Hz. Peygamber'in (s.a.s) Fesâhati

Muvahhid1

Well-known member
Hz. Peygamber'in (s.a.s) Fesâhati

Yard. Doç. M. Vecih Uzunoğlu

Yeni Ümit D.



Allah O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) diline öyle bir güç ihsan etmişti ki, O’nu dinleme bahtiyarlığına erenler, ifadeleri en özlü, beyanları en çarpıcı bir Söz Sultanı’nın huzurunda bulunma mehâbetiyle âdeta dilleri tutulur ve büyülenirlerdi..

Fesâhat sözün açık ve kusursuz olması demektir. Hem söze hem de söyleyene ait bir vasıf olan bu terim; belagat, bir ilim olarak teşekkül etmeden evvel “güzel ve etkili söz” anlamında beyân, berâ’at ve belâgat terimleriyle eşanlamlı olarak kullanılıyordu. (Mustafa Çuhadar, “Fesâhat” mad., DİA, XII, 423)
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletle serfiraz kılındığı dönemde fesâhat ve belâgat Arapların çarşı ve pazarlarında en fazla rağbet gören bir metâ’, beyân ise sözlerinin efendisiydi. Bu toplumda dil melekesi öylesine gelişmişti ki insanlar güzel ve çirkin sözü zevk-i selîmleri ile ayırt etmekte, kim söylerse söylesin fasîh ve belîğ söze kulak kesilmekteydiler. Fesâhat, onlar için bir gurur kaynağı olabildiği gibi, dil hataları ve fesâhate muhalif tasarruflar da bir utanç sebebiydi.

Tarihî süreç içinde tekâmül eden Arap dili yoğrula yoğrula öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki âdeta dil o dönemde ifade gücünün zirvesini yakalamıştı. Allah (celle celâluhu) dilin işte böyle zirvede olduğu bir zamanda Kur’ân’ı indirmiş ve muradını en belîğ ve fasîh ifadelerle bildirmiştir.


Belâgatiyle Mucize Kur’ân

Allah Teâlâ, dilleriyle övünen Araplara Kur’ân ile meydan okumuş, onlara kendi dilleriyle Arapça bir kitap göndermiş ve Hz. Muhammed’i (sas) bu kitabı açıklamakla görevlendirmişti. Kur’ân’da “Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın.” (İbrâhîm (14), 4) buyrularak Hz. Peygamber’in Arapların diliyle gönderildiği ve kendisine indirilen hakikatleri açıklamakla görevli olduğuna işaret edilmiştir. Hz. Peygamber’in risaletine karşı çıkan ve her fırsatta dilleriyle iftihar eden Araplar, Kur’ân’ın “Bir benzerini getirin!” meydan okumasına karşı çıkamamış ve en zahmetli yolu yani mallarını ve canlarını kaybetme pahasına da olsa savaşmayı seçmişlerdi. Bu ise çok açık bir şekilde Kur’ân’ın fesâhat ve belâgatini göstermesinin yanında Arapların onun meydan okumasına karşı duramadıklarını ortaya koyar. Kur’ân’ın nazmına muaraza etmekten âciz kalınca onur ve itibarlarını kurtarmak için savaşı tercih ettiler.

Kur’ân, fesâhat ve belâgatin zirvesini temsil eden mucize bir kitaptır. En çetin düşmanları dahi onu dinlemekten kendilerini alamamış, onun fesahat ve belâgati karşısında secdeye kapanmışlardır. İbn İshâk’tan gelen bir rivayete göre Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Ebû Süfyân ve el-Ahnes b. Şurayk, Hz. Peygamber’i geceleyin namaz kılarken gizlice dinlemek üzere birbirlerinden habersiz olarak evlerinden çıkarlar. Hiçbiri diğerinin yerini bilmeden tan yeri ağarıncaya kadar Hz. Peygamber’in evinin etrafında Kur’ân’ı hayranlıkla dinlerler. Sabah olup evlerine dönerlerken yolda birbirleri ile karşılaşır, durumu anlarlar ve birbirlerini ayıplarlar. Böyle bir şeyi tekrarlamamaları ve insanların bu durumu duydukları takdirde içlerine şüphe gireceği konusunda birbirlerini uyarırlar. Bu durum birkaç gece tekrar eder ve en sonunda bir daha Kur’ân dinlemeye gelmemek üzere sözleşirler. (İbn İshâk, Sîret, s. 169) İşte önde gelen müşriklerin birbirlerini uyarmaları ve bir daha gelmemek üzere birbirlerine söz vermeleri elbette Kur’ân’ın diğer insanlar üzerinde tesir edeceği endişelerinden kaynaklanmaktaydı.



