İkinci Şua

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
İkinci Şuâ

Eskişehir hapishanesinin son meyvesi
Otuz Birinci Lem’a’nın İkinci Şuâı

besmele.jpg


On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesi’nde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte, şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken, iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.

Allahu Ehad İsm-i Âzamına dair yedinci nükte-i âzam ve altı İsm-i Âzamın altı nüktesinin yedincisi.




Eskişehir: (bk. bilgiler)Eskişehir Hapishanesi: (bk. bilgiler - Eskişehir)
Said Nursî: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)ehemmiyet: önem
gayet: son dereceintizam: düzen
kıymettar: kıymetlitahliye: serbest bırakılma
tashih etmek: düzeltmektelif etmek: yazmak
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etmeşuâ: ışıktan uzanan ışık telleri, ışın
 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
İhtar

Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah. Maatteessüf, ben burada kimseyle görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve’yi ve âhirdeki Hâtime’yi ve Hâtime’den iki sahife evvelki Mesele’yi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teennîile mütalâa eyle.

Altı İsm-i Âzamın altı nüktelerinin Allahu Ehade dair
yedinci nükte-i âzamıdır.
besmele.jpg
وَبِهِ نَسْتَعِينُ1
blank.gif
2
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَۤ إِلٰهَ اِلاَّاللهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin venihayet derecede lâtif üç meyve-i tevhid ve üç muktazîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.



[BILGI]Dipnot-1 Ancak Onun yardımını isteriz.

Dipnot-2 “Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” Muhammed Sûresi, 47:19.

[/BILGI]


Allahu Ehad: Allah birdir ve her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görülüresrar-ı imaniye: imanın sırları
hâtime: sonuç, son bölümhüccet: delil, belge
ihtar: hatırlatma, uyarıilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
inkişaf etmek: açığa çıkmakinşaallah: Allah’ın izniyle
kasem-i Nebevî: Hz. Peygamberin yeminilâtif: güzel, hoş
maatteessüf: ne yazık kimeyve-i tevhid: Allah’ın birliğini kabul etmenin sağladığı güzel netice
muktazî: gerekçe, gerektirici sebepmütalâa eylemek: bir konu üzerinde etraflıca düşünmek
nazar: bakış, göznihayet derecede: sonsuz seviyede
nükte: ince ve derin mânânükte-i âzam: ince mânâlı, en büyük nükte
risale: küçük çaplı kitap; Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümtebyiz etmek: karalama halindeki bir yazıyı temize çekmek
teennî: düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranmaâhir: son
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı




 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrarla her zaman ferman ettiği şu
blank.gif
1
وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı veteferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın enmüntehap ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nefsi kendi kendinemalik olmazsa ve ef’âlinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz’î olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, oşamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.
Evet, bu çok mânidar kasem-i Muhammedînin (a.s.m.) ifade ettiği, gayet muazzam vemuhît bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin ispatına dair yüz, belki bin bâhir burhanlar,sirâcü’n-nur olan Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, bu hakikat-i âliyenin tafsilât ve ispatını ona havale ederek, bu İkinci Şuâ’da, muhtasar üç makam içinde, bu çok ehemmiyetlihakikat-i imaniyenin Birinci Makamı’nda, gayet lâtif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsizsemerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makam’da ise, bu kudsîhakikatin üç küllî muktazîsi ve esbab-ı mucibesi beyan edilir. Ve o üç muktazî, üç binmuktazîlerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-i tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek. Ve o üç alâmet, üç yüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.



[BILGI]Dipnot-1 “Muhammed’in hayatı kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki..” Bu yeminin yalnız Buhari’de, on beş ayrı hadîste zikri geçmektedir. bk. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi Kılavuzu: s.180. Ayrıca bk. Müsned: 4:16.
[/BILGI]


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Zât-ı Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kaplayan ve kuşatan ve herbi şeyde görülen Zât; Allah

alâmet: işaret
beyan: açıklamaburhan: güçlü delil
bâhir: açık, âşikarcüz’î: küçük, ferdî
daire-i tasarruf: tasarruf ve kullanım dairesief’âl: fiiller, işler
ehemmiyetli: önemliemare: belirti
esbab-ı mucibe: bir şeyi gerektirici sebeplerferman etmek: buyurmak
gayet: son derecehadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i imaniye: imanî hakikat, gerçek
hakikat-i tevhidiye: Allah’ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeğihakikat-i âliye: yüksek, yüce gerçek
harekât: hareketlerihtiyar: dileme, istek, irade
iktidar: güç, kudretirade: dileme, tercih
istimal: kullanmakasem: yemin
kasem-i Muhammedî: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yeminikeyfiyet: durum, özellik
kudret: güç, iktidarkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
küllî: büyük, geniş kapsamlıkıymettar: kıymetli
lâtif: güzel, hoşmahlukât: yaratılmışlar, varlıklar
muazzam: azametli, çok büyükmuhtasar: kısa, özet
muhît: her şeyi kuşatanmuktazî: gerekçe, gerektirici sebep
mâlik: sahipmânidar: mânâlı, anlamlı
müntehap: seçkinmüntehâ: en son
müstesnâ: benzeri olmayannefs: kişinin kendisi
nihâyât: sonlarsemere: meyve, netice
sirâcü’n-nur: nur lâmbasısuret: biçim, şekil
tafsilât: ayrıntılarteferruat: ayrıntılar
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etmetevhid-i rububiyet: varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi
şamil: içine alan, kapsamlışecere-i kâinat: kâinat ağacı
şe’n: hâl, iş
 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ

Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, ohazine-i ezeliye gizli kalır.Evet, hadsiz cemâl ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsızihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet âyinesinde vevahdet vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihâyâtındaki cüz’iyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür. Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhidnazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâneolan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân’ıncemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemâl gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belkimahiyetini kaybeder.Hem meselâ, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın cemâl-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şâşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î fakat alîmâne, basîrâne,şuurkârâne olan şifa vermek dahi, câmid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuztabiata verilir, bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salâvatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki:Namaz tesbihatının âhirinde Şâfiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salâvat olan

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بَعَدَدِ كُلِّ دَاۤءٍ وَدَوَاۤءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا
blank.gif
1
nın ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise, her zaman, her dakika Hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, hastalıklar olduğu gibi, insanıkemâl-i şevkle şükre sevk eden ve tam mânâsıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan, bu salâvat-ı şerife gayet müşerref vemânidar olmuştur. Ben bazan
blank.gif
2
بِعَدَدِ كُلِّ دَاۤءٍ وَدَوَاۤءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve mânevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakikînin pek âşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.


