Hz. YUNUS

Ahmet.1

Well-known member
Musul yakınlarındaki Nineve (Ninova) ahâlisine gönderilen peygamber. Babası Metâ adında bir zât olup sâlih kimselerdendi. Yunus aleyhisselam kendisini balık yuttuğu için Zinnûn ve Sâhib-i Hût adlarıyla da anılmıştır.

Yunus aleyhisselam, Asûr Devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu. Babası Metâ ve annesi, Allahü teâlâya dua edip, kendilerine bir erkek evlâd ihsân etmesini dilediler. Cenâb-ı Hak onlara Yunus’u ihsân etti. Ancak Yunus aleyhisselam ana rahmindeyken babası vefat etti. Annesi onun doğum ve çocukluğu sırasında birçok hârikulâde, olağanüstü haller gördü. Yunus aleyhisselam Nineve’de büyüdü. Kavmi içinde emin, yalan söylemeyen, yardım seven bir kişi olarak meşhur oldu.

Otuz yaşına gelince Nineve ahâlisine peygamber olarak gönderildi. Putlara tapan Nineve halkını senelerce Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Kavmi ona îmân etmedikleri gibi birçok ezâ ve cefâda bulundular. Onunla alay ettiler. Fakat Yunus aleyhisselam yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan onları hak dîne dâvet etti. Allahü teâlânın azâbıyla korkuttu. Fakat Nineve halkı, “Tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse müsâde et bu azap gelsin.” deyip alay ettiler.

Yunus aleyhisselam kavminin küfürde isrâr etmesine üzülüp onların arasından ayrıldı. Allahü teâlâ ona vahyedip; “Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön, kırk gün daha onları îmâna çağır.” buyurdu. Yunus aleyhisselam bu ilâhi emir üzerine kavmine döndü ve onları hak dîne dâvete devam etti. Otuz yedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yunus aleyhisselam “O halde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin. Bunun alâmeti önce benizleriniz sararacaktır.” buyurdu ve ilâhî bir emir gelmeden üzüntüyle aralarından ayrıldı.

Yunus aleyhisselamın haber verdiği gün gelince Ninevelilerin benizleri sarardı. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryad ve figâna başladılar. “Yunus aleyhisselam aramızda ise korkmayın, eğer gitmişse azâb bizi helâk edecektir.” diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ kalplerine pişmanlık hissini verdi. Onlar tövbe etmek arzusu ile yaşlı sâlih bir zâta geldiler ve ne yapmaları gerektiğini sordular. O zât da henüz azâbın gelmesine iki gün olduğunu ve tövbe etmelerini ve azâbı kaldırması için dua etmelerini tavsiye etti.

Bunun üzerine Nineve halkı şehrin yakınındaki bir yüksek tepeye çıkıp Allahü teâlâya ve O’nun peygamberi Yunus aleyhisselama îmân ettiler. Allahü teâlâya dua edip azâbı kaldırmasını niyaz ettiler. O zamana kadar yaptıkları her türlü kötülük ve haksızlığa da tövbe ettiler. Hattâ öyle oldu ki, evlerindeki başkasına âit olan taşları söküp sâhiplerine iâde ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tövbelerini kabul edip, azâbı üzerlerinden kaldırdı. Duânın yapıldığı gün Cumâ olup, Aşûre günüydü. Sonra sevinç içinde şehre dönen Nineve halkı şehirde Yunus aleyhisselamı aramaya başladılar.

Yunus aleyhisselam da ayrılışından bir müddet sonra kavminin hallerini öğrenmek için Nineve’ye yakın bir yere geldiğinde azâbın rahmete tebdil olduğunu gördü. Fakat şehre girmedi. “Eğer şehre girersem beni yalancılıkla ithâm ederler.” diyerek sahra (çöl) tarafına yöneldi ve oradan uzaklaştı ve Dicle Nehri kenarına vardı. Fakat buraya Allahü teâlâdan emir almadan gelmişti. Dicle Nehri kenarındayken yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Gemi bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalıştılarsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra da; “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden gemi yürümüyor.” diye aralarında söylendiler. Geminin batacağından endişe edip paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabul edip: “Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur’a atalım o meydana çıkar!” diye söyleştiler.

O zamâna kadar âdetleri kur’a kime isâbet ederse onu cezâ olarak denize atmaktı. Âdetleri gereği kur’a çektiler. Kur’a Yunus aleyhisselama çıktı. O zaman Yunus aleyhisselam bunun kendisi hakkında ilâhi bir imtihan olduğunu kabul edip tevekkülle; “O âsi kul benim!” dedi. Gemidekiler Yunus aleyhisselama bakıp sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; “Bu zât köleye benzemiyor!” diyerek yeniden kur’a çektiler. Kur’a yine hazret-i Yunus’a isâbet etti. Üçüncü defâ çekilen kur’a da Yunus aleyhisselama isâbet etti. Bâzıları; “Şüphesiz bu kişinin suçu olmalı!” dediler.

