İkinci Kısım - Hüccetullahi’l-Bâliğa Risalesi - On Birinci Hüccet-i İmâniye

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
On Birinci Hüccet-i İmâniye

(YİRMİ İKİNCİ SÖZÜN BİRİNCİ MAKAMI)


besmele.jpg


وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثاَلَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
blank.gif
1وَتِلْكَ اْلاَمْثاَلُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
blank.gif
2

BİR ZAMAN iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belkibir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.

Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm birâlem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.

Şu acaip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca birâlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında,


[NOT]Dipnot-1 “Allah insanlara misaller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” İbrahim Sûresi, 14:25.

Dipnot-2 “Düşünsünler diye, insanlara Biz böyle misaller veriyoruz.” Haşir Sûresi, 59:21.[/NOT]




acaip: şaşırtıcı, hayret vericiacîp: şaşırtıcı
azîm: büyükbelki: gerçekte
cihet: yönfevkalâde: olağanüstü
hüccet-i imâniye: imanın delilikemâl-i hayret: tam bir şaşkınlık
kemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilikmahlûk: yaratık
medet: yardımmuhteşem: görkemli, ihtişamlı
muntazam: düzenlimusannâ: san’atlı
mâlik: sahipmüdebbir: idareci
seyran etmek: seyretmek, gezmeksuret: şekil, biçim
âciz: güçsüz, zavallıâlem: dünya
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 299

bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın envâıyla tezyin eden ve ibretnümâ mu’cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.”

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler,tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sânii vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben, arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana On İki Burhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cizeve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.”

BİRİNCİ BURHAN

Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhem HAŞİYE-1 kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru HAŞİYE-2 olmayan, gayet hakîmâne işler görüyor.

[NOT]Haşiye-1 Ağaçları başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.

Haşiye-2 Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sıkletine dayanmayan üzüm çubukları gibi nâzenin nebâtâtın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.[/NOT]




azîm: büyükbatman: eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi
burhan: kuvvetli delilcihet: yön, taraf
dirhem: eskiden kullanılan ve 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimidîvane: deli
envâ: çeşitler, türlergiriftar olmak: tutulmak
hakîmâne: hikmetli bir biçimdehaşiye: dipnot, açıklayıcı not
ibretnümâ: ibret vericikahr: mahvolma
kat’iyen: kesinliklekâr-ı akıl: akıl işi, aklın kabul edeceği iş
lâkayt: ilgisizlâtif: ince, hoş
mahlûk: yaratıkmeşakkat: güçlük
mu’cizat: mu’cizelermu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mâlik: sahipmüzeyyenat: süslü varlıklar
nebatat: bitkilernoksaniyet: eksiklik
nâzenin: ince, nâziksâni: sanatkâr
sıklet: ağırlıktemerrüd: inat, karşı gelme
tesadüfî: rastlantı sonucutezyin etmek: süslemek
zerre: atom, çok küçük parçaşuur: bilinç, anlayış

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 300

Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu’cize, herşey mu’cizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise bir safsatadır.

İKİNCİ BURHAN

Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktan HAŞİYE-1 ne yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yesekâfi gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçası HAŞİYE-2 yaptı. Bak, gör!

İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütüneczasıyla onun mu’cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

ÜÇÜNCÜ BURHAN

Gel, bu müteharrik antika HAŞİYE-3 san’atlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.

Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acip sarayı küçük bir makinede derc etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir

[NOT]Haşiye-1 Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar,patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.

Haşiye-2 Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.