[BILGI]
Dipnot-1
“Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ve Efendimiz Muhammed’in (a.s.m.) âline, bütün hastalıklar ve ilaçlar adedince salât eyle ve onu ve âlini çok çok mübarek kıl ve selâm et.”
Dipnot-2
“Bütün hastalıklar ve ilâçlar adedince.”
[/BILGI]



Rahîm-i Mutlak: herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allahalîmâne: bilerek
bahâ-i Rahmânî: Cenâb-ı Hakkın herşeyi kuşatıcı olan rahmeti ve merhametinin güzelliği ve zerâfetibasîrâne: görerek
cemâl ve kemâlât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın bütün noksanlıklardan yüce olan isim ve sıfatlarının güzellik ve mükemmelliklericemâl-i lâyezâlî: son bulmayan, hep devam eden güzellik
cemâl-i İlâhî: İlâhî güzellik, Allah’ın sınırsız güzelliğicemâl-i şefkat: şefkatten kaynaklanan güzellik
cilve-i esmâ: Allah’ın isimlerinin varlık ve olaylardaki yansımalarıcüz’iyât: fertler, bireyler
cüz’î: küçük, ferdî, bireyseleczahane-i ekber: en büyük eczane; her türlü ilâcın içinde bulunduğu büyük eczane, dünya
esbab: sebeplergayetsiz: sonsuz
hadsiz: sınırsızharikulâde: olağanüstü
hastahane-i kübrâ: en büyük hastane; bütün hastalıkların tedavisinin yapıldığı yer, dünyahazine-i ezeliye: başlangıcı olmayan sonsuz hazine
hüsn-ü Rabbânî: Allah’ın bütün varlıkları terbiye etmesinin ve idaresi ve tasarrufu altında bulundurmasının güzelliğiiaşe: yedirip içirme, besleme
ihsan etmek: bağışlamak, sunmakihsanat: iyilikler, güzellikler, hoş ikramlar
ihtiyarsız: istediği şekilde hareket edebilme özelliği olmayaniktidarsız: güçsüz, kudretsiz
kemâl-i Rabbânî: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliğikemâl-i cemâl-i Samedânî: Cenâb-ı Hakkın hiçbir şeye muhtaç olmaması ve her şeyin Kendisine muhtaç olmasının mükemmel güzelliği
kemâl-i şâşaa: çok gösterişli, son derece görkemliküllî: geniş, kapsamlı, tür’ü içine alan
mahiyet: temel özellikmehasin: güzellikler
mehasin-i rahîmiyet: Allah’ın sonsuz şefkat ve merhametini herbir varlıkta en güzel şekillerde göstermesimusahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermek
 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
Hem meselâ, dalâletin gayet müthiş mânevî elemini hisseden bir adama iman ile hidayetihsan etmek, eğer tevhidnazarıyla bakılsa, birden, o cüz’î ve fâni ve âciz adam, bütün kâinatın Hâlıkı ve Sultanı olan Mâbudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şâşaalı bir mülk-ü bâki vebâki bir dünyayı ihsan etmek; ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lûtfamazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında bir Zât-ı Kerîm ve Muhsinin öyle birhüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemâl-i lâyezâlîsi görünür ki, böyle bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhidnazarıyla bakılmazsa, o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbinMutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmânî pırlanta, bir cam parçasına inip, âyinedarlıkettiği kudsîcemâlin lem’asını kaybeder.

İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehâsındaki cüz’iyâtın, cüz’iyât-ı ahvâlinde,tevhid noktasında cemâl-i İlâhînin ve kemâl-i Rabbânînin binler envâı ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur.

İşte, tevhidde cemâl ve kemâl-i İlâhînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki, bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin mânevî rızıklarını, kelime-i tevhid olan Lâ ilâhe illâllah zikrinde ve tekrarında buluyorlar.
Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriyâ ve celâl-i Sübhânî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedâniye tahakkuk etmesi içindir ki, Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş:



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHâlık: her şeyi yaratan Allah
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yokturMuhsin: yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah
Mutezile: (bk. bilgiler)Mâbud: kendine ibadet edilen Allah
Rahmanî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından gönderilenResûl-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi, Hz. Muhammed (a.s.m.)
Sultan: bütün evrenin ve varlıkların hükümdarı olan AllahZât-ı Kerîm: cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah
abd: kulasfiya: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden âlim ve velî olan büyük zâtlar
azamet-i kibriyâ: büyüklüğün varlıkları kuşatmasıbâki: devamlı, kalıcı, sonsuz
celâl-i Sübhânî: bütün noksanlıklardan münezzeh olan Cenab-ı Allah’ın celâli, haşmeticemâl: güzellik
cemâl-i lâyezâlî: son bulmayan güzellikcemâl-i İlâhî: İlâhî güzellik
cüz’iyât: ferdler, bireylercüz’iyât-ı ahvâl: hâllerin incelikleri, ayrıntıları
cüz’î: ferdî, bireyseldaire-i kesret: çokluk dairesi, âlemi
ehl-i iman: Allah’a ve Ondan gelen herşeye iman edenler, mü’minlerenvâ: neviler, türler
esbab: sebeplerevliya: Allah dostları
ferman etmek: buyurmakhodbin: bencil, kibirli
hüsn-ü ezelî: sonsuz güzellikihsan etmek: bağışlamak
ihsan-ı ekber: en büyük yardım, bağışkelime-i tevhid: Allah’ın birliğini ifade eden cümle “Lâ ilâhe illâllah”
kemâl-i Rabbânî: Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliğikemâl-i İlâhî: İlâhî mükemmelik
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsalkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lem’a: parıltılûtf: iyilik, bağış
mazhar etmek: kavuşturmakmülk-ü bâki: kalıcı, sürekli mülk
müntehâ: en son, en uçmütehakkim: delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan
nazar: bakış, gözsaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedâniye: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayan terbiye ediciliğinin sınırsız egemenliğisima: görünüş
 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ
blank.gif
1


Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.”
Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni,muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi,اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت

sırrıyla, bir âyine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, birehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâîve
blank.gif
3
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُdeki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, otaayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir,dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâperde olur; herkesin kalbi göremez.



[BILGI]
Dipnot-1 Muvatta’, Kur’ân, 32, Hac, 246; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:153; el-Elbânî, Sahihu’l-Câmii’s-Sağîr, no: 1113.

Dipnot-2
“Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.”

Dipnot-3
“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
[/BILGI]



Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yokturMevlânâ Celâleddin: (bk. bilgiler - Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)
ayine-i cemâl-i İlâhî: Allah’ın sonsuz güzelliklerini yansıtan aynabâki: devamlı, sürekli
cemâl: güzellikcemâl-i İlâhî: İlâhî güzellik, Allah’ın sınırsız güzelliği
cilve: görüntücilve-i taayyün ve teşahhus: bir şeyin görünür hâle gelmesi ve belirgin bir şekilde yansıması
cilvelenen: görünen, yansıyancüz’î: küçük, ferdî
ehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesiehadiyet-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın bir oluşu
emsal: benzerlerfazilet: değer, üstünlük
fâni: gelip geçici, ölümlühüsn-ü sermedî: sürekli, kalıcı güzellik
ihsan: bağış, ikraminbisat etmek: genişlemek, yayılmak
irâe etmek: göstermekittisal etmek: bağlantı kurmak
kelâm: ifade, sözkemâl: mükemmellik
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsalkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lem’a: parıltımuvakkat: geçici
nev’: çeşit, türnisbet: oran
sima: yüz, alâmetsima-i Rahmânî: Rahmânî sima, alâmet, yüz
sıfât-ı seb’a: yedi sıfat; Allah’ın hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret ve kelâm sıfatlarıtaayyün: görünür hâlde olma
temerküz-ü esmâî: Allah’ın isimlerinin bir yerde toplanıp yansımasıtevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezahür etmek: ortaya çıkmakulvî: yüce, yüksek
ziyade: fazlazîhayat: canlı, hayat sahibi
şahsiyet-i İlâhiye: Allah’ın Zâtına ait yüce kişilik ve İlâhî şahsiyetşecere-i hilkat: yaratılış ağacı





 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında gayet âşikâr bir tarzda o mânevîteşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhidle, imanla müşahede olunur.

Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yinezaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine vehâkezâ, sair evsafına şehadet eder.İşte, daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.Bu Birinci Meyve’nin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:

Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan, zîhayat vehususan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem, “O çok güzel memlüklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek birmâlikleri, bir sahipleri, bir hakikî dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.