Efendimiz’in (sas) Belâgati

Belâgatiyle bir cazibe merkezi olan Kur’ân’a tercüman olmak vazifesiyle görevlendirilen Peygamber Efendimiz’in fesahat ve belâgati Kur’ân’dan sonra zirvedir. Zîrâ O (sallallahü aleyhi ve sellem), hem yetiştiği çevre hem de Allah’ın lütfu sayesinde üstün bir dil melekesine sahipti. Lehçeler içinde en fasih kabul edilen Kureyş lehçesini en güzel şekilde konuşuyordu. Hayat-ı seniyyesine baktığımızda O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem) en fasih Arap kabileleri içinde hayat sürdüğünü görürüz. Kureyş’in bir kolu olan Benî Hâşim içinde doğmuş, fesâhati ile meşhûr Benî Sa’d içinde süt emmiş, kabileler içinde en fasih kabul edilen Kureyş içinde büyümüş, Benî Esed’den evlenmiş ve Benî ‘Amr’a (Evs ve Hazrec) hicret etmiştir. Bu yüzden “Ben Arapların en fasihiyim, zira ben Kureyş’tenim ve Benî Sa’d b. Bekr’de büyüdüm.” (Suyûti, el-Muzhir, I, 210) buyurmuşlardır.

Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü bütün Araplara hitaben söylemiştir. Buna rağmen O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) kimse karşı çıkamamış ve O’nun tenkit edilecek bir tek sözünü bulamamışlardır. Eğer içlerinde daha fasih biri olsaydı onu alıp karşısına dikilecek ve muaraza edeceklerdi. Fakat onlar Allah Rasûlü’nde (sas) mükemmel bir fesahatten başka bir şey bulamamışlardı. Allah (celle celâluhu) O’na (sas) öyle bir dil ve vicdan enginliği bahşetmiş ki gönlünün ilhamlarını muhatabına rahatça aktarabilmekte ve arzu ettiği mânâyı kolaylıkla ifade edebilmekteydi. Arapçanın bütün lehçelerini yeri geldiğinde çok güzel bir şekilde kullanıyordu. O’nun (sas) ağzından hoşa gitmeyen bir anlam, dilinden kusurlu bir kelime çıkmamıştır. O (sas), fasih kabul edilen insanların dahi düştükleri ibare zayıflığı, anlam kapalılığı, söyleyiş güçlüğü gibi kusurlardan uzaktır. Eğer O’ndan (sas) fesahat adına bir kusur sâdır olsaydı, muhalifleri mal bulmuş mağribî gibi ona sarılacak, allayıp pullayıp meclislerinde bahis mevzuu yapacak, her tarafa yayacak ve risaletine gölge düşürmek için onu kullanacaklardı. Çünkü muhatabı olan toplum dile ehemmiyet veren bir toplumdu ve ancak kendilerinden daha fasih olan birine kulak verirlerdi. Özellikle bu durum İslâm’ın zuhur ettiği ilk dönemlerde daha bir önem arz etmekteydi. Zira muhalifleri, Allah Rasûlü’nü (sallallahü aleyhi ve sellem) gözden düşürmek, getirdiği hakikatlere karşı insanların ilgisini kesmek için en ufak bahaneleri dahi değerlendirmekten geri durmamış hatta iftira ederek O’nu (sas) şairlik ve delilikle suçlamışlardır. Tarih bizlere, Allah Rasûlü’nün (sas) fesahatine gölge düşürecek en küçük bir itirazın dahi vâki olmadığını nakletmektedir. Bilakis O (sas), “Ben peygamberim, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in oğluyum! Ben Araplar içinde beyanı en fasih olanım! Ben Kureyş’in çocuğuyum ve Benî Sa’d b. Bekr içinde büyüdüm. Bana lahn (hatalı konuşma) nereden/nasıl bulaşacak!” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VI, 35) diyerek kendisinin her türlü hatalı konuşmadan, fesahat ve beyan ayıplarından uzak olduğunu ifade etmiştir.