Haşiye-3 Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi; ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır.[/NOT]




acip: şaşırtıcı, hayret vericibüzür: tohum
cism-i hayvanî: canlı bedeniderc etmek: içine yerleştirmek
dirhem: eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimiecza: parçalar, bölümler
fihriste: indeks, plângaybî: görünmeyen
halk: yaratmahazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi
haşiye: dipnot, açıklayıcı noticad: var etme, yaratma
kudret: güç, iktidarkâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşeyleziz: lezzetli
lâtif: hoş, güzelmahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, iç yüzü, esası
menzil: yer, mekanmisal-i musağğar: küçültülmüş örnek
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeymu’cize-i kuvvet: kuvvet mu’cizesi
mu’cizekâr: mu’cize sahibimüteharrik: hareketli
nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meninümune: örnek
nüsha: kopyanüvat: çekirdek
patiska: pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bezrâm olmak: boyun eğmek
safsata: yalan, uydurmasikke: mühür, işaret
turra: mühür, nişanunsur: element
zerre: atomzîhayat: canlı
çuha: tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 301

makine, bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş, içinde bulunsun?

Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birersikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisan-ı hâlleriyle derler ki: “Biz öyle bir zâtın san’atıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.”

DÖRDÜNCÜ BURHAN

Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir halette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid cisimler, hissiz kutular, birer hâkim-i mutlak suretini aldılar. Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor.

İşte, bu yanımızdaki bu makineye bak. HAŞİYE-1 Güya emrediyor; işte, onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte, oraya bak: O şuursuz cisim HAŞİYE-2 güya bir işaret ediyor; en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor.

Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Adeta herbir şey, bütün bu âlemdeki hilkatlerimusahhar ediyor. Eğer o gizli zâtı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahlûklarda, o zâtın bütün hünerlerini, san’atlarını, kemâlâtlarını, birer birer o şeylere vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü birtek mu’ciznümâ zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu’ciznümâ, hem birbirine zıt, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun, bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!

BEŞİNCİ BURHAN

Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına dikkat et. Ve bütün bu

[NOT]Haşiye-1 Makine, meyvedar ağaçlara işarettir. Çünkü yüzer tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi, hayretnümâ yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar.

Haşiye-2 Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir. Meselâ, bir sinek, bir karaağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden, o koca karaağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mâder, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Adeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor.[/NOT]




abes: faydasız, anlamsızacib: hayret verici, şaşırtıcı
azîm: büyükcâmid: cansız
dellâl: rehber, ilan edicihadsiz: sonsuz, sınırsız
halet: hal, vaziyethayretnümâ: hayret verici, şaşırtıcı
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothilkat: yaratılış
hizmetkâr: hizmetçihububat: tohumlar
hâkim-i mutlak: tam ve kayıtsız egemenlik sahibiicad: var etme, yaratma
ilânnâme: duyuruintizam: düzen
kemâlât: mükemmelliklerlevazımat: gerekli şeyler
lisan-ı hâl: hal ve beden dilimahluk: yaratık
mahzen: depomisil: benzer
muannid: inatçımuhteşem: görkemli, ihtişamlı
musahhar: boyun eğmişmu’ciznümâ: mu’cize gösteren
rahm-ı mâder: anne karnısikke: damga, mühür
suhulet: kolaylıksuret: şekil, biçim
tesadüfî: tesadüfen, rastgeletezyinat: süslemeler
vesvese: şüphe, kuruntuzîruh: ruh sahibi
şuursuz: bilinçsiz, idraksiz
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 302

şehrin ziynetlerine bak. Ve bütün bu memleketin tanzimatını gör. Ve bütün bu âlemin san’atlarını tefekkür et.

İşte, bak: Eğer nihayetsiz mu’cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu öyle mu’ciznümâ nakkâş, öyle bir harikulâde kâtip olması lâzım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar san’atı derc edebilsin. Çünkü, bak bu taşlardaki nakşa: HAŞİYE-1 Herbirisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise, herbir nakış, herbir san’at, o gizli zâtın bir ilânnâmesidir, bir hâtemidir.

Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkâşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkâş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

ALTINCI BURHAN

Gel, bu geniş ovaya çıkacağız. HAŞİYE-2 İşte, o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte, hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor.

İşte, bak: Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor! Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler, gayet muntazam surette değişiyor. Adeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek aciptahavvülât oluyor.

Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular.


[NOT]Haşiye-1 Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira, kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmışsa,icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmışsa, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir.

Haşiye-2 Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir. Zira yüz binler muhtelif mahlûkatın taifeleri birbiri içinde beraber icad edilir, rû-yi zeminde yazılır. Galatsız, kusursuz, kemâl-i intizamla değiştirilir. Binler sofra-i Rahmân açılır, kaldırılır, taze taze gelir. Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.[/NOT]




acip: şaşırtıcı, hayret vericiderc etmek: içine yerleştirmek
galatsız: hatasız, yanlışsızharikulâde: olağanüstü
hatem: mühür, damgahaşiye: dipnot, açıklayıcı not
icad: var etme, yaratmaicmâl: özet
ilânnâme: duyurukalem-i kader: kader kalemi
kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemikemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilik
kitab-ı kebir: büyük kitapkâtip: yazıcı, yazan
mahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, iç yüzü, esasımahlûkat: yaratıklar
muhtelif: çeşitlimuntazam: düzenli
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeymu’ciznümâ: mu’cize gösteren
mütenevvi: çeşitlinakkâş: nakış ustası
nihayetsiz: sonsuzrû-yi zemin: yeryüzü
sair: diğersofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlemtablacı: yiyecek sunan
tahavvülât: değişikliklertaife: topluluk
tanzimat: düzenlemelertefekkür: düşünme
teşkilât: yapı, kuruluşzemin: yer
ziynet: süsünsiyet etmek: alışmak
şecere-i hilkat: yaratılış ağacışuursuz: bilinçsiz, akılsız
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 303

Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Adeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor.

İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede san’atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki, kendilerinden ziyade, san’atkârlarını gösteriyorlar.

Hem bunları işleyici, öyle mu’ciznümâ bir zattır ki, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir.

Bununla beraber, her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor; ve öyle mükrimâne, herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyleihsanperverâne umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehâvetperverâne sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-i nimet veriliyor.

İşte, dünyada bundan muhal birşey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfîişler bulunsun; veya abes ve faidesiz olsun; veya müteaddit eller karışsın; veya ustası herşeye muktedir olmasın; veya herşey ona musahhar olmasın? İşte, ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

YEDİNCİ BURHAN

Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemineczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.

İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.

İşte, bak: Gaipten acip bir kafile HAŞİYE-1 çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara,nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.


[NOT]Haşiye-1 Umum hayvanatın erzakını taşıyan nebatat ve eşcar kafileleridir.
[/NOT]



abes: boşunaacip: şaşırtıcı, hayret verici
cüz’iyât: küçük, ferdî şeylerecza: parçalar, bölümler
erzak: rızıklar; yiyecek ve içeceklereşcar: ağaçlar
fail-i muhtar: dilediği gibi iş görenfert: birey
gaip: görünmeyen âlemhas/mahsus: özel
hayvanat: hayvanlarhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıihsanperverâne: bağışta bulunmayı pek sever şekilde
imdad: yardıminkılap: değişim, dönüşüm
intizam: düzenkafile: topluluk
küllî: büyük, genişlütûf: yardım, iyilik, bağış
mahiyet: öz nitelik, özellikmerkep: binek
mevcut: var olanmuhal: imkânsız
muhtelif: çeşitlimuktedir: güç ve iktidar sahibi
muntazaman: düzenli olarakmusahhar: boyun eğmiş
mu’ciznümâ: mu’cize gösterenmükrimâne: ikramlarda bulunarak
müteaddit: çeşitlinebat: bitki
nebatat: bitkilernihayet: son
nizâmât-ı külliye: kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenlersahavetperverâne: cömertlikte bulunmaktan pek hoşlanır şekilde
suret: şekil, görünüştabla-i erzak: yiyecek tablası
tabla-i nimet: nimet tablasıtaife: topluluk
tesadüfî: rastgele, tesadüfentevfik-i hareket: uygun hareket
umumî: genel, herkese aitziyade: fazla
âlem: dünya
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 304

Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lâmbası, HAŞİYE-1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıp HAŞİYE-2 ona karşı tutuluyor.

Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık HAŞİYE-3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât ile bitmez.

İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyletanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

SEKİZİNCİ BURHAN

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok” de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var.HAŞİYE-4 Âdeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor.

[NOT]Haşiye-1 O azîm elektrik lâmbası, güneşe işarettir.

Haşiye-2 İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.

Haşiye-3 İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.

Haşiye-4 Unsurlar, madenler ise, pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbânî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlâhî ile herbir yere giren, medet veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuât-ı İlâhiyenin nescine,nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.[/NOT]




azîm: büyükbiçare: çaresiz
dest-i gaybî: görünmeyen elelhasıl: özetle, sonuç olarak
emirber: emre hazıremr-i İlâhî: Allah’ın emri
eşya: şeyler, varlıklarhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıihata etme: kuşatma
izn-i Rabbani: Rab olan Allah’ın iznikat’î: kesin
kerem: ikram, iyilikkubbe: yarım küre; gökyüzü
levazımat: gerekli şeylerleziz: lezzetli
lâtif: şirin, hoşmahlûk: yaratık
masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserlerimedet: yardım
menşe: kökmuavenet: yardımlaşma
muntazam: düzenlimusahhar: boyun eğmiş
müvellid: meydana getiren, doğurtannahif: çelimsiz, zayıf
nakş: işlemenefer: asker
nefis: kişinin kendisinescetme: dokuma, örme
saray-ı acib: hayranlık uyandıran saraysaray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray
taam: yiyecektanzim olmak: düzenlenmek
tekmil: tamamlamatekzip: yalanlama
tâdât: saymavalide: ana
ziya: ışıkzîhayat: canlı
âkıl: akıllışehadet: şahitlik, tanıklık

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 305

Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkâş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette,bilbedâhe, birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan san’atlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, omu’ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde,lisan-ı hal ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Meselâ, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Mîrî malıdır” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san’atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gösteriyorlar.

İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlikalâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâtası var. Bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için,


alâmet: işaretbilbedâhe: apaçık bir şekilde
ebna-yı cins: aynı cinsten gelenlerelhasıl: özetle, sonuç olarak
emsal: benzerlerhakikî: gerçek, doğru
hâtem: mühür, damgaihzar etme: hazırlama
ihâta: kuşatıcılıkilânnâme: duyuru
intişar etme: yayılmaittifak: birleşme
izhar: göstermeiştirak: ortaklık
keyfiyet: durum, nitelik, özelliklisan-ı hâl: hal ve beden dili
mahsulât: ürünlermahsus: özgü
masnu: san’at eseri varlıkmuhal: imkansız
muhit: her tarafı kuşatanmuvafakat: uygunluk
mu’ciznümâ: mu’cize gösterenmâlik: sahip
mîrî: devlete, kamuya âitmülk: sahip olunan şey
münakkâş: nakışlımüteaddit: birçok, çeşitli
nesc: dokuma, örmenescetme: dokuma, örme
palaska: askerlerin kullandığı geniş kemersaray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray
sikke: mühür, işarettecziye: cezalandırma
turra: mühür, nişanvahdet: birlik
ânâsır: unsurlar, elementler
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 306

bir vahdet-i nev’iye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da,mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor. HAŞİYE-1 Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsânâtı, hedâyâyı şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadardivanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık mânâsını vermek lâzım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde birdest-i gaybî o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciznümâ zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

DOKUZUNCU BURHAN

Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib’âd ediyorsun. Onun acip san’atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib’âd, asıl müşkülât ve hakikîsuûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünkü onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem, birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur, bu ortadaki ucuzluk vemebzûliyete medar olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkülâtlı olur. Çünkü herşey bu saray kadar san’atlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzûliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.

Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak. HAŞİYE-2 Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümâsından çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Evet, bütün istib’âd, müşkülât, suûbet, helâket, belki muhâliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü, nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor;


[NOT]Haşiye-1 Kalınca bir ip, meyvedar ağaca; binler ipler ise, dallarına; ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksâmına ve meyvelerin envâına işarettir.

Haşiye-2 Konserve kutusu, kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir.[/NOT]




acip: hayret verici, şaşırtıcıaksâm: kısımlar
bilmecburiye: zorunlu olarakdest-i gaybî: görünmeyen el
divanece: akılsızca, deliceenvâ: çeşitler, türler
hakikî: gerçek, doğruhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hedâyâ: hediyelerhelâket: yok olma
hâlât: haller, durumlarihsan: bağış, iyilik
ihsânât: bağışlar, iyilikleristib’âd: akıldan uzak görme
kudret: güç, kuvvet, iktidarkülfet: yük, güçlük
mahlûk: yaratıkmatbaha-i mu’ciznümâ: mu’cizeli mutfak
mebzûliyet: bolluk, çoklukmedar: sebep, vesile
meyvedar: meyvelimuhakeme: düşünme, akıl yürütme
muhâliyet: imkânsızlıkmu’ciznümâ: mu’cize gösteren
mâlik: sahipmüşkülat: zorluklar, güçlükler
nefis: kişinin kendisiperde-i gayb: mânevî âlemleri gözümüzden saklayan perde
rahmet: şefkat, merhametsair: diğer
suûbet: zorluk, güçlüksâni: san’atkâr
vahdet: birlikvahdet-i nev: tür birliği
vâhid: birziyade: çok, fazla
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 307

binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhulet peydâ eder. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülâtlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa, kemiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer herbir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa, herbir neferin teçhizatı için, bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakkî memlekette, şu muhteşem âlemde bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peydâ eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzûliyete ve sehâvete sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkülâtlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez.

ONUNCU BURHAN

Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündür HAŞİYE-1 biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak, cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik san’atlı, mizanlı, letâfetli,ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız. Bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki, şu kocaâlemi bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, birhane gibi, hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte, bak: Vakit be vakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemâl-i intizamla doldurup kemâl-i hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa çeşit çeşit sofralar, HAŞİYE-2 bir dest-i gaybî tarafından kaldırır, indirir tarzında, mütenevvi yemekleri sırayla getirip


[NOT]Haşiye-1 On beş gün, sinn-i teklif olan on beş seneye işarettir.

Haşiye-2 Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne işarettir ki, yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarakmatbaha-i rahmetten çıkan Rahmânî sofralar serilir, değişirler. Herbir bostan bir kazan, herbir ağaç bir tablacıdır.[/NOT]




Rahmânî: Rahmân olan Allah’a aitbostan: bahçe
dest-i gaybî: görünmeyen elhane: ev
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothaşmet: heybet, ihtişam
hiffet: hafiflikibretli: düşündürücü, ders verici
icad: vücut verme, var etme, yaratmainsaf: hakkı kabule dayalı ılımlı davranış
kemiyetçe: sayıcakemâl-i hikmet: tam ve mükemmel bir hikmet
kemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilikkudret: güç, kuvvet, iktidar
letâfetli: hoş, güzelmasnu: san’at eseri varlık
matbaha-i rahmet: Allah’ın rahmet mutfağımebzûliyet: bolluk, çokluk
mizanlı: ölçülümuhteşem: ihtişamlı, gösterişli
muntazam: düzenlimâlik: sahip
mühlet: zaman, vakitmükemmel: noksansız, kusursuz
müstehak: hak edenmütenevvî: çeşit çeşit
müterakkî: ilerlemiş, terakki etmişmüşkülât: zorluklar, güçlükler
nefer: asker, ernihayetsiz: sonsuz
nizam: düzen, kanunpeydâ etmek: kazanmak
rapt edilme: bağlanmasehâvet: cömertlik
sinn-i teklif: sorumluluk yaşısuhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak
tablacı: yiyecek sunantanzim: düzenleme
teçhizat: donanım, cihazlarteşekkül: oluşma
vakit be vakit: zaman zamanzemin: yer
zira: çünküâlem: dünya
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 308

onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde, hadsiz sehâvetli bir kerem var.

Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakikî perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâplar, bu tahavvülâtlar, o zâtın devamına, bekàsına şehadet eder. Çünkü zevâl bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevâlsiz birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevâlsiz, daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır.

ON BİRİNCİ BURHAN

Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan kuvvetinde kat’î bir burhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz;HAŞİYE-1 şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes ocezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve binden HAŞİYE-2 ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin

[NOT]Haşiye-1 Gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziretü’l-Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Âlemi (a.s.m.) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zat o kadar parlak bir burhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümâtını dağıtmıştır.

Haşiye-2 Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan mu’cizât-ı Ahmediyedir (a.s.m.).[/NOT]




Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrıCeziretü’l-Arab: Arab yarımadası
Fahr-i Âlem: bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)bekà: devamlılık, süreklilik
burhan: kuvvetli delilburhan-ı tevhid: Allah’ın birliğini gösteren delil
bâliğ: erişen, ulaşancemiyet-i azîme: büyük topluluk
cezire: yarımadacilve: görünüm, yansıma
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlıkehl-i tahkik: gerçeği ilmî olarak araştıranlar
esbab: sebeplergaybî: görünmeyen
hakikî: gerçek, doğruhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
ihtifal: merasiminkılâp: değişim
isnad: dayandırmaiçtima: toplanma
kafile: grupkat’î: kesin
kerem: ikram, bağış, iyilikküfür: inkâr, inançsızlık
libas: elbisemimsiz medeniyet: “deniyet”, aşağılık şeyler
mu’cizât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizelernukuş: nakışlar
saltanat: egemenlik, sultanlıksefine: gemi
sehâvetli: cömertçesiyer: Peygamberimizin (a.s.m.) hayatını konu alan ilim
tahavvülât: başkalaşmalartılsım: sır, gizli gerçek
zarfında: içindezemin: yer
zevâl: kaybolma, geçip gitmeziyade: fazla
zulümat: karanlıkşehadet: şahitlik

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 309

mu’ciznümâ sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur.

Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahlûklar dinliyorlar; belki harikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde mühim lâmba, HAŞİYE-1 onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybî bir zât-ı mu’ciznümânın en has ve doğru bir tercümanıdır,” birdellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası, HAŞİYE-2 o zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.

İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir zât-ı mu’ciznümâdan ve


[NOT]Haşiye-1 Mühim lâmba, kamerdir ki, onun işaretiyle iki parça olmuş. Yani, Mevlânâ Câmî‘nin dediği gibi, “Hiç yazı yazmayan o ümmî zat, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde birelif yazmış; bir kırkı iki elli yapmış.” Yani, şaktan evvel, kırk olan mim’e benzer;şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nun’a benzedi.

Haşiye-2 Büyük bir nur lâmbası, güneştir ki, arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (a.s.m.) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (r.a.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.[/NOT]