Sâni: her şeyi san’atla yaratan AllahSâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah
acz: acizlik, güçsüzlükazamet: yücelik, büyüklük
basar: görmebilhassa: özellikle
cehl: cahillik, bilgisizlikcilve: görüntü, yansıma
cüz’iyât: ferdler, kısımlarcüz’î: ferd, birey
daire-i kesret: çokluk dairesi, maddî âlemesmâ: Allah’ın isimleri
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerievsâf: vasıflar, özellikler
fakr: fakirlikgayet: son derece
hakikat: gerçek, doğruhâkezâ: bunun gibi
ihatalı: kapsayıcı, genişirade: dileme, tercih
kalbî: kalbe aitkibriyâ: büyüklük
kudret: güç, iktidarkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
mahlûkiyet: yaratılmış olma özelliğimasnuiyet: san’atlı bir şekilde yaratılmış olma
medet: yardımmuhtar: bağımsız, kendi isteği doğrultusunda hareket eden
muktedir: gücü yeten, iktidar sahibimüntehâ: en son, uç
müşahede olunmak: görünmekneşretmek: yaymak
nümune: örnek, misalsair: diğer, başka

 
Son düzenleme:

Muvahhid1

Well-known member
İşte, ruhumun feryadına ve kalbimin vâveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid ile, Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunlarıntazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlüklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzat dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğunu, sırr-ı Kur’ân ve nur‑u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde, nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zîhayat, öyle bir Mâlik-i Zülcelâle mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle, nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesb ettiler.

Çünkü, madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensup olduğu zâtın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder. Elbette, nur-u iman ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetininkişafı suretinde, bir karınca bir firavunu o mensubiyet kuvvetiyle mağlûp ettiği gibi, omensubiyet şerefiyle dahi, gafil ve kendi kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin firavun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi, Nemrud’unsekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılâp eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irâe edip, onunkini hiçe indirebilir.

İşte,
blank.gif
1
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.


[BILGI]Dipnot-1 “Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13.[/BILGI]



Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi AllahRahmân: şefkat ve merhameti bütün varlıkları kaplayan Allah
Rahîm: rahmeti herbir varlıkta tecelli eden, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi AllahZât-ı Zülcelâl: haşmet sahibi Zât, Allah
bilhassa: özelliklebiçare: çaresiz
cihet: yönehemmiyet: önem
fevkinde: üstündefiravun: (bk. bilgiler)
gafil: Allah’tan ve öbür dünyadan habersiz olan; duyarsız, umursamazgiriftar olmak: tutulmak, yakalanmak
hakikî: gerçek, doğruhimayet etmek: korumak
hususan: özelliklehususî: özel
hâdisat: olaylarhâmî: koruyucu
iftihar etmek: övünmekihsanat-ı hususiye: özel olarak sunulan ikramlar, hediyeler
imdadat-ı hassa: özel yardımlarinkişaf: açığa çıkma, açılma
istilâ edici: yayılgan, kuşatıcıizzet: şeref, üstünlük
kesb etmek: kazanmakkıymettar: kıymetli
mazlum: zulme uğrayanmağlup etmek: yenmek, üstün gelmek
memlûkiyet: kullukmemlük: köle, kul
mensubiyet: bağlılıkmesruriyet: sevinç
meyusiyet: ümitsizlikmusibet: belâ, büyük sıkıntı
mâlik: sahipmüştak: arzulu, çok istekli
nazar: bakış, göznihayetsiz: sonsuz
nur-u iman: iman nurupeydâ etmek: kazanmak
rikkat: acıma, yufka yüreklilikrububiyet-i hususiye: Allah’ın her bir varlığı doğrudan doğruya her ihtiyacını karşılayıp özel olarak terbiye etmesi
sahabet etmek: sahip çıkmaksuret: biçim, şekil
sırr-ı Kur’ân: Kur’ân’ın sırrısırr-ı tevhid: her şeyin mülk ve tasarrufu bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma sırrı
tazyikat: baskılar, sıkışmalartedbir: idare
tehacümat: hücumlar, saldırılarteskin etmek: yatıştırmak, sakinleştirmek
umumî: genel, herkese aitunsur: maddî âlemi oluşturan varlıklar
vâfi ve kâfi: yeterlivâveylâ: çığlık, feryat
yeknesak: monoton, durağanziyade: fazla
zîhayat: canlı, hayat sahibizîşuur: şuur sahibi, bilinçli
âciz: güçsüz, zavallışefkat: acıma, merhamet
 

Muvahhid1

Well-known member
TEVHİDİN İKİNCİ MEYVESİ

Birinci Meyve Hâlik-ı Kâinat olan Zât-ı Akdese baktığı gibi, İkinci Meyve dahi kâinatın zâtına ve mahiyetine bakar.
Evet, sırr-ı vahdetle kâinatın kemâlâtı tahakkuk eder. Ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır. Ve mahlûkatın netice-i hilkatleri takarrur eder. Ve masnuatın kıymetleri bilinir. Ve bu âlemdeki makàsıd-ı İlâhiye vücud bulur. Ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı îcadları tezahür eder. Ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahhârâne fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür. Ve fenâ ve zevâlde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücutları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudat ferşten Arşa kadar gayet mu’cizâne birmecmua-i mektubat-ı Sübhaniye ve mahlûkatın bütün taifeleri gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbânî ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyârâta kadar Sultan-ı Ezelînin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve herbir şey, âyinedarlık ve intisapcihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve “Seyl-i mevcudat ve kàfile-i mahlûkat nereden geliyor ve nereye gidecek ve niçin gelmişler ve ne yapıyorlar?” diye halledilmeyen tılsımlı suallerin mânâları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancaksırr-ı tevhid iledir. Yoksa, kâinatın bu mezkúr yüksek kemâlâtları sönecek ve o ulvî ve kudsîhakikatleri zıtlarına inkılâp edecek.

İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlâtına ve ulvî hukuklarına ve kudsîhakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor vesemâvât ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip, kavm-i Nuh(aleyhisselâm) ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor.
blank.gif
1
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ
âyetinin sırrıyla, Cehennem dahi ehl‑i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet, şirk kâinata karşı büyük birtahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerden birtek misale işaret edeceğiz.



[BILGI] Dipnot-1 “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:8.[/BILGI]



Arş: gök; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yerHâlık-ı Kâinat: evrenin Yaratıcısı, Allah
Nemrud: (bk. bilgiler)Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Zât, Allah
azap: acı, sıkıntıcürüm: suç, günah
dehşet-engiz: dehşet vericiecdad: atalar, cedler
ferş: yerfiravun: (bk. bilgiler)
hadsiz: sınırsızhaysiyet: itibar, özellik
hicab: utanmahiddet: öfke, kızgınlık
hikmet: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması sıfatıhikmet-i hilkat: yaratılış hikmeti ve gayesi
hüviyet: mahiyet, özellikinkılâp etmek: dönüşmek
irâe etmek: göstermekkahhârâne: kahredici ve yok edici şekilde
kemâlât: mükemmel özelliklerkitab-ı Samedânî: herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap
kâinatın zâtı: kâinatın bizzat kendisimahiyet: esas, asıl nitelik
mahlûk: yaratılmış, varlıkmahlûkat: yaratılmışlar, varlıklar
makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayelermasnuat: san’atla yaratılan varlıklar
mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye: bütün kusur ve noksanlardan münezzeh olan Allah’ın mektuplarının bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan mecmua, yaratılan varlıklarmensubiyet: bağlılık
mevcudat: varlıklarmu’cizane: mu’cizeli bir şekilde
mâlik: sahipmânidar: mânâlı, anlamlı
mülk-ü Mısır: Mısır’ın mülkü ve yönetiminetice-i hilkat: yaratılış neticesi
rahmet: İlâhî şefkat, merhametsekerat: can çekişme ânı
sima: görünüş, yüzsırr-ı vahdet: bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı
sırr-ı îcad: icadın, yaratılışın sırrıtahakkuk etmek: gerçekleşmek
tahavvülât: değişimler, başkalaşmalartakarrur etmek: karar bulmak, yerleşmek
tecavüz: haddi aşma, saldırma, sataşmatesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma işlemleri
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve inanmatezahür etmek: görünmek
ulvî: yüce, büyükzeval: geçip gitme
zîhayat: canlı, hayat sahibizîşuur: şuur sahibi, bilinçli
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünyaşirk: Allah’a ortak koşma