Yunus aleyhisselam yolcuları Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Fakat gemidekiler Yunus aleyhisselamı denize attılar. O an gece vaktiydi. Yunus aleyhisselamı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı Hâk balığa emredip onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hal üzere hazret-i Yunus’u alıp denizin derinliklerinde kayboldu. Yunus aleyhisselam balığın karnında sağ, aklı başında ve şuûru yerindeydi. Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir halde: “Yâ Rabbî! Emir ve hüküm senindir. Fakat Nineve’ye dönmeye ve kavmimi îmânlı bir şekilde görmeye ümîdim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen senin takdirin ne ise ona râzıyım.” dedi.

O sırada bâzı sesler işitti. “Bu nedir acabâ?” diye söylendi. Allahü teâlâ ona balık karnında olduğunu vahyederek: “Ey Yunus! Bu sesler beni denizde zikreden canlıların sesleridir!” buyurdu.

Yunus aleyhisselam balığın karnında dahi her zaman zikre devam ediyordu. Melekler onun sesini işitip Allahü teâlâya arz ettiler. Allahü teâlâ; “Bu kulum Yunus’un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu denizde bir balığın karnında hapsettim.” buyurdu. Yunus aleyhisselam, “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minezzâlimîn (Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiya sûresi 87)” duasına devam etti. Bu duası ve tesbihi onun kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa erdi. Yunus aleyhisselam balığın karnından Muharrem ayının onuncu (Aşûre) günü çıktı.

Balık onu çıkarıp sâhile bıraktığında; Yunus aleyhisselam zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda ve himâyeye muhtâçtı. Cenâb-ı Hak ihsânıyla orada hazret-i Yunus’u güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirerek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç veya bitki bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşerâtın zararını da önlemekteydi. Cenâb-ı Hak bir rivâyette o bitkiden hazret-i Yunus’a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah akşam gelip hazret-i Yunus’u emzirdi. Yunus aleyhisselam kendine gelince Allahü teâlâya şükredip ibâdete başladı. Birgün kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görüp üzüldü. Allahü teâlâ ona vahy edip kavmine dönmesini emir buyurdu ve kavminin tövbelerini kabûl ettiğini bildirmesini emretti.

Yunus aleyhisselam kavmine gitmek üzere yola çıkıp, Nineve şehri yakınlarına gelince gördüğü bir çobana kavminin durumunu sordu. Çoban da; “Peygamberleri olan Yunus aleyhisselam onlara darılıp gittiğinden kendi başlarına kaldı. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar bin bir pişmanlıkla ağlaştılar. Yunus aleyhisselamı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Neticede Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları öğretecek Yunus aleyhisselamın gelmesini bekliyorlar.” dedi. Yunus aleyhisselam kendisinin bekledikleri kimse olduğunu ve gidip onlara haber vermesini istedi. Çoban Nineve’ye gidip Yunus aleyhisselamın geldiğini haber verdi.

İlk anda Yunus aleyhisselamın geldiğine inanmayan Nineve halkı ağacın ve koyunun dile gelip, konuşması netîcesinde inandılar. Yunus aleyhisselamın bulunduğu tarafa gittiler. Yunus aleyhisselamı namaz kılarken buldular. Namazdan sonra onu hasretle kucaklayıp özür dilediler. Berâberce şehre döndüler. Bundan sonra Yunus aleyhisselam onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Kavmi mesut ve iyilik üzere oldular. Yunus aleyhisselam seksen üç yaşında ibâdet hâlindeyken Nineve’de vefat etti. Vefât ettiği yer hakkında başka rivâyetler de vardır.


Yunus aleyhisselamın mucizeleri:

1. Yunus aleyhisselam, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün yaşamıştır.

2. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ahâlisi kendisinden bulutlardan ateş çıkarılmasını istediklerinde dua etti ve bulutlardan ateş düşüp memleketin bir bölgesindeki ağaçları yaktı.

3. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle dağdan su çıkmıştır.

4. Yunus aleyhisselamın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineveliler Yunus aleyhisselamdan mucize isteyince, Allahü teâlânın emriyle dağa işâret etti. Dağdan çıkan bir keler dile gelerek; “Ey insanlar! Biliniz ki, Yunus hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin mağfiretine dâvet ediyor.” dedi.

5. Yunus aleyhisselam Nineve hâkimini îmâna dâvet etti. O zaman Hâkim; “Kapımda bulunan şu demir halka altın olursa îmân ederim.” dedi. Yunus aleyhisselam Allahü teâlânın emriyle elini kapının halkasına koydu. Demir halka altın hâline geldi.