Dile Hâkimiyeti

Evet, O (sallallahü aleyhi ve sellem), en üstün bir dile sahipti. Muhatapları O’nun (sas) etkili beyanı karşısında hayranlıklarını gizleyemiyor ve bunu her fırsatta dile getiriyorlardı. O’nun (sas) farklı kabilelerden gelen insanlar karşısında dilin bütün zenginlikleriyle konuşmasını hayranlıkla dinleyen ashaptan biri bir gün O’na (sas) “Ey Allah’ın Resûlü, ne kadar da fasih konuşuyorsun! Meramını senden daha güzel ifade eden birini görmedik” dediğinde Allah Rasulü (sas): “Bu benim hakkımdır zira Kur’ân bana apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.” (Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân, III, 33) buyurmuştur.

Allah Rasûlü (sas) dile ait özellikleri ve lehçe farklarını çok iyi biliyordu. Her kavme kendi lehçesi ile hitap ediyor, bununla kalmayıp o lehçeyi en güzel ve en fasih şekilde konuşuyordu. Bu durum Efendimiz’in (sas) dışında başka biri için söz konusu değildir. Zîrâ böyle biri olsaydı Araplar onu nakleder ve her tarafa duyururlardı. Böyle birinin olması ancak hayatını sırf bu gayeye adayan, ömrünü kabileler arasında veya onlara yakın bölgelerde geçiren, nesiller boyu aktarılan rivayetleri toplayan biri için söz konusu olabilirdi. Biz biliyoruz ki Allah Resûlü (sas) değişik vesilelerle Mekke’nin dışına çıkmış olsa da farklı kabilelerin lehçelerini öğrenmek için özel bir çaba göstermemiş ve farklı kabilelerden gelecek heyetler için, onların dil ve lehçe hususiyetlerine vâkıf olmak gibi bir gayrete girmemiştir. O (sas), diğer pek çok şeyde olduğu gibi Allah’ın talimiyle öğrenmiş ve konuşmuştur. Bir rivayete göre Benî Nehd kabilesinden gelen bir heyete, orada hazır bulunan ashabın anlamadığı bir dil ile hitap eden Allah Resûlü’ne (sas): “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz aynı anne ve babanın çocuklarıyız ve Benî Sa’d içinde büyüdük, ama söylediklerinizden bir şey anlamadım” diyen Hz. Ali’ye cevaben: أَدَّبَنِي رَبِّي فَأَحْسَنَ تَأْدِيبِي diyerek, edebi/edebiyatı Rabbinden öğrendiğini, hem de çok güzel öğrendiğini ifade etmiştir. (Suyûtî, Câmi’u’l-Ehâdîs, I, 133; Hindî, Kenzu’l-‘Ummâl, XI, 431) Ayrıca Zu’l-Miş’âr el-Hemdânî, Tıhfete’n-Nehdî, el-Eş’as b. Kays (ö.40/661), Vâil b. Hucr el-Kindî (ö.50/670) gibi Hadramevt ve Yemen hükümdarlarına gönderdiği mektuplarında veya kendisine gelen heyetlerle yaptığı görüşmelerde onların lehçelerini kullanmış, onlara uygun en güzel üslûpla hitap etmiştir. Örneğin Zu’l-Miş’âr bir heyetle Allah Rasûlü’ne geldiğinde Hemdân halkına hitaben bir mektup yazmış ve şu cümlelere yer vermiştir:

إِنَّ لَكُمْ فِرَاعَهَا، وَوِهَاطَهَا، وَعَزَازَهَا، تَأْكُلُونَ عِلاَفَهَا، وَتَرْعَوْنَ عَفَاءَهَا، لَنَا مِنْ دفْئِهِمْ، وَصِرَامِهِمْ مَا سَلَّمُوا بِالمِْيثَاقِ، وَالْأَمَانَةِ، وَلَهُمْ مِنَ الصَّدَقَةِ الثِّلْبُ، وَالنَّابُ، وَالفَصِيلُ، وَالفَارِضُ، وَالدَّاجِنُ، وَالكَبْشُ الحَوَارِيُّ، وَعَلَيْهِمْ فيِهَا الصَّالِغُ، وَالقَارِحُ


“Şüphesiz (o bölgenin) yüksek ve alçak toprakları ile sahipsiz kıraç arazileri sizlerindir. Ürünlerini yer, meralarında hayvanlarınızı otlatırsınız. Anlaşma gereği taahhüt ettikleri hayvanlar ve hurmalar bizimdir. Zekât mallarından yaşlı erkek ve dişi develer, sütten henüz kesilmiş yavru develer, yaşlı inekler ile öküzler, ihtiyar koçlar, (altı yaşına başmış) sığır ve koyunlar, (beş yaşına girmiş) atlar onlarındır.” (Kâdî İyâz, Şifâ, I, 71-72)

Yine bir başka zaman ‘Atiyye es-Sa’diy’ye hitaben Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: فَإِنَّ اليَدَ العُلْيَا هِيَ المُنْطِيَةُ، وَإِنَّ اليَدَ السُّفْلَى هِيَ المُنْطَاةُ “Yüksek el veren eldir. Aşağı el alan eldir.” ( Neysâbûrî, Müstedrek, IV, 472) ‘Atiyye: “Rasûlullah bize lehçemizle konuştu” demiştir. Hadîste geçen أَنْطَى fiili أَعْطَى anlamında olup sadece mensup olduğu kabilede konuşulan bir kelimedir.

Hz. Peygamber bu kabilelerin içinde yaşamadığı gibi onlara yakın bir mıntıkada da bulunmamıştır. Dahası onların dilini öğrenmek için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Buna rağmen onlarla kendi lehçeleri üzerinden iletişim kurmuş ve iletmek istediği mânâ ve hakikatleri en doğru şekilde aktarmıştır. Bu da sahip olduğu dile ait bu hususiyetlerin Alîm ve Habîr olan Rabbi tarafından kendisine verildiği gerçeğini ortaya koyar. Zîrâ Kur’ân’da O’na (sas) hitaben “Allah sana kitabı (Kur’ân’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” (Nisâ (4), 113) buyrulmuştur.


Fesahatine Dair Hususiyetler


Allah Rasûlü’nün (sas) sözleri açık, net ve anlaşılırdı. Konuşurken kısa ve öz konuşur, konuştuklarının kıyamete kadar insanlara yol gösteren hakikatler olduğunu bilirdi. Bu yüzden muhatabın aklında ve kalbinde yer etmesi için sözlerini yavaş yavaş söylerdi. Kendisini çok yakından tanıyan ve esrarına vâkıf olan Hz. Âişe (ö. 58/678), O’nun (sas) konuşurken sözlerini saymak isteyenin rahatlıkla sayabileceğini belirtir. (Buhârî, Menâkıb 23) Bir başka rivayette ise Allah Rasûlü’nün (sas) acele etmeksizin tane tane ve açık bir şekilde konuştuğunu, hatta etrafındaki insanların sözlerini ezberleyebildiğini ifade eder. (Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle 116; Beyhakî, Sünen, III, 293) Bu da bize, Hz. Peygamber’in sözlerinin mübarek ağzından dökülmeden önce fikir süzgecinden geçtiğini, aklının dilinin gerisinde ve ona tam hâkim olduğunu göstermektedir. Bu yüzden sözlerinde herhangi bir eksiklik, kapalılık veya karışıklık olmamıştır.