 

Muvahhid1

Well-known member
Meselâ, sırr-ı vahdetle kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melâike hükmünde olur ki,mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve âzâ ve hüceyrâtı miktarınca yüz binler dillerle Sâniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafilmisâl ubudiyyette ulvî bir makam sahibi bir acâibü’l-mahlûkat iken; hem sırr-ı tevhidle âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadettabakalarına a’mâl-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekàda, hususanCennet-i Âlâdaki ehl-i temâşâya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çokacip ve tam mutî, hayattar ve cismanî melâikeyi câmid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hâlik, mânâsız hâdisatın hercümerci altında ve inkılâpların fırtınaları içinde, ademzulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-i vâhiyesi, hem bu çok garip ve tam muntazam, menfaattarfabrikayı mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umumzîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte
blank.gif
1
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetleremedar oluyor ki, Cehennemde hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise... Sirâcü’n-Nur’da bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.


[BILGI]
Dipnot-1“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13.[/BILGI]



Cennet-i Âlâ: Cennet katlarının en yükseğiSirâcü’n-Nur: Nur Lambası; Risale-i Nur
acip: hayret verici, şaşırtıcıacâibü’l-mahlûkat: varlıklar içinde en şaşırtıcı olanı
adem: hiçlik, yokluka’mâl-i beşeriye: insanların yaptığı iş ve ameller
beyan etmek: açıklamakbilhassa: özellikle
câmid: cansız, katıdar-ı saadet: mutluluk yurdu
der’akap: hemen, derhalehl-i temâşâ: seyredenler, izleyenler
fâni: gelip geçici, ölümlühadsiz: sayısız, sınırsız
hayattar: canlı



 

Muvahhid1

Well-known member
Bu İkinci Meyveye beni sevk edip îsal eden acip bir his ve garip bir zevktir. Şöyle ki:

Bir zaman, bahar mevsiminde temâşâ ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın yüz binler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelân içinde kàfile kàfile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlûkatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der’akap kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zevâl levhaları bana çok hazin görünüp,rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu: “Of, yazık! Ah yazık!” diyerek bu “ah”ların, “of”ların altında derinden derine bir vâveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm.Hem, nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar san’atta olanzîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temâşâ ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamakla şekvâ etmek istiyor; “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faidesiz, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnucuklar gözümüz önünde bu kadarihtimam ve dikkat ve san’at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemâlâta meftun ve güzelliklere müptelâ ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki:

“Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fenâ ve zevâl nereden gelip bubiçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîmkeyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda, birden nur-u Kur’ân, sırr-ı îmân, lûtf‑u Rahmân ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün o “ah” ve “of”larımı “oh”lara ve o ağlamalarımı sürurlara ve o yazık demelerimi maşaallah,barekâllah’lara çevirdi; “Elhamdü lillahi alâ nûri’l-îmân” dedirtti. Çünkü, sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki:

Herbir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumîfaideleri vardır.

Elhamdü lillahi alâ nûri’l-îmân: iman nurunu veren Allah’a hamdolsunbiçare: çaresiz
bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsıncihazat: cihazlar, donanımlar
deveran: ortamelîm: elemli, acılı
ezcümle: mesela, bu cümleden olarakfaaliyet-i müdhişe: dehşet verici faaliyetler
fenâ: gelip geçicilik, ölümlülükhayvanat: hayvanlar
hazin: hüzünlü, acıklıhengâm: ân, zaman
hususan: özellikleicad etmek: yoktan yaratmak, var etmek
ihtimam: özen gösterme, önem vermekader: Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması
kemâlât: mükemmel özelliklerkeyfiyet: özellik, nitelik
kıymettar: kıymetli, değerlilâtife: insanın manevî yapısındaki ince duygulardan herbiri
lûtf-u Rahmân: rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah’ın lûtfu, ihsanımahlûk: yaratılmış, varlık
masnu: san’atlı bir şekilde yaratılan varlıkmaşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış
meftun: düşkün, tutkunmevt: ölüm
mukadderât-ı hayatiye: kader kalemiyle yazılmış hayat programımusallat olmak: saldırmak
mânidar: mânâlı, anlamlınebatat: bitkiler
nur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nururikkat: acıma, yufka yüreklilik
seyrangâh-ı kâinat: bir gezinti yeri olan kâinatsuret: biçim, şekil
sürur: mutluluk, sevinçsırr-ı iman: iman sırrı
sırr-ı tevhid: herşeyin mülk ve idaresi bir olan Allah’a ait oladuğunu bilme ve inanma sırrısırr-ı vahdet: birlik sırrı
tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılamatemâşâ etmek: gözlemlemek
terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırmatevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve inanma
umumî: genelvaveylâ-i ruhî: ruhtan gelen feryat
zeval: gelip geçicilik, kaybolmazîhayat: canlı, hayat sahibi
âkıbet: netice, sonİlâhî: Allah’a ait
şekvâ: şikâyet


 

Muvahhid1

Well-known member
Ezcümle:

Herbir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî,manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler. Ve öylekıymettar bir mu’cize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsizehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder. Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendicemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak,gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye (Yirmi Dördüncü Mektupta beyan edildiği gibi) beş vech ile hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır. Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber, kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hafızalarda ve sâirelvâh-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmâda âyinedarlıkettiği kemâlleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurâne terhis mânâsında bir zâhirî mevt ile birzevâl perdesi altına girer, yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm; “Oh,elhamdü lillâh” dedim.

Evet, kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde gözle görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemâller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor. Çünkü, böyle çok esaslı bir cemâl perdesi altında böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eğer bulunsa, o hakikatli cemâl, hakikatsiz, asılsız, vâhî ve vehmîolur. Demek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümtenidir.

Bu mezkûr hissî olan hakikat-i imaniye, tafsilâtla ve kat’î burhanlar ile Sirâcü’n-Nur’unmüteaddit risalelerinde beyan edildiğinden, burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