6. Yunus aleyhisselam odun olmadığı halde su üstünde ateş yakmıştır.

7. Yunus aleyhisselam, Davud aleyhisselam gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesi vahşî ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için etrâfında toplanırlardı.

Yunus aleyhisselamın hayâtı ve başına gelen hâdiseler hakkında Kur’an-ı kerîmin Sâffat, Nisâ, Yunus, Enbiyâ, Kalem, sûrelerinde haber verilmektedir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Balığın karnındayken Yunus’un (aleyhisselam) yaptığı dua; “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn” idi. Müslüman bir kişi bu duayı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette onu kabul eder. Hiçbir kula, Yunus bin Metâ’dan (aleyhisselam) daha hayırlıyım, demek yakışmaz.”


Peygamberler Tarihi
 

Ahmet.1

Well-known member
Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette
ﻻ َٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻻ َّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ ("Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." Enbiyâ Sûresi, 21:87.)
münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur.
Hazret-i Yunus: Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen Hz. Yunus (a.s.), İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Musul yakınlarında bulunan Ninova halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Yunus ibni Metta adıyla meşhur olan Yunus (a.s.), kendisini balık yuttuğundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'de Zennun ve Sahib-i Hut ünvanlarıyla zikredilir. Otuz yaşlarında peygamber olarak görevlendirilen Hz. Yunus (a.s.), halkını otuz üç sene hakka davet etmiş, ancak kendisine sadece iki kişi iman etmiştir. O da şehri terk edince, halkı gelecek bir azaptan korkup kendisine iman etmişlerdir. Hz. Yunus da tekrar geri dönerek irşada devam etmiştir.
Münacat: Dua, Allah'a(cc) yalvarma.
Azîm: Büyük, yüce.
Mühim: Önemli.
Vesile-i icabe-i dua: Duanın kabul edilme ve karşılığının verilme sebebi.
Kıssa-i meşhure: Meşhur hikaye.
Hülâsası: Özeti.
Dağdağalı: Gürültülü.
Münacatı: Duası. Allah'a(cc) yalvarması.
Sür'aten: Hızlı olarak, çabuk olarak.
Vasıta-i necat: Kurtuluş vasıtası(sebebi).


Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut" ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.
Sırr-ı azîm: Büyük sır, büyük gizli gerçek, büyük derin ve ince mana.
Esbab: Sebepler.
Bilkülliye: Bütünüyle, büsbütün, tamamıyla.
Sukut: Düşme, alçalma, inme.
Necat: Kurtuluş.
Cevv-i sema: Gökyüzü, hava alemi, uzay boşluğu.
Hut: Balık.
İttifak: Bir konuda, ortak bir gâyede anlaşma, fikir birliği etme.
Müsahhar: Emir altına alınmış, emir dinler.
Sahil-i selâmet: Selamet sahili, korku ve endişenin olmadığı, güvenilir, emin kıyı. *Kurtuluş, yeri.
Faide: Fayda.
Müsebbib-ül Esbab: Bütün sebeplere sâhip olan, hakikî müsebbib olan Cenab-ı Hakk, bütün sebebleri meydana getiren Allah(cc).
Melce': Sığınılacak yer.
Aynelyakîn: Gözle görür derecede inanma; bir şeyi görerek ve seyrederek bilme.
Sırr-ı ehadiyet: Ehadiyet sırrı; Allah'ın(cc) her bir varlıkta görülen birlik tecellisinin sırrı.
Nur-u tevhid: Tevhid nûru. Allah`ın(cc) birliğini güneş gibi gösteren.
İnkişaf: Açılma, ortaya çıkma, görülme, açığa çıkma, meydana çıkma.
Taht-el bahr: Deniz altı gemisi.
Emvaç: Dalgalar.
Meydan-ı cevelan: Bir olayın cereyan ettiği yer. Hareket alanı. *Geniş arsa, açıklık saha.
Tenezzühgâh: Gezinti yeri.
Kamer: Ay.
Tazyik: Daraltma, sıkıştırma. Zorlama, baskı. Sıkıntı verme.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Cihet: Yön, taraf.
Şecere-i yaktîn: Yaktîn ağacı.
Lütf-u Rabbanî: Herşeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah'ın(cc) lütfu(iyilik ve yardımı).


İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman.
Nazar-ı gaflet: Gafletli bakış, Allah(cc) ve ahiret gününden yoksun bakış.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Sergerdan: Başı dönmüş, şaşkın.
Küre-i zemin: Yer küre, dünya.
Mevc: Dalga.
Heva-yı nefs: Nefsin boş, zararlı ve günahlı istekleri.
Hut: Balık.
Hayat-ı ebediye: Ölümsüz ve sonsuz hayat.
Muzır: Zararlı, zarar veren.


Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip
ﻻ َٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻻ َّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki: gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def'edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.
İktidaen: Uyarak.
Umum: Bütün.
Esbab: Sebepler.
Müsebbib-ül Esbab: Sebeplere sebep olan, sebeplerin yaratıcısı olan Allah(cc).
İltica: Sığınma.
Aynelyakîn: Göz ile görür gibi kesin ve şüphesiz.
Dalalet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, iman ve islâm yolundan sapmak.
İstikbal: Gelecek.
Taht-ı emrinde: Emri altında.
Taht-ı hükmünde: Hükmü altında, emir ve idaresi altında.
Nefs: Hayat, ruh, can. *İnsandaki bedenî canlılık; yeme, içme, şehvet gibi biyolojik ihtiyaçlara duyulan tabiî istek. *şehvet, gazap, fazilet gibi şeylerin kaynağı. *Kötü vasıfları, nitelikleri kendisinde toplayan, kötülüğe sevkeden, şehevî istekleri kamçılayıp hayırlı işlerden alıkoyan güç. *Kulun kötü ve günah olan hal ve huyları, süflî arzuları. *Kendi, şahıs. Bir şeyin ta kendisi.
Taht-ı idaresindedir: İdaresi(yönetimi) altındadır.


Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak? Hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.
Hâlık-ı Semavat ve Arz: Göklerin ve yeryüzünün(dünyanın) yaratıcısı.
Hatırat-ı kalb: Kalbe doğan manalar.
Emvac: Dalgalar.
Hâşâ: Asla, öyle değil, kesinlikle.
Zât-ı Vâcib-ül Vücud: Varlığı başkasının varlığına bağlı değil, kendinden olup ezeli ve ebedi olan Allah (cc).
İmdad: Yardım.
Halaskâr: Kurtarıcı.


Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı.
Biz dahi o münacatın sırrıyla
ﻻ َٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻻ َّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ demeliyiz.
ﻻ َٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻻ َّٓ ﺍَﻧْﺖَ Senden başka ilâh yoktur.) cümlesiyle istikbalimize, ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ Sen her noksandan münezzehsin.) kelimesiyle dünyamıza, ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.) fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.
Hakikat-ı hal: Durumun gerçek yüzü, gerçek durum.
Merkûb: Binilen, binek.
Taht-el bahr: Denizaltı, denizaltı gemisi.
Sahra: Kır, ova, çöl.
Mehtab: Ay ışığı.
Nazar-ı merhamet: Merhametli bakış.
Celb: Kendi tarafına almak, çekmek.
Nur-u iman: İman nuru, iman ışığı.
Tenevvür: Nurlanma, aydınlanma, ışıklanma, parlama.
Ünsiyet: Alışkanlık, dostluk, alışılmışlık, tanışıklık, yakınlık.
Tenezzüh: Gezinti.
İnkılab: Bir halden diğer hale geçme, hal değiştirme, değişim, dönüşüm.
Mütemadiyen: Devamlı olarak, sürekli olarak.
Mevt: Ölüm.
Karn: Asır, yüzyıl.
Emvac: Dalgalar.
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Sefine-i maneviye: Manevî gemi.
Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.
Nazar-ı ibret: İbretli bakış.
Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
Sırr-ı Kur'an: Kur'anın sırrı.
Terbiye-i Furkaniye: Kur'ân'ın terbiyesi, Kur'ân'ın bütün bedenimizi ve ruhumuzu terbiye etmesi.
Hayat-ı ebediye: Ölümsüz ve sonsuz hayat.


Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)
ﻻ َٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻻ َّٓ ﺍَﻧْﺖَ ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﺍِﻧِّﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻈَّﺎﻟِﻤِﻴﻦَ ("Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." Enbiyâ Sûresi, 21:87.)
demeye muhtaçtır.
Elhasıl: Kısacası, özetle.
Câmiiyet: Toplayıcılık, çok sayıda özellikleri kendinde bulundurma.
Müteellim: Acı çeken, acı duyan.
Arz: Yeryüzü, dünya.
İhtizazat: Titremeler, sallanmalar.
Hengâm: Zaman, vakit, an.
Zelzele-i kübra: Çok büyük sarsıntı.
Hurdebînî: Gözle görülmeyip mikroskopla görülebilen. Mikroskobik.
Ecram-ı ulviye: Gök cisimleri, yüksek yıldızlar.
Zuhur: Meydana çıkma, ortaya çıkma, görünme.
Hane: Ev.
Müştakane: Çok istekli şekilde.
Mabud: İbadet edilen.
Melcei: Sığınılacak yeri, sığınağı.
Halaskâr: Kurtarıcı.
Kabza-i tasarruf: Tasarruf(idare) eli.
Zerrat: Zerreler.
Seyyarat: Gezegenler, gezici yıldızlar.
Taht-ı emrinde: Emri altında.


Bediüzzaman Said Nursi
 
Üst