmıyor mu? Yaratıyor. Peki öyleyse niye ceza veriyor? Üçüncüsü; siz, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunu söylüyorsunuz. Öyleyse şimdi burada olması lâzım. Öyleyse bana Allah'ı gösterir misiniz?" demiş. O âlim zat da bu sorular üzerine elini çenesine koyup bir müddet düşünmüş. Sonra da ışıldayan gözleriyle çevresinde bir şeyler aramaya başlamış. Çamurken taş gibi sertleşmiş bir toprak parçasını bulunca yerden aldığı gibi adamın alnına hızlıca vurmuş. Şöyle de ilâve etmiş: "İşte sorularının tam cevabı!..." Alnı kanayan adam oradan kalktığı gibi doğruca mahkemeye kadıya gitmiş. Bu gerçekten çok orijinal tavrın nasıl bir cevap olduğunu çözmeye çalışırken, babam da hikâyenin diğer bölümünü anlatmaya çalışıyordu.
Ben de tam burada, iyice düşünüp konuyu aklımızdan çıkmayacak şekilde kavramamız için burada kesiyorum. Ne demişler,
"Soruyu anlamak cevabın yansıdır."
Biraz sonra o âlim kişiyi mahkemeye çağırmışlar. Kadı (o günün hakimi) demiş ki: "Size soru soran bu adamın alnını yarmışsınız. Eğer âlim iseniz, niye dosdoğru cevap vermediniz de, adamın alnını kana buladınız, size yakışır mı?" Âlim de "Efendim ben ona cevap verdim." deyince kadı, "Bu nasıl cevaptır?" demiş. Âlim, "Peki öyleyse izah edeyim... Birinci sorusunda ateş, ateşi yakıp eza ve ceza verebilir mi, diyerek, ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşinin acı ve elem veremeyeceğini iddia etti. Ben de topraktan yaratılan insana, yerden aldığım bir toprak parçası ile vurarak acı ve azap verdim. Demek aynı cinsten olan şeyler birbirine ceza ve eza olabiliyormuş. İkincisi, o hayır ve şerri Allah yarattığına göre şer ve günah işleyenlerin hiçbir suçu yoktur demeye getirdi. Eğer bu iddiasında samimî ise, beni niçin yüksek mahkemenize şikâyet etti. Gerçekten görüşlerinde samimî ise şöyle düşünmesi lâzımdı: "Bu şer hareketi Allah yarattı benim gibi iradesiz bir zavallıdan ibaret olan birinin hiç bir suçu olamaz. Öyleyse mahkemeye gitmek mantıksız olur." Ama biliyor ki, insanların iradesi vardır, onlar iyi veya kötüyü tercih ederlerken Allah da imtihan gereği hangi şeyi tercih etmişlerse onu yaratır. Sonra insanlar da tercihlerinin neticesine katlanırlar. Üçüncüsü, madem Allah her yerde hazır ve nazırsa bana gösterin bakalım diyor. Allah insana göz de akıl da vermiş. Biz bazı şeyleri gözlerimizle bazılarını da aklımızla görüp anlarız. Meselâ; şimdi alnının acıdığını söylüyor, ama biz acıyı görmüyoruz. O zaman acısı yok mu diyeceğiz? Hayır. Kan aktığına ve orası varıldığına göre acı da vardır. İşte kâinatta bu kadar yarattığı eserlerle varlığını apaçık aklımıza ve vicdanımıza gösterip duyuran Allah hakkında hâlâ varsa gösterin bakalım gibi bir saçmalığın olmaması lâzım." demiş.
Gerçekten müthiş adammış doğrusu. Bir taşla üç kuş vurmuş. Şimdi farkındayım, bazıları bilhassa Zinnur Tabakçı amcam gibiler, "Bizim yaramaz Abdurrahman, taştan kuştan bahsetmeye başladı." deyip kampta kuşlara attığım taşları ve kınlan minibüs camlarını hatırlayacaklardır. Varsın olsun. Adımız çıkmış dokuza inmez sekize...Yahu insaf edin, Amerika'ya ilk geldiğim günler bana dil çıkarıyorlar deyip yıldızları taşlıyordum. Biraz akıllandım, sonra kedileri, kuşları, dolmuşları taşlamaya başladım. Şimdi de dinsizleri taşlıyorum, ne var bunda... Öyle uzaktan uzaktan benimle alay edeceğinize, "Maşallah bu çocuk akıllanmış da şimdi taşı tam gediğine koyuyor' deseniz ya. Sanki derseniz kıyamet mi kopar... Eh alacağınız olsun...



 
Üst