Fâtır-ı Zülcelâl: her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan AllahSâni: her şeyi san’atla yaratan Allah
beyan etmek: açıklamakcazibedârâne: çekici bir şekilde
cemâl: güzellikcemâl-i fıtrat: yaratılıştaki güzellik
cilve-i esmâ: Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansımasıdaire-i esmâ: isimler dairesi
ehl-i takdir: bir şeyin değerini bilenler, takdir edenlerelhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”
elvâh-ı mahfuza: herşeyin kaydedilip korunduğu manevî levhalargayet: son derece
hadsiz: sayısız, sınırsızhaşin: kırıcı, sert
hüviyet: mahiyet, özellikiktiza etmek: gerektirmek
ilânname-i hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde olmasını ilân eden yazıkaside: büyükleri övmek için yazılan şiir
kemâl: mükemmellik, olgunlukkemâl-i lezzetle: tam lezzet alarak
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkıymettar: kıymetli
mahiyet: esas, asıl nitelikmanzum: düzenli, şiir gibi yazılmış
mazhar olmak: erişmek, nail olmakmenfur: nefret edilen
mesrurâne: sevinçli bir şekildemevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
mevt: ölümmuhal: bâtıl, boş söz
mu’cize-i kudret: kudret mu’cizesimüstakbel: gelecek
mütalâa etmek: okumak, incelemekmüşahede etmek: gözlemlemek
nazar-ı şuhud: Cenâb-ı Hakkın görme sıfatınetice-i hilkat: yaratılış neticesi
nevi: çeşit, türnihayet derecede: sonsuz derece
nihayetsiz: sınırsız, sonsuzsuret: biçim, şekil
sâir: diğer, başkatabakat: tabakalar, katmanlar
tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiye: Allah’a ait mükemmel özelliklerin açık bir şekilde görünmesi, ortaya çıkarılmasıtemâşâ etmek: seyretmek
terhis: göreve son vermetezahür-ü rububiyet: Allah’ın varlıkları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasını gösteren yansımalar
teşhir etmek: sergilemekulvî: yüce, yüksek
umum: bütünvazife-i fıtrat: yaratılış görevi
vecih: şekilzahirî: açık, görünürde olan
zeval: geçip gitmezîruh: ruh sahibi
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünyaâyinedarlık: aynalık
şirk: Allah’a ortak koşma
 

Muvahhid1

Well-known member
ÜÇÜNCÜ MEYVE

Zîşuura ve bilhassa insana bakar, Evet, sırr-ı vahdetle insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlik‑ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvî maksatları tevhidle bağlıdır vesırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlûkatın en bedbahtı vemevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur. Çünkü, insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsizihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki, bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.

Meselâ, insanda gayet şedit bir arzu-yu bekà var. İnsanın bu maksadını öyle bir zât verebilir ki, bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp, diğer birmenzilin kapısını açmak gibi kolay bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin.Beşerin bu arzu-yu bekà gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfî vemüsbet arzuları var ki, onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zât ise, ancaksırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zât-ı Ehad olabilir.Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlapları ve ruhunun bekàsına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zât verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfî seslerini işitir, cevapsız bırakmaz.Hem, semâvât ve arzı, iki mutî nefer gibi emrine musahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Meselâ; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl, hem İlâhî, kudsîdefineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i tâciz bir âlet-i belâ olur.

Hem meselâ: İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, buhırkati tam hisseder.

Hem meselâ: İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhidyardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlûkatanazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse—el’iyâzû billah!—öyle bir musibet olur ki,mütemadiyen zevâl ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i hisnev’inden zahiren hissettirmiyor.



Zât-ı Ehad: herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allahacz: acizlik, güçsüzlük
bedbaht: kötü bahtlı, talihsizbekà: devamlılık, kalıcılık
beşer: insanbiçare: çaresiz
cihazat: cihazlar, donanımcüz’î: az, küçük, ferdî
dehşetli: korkunçebedî: sonu olmayan, sonsuz
elîm: elemli, acılıel’iyâzû billah: “Allah korusun”
fakr: fakirlik, muhtaç olmafirkat: ayrılık
firâk: ayrılıkgafil: Allah’tan ve âhiretten habersiz olan
gaflet: dalgınlık, âhiret hayatına karşı duyarsızlıkgayet: son derece
hadsiz: sayısız, sınırsızhissiyat: hisler, duygular
hırkat: ayrılık ateşiiptal-i his: hissin iptali, duygusuzluk
istirahat: dinlenme, rahatlamakabza: el
kalb-i insanî: insan kalbikudsî: kutsal
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarküfür: inkâr
küllî: büyük, genişkıymettar: kıymetli
lehviyat: eğlenceler, oyunlarlâkayt: duyarsız, ilgisiz
lâtif: güzel, hoş, şirinmahbup: sevgili
mahfî: gizlimahlukât: yaratılmışlar, varlıklar
matlap: istenen, arzulananmedar: kaynak, eksen
meş’um: kötü, uğursuzmuhabbet: sevgi
muhit: her şeyi kuşatan, kapsayanmuktedir: güç ve iktidar sahibi
musahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermekmusibet: belâ, büyük sıkıntı
mutî: emre uyan, itaatkârmuvakkaten: geçici olarak
mütemadiyen: sürekli olaraknazenin: ince, duyarlı
nefer: asker, ernev’: çeşit, tür
rikkat: acıma, yufka yürekliliksaadet: mutluluk
sebeb-i tâciz: rahatsız etme sebebi, aracıseciye: huy, karakter
selâmet: esenlik, güvensemâvât ve arz: gökler ve yer
sukut etmek: düşmek, alçalmaksırr-ı tevhid: herşeyin mülk ve idaresinin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma sırrı
sırr-ı vahdet: birlik sırrızahiren: görünürde
zeval: gelip geçici olmaâlet-i belâ: belâ aracı
şefkat: acıma, merhametşirk: Allah’a ortak koşma

 

Muvahhid1

Well-known member
İşte, bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen, vahdet, tevhid ne derece kemâlât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Sirâcü’n-Nur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.

Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:

Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zevâl ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı bekà, birden zevâle karşı isyan edip galeyana geldi. Vemuhabbet ve takdirle pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemâlât ve meşahir-i enbiya ve evliyave asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdatkârâne baktım; hiç bir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mâzi tarafı, bir mezar-ı ekber; vemüstakbel bir karanlık; ve yukarı bir dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazînhaller, hadsiz muzır şeylerin tehâcümâtını gördüm.

Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin yüzünü gösterdi. “Bak” dedi.

En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i iman için birterhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağıstan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir diyekat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım.



Sirâcü’n-Nur: Nur Lambası; Risale-i Nuralâkadar: alâkalı, ilgili
asfiya: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden hem âlim hem veli olan büyük zâtlaraşk-ı bekà: sonsuzluk aşkı
bağıstan-ı cinân: Cennet bahçeleribeyan etmek: açıklamak
cihazat: cihazlar, donanımcihet: yön
dâr-ı saadet: mutluluk yurdu, Cennetecel: ölüm zamanı
ehl-i iman: iman edenler, Allah’a ve Ondan gelen herşeye inananlarehl-i kemâlât: olgunluk ve mükemmellik sahibi kişiler
elîm: elemli, acı verenfeveran etmek: öfke ve sinirden köpürüp taşmak
fıtrat: yaratılış, mizaçfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
gaflet: umursamazlık, âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olma hâligaleyan: coşup taşma, azgınlık
gayet: son derecehadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat-i hâl: bir hâlin gerçek yüzühayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı olan âhiret hayatı
hazin: hüzünlü, acıklıhissiyat-ı beşeriye: insanın hisleri, duyuları
huzur-u Rahmân: Allah’ın huzuruhüccet: delil
iktifa etmek: yetinmekimdad: yardım
intibah-ı ruhî: ruhî uyanışistimdatkârâne: yardım diler bir şekilde
kat’î: kesinkemâlât-ı insaniye: insanın mükemmel özellikleri
mahiyet: esas, nitelikmedar: sebep, kaynak
medet: yardımmevt: ölüm
mezar-ı ekber: çok büyük mezarmeşahir-i enbiya ve evliya: evliya ve peygamberlerin en meşhurları
muhabbet: sevgimukaddime: başlangıç, giriş
muzır: zararlımüstakbel: gelecek zaman
rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissirisale: Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bölümlerden her birisi
suret: biçim, şekilsırr-ı tevhid: herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma sırrı
tafsil: ayrıntılı olarak anlatmatebdil-i mekân: yer değiştirme
tehâcümât: hücumlar, saldırılarterhis: göreve son verme
terhis tezkeresi: görevini tamamlayan bir kişiyi serbest bırakmatevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tuğyan: azgınlık, taşkınlıkvahdet: birlik
zaman-ı mâzi: geçmiş zamanzeval: yok olma, kaybolup gitme
zindan-ı dünya: âhirete göre bir zindanı andıran dünyaîsal etmek: ulaştırmak
şefkat-i nev’iye: kendi cinsine duyulan şefkat
 

Muvahhid1

Well-known member
Sonra zevâl ve fenâya baktım. Gördüm ki, sinema perdeleri gibi ve güneşe mukàbil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve Esmâ-i Hüsnânın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i şehadette vazifedârâne bir seyerandır, bir cevelândır. Ve cemâl-i rububiyetin hikmettârânebir tezahüratıdır. Ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.