Mevlânâ Câmî: (bk. bilgiler)arz: dünya
binaen: –dayanarakcezire: yarımada
dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısıedâen: yerine getirerek
elif: Arap alfabesinin ilk harfiemin: güvenilir
evsâf: vasıflar, nitelikler, özelliklerevâmir: emirler
gaybî: görünmeyenharikulâde: olağanüstü
has: özelhazine-i hassa: özel hazine
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothile: aldatma
hilâf: aykırılık, terslikhilâl: ay; yay şeklinde görülen yeni ay
kamer: aykeşşâf: keşfedici, açığa çıkarıcı
kubbe-i âli: yüksek kubbemahlûk: yaratık
mahsus: özgümemur-u mahsus: özel memur
memuriyet: memurlukmevcudat: varlıklar
mim: Arap alfabesinin yirmi dördüncü harfimuhteşem: ihtişamlı, göz kamaştırıcı
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeymu’ciznümâ: mu’cize gösteren
nişan: alâmet, işaretnun: Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi
nur: ışıknuranî: nurlu, ışıklı
nutk: konuşmasahife-i semâvî: gök sahifesi
sultan-ı zîşan: şan sahibi sultansuret: şekil, biçim
taht-ı tasdikinde: doğrulaması ve onayı altındatasdik etmek: doğruluğunu kabul etmek, onaylamak
tebliğ: bildirme, ulaştırmatılsım: sır, gizli gerçek
vecih: yön, şekilzât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zat
âb-ı hayat: hayat suyuâb-ı kevser: Cennette bulunan Kevser ırmağının suyu
ümmî: okuma yazma bilmeyenİmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
şak: ayrılma, bölünmeşark: doğu
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 310

zikrettiği evsâfından ve tebliğ ettiği evâmirinde hiçbir vech ile hilâf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilâf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak!

ON İKİNCİ BURHAN

Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan kuvvetinde birburhan daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermana HAŞİYE-1 bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyan ediyor.

İşte, şu fermanın üslûpları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanınıcelb ediyor. Ve öyle ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden zâtın şuûnâtını, ef’âlini, evâmirini, evsâfını birer birer beyanediyor.

O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zâta mahsus birer mânevîhâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı âzam, güneş gibi ozât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kâfi... Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdü lillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemâli, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelâli, şu sarayın tek bir sâni-i zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir

[NOT]Haşiye-1 Nuranî ferman Kur’ân’a ve üstündeki turra ise i’câzına işarettir.
[/NOT]


Elhamdü lillah: “hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur”acaib: şaşırtıcı ve garip şeyler
beyan etme: açıklamabirader: kardeş
burhan: kuvvetli delilcelb etme: çekme
divanelik: delilik, akılsızlıkef’âl: fiiller
elhasıl: özetle, sonuç olarakevsâf: vasıflar, nitelikler, özellikler
evâmir: emirlerferman: buyruk
fermân-ı âzam: çok büyük ferman, buyrukhad: yetki
hakikat: gerçek, doğruhas: özel
hatem: mühür, damgahaşiye: dipnot, açıklayıcı not
heyet-i umumiye: genel yapıhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırıizhar: gösterme
i’câz: mu’cize oluşkabil: mümkün
kemâl-i dikkat: tam bir dikkatkâfi: yeterli
mahsus: özgümeâl: açıklama, anlam
misillü: gibimâlik-i zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyin gerçek sahibi
nazar-ı istihsan: güzel gören ve beğenen bakışnuranî: nurlu, ışıklı
revnaktâr: göz alıcı güzelliktesahib-i zülcelâl: sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi
sâni-i zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi san’atla yapantekzip: yalanlama
turra: mühür, nişanturra-i âzam: çok büyük mühür
umum: herkesvücut: varlık
zikretmek: bildirmek, hatırlatmakzât-ı âzam: çok büyük zât
üslûp: ifade tarzışuûnât: haller, işler

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 311

burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzelmarifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”

Tevhidin hakikat-i uzmâsına ve Âmentü billâh imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur’ân, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lem’aile bir Mukaddimeyi göstereceğiz.




وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ
blank.gif
1

endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 Başarı ve doğruyu bulma ancak Allah’tandır.
[/NOT]


burhan: kuvvetli delilfazl-ı Rahmân: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın yardımı
feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın feyzi ve bereketihakikat-i uzmâ: büyük hakikat
hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslamalı benzetmeye dayanan hikâyelem’a: parıltı
marifet: Allah’ı bilme, tanımamuhabbet: sevgi
mukabil: karşılıkmukaddime: giriş, başlangıç
nur-u iman: imanın nuru, ışığıtevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeÂmentü billâh: “Allah’a iman ettim”

 
Üst