İkinci Kısım - Hüccetullahi’l-Bâliğa Risalesi - Birinci Hüccet-i İmâniye

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 145

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından,âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakika tarzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisatedebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır; ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:

“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:

İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umumistikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları,tevafuk ve sebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek,tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhiddeicmâları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan oumum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârâne vemüncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirinemutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemes-sil


berzah: geçit, aralıkcihet: taraf, yön
emsal: benzerler, örneklererkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları
gayet: son derecehakikat: gerçek
icmâ: fikir birliğiinbisat: genişleme, yayılma
istidat: kàbiliyet, yetenekistifade etmek: faydalanmak
istikametli: doğru yolda olanitikad: inanma
itminankârâne: tam inanarakittisaf: vasıflanma
ittisafkârâne: güzel bir şekilde niteleyen ve tanıtankeyfiyet: durum, temel nitelik, özellik
keşfiyat: keşifler; mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmekâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lisan-ı hal: hal ve beden dilimezhep: yol, usül, dinde tutulan yol
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yolmuamele: davranış, iş
muhalif: aykırı, zıtmuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
mukàbil: karşılıkmutabık: uygun
mutmainâne: şüphesiz bir şekildemânen: mânevî olarak
mübayin: farklı, ayrımüncezibâne: kendini kaptırarak
münevver: aydın, nurlanmışmüstakim: doğru yolda olan
mütalâa: dikkatle okuma, incelememütemessil: yansıtan, rengiyle renklenen
müttefikane: ittifak ederek, birleşerekmüşahedat: gözlemleme, görme
nisbeten: kıyasla, oranlanokta-i imaniye: imanî nokta
nuranî: nurlu, aydınlanmışpür-iştiyak: çok istekli
pür-merak: çok meraklırâsihâne: köklü bir şekilde
sebatkârâne: kararlılıklaselim: sağlam, temiz
taharri-i hakikat: gerçeği araştırma, incelemetaife: grup, topluluk
taife-i insaniye: insan taifesi, topluluğutebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek
tetabuk: uygunluktevafuk: denk gelme, uygunluk
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmaumum: bütün, genel
vâsıl: ulaşan, kavuşanvücub: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu
yakîn: kesin ve doğru bilgizincir-i nuranî: nurlu zincir, mânevî bağ
âlem-i berzah: dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemiâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 146

bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedâniye olan nuranî kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmâları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve birmürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki,hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihâne bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın,galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestâîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billâh” dediler.

İşte, bu yolcunun müstakîm akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiğimârifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Üçüncü Mertebesinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ، بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَبِقَنَاعَاتِهَا، وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ، مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ، بِكَشْفِيَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ
blank.gif
1 denilmiş.

Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve yakînleri, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]

arş-ı marifet-i Rabbâniye: Rabbimizi tanıtan bilgi arşı, tahtıcihet: şekil, yön
câmi’: kapsamlı, içine alangalat-ı his: duygu yanılması
hakikat: gerçekhakikatsız: gerçek olmayan
icmâ: fikir birliğiistifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
ittifak: birleşme, birlikkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mârifet-i imaniye: imanî bilgimünevver: aydın, nurlanmış
mürşid-i ekber: en büyük mürşid, doğru yolu gösterenmüstakim: istikametli, dosdoğru
müstemirrâne: devamlı olaraknuranî kalbler: iman nuruyla aydınlanmış kalbler
rehber-i ekmel: en mükemmel rehber, kılavuzrâsihâne: sağlam ve köklü bir şekilde
sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için her şeyi, hatta kendini dahi inkar edenlerumum: bütün, genel
vehim: kuruntu, varsayımvücub-u vahdet: Allah’ın birliğinin zorunlu oluşu
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıÂmentü billâh: “Allah’a iman ettim”
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemâyine-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah’ın eserlerini gösteren ayna
âyine-i âzam: en büyük aynaâyinedarlık: ayna olma, aynalık
şems-i hakikat: hakikat güneşi
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 147

Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli birşehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi,tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy‑i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlarıyla,hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyinhakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri çok iyi bilen Allahaleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun
bedâheten: apaçık bir şekildebilbedâhe: apaçık bir şekilde
cihet: şekil, yöncismanî: maddi vücuda sahip
delâil: deliller, işaretlerekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
hakikat: gerçekhakikat-i vahy: vahyin gerçekliği
hakikat-ı kudsiye: kutsal gerçekifaza etmek: feyizlendirmek, okutmak
ihbarat: haber vermelerilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
ittifak: birleşme, birlikkavil: söz, kelâm
kavlen: sözlekelâm: ifade, söz
kelâm-ı ezelî: ezelî, zaman üstü sözkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar—Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerimmahlûkat: yaratılmışlar
masnu: san’at eseri varlıkmazhariyet: nail olma, ayna olma
mukteda: iktida edilen, uyulanmu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
nev-i beşer: insanlar, insanlıknihayetsiz: sınırsız, sonsuz
nâzır: bakan, gözetenperde-i gayb: görünmeyen âlemleri bizden gizleyen perde
semere: meyve, neticesuhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar
sübut: sabit olma, kesin olarak meydana çıkmatahakkuk: gerçekleşme
tasdik-gerde: kabul edilmiş, tasdik edilmiştekellüm: konuşma
tevatür: güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin habertevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezâhürât: görünmeler, belirmelervahdet: birlik
vahiy/vahy-i İlâhî: Cenâb-ı Hakkın Cebrâil vasıtasıyla peygamberlere göndermiş olduğu bilgiler, emir ve yasaklarvahy-i meşhud: görülen, somut vahiy
vücud: varlık, var oluşziynetli: süslü
zâhir: açık, âşikarâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünyaşehadet: şahitlik, tanıklık
şehadet-i vücud: Allah’ın varlığına şahitlik
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 148