Sonra altı cihete baktım. Gördüm ki, sırr-ı tevhidle o kadar nuranîdir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki, zaman-ı istikbale inkılâp eden binlermecâlis-i münevvere ve mecma-i ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm.

Ve hakeza, bu iki madde gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.

Bu Üçüncü Meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Sirâcü’n-Nur’un belki kırk risalelerinde cüz’î,küllî delillerle beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesinin on üç adet ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriSirâcü’n-Nur: Nur Lambası; Risale-i Nur
beyan etmek: açıklamakbilhassa: özellikle
cemâl-i rububiyet: Allah’ın herbir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzelliğicevelân: gezinti yapma, dolaşma
cihet: yöncilve: görüntü, yansıma
cüz’î: küçük, ferdîfenâ: gelip geçici olma
fevkinde: üstündehakikî: gerçek
hasnâ: güzellik sahibihikmettârâne: hikmetli bir şekilde
hâkezâ: böylece, bunun gibihüsn-ü sermedîye: sürekli olarak var olan güzellik
inkılâp etmek: dönüşmekizah etmek: açıklamak
kat’î: kesinkeyfiyet: durum, nitelik
küllî: geniş ve kapsamlımecma-ı ahbap: dostların toplandığı yer
mecâlis-i münevvere: nurlu meclislermenazır-ı nuraniye: nurlu manzaralar
mevcudat: varlıklarmezar-ı ekber: çok büyük mezar
misillü: gibi, benzerimukàbil: karşı
nuranî: nurlu, nur saçanrisale: küçük çaplı kitap, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölüm
seyeran: seyahat, gezisürur: mutluluk, sevinç
sırr-ı tevhid: herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmateceddüd-ü emsâl: varlıkların bir sonra gelen benzerleriyle yenilenmesi
tezâhürât: görünümlervazifedârâne: vazifeli olarak
yakînen: kesin bir şekildezaman-ı istikbal: gelecek zaman
zeval: yok olma, kaybolup gitmeâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya âlemiâyinedarlık: aynalık, yansıtıcılık
 

Muvahhid1

Well-known member
İkinci Makam

Tevhidi ve vahdâniyeti ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icap eden ve şirki veiştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binlerburhanlar Risale-i Nur’da tafsilen ispat edildiğinden, burada muktazîlerin üç adedine icmalenişaret edilecek.

BİRİNCİSİ

Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne ef’âlin ve basîrâne tasarrufatın şehadetiyle, bumasnuat, bir Hâkim-i Hakîmin, bir Kebîr-i Kâmilin hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz,mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.Evet, bir hads-i kat’î ile, bu eserlerden, o Sâniin hem rububiyet-i âmme derecesindehâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hemulûhiyet-i mutlaka derecesinde kemâli ve istiğnâsı, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbirhadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya ve kemâl ve istiğnâ ve ıtlak ve ihata ve nihayetsizlik vehadsizlik ise, vahdeti istilzam edip, iştirake zıttırlar. Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdeteşehadetleri ise, Risale-i Nur’un çok yerlerinde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş. Hülâsatü’l-hülâsası şudur ki:

Hâkimiyetin şe’ni ve muktezaistiklâliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ, aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesicihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklâliyetini mu-hafaza etmek için, bir memlekette iki padişah, bir vilâyette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa hercümerc olur, ihtilâl başlar, intizambozulur.

Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derecemüdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse, elbette aczden münezzeh bir Kadîr-i Mutlakta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetledergâhından tard eder. İşte, Kur’ân-ı Hakîmin ehl-i şirk aleyhinde gayet şiddet ve hiddetlebeyanatı bu mezkûr hakikatten ileri geliyor.

Amma, kibriya ve azamet ve celâlin vahdete şehadetleri ise, o dahi Risale-i Nur’da parlakburhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir meâline işaret edilecek.

Meselâ, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlâhiyenin azamet ve kibriyası dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez. Ve bilhassa kâinattaki bütün makàsıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zîhayat ve zîşuurları başkalara havalesikàbil değil. Hem hilkat-ı insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur. Meselâ, bir zîhayat, cüz’î bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Haktan başkasına hakikî minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne medih ve senâ etmek, rububiyetinazametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir eder.




Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız kudret sahibi AllahKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
acz: acizlik, güçsüzlükahval: haller, durumlar
azamet: büyüklükazamet-i nur: nurun, parlaklığın büyüklüğü
beyan etmek: açıklamakbeyanat: açıklamalar
bilhassa: özellikleburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
celâl: görkemli olma, haşmetcihet: yön
cihet-i imkân: mümkün olma yönücüz’iyat: küçük ve ferdî şeyler
cüz’î: kişisel, küçük, ferdîdergâh: huzur, makam
ehl-i şirk: Allah’a ortak koşanlarenvâ-ı nimet: nimet çeşitleri
gayet: son derecehadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikî: gerçek
hercümerc: karma karışıkhidayet: doğru ve hak yol
hiddet: öfke, kızgınlıkhilkat-i insaniye: insanın yaratılışı
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkicad: var etme, yaratma
ihtilâl: karışıklıkintizam: düzen
itikad etmek: inanmakiştirak: ortak olma, katılma
kibriya-yı ziya: ışığın büyüklüğükibriyâ: büyüklük, yücelik
kudret: güç, iktidarkudret-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın sonsuz kudreti
kàbil: mümkünkâinat: evren
 

Muvahhid1

Well-known member
Amma kemâlin sırr-ı vahdete işareti ise, yine Risale-i Nur’da çok parlak burhanlarıyla beyan edilmiştir. Gayet muhtasar bir meâli şudur ki:

Semâvât ve arzın hilkatı, bilbedahe gayet kemâlde bir kudret-i mutlakayı ister. Belki, her bir zîhayatın acaip cihazatı dahi kemâl-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczdenmünezzeh ve kayıttan müberrâ bir kudret-i mutlakadaki kemâl ise, elbette vahdeti istilzam eder. Yoksa, kemâline nakîse ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavî bir kudreti en zayıf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsizolduğu bir vakitte, bir mütenâhi ile nihayet vermek lâzım gelecek. Bu ise, beş vech ile muhâliçinde muhâldır.

Amma, ıtlak ve ihâta ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Siracü’n-Nurrisalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meâli şudur:

Madem, kâinattaki ef’âlin herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne yayılmasıyla herbir fiilinihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem, iştirak ve şirkise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakınhakikatını ve ihâtının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirakmuhâldir, imkânı yoktur.

Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın mânâsı, hattâ mütenahi ve maddî vemahdut birşeyde dahi olsa, yine istilâkârâne ve istiklâldârâne etrafa,her yere yayılır, intişar eder. Meselâ, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.