Efendimiz konuşmalarında muhatabın bildiği ve aşina olduğu lafızları kullanmaya özen gösterirdi. Durumun gereğine uygun olması ve mânânın daha iyi anlaşılması gayesiyle daha az aşina olunan lafızlar kullandığı da olmuştur. Konuşmalarında anlam akıcı bir üslûbu gerektirdiğinde selis kelimeleri, yumuşak ve ince bir üslûbu gerektirdiğinde de ona uygun kelimeleri tercih etmiştir. Her iki durumda da lafızların mânâya delâleti tam, açık ve yerli yerindedir. Şair ve ediplerin güçlükle ortaya koyabildikleri bu husus hadislerin genel karakteri olup Allah Resûlü’nün (sas) beyân gücünü gösteren en güçlü argümanlardandır.

Hz. Peygamber gereksiz konuşmalardan, tekellüflü ve yapmacık ifadelerden hoşlanmadığı gibi lafı dolaştırmayı ve mânâsı zor anlaşılan garip kelimeler kullanmayı da sevmezdi. Çünkü O (sallallahü aleyhi ve sellem), tebliğle vazifeliydi ve tek arzusu muhatabına ulaşmak ve anlatmakla yükümlü olduğu hakikatleri insanların idrak seviyelerine göre sunmaktı. Yoksa muhatabı ile kendisi arasında garip lafız ve anlamlardan oluşan bir engel koymak değildi. O’nun (sas) kullandığı lafızlar açık olup delâletleri kolay anlaşılırdı. Muhatabı O’nun (sas) maksadını ve neyi kastettiğini açık ve net bir şekilde anlardı. En ciddi ve çetrefilli meseleleri tereyağından kıl çeker gibi birkaç kelime ile ifade ederek çözerdi. Yüzyıllar sonra bile Arap diline vâkıf bir insan sözlüğe çokça müracaat etmeden O’nun (sas) sözlerini rahatlıkla anlayabilir.

Allah Resûlü (sas) her insana akıl derecesine, durumuna ve ihtiyacına uygun söz söylemiş, kastettiği mânâ ile kullandığı lafızların birbiri ile uyumlu olmasına özen göstermiştir. Belâgatin özünü oluşturan ve daha sonraki dönemlerde “sözün muktezâ-ı hâle mutabık olması” şeklinde ifade edilen “yerinde söz söyleme” hususu hadislerin genel bir özelliğidir. Örneğin Ashâbtan biri Allah Rasûlü’ne (sas) gelerek;

“Ey Allah’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir? diye sordu. Allah Rasûlü:
–Annen! buyurdu. O sahâbî:
–Ondan sonra kimdir? diye sordu. Efendimiz:
–Annen! buyurdu. Sahâbî tekrar:
–Ondan sonra kim gelir? diye sordu. Allah Rasûlü yine:
–Annen! buyurdu. Sahâbî tekrar:
–Sonra kim gelir? diye sorunca Allah Rasûlü bu sefer:
–Baban! cevâbını verdi.” ( Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr, 1)

Hz. Peygamber üç kez arka arkaya anneyi zikrederek ona vurgu yapmakta, sonra babayı zikretmektedir. Bu ise son derecede beliğ ve muhatabın durumuna uygun bir ifadedir. Çünkü Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) muhatabın durumuna vâkıftı ve ona göre konuşuyordu. Bunun için anne hakkını vurgulamış ve o sahabinin şahsında bütün ümmetine ders vermişti. Ayrıca anne kendisine iyi davranma, gönlünü hoş tutma, onu kırmama gibi hususlar bakımından babadan daha fazla hak sahibidir. Çocuğun yetişmesinde annenin çektiği sıkıntılar babaya nispetle daha fazladır. Baba ise anneden daha güçlüdür ve hayatını tek başına idame ettirebilir. Ama anne tam aksine zayıftır ve birilerinin desteğine muhtaçtır. Diğer taraftan çocuk büyüdükçe anneye olan bağlılığı azalırken babaya olan bağlılığı aynı kalır. Bu ise anneye karşı ihmalkâr davranmayı netice verebilir. Bu sebeple hadîs soru soranın, hattâ bütün insanların durumuna uygun olarak anneye vurgu yapmış ve ona önem vermiştir.

Şu bir gerçektir ki Arapların en fasih ve belîğ kabul edilen edipleri eğer sözlerini güzelleştirmiş, sağlamlaştırmış ve mükemmel hâle getirmişlerse, bunu ancak büyük bir gayret ve emek neticesinde, sözün üzerinde düşünerek, sahip oldukları dil melekesinin sınırlarını zorlayarak elde etmişlerdir. Örneğin “Havliyyâtu Züheyr” olarak adlandırılan şiirler bu türden olup Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın kasideyi nazmettikten sonra bir yıl boyunca onu tashih ettiği ve güzelleştirmeye çalıştığı rivayet edilir. Böylesine bir gayrete rağmen ediplerin sözleri kusurlardan hâlî olmamış, yer yer belâgate aykırı hususlar barındırmış ve eserlerine bir tekellüf kokusu hâkim olmuştur. Sözün kısa tutulması gereken durumlarda uzatmış, uzatılması gereken yerlerde kısaltmış, lafız-mânâ münasebetinde isabetli seçimler yapamamışlardır.

Fakat Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) tam bir fıtrat insanıydı. Hiçbir zaman söz söylerken tekellüfe girmemiş, sözünü güzelleştirme kaygısı taşımamıştır. O (sas), dile tam hâkimdi ve konuşurken sözünün sınırlarını çok iyi tayin ederdi. Muhatabına aktarmak isteği mânânın ötesine geçmezdi. Yanlış anlaşılacak durumlara ise hiç düşmemiştir. Âni cereyan eden olaylar karşısında ifade ettiği sözlerinde dahi bir tereddüt, eksiklik, yanlışlık olmadığı gibi fesahati ihlal eden bir husus da söz konusu değildir. Bütün sözleri hep akıl, hikmet ve fetanet doludur.

Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sözleri vecizdi. O (sas), az sözle çok mânâlar ifade ederdi. Cevâmi’u’l-kelim olarak ifade edilen bu husus Allah Rasûlü’ne (sas) has bir durum olup daha önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bir beyanında diğer peygamberlere verilmeyen altı şey ile üstün kılındığını ifade eder ve bunlar içinde cevâmi’u’l-kelim’i zikreder. (Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizi, Siyer 5) Başka bir yerde ise “Ben nebiyy-i ümmî olan Muhammed’im, Ben’den sonra nebî yok! Ben kelâmın ilkiyle, sonuyla ve cevâmi’u’l-kelim ile serfiraz kılındım.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XI, 179, 564; Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân, III, 39) buyurmuştur. Evet, Hz. Peygamber özlü ve ihtiyaca binaen konuşur, muhatabın durumuna ve bağlama göre sözü bazen uzatır bazen kısaltırdı. O’nun (sas) konuşmalarında isrâf-ı kelâma asla rastlanmazdı. Sayfalar dolusu hakikatleri bazen birkaç kelime ile ifade ederdi. O Beyân Sultanı'nın (sas) sözleri, kısa olmasına rağmen son derecede vurucu, veciz olmakla birlikte vicdanlarda tesirli ve hafızalarda kalıcı idi.

Allah Rasûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sözleri evrenseldir. Cümleleri, vürûduna sebep olan münasebetin dar kalıpları arasında sıkışıp kalmamıştır. Çok özel olaylar sebebiyle söylemiş olduğu sözlerde dahi büyük prensipler ve hikmetler mevcuttur. Örneğin İslâm tarihinin en büyük hâdisesi kabul edilen Medine’ye hicret sırasında vuku bulan çok özel bir olay münasebetiyle ifade etmiş olduğu sözler buna çok güzel bir misaldir. Evlenmek gibi kişisel ve dünyevî bir maksatla hicret eden bir sahabi sebebiyle söylemiş olduğu “Ameller ancak niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedu’l-Vahy 1; Ebû Dâvûd, Talâk 11) hadisi, sözünü ettiğimiz münasebetin dar kalıplarını kırmış, zaman ve mekânın sınırlarından bağımsız şümullü olarak varid olmuştur. Âlimler bu hadîsin İslâm’ın üçte birini veya dörtte birini oluşturduğunu ifade ederler.

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün zamanlara hitap eden bir üslûba sahipti. Şu bir gerçektir ki kendi devrinde zirveyi temsil eden nice büyük edipler zamanın, algıların ve zevklerin değişmesiyle edebiyatları köhnemiş ve izleri silinmiştir. Fakat Allah Rasûlü’nün (sas) fesâhati, belâgati ve üslûbu zamanın öğütücü çarklarına meydan okumuştur. O (sas), her asırdaki muhataplarına tebliğle mükellef olduğu hakikatleri etkili ve canlı bir şekilde sunmuş ve sunmaya devam etmektedir. Çünkü O (sas), zaman ve mekân sınırı olmaksızın bütün insanlığa bir hidayet rehberi olarak gönderilmiştir.

Hz. Peygamber’in mesajlarının her asırda zihinlerde ve gönüllerde taze ve canlı oluşunun en önemli sebeplerinden biri de sahip olduğu edebî üslûbudur. O’nun (sas) sözlerini okuyan veya dinleyen kişi sanki kendisine hitap ediliyormuş gibi hissesine düşeni alır. Her asırda insanlar O’nun (sas) sözlerinde kendilerine söylenen şeyler bulmuşlar ve bulmaya da devam edeceklerdir. Bu yönüyle O’nun nübüvveti sona ermemiş ve O (sas), hâlâ bizzat hayatın içindedir. (Râfi’î, Vahyu’l-Kalem, III, 14)

Bir Edibin Sözleri

Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, O Beyan Sultanı’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini hakkıyla ancak dilin inceliklerine vâkıf söz üstatları edipler takdir edebilir. Bu vesileyle makalemizi Arap edebiyatının önde gelen imamlarından meşhûr âlim el-Câhız’ın (ö.255/868) Efendimiz’in (sas) sözlerini vasfettiği şu cümlelerle bitirmek istiyoruz:

“O (sas) az kelimeyle çok mânâ ifade etme gücüne sahipti, yapmacık tavırlardan ve tekellüften uzaktı… Uzun konuşulması gereken yerde uzun, kısa tutulması gereken yerlerde de sözü kısaltmıştır. Kulağa hoş gelmeyen garip kelimelerden uzak durmuş, çarşı-pazar dilinden yüz çevirmiştir. O (sas), ancak bir hikmet mirasından konuşmuş, ismetle kuşatılmış, ilâhî te’yidle güçlendirilmiş ve tevfîk-i ilâhî ile kolaylaştırılmış sözler söylemiştir. Bunlar Allah’ın sevgisine mazhar olmuş ve kabule şayan sözlerdir. Allah (celle celâluhu) O’nun (sas) sözlerine mehâbet ile tatlılığı, güzel ifade ile kelime azlığını bir arada vermiştir. O (sas), sözlerini tekrar etmeye ihtiyaç duymadığı gibi dinleyenler de tekrara ihtiyaç hissetmezdi. O’nun (sas) sözlerinde eksik kelime yoktur, konuşurken asla dil hatasına düşmemiştir. Hiçbir huccet ve hiçbir hasım O’na (sas) karşı duramamış, hiçbir hatip de O'nu susturamamıştır… Ayrıca insanlar O'ndan daha faydalı, lafız yönüyle daha doğru, vezin bakımından daha düzgün, üslûp itibariyle daha güzel, gaye bakımından daha şerefli, etki yönüyle daha güçlü, mahreç bakımından daha kolay, mânâ itibariyle daha fasih, anlam bakımından daha açık bir söz işitmemişlerdir.” (Câhız, el-Beyân ve’t-tebyîn, II, 16-18)




 
Son düzenleme:
Üst