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi,kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî birsurette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme‑i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semâvî vahiylerin,icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allahacz: acizlik, güçsüzlük
beşer: insanlardelâlet: delil olma, işaret etme
endişe-i istikbal: gelecek endişesifakr: fakirlik, ihtiyaç hali
fehim: anlayış, kavrayışhadsiz: sınırsız
hakikat: gerçekhâlıkıyet: yaratıcılık
hüccet: delil, kanıticmâ: fikir birliği
ihata: içine alma, kuşatmaiştiyak: arzu, istek
iş’âr etmek: bildirmekiş’âr-ı Samedânî: her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, fakat Kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Hakkın bildirmesi
kelâm: ifade, sözkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
mahlûkat: yaratılmışlarmevcudat: varlıklar
muhabbet: sevgimukabele etmek: karşılık vermek
mukabele-i Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın Zâtına has ve yaraşır şekilde karşılık vermesimukteza: birşeyin gereği
mâlik: sahipmükâleme: karşılıklı konuşma
mükâleme-i Sübhânî: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Cenâb-ı Hakkın konuşmasımünacat: dua, Allah’a yakarış
müntehab: seçilmişmüştak: arzulu, çok istekli
nokta-i istinad: dayanak noktasınâzenin: ince, nâzik
perestiş: aşırı derece sevmek, ibadet etmekrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
semâvî: vahiyle gelen, İlâhîsermedî: daimi, sürekli
suret: biçim, şekiltaarrüf-ü Rabbânî: Cenâb-ı Hakkın kendini bildirmesi, tanıttırması
tazammun: içerme, içine almatekellüm: konuşma
tenezzül-ü İlâhî: Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesitezahür: belirme, görünme
ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıumumî: genel, herkese ait
vahdet: birlikvahiy: Cenâb-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) vasıtası ile peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar
vücud: varlık, var oluşzarurî: zorunlu, gerekli
zîruh: ruh sahibiâciz: güçsüz, zavallı
şehadet: şahitlik, tanıklıkşe’n: hal, nitelik, özellik
şuâât: ışınlar, parıltılar
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 149

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-iRabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamınekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıylahususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya birâmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususibir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ıRabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى
blank.gif
1


âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.


[NOT]Dipnot-1 “(De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.[/NOT]


Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahPadişah-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahcihet: şekil, yön
cüz’î: ferdî, az, basitehemmiyet: değer, önem
ekser: çoğunlukenvâ: neviler, türler
ferman: buyruk, emirhavas: büyük zâtlar
haysiyet: itibar, özellikhayvanat: hayvanlar
haşmet-i saltanat: saltanatın haşmeti, görkemihususî: özel
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkhâkimiyet-i umumiye: genel hâkimiyet, hükümranlık, egemenlik
ihtişam: haşmetlilik, heybetlilik, görkemilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
içtima: toplanma, bir araya gelmekatre: damla
kelimat-ı Rabbâniye: Rab olan Allah’a ait kelimeler, sözlerkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
medar: dayanak noktası, eksenmelâike: melekler
muamele: davranış, işmükâleme: karşılıklı konuşma
mükâleme-i Rabbâniye: terbiye edici olan Allah’ın konuşmasımünasebet: bağlantı, ilgi
nevi: çeşit, türraiyet: halk, tabi olanlar
sadık: doğru, gerçeksuret: biçim, şekil
tarz-ı mükâleme: karşılıklı konuşma tarzıtebliğ: bildirme, ulaştırma
tefsir: açıklama, yorumteksir: çoğaltma
teşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmakumum: bütün, genel
umumî: genel, herkese aitvahiy: Cenâb-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) vasıtası ile peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar
vech: yön, tarafyaver: yardımcı
zemin: yer, dünyazîhayat: canlı, hayat sahibi
âmi: cahil, sıradan kimseşümul: kapsamlılık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 150

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasındaicabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevimükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle herbirinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşinvücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen


beliye: felâket, musibetbilmüşahede: gözle görüldüğü gibi
cihet: taraf, yöncilve: görüntü, yansıma
faraza: varsayalım kifiilen: fiil ve davranışla
hafîz: daima koruyanhikmet: fayda, gaye
himayet: himaye etme, korumahuzuren: yakınında olarak
hâcât: ihtiyaçlarhâmi: koruyucu
ibâd: kullaricabet etmek: cevap vermek
ihsas etmek: hissettirmekilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
ilhâmî: ilham ile elde edilen; ilham ile ulaşılanimdat etmek: yardım etmek
istimdat: yardım dilemekatre: damla
kavil: sözkavlen: sözle
mahiyet: esas nitelik, özellikmahlûk: yaratık
mahlûkat: yaratılmışlarmasnu: san’at eseri varlık
mukteza: bir şeyin gereğimâlik: sahip
müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapanmükâleme-i Rabbâniye: Rab olan Allah’ın Zâtına has konuşması
müzahemet etmek: zahmet ve sıkıntı vermek, engel olmakmüştak: arzulu, çok istekli
nevi: çeşit, türrahmet-i rubûbiyet: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın rahmeti
rahmâniyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliğirububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sadık: doğrutazarruat: yakarışlar, niyazlar
terekküp: birleşme, meydana gelmeteveddüd-ü İlâhî: Allah’ın Kendini sevdirmesi
vecih: şekil, yönvedûdiyet: Kendini sevdirme
vâcip: zorunluvücud: varlık, var oluş
zerre: atomziya: ışık, parlaklık
zîşuur: şuur sahibiâciz: güçsüz, zavallı
şefkat-i ulûhiyet: İlâhlık şefkatişehadet: şahitlik, tanıklık
şe’n: hal, nitelik, özellikşua: parıltı, ışık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 151

öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî vemuhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bildebahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet veşehadet ettiklerini aynel yakîne yakın bir ilmel yakînle bildi.

İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dördüncü ve On beşinci Mertebelerinde,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ:إِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلإِلٰهِيَّةِ، وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ، وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ، عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ، وَلِْلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِـْلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ، وَلِْلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِْلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ
blank.gif
1
denilmiştir.


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, tenezzülât-ı İlâhiyeyi ve mükâlemât-ı Sübhâniyeyi ve taarrüfât-ı Rabbâniyeyi ve kullarının münâcâtına mukabelât-ı Rahmâniyeyi ve mahlûkatına vücudunu ihsas eden iş’ârât-ı Samedâniyeyi mutazammın bütün hak vahiylerin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, teveddüd-ü İlâhiyeyi ve mahlûkatının duâlarına icâbât-ı Rahmâniyeyi ve kullarının istiğaselerine imdadat-ı Rabbâniyeyi ve masnuatına vücudunu bildiren ihsasat-ı Sübhâniyeyi mutazammın sadık ilhamların ittifakı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
[/NOT]


Hâlık-ı Zîşan: şan sahibi, her şeyin yaratıcısı AllahZülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Zülcemâl: mükemmellik, kusursuzluk sahibi, sonsuz güzellik sahibi Allahaynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
bilbedâhe: açık bir şekildebil’ittifak: ittifakla, birleşerek
cilve: görüntü, yansımadelâlet: delil olma, işaret etme
ders-i marifet: Allah’ı tanıma, bilme dersiebed: sonu olmayan sonsuzluk
ehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesiezel: başlangıcı olmayan sonsuzluk
ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâilmelyakîn: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme
kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarıkàbiliyet: yetenek
küllî: kapsamlı türmevcudat: varlıklar
muhit: kuşatıcı, kapsamlımükâleme: karşılıklı konuşma
tecellî: yansıma, görünmevahdet: birlik
vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasıâlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri herşeyi aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılırŞems-i Sermedî: Devamlı Güneş, bu tabir devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır
şehadet etmek: şahitlik etmek, tanıklık etmek
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 152

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

“Madem bu kâinatın mevcudatıyla Mâlikimi ve Hâlıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve a’dâsının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhisselâtü Vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz’” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, enbedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbârâtının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.), hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve
وَانْشَقَّ الْقَمَرُ
blank.gif
1 وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى
blank.gif
2
âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nass-ı kat’î ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:


[NOT]Dipnot-1 “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.

Dipnot-2 “Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı.” Enfâl Sûresi, 8:17.[/NOT]




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunAsr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahMuhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed
Mâlik: sahip; herşeyin gerçek sahibi olan Allaha’dâ: düşmanlar
bedevî: çölde yaşayan, göçebebeyan etmek: açıklamak
fazilet: değer ve üstünlükfevkalâde: olağanüstü
hadsiz: sınırsızhakikaten: gerçekten
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhaslet: huy, özellik, karakter
hâkim: hükmeden, yönetenihbarat: haber vermeler
kamer: aykeramet: Allah’ın ikramına ve lütfuna nail olmuş, olağanüstü
kevser: Cennette bulunan bir havuzkifayet: yeterlilik
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarkülliyet: bütünlük, kapsamlılık
mevcudat: varlıklarmu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
mu’cizât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizelernakl-i kat’î: açık ve kesin hüküm
nam: adnamdar: şan ve şöhret sahibi
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümsaadet-i beşeriye: insanlığın mutluluğu
sarahat: açıklıkseyyah: gezgin, yolcu
taharrî: araştırma, incelemetasdik: doğrulama, kabul etme
tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir haber veya hadîs-i şerifin aktarılmasıumum: bütün, genel
ziyade: çokzâhir: görünme, ortaya çıkma
ümmî: okuma yazma bilmeyen
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 153

“Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemâlâtla beraber bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil değil.”

İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vech ile mu’cizeolduğu ve Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’âniye namlarındaki ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envâında en ileri olması; ve herkestenziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî


Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân
Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleriahlâk-ı hasene: güzel ahlâk
ahvâl: haller, davranışlarakvâl: sözler, konuşmalar
ayn-ı hak: doğrunun ta kendisibeyan etmek: açıklamak
cihet: şekil, yönef’âl: fiiller, işler
emsal: benzerenvâ: çeşitler, türler
ferman: buyruk, emirfevkalâde: olağanüstü
hadsiz: sınırsızhakikat: gerçek
hakkaniyet: doğrulukhums: beşte bir
hıyanet: hainlik, ihanetibâdât: ibadetler
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkàbil: mümkün
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmaden-i terakkiyat: maddî manevî ilerleme kaynağı
medâr-ı inkişafât: gelişme ve yükselme sebebimerci: başvurulacak, sığınılacak yer
misl: benzermuallim: öğretmen
mucizat-ı bâhire: apaçık, aşikâr mu’cizelermusaffî: arındıran, temizleyen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeymüdakkikane: dikkatlice, araştırıp inceleyerek
münevvir: nurlandıran, aydınlatanmürebbî: terbiye edici, eğitici
mürşid: doğru yol gösterenmüzekkî: arındıran, ıslah eden
nam: adnev-i beşer: insanlar, insanlık
risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölümtafsilen: ayrıntılı olarak
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamaktebliğ etmek: bildirmek
tenezzül etmek: inmek, alçalmakubûdiyet: Allah’a kulluk
vecih: şekil, yönziyade: çok
zuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmekâdilâne: adaletli bir şekilde
ümmî: okuma yazma bilmeyenşeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hüküm
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 154

mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişafve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütünefkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız vemuhalif ve münkir oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, neitminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi vemâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler


Cevşenü’l-Kebîr: büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir duaRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Risale-i Münâcât: Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlar
adâvet: düşmanlıkakide: inanç
beyan etmek: açıklamakcihan: âlem, dünya
dağdağa: kargaşa, karışıklıkderece-i tavsif: Allah’ı vasıflandırma derecesi, nitelendirme seviyesi
efkâr: fikirlerehl-i marifet: Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostlarıeser-i tereddüt: tereddüt izi, kararsızlık belirtisi
esrar: sırlar, inceliklerfevkalâde: olağanüstü
fıkra: bölüm, kısımhikmet: felsefe ilmi
hükema: filozoflar, felsefecilerhükümran: hükmeden, hüküm sahibi
inkişaf: gelişmeintihâ: son, netice
iptida: başlangıçitikad: inanç, inanma
itminan: inanma, tatmin olmamarifet-i Rabbâniye: Cenâb-ı Allah’ı tanıma ve bilme
meratib-i imaniye: iman mertebeleri, derecelerimertebe-i marifet: Allah’ı tanıma, bilme derecesi
metanet: sağlamlıkmisl: benzer
muarız: karşı gelenmuhalif: aykırı, zıt
mu’cizane: mu’cizeli bir şekildemâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler, soyut gerçekler; fazilet ve ahlâk
mücahedat: mücahedeler, mücadelelermünkir: inanmayan, inkar eden
münâcât: Allah’a yalvarış, duamüptediyâne: yeni baştan başlayarak
müraat etmek: gözetmek, uymaknâs: insanlar
ruhanî reis: dinî lider; dinî konularda otorite sahibi kimsesebat: kararlılık, sabit olma
tavsif etmek: sıfatlarını bildirmek, vasıflarını anlatmaktebliğ: ulaştırma, bildirme
tebliğ-i risalet: peygamberliğin ilânı, mesajıtelâhuk-u efkâr: düşünce ve tecrübelerin birikimi
terakki: ilerleme, yükselmetereddüt: şüphe
ubûdiyet: Allah’a kullukulvî: yüce, yüksek
vesvese vermek: şüpheye düşürmek, kuşkulandırmakyakîn: kesin ve doğru bilgi
zaaf: zayıflık, güçsüzlükzerre miktar: çok az miktar
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 155

ve bütün ehl-i velâyet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet vefevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zâtta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl ile Tevrat,İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de,lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan‑ı kàl ve icmâ ile vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemâlâta, kerâmâta, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdâniyete delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icmâ ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u

Tevrat: (bk. bilgiler)Zebur: (bk. bilgiler)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsunbeyan: açıklama, anlatım
beşaret: müjdelemebilbedâhe: apaçık bir şekilde
cihan-pesendâne: dünyaya kabul ettiren bir şekildecihet: şekil, yön
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdüstur: kural, prensip
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostlarıemsâlsiz: benzersiz, eşsiz
enbiya: nebiler, peygamberlerevliya: veliler, Allah dostları
fevkalâde: olağanüstüfeyz: mânevî gıda
gayet: son derecehakikat: gerçek
icmâ: fikir birliği, birleşmeittifak: birleşme, birlik
işârât: işaretlerkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
kerâmât: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hallerkeşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, kutsalkütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim
lisan-ı hal: hal dililisân-ı kàl: konuşma dili, sözlü ifade
medar: sebep, vesilemertebe-i iman: iman mertebesi, derecesi
misilsiz: benzersiz, eşsizmusaddak: doğrulanan, onaylanan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeymu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde
müşahedat: mânevî âlemde yapılan gözlemler, müşahedelermüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nur-u velâyet: velilik ışığınübüvvet: peygamberlik
risalet: elçilik, peygamberliksadıkıyet: doğruluk, sadakat
suhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplartasdik etmek: onaylamak, doğrulamak
tebaiyet: tabi olma, uymaubûdiyet: Allah’a kulluk
umum: bütün, genelvahdâniyet/vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı
vücud: varlık, var oluşzâhir: açık, âşikar
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemİncil: (bk. bilgiler)
şehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 156

iman ile, ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli burhanlarıyla bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstâd-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek burhanıdır.

Yedincisi: Âl ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemâl-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi


Ashâb: Sahabiler, Peygamberimizi dünya gözüyle görüp, onun yolundan giden Müslümanlarasfiya-yı müdakkikîn: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük velîler
aynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilmebil’ittifak: ittifakla, birleşerek
burhan: kesin delil, kanıtdelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
derece-i hakkaniyet: doğruluk derecesienbiya: nebiler, peygamberler
ferâset: çabuk sezme ve anlama kàbiliyetihakaik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler
hakikat: gerçekhakkalyakîn: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhüccet-i risalet: peygamberlik delili
hükema-i mü’minîn: Müslüman filozoflar, felsefecilericad: var etme, yaratma
icmâ: fikir birliğiihtirâ etmek: yeni bir şey meydana getirme
ilmelyakîn: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilmeitikad: inanma, inanç
ittifak: birleşme, birlikkemâl-i merak: tam bir merak
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkeşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak
marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilmemertebe-i ilmiye: ilim mertebesi, derecesi
muallim-i ekber: en büyük öğretmen; Peygamber Efendimiz (a.s.m.)nam: ad
namdar: şan ve şöhret sahibinazar: bakış, düşünce
nev-i beşer: insanlar, insanlıknihayet: son
nur-u iman: iman nuru, ışığısadâkat: doğruluk
sadık: doğrusadıkıyet: doğruluk
suret: biçim, şekilsıddîkîn-i muhakkikîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler
taharrî: araştırma, incelemetaife-i azîme: büyük topluluk, gurup
talim: öğretme, eğitmetasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tasvir: şekil ve suret vermetedbir: çekip çevirme, idare etme
temâşâgâh: seyir yeritertip etmek: düzenlemek, düzene koymak
tetkik etmek: incelemek, derinliğine araştırmakulûm-u âliye: yüksek ilimler
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıziya: ışık, parlaklık
Âl: Peygamberimizin ailesi ve onun soyundan gelenlerâşikâr: apaçık
ümmîlik: okuma yazma bilmemeüssü’l-esas: temel esas
üstad-ı âzam: en büyük üstad; Peygamber Efendimiz (a.s.m.)şehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 157

tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkâşına delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bukâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’at kârlığının kemâlâtını teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbânî it’amlar ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine karşı minnettarâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle kendi ulûhiyetini izhar ederek, o ulûhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet


Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah
Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen AllahRabbânî: Rab olan Allah’a ait
Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allahazametli: büyük, yüce
cihet: şekil, yöndehşetli: korkunç, ürkütücü
dellâl: davetçi, ilân edicidelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhallâkıyet: yaratıcılık
harekât: hareketlerhaşmetli: görkemli, heybetli
hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılmasıhilkat: yaratılış
himâyet: korumaiaşe: besleme, yedirip içirme
ihtilâf: değişim, farklılıkihzar etmek: hazırlamak
iktiza etmek: gerektirmekimha etmek: yok etmek
inkıyad: boyun eğme, itaat etmeit’am: yedirme
izale: gidermeizhar etmek: göstermek
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklarkeşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı
kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinatkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahiyet: esas nitelik, özellikmahlûkat: yaratılmışlar
makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayelermasnuat: san’at eseri varlıklar
mevcudat: varlıklarminnettârâne: minnet duyarak, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi taşıyarak
muallim: öğretmenmuhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
müteşekkirâne: teşekkür edereknev’i: çeşit, tür
nihayetsiz: sınırsız, sonsuzperestişkârâne: taparcasına
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısadık: doğru
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîsuret: biçim, şekil
tahavvülât: başkalaşmalartahvil: dönüşüm
talim etmek: öğretmektasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
tasarrufât: kullanımlar, faaliyetlertatmin etmek: doyurmak
tebdil: değişimteşhir etmek: sergilemek
ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıumumî: genel, herkese ait
vazifedarâne: vazifeli olarak, görevli olarakziyade: çok
ziynetli: süslüşehadet: şahitlik, tanıklık
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 158

ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammâsını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zât (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i Benî Âdem” denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmâsınadelâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu ispat ve ilân ve i’lâm etmektir.

Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir burhanı, buHabibullah denilen zâttır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.

Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”
blank.gif
1 diyen


[NOT]Dipnot-1 Aliyyü’l-Kârî, el-Esrârü’l-Merfûa, s. 193.
[/NOT]


Fahr-i Âlem: bütün varlık âleminin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
Muhammed-i Kureyşî: Kureyş kabilesine mensup olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)Vâcibü’l-Vücud: varlığı mutlaka gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah
abd: kulbenî Âdem: insanoğlu
burhan: güçlü delil, kanıtbâhir: açık, âşikar
delâlet: delil olma, işaret etmeesmâ: Allah’ın isimleri
ferman-ı Rahmân: Rahmân olan Allah’ın buyruğuhakikat: gerçek
hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilikhalletmek: çözmek, deşifre etmek
haslet: huy, özellik, karakterhaşmet-i saltanat-ı mâneviye: mânevî hükümranlığının azameti, büyüklüğü
hilkat-i kâinat: kâinatın, evrenin yaratılışıicmâ: fikir birliği
istilâ: işgal, kaplamaistimdat etmek: yardım dilemek
istinaden: dayanaraki’lâm etmek: bildirme, duyurma
kat’i: kesinkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
keşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmakkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahlûk: yaratıkmaksat: amaç, gaye
mazhar: erişme, nail olmamedar-ı iftihar: iftihar vesilesi, övünme sebebi
medar-ı şeref: şeref sebebi, kaynağımezkûr: adı geçen
muammâ: anlaşılması zor sır, gizemmuvaffakiyet: başarı
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeynam: ad
nısf-ı arz: yeryüzünün yarısıperde-i gayb: görünmeyen perde
sıdk: doğruluktasdik: doğrulama, onaylama
tevfik: yardımteyid: destekleme, kuvvetlendirme
tılsım: sır, gizemvahdet: birlik
vücud: varlık, var oluşyakîn: kuşku ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilme, görür gibi inanma
ziyadeleşmek: artmak, çoğalmakzâhir: açık, görünen
âdem: insanâli: yüce, yüksek
ğaybî: görünmeyenşehadet: şahitlik, tanıklık
şeref-i benî Âdem: Âdem oğullarının şerefi; insanoğlunun şeref kaynağı
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 159

İmam‑ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.)
blank.gif
1 gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed nâmıyla şöhret şiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr‑ı siyasiyeden hâli ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim‑i âdil olarak, şarktan garba kadar cihan-pesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmâsının, tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete şehadeti, şahsî ve cüz’î değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle



[NOT]Dipnot-1 Gümüşhanevî, Mecmûatu’l-Ahzâb (Şâzelî), s. 561.
[/NOT]

Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin tecelli ettiği yerAsr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
Gavs-ı Âzam: [bk. bilgiler – Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)]Sahabe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanlar
aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimselerazamet-i heykel: yapısının azameti, büyüklüğü
bedevî: çölde yaşayan, göçebecemaat-i nuraniye: nurlu cemaat
cemaat-ı meşhure: meşhur cemaat, toplulukcemaat-ı uzmâ: büyük topluluk
cihan-pesendane: dünyaya meydan okuyarak kabul ettirir bir şekildecihet: şekil, yön
câmi’: kapsamlı, içine alancüz’î: ferdî, bireysel, küçük
diplomat: memleket ve millet meseleleri hakkında siyasî söz sahibidâhiyâne: çok zekice, akıllıca
efkâr-ı siyasiye: siyasi fikirlerefrad: fertler, bireyler
evliya-yı azîme: büyük velilerfetret: iki peygamber arasında peygambersiz geçen dönem, İlâhî vahyin kesildiği dönem
garb: batıgayb-bîn: gaybı gören, görünmeyen âlemden haber veren
hadsiz: sınırsızhayat-ı içtimaiye: toplum hayatı
hayat-ı içtimaiye ve siyasiye: sosyal ve siyasi hayathâkim-i âdil: adalet ile iş gören hükmedici; adaletli hüküm verici
hâli: uzak, boşicmâ: fikir birliği
ilmelyakîn: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilmeittifak: birleşme, birlik
kavim: insan topluluğu, kabileküllî: kapsamlı, genel
medrese-i nuraniye: nurlu medrese, okulmuhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen
muhit: çevre, etrafmuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
mâlûmat: bilgi, bilgilermütebahhir: ilmi derin olan, çok bilgili
nam: adnamdar: şan ve şöhret sahibi
nazar: bakış, görüşradıyallahu anh: Allah ondan razı olsun
rehber: kılavuz, yol göstericitasdik: doğrulama, kabul etme
temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmaktevafuk: denk gelme, uygunluk
ulema: âlimlerumumî: genel, herkese ait
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışıÂl-i Muhammed: Hz. Muhammed’in ailesi ve onun neslinden gelenler
ümmet: millet, toplulukümmî: okuma yazma bilmeyen
İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]İsrafil: [bk. bilgiler – İsrafil (a.s.)]
şark: doğuşehadet: şahitlik, tanıklık
şöhretşiar: şöhretli
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 160

لاَۤ اِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ:فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَاۤئِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَاۤتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَاۤئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَاۤئِرِ النَّوَّارَةِ
blank.gif
1


denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’ân‑ı Mucizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi mücahidâneneşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı vemenbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Resâilü’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın


[NOT]Dipnot-1 Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, Kur’ân’ının azamet-i saltanatı ve dininin haşmet-i vüs’ati ve kemâlâtının kesreti ve hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi ahlâkının ulviyetiyle, fahr-i âlem ve şeref-i nev-i benî Âdem olan zât (a.s.m.), Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, o zât (a.s.m.), zâhir ve bâhir ve musaddık ve musaddak yüzlerce mu’cizâtının kuvvetiyle ve dininin sâti’ ve kàti’ binlerce hakaik-i diniyesinin kuvvetiyle ve Ehl-i Beytinin icmâıyla ve basar sahibi Ashabının ittifakıyla ve ümmetinden burhan ve nuranî basiret sahibi muhakkiklerin tevafukuyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu ispat eder.
[/NOT]



Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla ve anlatımıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
beşer: insanhakaik-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri, gerçek ve doğruları
hâkim: hükmeden, idaresi altında tutanhüccet: kesin delil, kanıt
hüccet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın ortaya koyduğu kesin delili’câz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cize oluşu
kelâm: ifade, sözlem’a: parıltı
menba: kaynakmerci: kaynak, başvurulacak yer
muannid: inatçı, direnenmücahidâne: cihad ederek, mücadeleyle
mülhid: dinsizmünasebet: bağlantı, ilgi
müracaat: başvurmanam: ad
neşretmek: yaymaknükte: ince anlamlı söz
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîtaharrî: araştırma, inceleme
tefsir: açıklama, yorumâhir: son
âyât-ı Furkaniye: Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 161

kırk vech ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.

Kur’ân’ın vech-i i’câzını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek, yalnız bir kısa işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütünhakaikiyle, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle vekemâlât-ı ilmiyesiyle, Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah olduğuna birhüccet-i kàtıasıdır.

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette birtebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat göstermiş ki,Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a” nâmıyla şöhret şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunKâbe: (bk. bilgiler)
Lebid: (bk. bilgiler)Muallâkat-ı Seb’a: yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesicihet: şekil, yön
delâil-i nübüvvet: peygamberlik delillerifevkalâde: olağanüstü
hak: doğru, gerçekhakaik: hakikatlar, esaslar
hakikatli: gerçekhakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik
havale etmek: göndermekhayat-ı içtimaiye: sosyal hayat
hayat-ı siyasiye: siyasî hayathayat-ı şahsiye: şahsî, özel hayat
hüccet-i kàtıa: kesin delilidame etmek: devam ettirmek
inkişaf: gelişme, açılmainkılâb: değişim, dönüşüm
istikamet: doğruluk, doğru yönkaside: övgü şiiri
kelâmullah: Allah’ın kelâmıkemâl-i ihtiram: mükemmel, kusursuz bir saygı ve hürmet
kemâlât-ı ilmiye: ilimdeki mükemmellikler, ilmî olgunluklarmisl: benzer
mu’cize: Allah tarafından gönderilen, bir benzerini yapma hususunda başkalarını âciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeymu’cizât: mu’cizeler
nefis: kişinin kendisinuranî: nurlu, parlak
nâm: adsaadet: mutluluk, huzur
suret: biçim, şekiltasfiye: arındırma
tebdil-i hayat-ı içtimaiye: sosyal hayatın değişmesiterakki: ilerleme, yükselme
tezkiye: temizleme, arındırmavech-i i’câz: mu’cizelik yönü
vecih: yön, şekilâyât: âyetler
şöhretşiar: şöhret sahibi, şöhreti herkesçe bilinen
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 162

Hem bedevî bir edip
blank.gif
1
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine secde ettim.”

Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî ve Zemahşerîgibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin fevkindedir; yetişilmez.”

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur veenâniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûreninmislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanlarıdahi, Kur’ân’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veyaumumunun fevkinde olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam,
blank.gif
2
سَبَّحَ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz


[NOT]Dipnot-1 “Artık emrolunduğun şey ile onları (camın kırılıp dağılması gibi) parçala.” Hicr Sûresi, 15:94.

Dipnot-2 “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.[/NOT]




Abdülkahir-i Cürcanî: (bk. bilgiler)Arabî: Arapça
Sekkâkî: (bk. bilgiler)Zemahşerî: (bk. bilgiler)
bedevî: çölde yaşayan, göçebebelâğat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi
belîğ: belagâtçi; belâğat ilminin inceliklerini bilen, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen kimsecâmid: cansız, donuk
dâhi: son derece zeki, dehâ ve hikmet sahibiedîp: edebiyatçı
enâniyet: benlik, gururfevkinde: üstünde
hadsiz: sınırsızhelâket: mahvolma, yok oluş
hâli: tenha, boş, ıssızicmâ: fikir birliği
ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmekilm-i belâğat: belâğat ilmi
ittifakla: birleşerek, fikir birliği ederekmertebe-i belâğat: belâğat derecesi
mevcudat-ı âlem: âlemdeki varlıklarmeydan-ı muaraza: sözle mücadele meydanı
misl: benzermuannid: inatçı, direnen
muaraza: sözle mücadelemuharebe: harp, savaş
mukabele: karşılık vermemütefennin: bilgili, ilim sahibi
mütemadiyen: sürekli olarakseyyah: gezgin, yolcu
tahayyül: hayal etmetelâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
telâkki: anlama, kabul etmeterakkî etmek: yükselmek, ilerlemek
tâkat-i beşer: insana ait güç ve kuvvetumum: bütün, genel
zillet: alçaklık, aşağılıkâdi: basit, normal, sıradan
şuursuz: bilinçsiz
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 163

bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâ fasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğinimuhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslûbundaki vetarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi: Kur’ân’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid


arz: dünyabilâfasıla: fasılasız, aralıksız
cami-i kebir: büyük camicenah: kanat, yön
cûş u huruş: neşe ve coşkudarb-ı mesel: meşhur söz, atasözü
derece-i belâğat: belâğat seviyesiezelî: varlığının başlangıcı olmayan, sonsuz
feza: uzayfâni: geçici, ölümlü
garabet: gariplik, hayret vericilikhakikat: gerçek
halâvet: tatlılık, hoşlukhayattarâne: canlı bir şekilde
haşmet-i saltanat: saltanatın haşmeti, görkemihikmet: fayda, gaye; neden, espri
hums: beşte biridame etmek: devam etmek
iktida etmek: uymakistifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
istilâ etmek: kuşatmak, kapsamak, içine almakittiba: tabi olma
ittifak: birleşmekemâl-i ihtiram: tam ve mükemmel saygı
kesret: çoklukkâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lisan: dilmahlûkat: yaratılmışlar
mazi: geçmişmebzuliyet: bolluk, çokluk
memnunâne: memnun bir şekildemes’udâne: mutlu bir şekilde
muhafaza etmek: korumakmüsellem: doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş
müstakbel: gelecekmüşahede: seyretme, gözlemleme
nev-i beşer: insanlar, insanlıknutuk: konuşma
nâzil olmak: inmeknısf: yarı
sair: diğer, başkasemâvât: gökler
sermedî ferman: hükmü sürekli devam eden ferman, buyruktaife-i ilmiye: ilim sınıfı, tabakası,
tarz-ı beyan: açıklama şeklitasdik: doğrulama, onaylama
tekrâr-ı tilâvet: tekrar tekrar okumaktesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tilâvet: okumaumum: bütün, genel
zemzeme-i belâğat: belâğat nağmesiziyadeleştirmek: artırmak, fazlalaştırmak
zîşuur: şuur sahibi, bilinçliüslûb-u ifade: ifade tarzı
şebâbet: gençlik, tazelik
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
İkinci Kısım - Sayfa 164

ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliyave asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarîkatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik vecâmiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncısı: Kur’ân’ın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,

Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semâvî hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizapları ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a‑i semâviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imhave izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve birmertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade onaitikad ve ihtiramı ve


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunMutasarrıf: sonsuz tasarruf sahibi olan, mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah
asfiya: hem velî, hem âlim olan büyük zâtlarayn-ı hak: doğrunun ta kendisi
beşer: insanburhan: mantıkî delil, kanıt
cihet: taraf, yöncâmiiyet: genişlik, kapsamlılık
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdüstur-u faaliyet: faaliyet prensibi, kuralı
evliya: veliler, Allah dostlarıfevkalâde: olağanüstü
feyizdar: feyizli, bereketlihadsiz: sınırsız
hak: doğru, gerçekhakikat: gerçek
hakikatmedar: hakikat kaynağıhakkaniyet: doğruluk, gerçeklik
hakîmâne: hikmetli biçimdehayattar: canlı
himaye: korumahüccet: kesin delil, kanıt
ihtiram: hürmet etme, saygı göstermeimha: yok etme
incizap: cezbedilme, çekilmeitikad: inanma, inanç
itminan: inanma, tatmin olmaittihaz etmek: edinmek, kabul etmek
izale etmek: ortadan kaldırmak, gidermekizhar: açığa çıkarma, gösterme
kal’a-i semâviye-i arziye: gökler ülkesinin yeryüzü kalesi, yani hiçbir dünyalının zarar veremeyeceği kadar sağlamkelâm: ifade, söz
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarlem’a: parıltı
lisan-ı hâl: hâl dilimakam-ı hürmet: hürmet, saygı makamı
makbul: kabul gören, geçerlimecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer
menba: kaynakmertebe-i muvaffakiyet: başarı derecesi
misilsiz: benzersizmüfteri: iftiracı
nokta-i istinad: dayanak noktasısaadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu
sadık: doğruselim: sağlam
semere: meyve, neticesikke-i i’câz: mu’cizelik damgası, mührü
sıdk: doğruluktarîkat: İlâhî hakikatlere ulaşmak için, şeyhin gözetiminde takip edilen yol
tasdik: doğrulama, kabul etmetekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma
tevafuk: denk gelme, uygunlukteyid etmek: desteklemek
ukul-ü müstakîme: doğru yolda olan akıllarvahy-i semâvî: Cenâb-ı Hak tarafından peygambere bildirilen emirler
velâyet: velilikziyade: çok
şecere-i mübareke: bereketli ağaçşehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek

 
Üst