Madem ıtlak ciheti, cüz’îde dahi olsa, maddîleri, mahdutları böyle müstevli yapıyor. Elbetteküllî bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberrâ olan sıfatlara öyle bir istilâ ve ihata verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkânı ve ihtimali olamaz.

Elhasıl, kâinatta görünen binlerle ef’âl-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin herbirinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemâli, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar.Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve herbir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, o derece fevkalâdekuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakîmiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasaydı ve onları durdurmasaydı, herbiri umum mevcudatı istilâ edecekti.

Meselâ, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdalimisillü ağaçların kavağa bitişik olan cüz’î fertlerini, o kavak nev’ini tamamen, birden zapteden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istilâ etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın.

Evet, herbir nev’i mahlûkatta, belki herbir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudrethissediliyor ki, bütün kâinatı istilâ ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.Hem nasıl ki bir meyvedar ağacın sahibi, o ağaçtan en ziyade ehemmiyet verdiği vealâkadarlık gösterdiği cihet ve madde, o ağacın meyveleri ve dallarının uçlarındaki semereleri ve tohumluk için o meyvelerin kalblerinde ve bizzat kalbleri olan çekirdekleridir. Ve onun mâliki, aklı varsa, o dallardaki meyveleri başkalara daimî temlik edip boş boşuna malikiyetini bozmaz.



adalet-i mutlaka: sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adaletalâkadarlık: ilgili olma
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtcihet: yön, taraf
cihet-i imkân: mümkün olma yönücilve: görüntü, yansıma
cilve-i esmâ-i ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olan Allah’ın isimlerinin varlıklar üzerindeki yansımalarıcüz’î: ferd
efrad: fertler, bireyleref’âl-i umumiye: genel fiiller, işler
elhasıl: kısaca, özetleesmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
fevkalâde: olağanüstüfiil-i rububiyet: Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili
gayet: son derecehalk eden: yaratan
hararet: ısı, sıcaklıkhudutsuz: sınırsız
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkhâkimiyet-i amme: her şeyi hâkimiyeti altına alma
ihata: içine alma, kapsamaintişar etmek: yayılmak
istilâ: her şeyi kuşatma, ele geçirme özelliğiiştirak: ortak olma, katılma
kemâl: mükemmellikkibriyâ: büyüklük
kudret: güç, iktidarküllî: bütün ferdleri içine alan, kapsamlı, tür
maddeden münezzeh: maddî yapısı olmayanmaddî: maddeden olan
mahdut: sınırlımahiyet: esas nitelik
mahlukât: yaratılmış varlıklarmazhar olmak: ulaşmak, nail olmak
mevcudat: varlıklarmeyvedar: meyveli
misillü: gibimüberrâ: arınmış, temiz
müstevlî: istila eden, bir alanı ele geçirennev’: çeşit, tür
 

Muvahhid1

Well-known member
Aynen öyle de, şu kâinat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatat ve hayvanatve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısındaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatleri olan ubudiyetlerini ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ı kalb denilen kuvve-i hafızalarını başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz ve kaptırmakla saltanat-ı rububiyetini kırmaz ve kırmakla mâbudiyetini bozmaz.

Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehâsında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatıncüz’iyat-ı ahvâlinde ve keyfiyatında makàsıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden, hem demâbudiyete uzanan ve Mâbuda bakan minnettarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerinmenşeleri onlar olduğundan, elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez. Ve hikmetini iptal etmekle ulûhiyetini iskat etmez. Çünkü mevcudatın icadındaki en mühim makâsıd-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir.

Bu ince sır içindir ki, şükrü ve perestişi ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızıkve şifave bilhassa hidâyetve imangibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î veküllî bu gibi fiiller ve in’âmlar, doğrudan doğruya Kâinat Hâlıkının ve umum mevcudatSultanının eseri ve ihsanı ve in’âmı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan HAŞİYE-1 tekrar ile rızkı ve hidâyeti ve şifayı Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda veriyor. Ve onları ihsan etmek“Ona mahsus ve Ona münhasırdır” diyor. Ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor.
Evet, ebedî bir dâr-ı saadeti kazandıran iman nimetini veren, elbette ve herhalde o dâr-ı saadeti halk eden ve imanı ona anahtar yapan bir Zât-ı Zülcelâlin nimeti olabilir. Başkası bu derece büyük bir nimetin mün’imi olarak mâbudiyetin en büyük penceresini kapayıp, enehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.



[BILGI]Haşiye-1 Meselâ اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَتِينُ gibi (“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan sadece Allah’tır.” Zâriyat Sûresi, 51:58.)[/BILGI]



Hâlık: her şeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân
Mâbud: Kendisine kulluk edilen AllahSultan: hükümdâr, yönetici, Allah
celb etmek: kendine çekmekcemiyetli: toplu, bir çok özelliği üzerinde barındıran
cihet: yön, tarafcüz’iyat: küçük ve ferdî şeyler
cüz’iyat-ı ahvâl ve keyfiyat: varlıkların halleri ve özelliklerini oluşturan bölümler ve parçalarcüz’î: ferdî, küçük
daire-i kesret: çokluk dairesi, madde âlemidaire-i mümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah’ın var etmesine bağlı olan daire, kâinat
hayvanat: hayvanlarhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hidayet: doğru ve hak yolhikmet: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı
icad: var etme, yaratmaihsan: iyilik, bağış, ikram
intaç etme: netice vermein’âm: nimetlendirme
iskat etmek: düşürmekkesret: çokluk
kuvve-i hafıza: hafıza duygusu, bellekküllî: ferdleri içine alan, kapsamlı, tür
makàsıd-ı Rabbâniye: her şeyin Rabbi olan Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayelermakàsıd-ı rububiyet: Allah’ın kâinattaki bütün varlıkları besleme, idare ve terbiye etmesindeki maksat ve gayeler
medh ü senâ: övme ve yüceltmemedih: övgü, şükür
menşe: kaynak, esasmevcudat: varlıklar
minnettarlık: görülen iyiliğe karşı teşekkür duygusu beslememuhabbet: sevgi
mâbudiyet: ibadet edilmeye lâyık olmamâlik: sahip
müntehâ: en son noktanebatat: bitkiler
netice-i hilkat: yaratılış neticesiperestiş: taparcasına sevme
saltanat-ı rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemere: meyve, netice
temerküz etme: odaklanmatemlik etmek: mülk olarak vermek
teşekkürat: teşekkürlerubudiyet: kulluk
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, İlâhlıkunsur: varlıkları oluşturan temel madde, element
zahr-ı kalb: hafıza duygusuzîşuur: şuur sahibi, bilinçli


 

Muvahhid1

Well-known member
Elhâsıl, şecere-i hilkatin en müntehâsındaki en cüz’î ahvâl ve semerat, iki cihetle tevhide vevahdete işaret ve şehadet ederler:

Birincisi: Rububiyetin kâinattaki maksatları onlarda tecemmu ve gayeleri onlarda temerküzve ekser Esmâ-i Hüsnânın cilveleri ve zuhurları ve taayyünleri ve hilkat-i mevcudatın neticeleri ve faideleri onlarda içtima ettiğinden, onların herbirisi bu temerküz noktasından der: “Ben bütün kâinatı halk eden Zâtın malıyım, fiiliyim, eseriyim.”

İkinci cihet ise:O cüz’î meyvenin kalbi, hem hadîsçe “zahr-ı kalb
blank.gif
1
denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük nümune haritası ve şecere-i kâinatın bir mânevî çekirdeği ve ekser esmâ-i İlâhiyenin incecik bir âyinesi olduğu, hem o kalbin ve hafızanın emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalblerin ve hafızalarınkâinat yüzünde müstevliyâne intişarları, elbette bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta bakar ve “Yalnız Onun eseriyim ve Onun san’atıyım” derler.

Elhâsıl: Nasıl ki bir meyve, faideliliği cihetiyle, tamam ağacının mâlikine bakar. Ve çekirdeği cihetiyle, bütün o ağacın ecza ve âzâ ve mâhiyetine nazar eder. Ve bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki sikkesi cihetiyle, o ağacın bütün meyvelerini temâşâ eder, “Biz biriz ve bir elden çıkmışız, birtek Zâtın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu O yapar” derler. Öyle de, daire‑i kesretinnihayetlerindeki zîhayat ve zîhayatın ve hususan insanın yüzündeki sikke ve kalbindekifihristiyet ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle, doğrudan doğruya bütün kâinatıkabza-i rububiyetinde tutan Zâta bakar ve vahdetine şehadet eder.

Dipnot-1 Buharî, Nikâh: 14, 25, Fezâilü’l-Kurân: 22; Nesâî, Nikâh 62.




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriZât-ı Vâcibü’l-Vucud: varlığı mutlaka gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allah
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük, yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allahahvâl: haller, durumlar
cihet: yön, tarafcilve: görüntü, yansıma
cüz’î: küçük, ferdîdâr-ı saadet: mutluluk yurdu, Cennet
ebedî: sonsuzecza: parçalar, kısımlar
ehemmiyetli: önemliekser: pekçok
elhâsıl: özetle, sonuç olarakemsal: benzerler
envâ: türler, çeşitleresmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
fihriste: bir eserin içindekiler bölümügayet: son derece
gayr: başkasıhalk etmek: yaratmak
hidayet: doğru ve hak yolhilkat-i mevcudat: varlıkların yaratılması
ihsan etmek: bağışlamakintişar: yayılma
içtima etmek: toplanmak, bir araya gelmekkabza-i tasarruf: tasarrufu altında bulundurma
kâinat: evrenmahiyet: esas özellik, nitelik
muhtasar: kısa, özetmâbudiyet: ibadet edilmeye lâyık olma
mâlik: sahipmünhasır: sadece bir şeye veya kişiye ait olan
müntehâ: en son noktamün’im: nimet verici
müstevliyâne: istila eder bir şekildenazar etmek: bakmak
rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısemerat: meyveler, neticeler
sikke: damga, mühürtaayyün: meydana çıkma, belirlenme
tecemmu: toplanma, bir araya gelmetemerküz: bir merkezde toplanma
tevhid: birleme; Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etmevahdet: Allah’ın birliği
zahr-ı kalb: “kalbin dışı”, yani hafıza duyusuzuhur: belirme, ortaya çıkma
âzâ: uzuvlar, organlarşecere-i hilkat: yaratılış ağacı
şecere-i kâinat: kainat ağacışehadet etmek: şahit olmak, tanıklık etmek

 

Muvahhid1

Well-known member
VAHDÂNİYETİN İKİNCİ MUKTAZİ

Vahdette vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ve şirkte imtinâ derecesinde bir suubetve müşkülât bulunmasıdır. Bu hakikat ise, İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın tâbirince, Siracü’n-Nur’un çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektupta tafsilen ve Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesinde icmalen, gayet kat’î ve parlak bir sûrette ispat ve izah edilmiş ve gayetkuvvetli burhanlarla gösterilmiştir ki:

Bütün eşya birtek Zâta verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay; ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli; ve bir baharın ibdâı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân; ve hadsiz efradı bulunan bir nev’in terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülâtsız olur.

Eğer, şirk yolunda esbâb ve tabiata verilse, bir ferdin icadı, bir nevi, belki neviler kadar, ve bir çiçeğin hayattar ibdâı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar; ve bir meyvenin inşa’ veihyâsı, bir ağaç, belki yüz ağaç kadar; ve bir ağacın icad ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye vetedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkül olur.

Madem Siracü’n-Nur’da hakikat-ı hal böyle ispat edilmiş ve madem, bilmüşahede gözümüz önünde görüyoruz ki, gayet derecede san’atlı ve kıymettarlıkla beraber nihayet derecede birmebzuliyet var. Ve herbir zîhayat fevkalâde mu’cizâne ve harika ve çok cihazatları bulunan birer makine-i acîbe olmakla beraber,sehâvet-i mutlaka içinde, kibrit çakar gibi bir sür’at-i hârika ile gayet derecede kolaylık vesuhûlet ve külfetsiz bir surette vücuda geliyorlar. Elbette, bizzarure ve bilbedahe gösterir ki, omebzuliyet ve o suhulet, vahdetten ve birtek Zâtın işleri olmasından ileri geliyor. Yoksa, değil ucuzluk ve çokluk ve çabukluk ve kolaylık ve kıymettarlık, belki şimdi beş parayla alınan bir meyve, beş yüz lira ile alınmayacaktı; belki bulunmayacak derecede nâdir olacaktı. Ve şimdi saati kurmak ve elektriğin düğmelerine dokunmakla işleyen muntazam makineler gibi vücutları, icadları kolay ve âsân olan zîhayat şeyler, imtinâ derecesinde suubetli, müşkülâtlıolacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve şerait-i hayatıyla vücûda gelen bir kısım hayvanlar bir senede, belki bir asırda, belki hiç gelmeyecekti. Siracü’n-Nur’un yüz yerinde, en muannid bir münkiri dahi susturacak bir kat’iyetle ispat edilmiş ki, bütün eşyabirtek Zât-ı Vâhid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse, birtek şeyin icadı bütün eşya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak.

Radıyallahu Anh: “Allah ondan razı olsun”Siracü’n-Nur: Nur Lambası; Risale-i Nur
bilhassa: özelliklebilmüşahede: görüldüğü gibi
burhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıtcihazat: cihazlar, donanım
daire-i kesret: çokluk dairesi, âlemiefrad: fertler, bireyler
esbab: sebeplerfevkalâde: olağanüstü
fihristiyet: fihriste olma özelliğigayet: son derece
hadsiz: sınırsızhakikat: doğru gerçek
hakikat-i hal: işin aslı, bir meselenin iç yüzühayattar: canlı
hususan: özellikleibdâ: bir varlığın benzersiz bir şekilde yaratılması
icad: yoktan var etme, yaratmaicmalen: kısaca, özetle
ihyâ: diriltme, hayat vermeimtinâ: imkânsız oluş
izah etmek: açıklamakkabza-i rububiyet: rububiyet eli; herşeyi terbiyesi ve egemenliği altında bulundurma
kat’î: kesinkâinat: evren
kıymettarlık: değerli olmamahiyet: esas, nitelik
makine-i acîbe: hayrette bırakan makinamebzuliyet: bolluk, çokluk
muktazi: gerekçe, gerektirici sebepmüşkül: zor
müşkülat: zorluklar, güçlüklernev’: çeşit, tür
nihayet: sonnihayet derece: son derece
nükte: ince mânâ, bölümrisale: Risale-i Nur’da yer alan bölümlerden her birisi
sikke: damga, mühürsuhulet: kolaylık
suret: biçim, şekilsuûbet: zorluk
tabir: ifade, adlandırmatafsilen: ayrıntılı olarak
tedbir: çekip çevirme, idare etmetemâşâ etmek: seyretmek, bakmak
teçhiz: donatmavahdaniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı
vahdet: birlikvücub: kesinlik, zorunlu olma
ziyade: çok, fazlazîhayat: canlı, hayat sahibi
âsân: kolayİmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
şehadet etmek: şahitlik etmek, tanıklık etmekşirk: ortak koşma
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst