Hubab

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 131


Rabian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki:

“Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

Hamisen: Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader‑i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır.

Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

Sabian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de,




Beytüşşebab: Şırnak iline bağlı bir ilçeazim: gayret
ağlebi: çoğu, en fazlaaşâir: aşîretler
a’mâl: ameller, işlercemaat: topluluk
cereyan: akımdahil: iç
dahilî: içe ait, içten çıkandinen: dinî olarak, din açısından
ekseri: çoğuemniyet etmek: güvenmek
enbiya: nebiler, peygamberlerevvel: önce, ilk olarak
frenkler: yabancılar, Batılılarfâsık: günahkâr
fünun: fenler, ilimlerfıtrat: yaratılış, mizaç
galebe etmek: yenmek, üstün gelmekgarp: batı
hamisen: beşincisihariç: dış
hasım: düşmanhebâen: boşu boşuna
hükema: filozoflarhürmet: saygı
intibaha getirme: uyandırmaintibâh: uyanış
istifade eden: yararlananitaat etme: emre uyma, boyun eğme
kader-i ezelî: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesilâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık
lâübâlilik: saygısızlık, ciddîyetsizlikmaddeten: maddî olarak
maslahat-ı İslâmiye: İslâmî yarar, İslâmiyetin lehine olan yarar, kazançmillet-i İslâm: İslâm milleti
misyoner: Hıristiyanlığı tanıtmaya ve yaymaya çalışan kimsemuktedir: güçlü, otoriter
mutlak: kayıtsız, şartsız, kesinmuvafık: uygun
muvakkat: geçicimütedeyyin: dinin emirlerini eksiksiz yerine getiren, dindar
müttehem: suçlu; itham altında olannamına: adına
nazar: bakış; bakış açısırabian: dördüncüsü
remiz: işaretsabian: yedincisi
sadisen: altıncısısathî: sığ, yüzeysel
sa’y: çalışmasebat: kararlılık
selâmet-i millet: milletin selâmeti, esenliği, güven içinde oluşusual: soru
tebdil etmek: değiştirmek, dönüştürmektezyif: alay, küçük düşürme
umum: bütünvesait: araçlar, vasıtalar
âlem-i küfür: küfrü ve inkarcılığı yaymaya çalışan kişilerden meydana gelen topluluk; inkâr dünyasıâlem-i İslâm: İslâm dünyası
çendan: gerçi, her ne kadarİslâmlar: Müslümanlar
İttihatçılar: İttihat ve Terakki Fırkasının önde gelen idarecilerişark: Doğu, Asya

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 132


birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.

Saminen: Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydâne ve ihmalkârâne, müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere mâruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

Tasian: Sizin bu İstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi ve âli hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden seven cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalle onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitleri avâm-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecek.




Avrupa: (bk. bilgiler)Avrupa medeniyet-i habise kısmı: Avrupa medeniyetinin çirkin, pis kısmı
Avrupa medeniyet-i sefihanesi: helâl olmayan, zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olan Avrupa medeniyetiavâm-ı Müslimîn: Müslümanların halk tabakası
bedbaht: talihsiz, bahtsızbilhassa: özellikle
can ü dilden: içten gelerek, gönüldencemaat: topluluk; İslâmî bağlarla birbirine bağlanmış topluluk
cereyan-ı bid'atkârâne: bozucu, zararlı akım; dinin aslında olmayan, sonradan oluşturulan ve dine sokulmaya çalışılan zararlı, bozucu akımcesîm: çok büyük, iri
cumhur-u mü'minîn: mü’minlerin hepsidesâtir: düsturlar, yasalar, kanunlar
evâmir-i Kur'âniye: Kur’ân’ın emirlerifrenk: yabancı, Batılı, Avrupalı
fırak-ı dâlle-i İslâmiye: İslâm toplumu içinde yer alan doğru yoldan ayrılmış sapık fırkalarihmalkârâne: ihmal ederek
imtisal: emre uyma, boyun eğmeinkılâpvâri: inkılâba benzer değişim, dönüşüm
inkıyad: boyun eğmeintibaha gelmek: uyanmak
istimdat etme: medet umma, yardım istemeistinad etmek: dayanma
ittisal etme: birleşme, bağlanmakemmiye-i kalile-i muzırra: zararlı azınlık
lâkaydâne: kayıtsız kalarak, ilgisizcelâübâliyâne: vurdumduymaz bir tarzda, kayıtsız kalarak
maslahat-ı İslâm: İslâmın menfaatı, yararımedeniyet-i Kur'ân: Kur’ân'î değer ve esaslara dayanan medeniyet
meftun: düşkünmenfîce: olumsuzca
metanet: dini korumadaki kararlılık, dayanıklılıkminnettar: minnet duyan, yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hisseden
muhafaza eylemek: korumakmukallit: taklitçi
muzafferiyet: zafer kazanma, galibiyetmâruz kalmak: uğramak, tesirinde kalmak
münâfi: aykırı, zıtmüsbet: olumlu
namına: adınanazar: bakış, göz
rahne: yarasalâbet: dini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık
saminen: sekinzincisisine: iç, göğüs, kalb
sünnet: Peygamberimizin (a.s.m.) söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler
tabaka-i avâm: halk tabakası, sıradan insanlar
tahripkârâne: yakıp yıkıcı bir şekilde, tahrip ederektakdim etmek: sunmak
takdir etme: birşeyin değerini anlayarak beğenisini dile getirme, ifade etmetasian: dokuzuncusu
tecerrüt: soyutlanma, sıyrılma, ayrılmazaaf-ı dine: dini yaşamada zayıflık, gevşeklik
zarurî: zorunluzuhur: ortaya çıkma, görünme
âlem-i İslâm: İslâm âlemi, dünyasıâli: yüce, yüksek
İstiklâl Harbi: Bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 133


Âşiren:
Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik hasiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini



an’ane-i müstemirre: yerleşmiş, devam eden gelenekbizzat: doğrudan
bâhusus: özelliklecihet: yön, taraf
dalâlet: doğru yoldan ayrılma, sapkınlıkdelâil: deliller
deruhte etmek: üstlenmekef'âl: fiiller, işler
farz: Allah’ın kesinlikle yapılmasını emrettiği şeyferâiz: farzlar; Allah’ın yapılmasını kesin olarak emrettiği şeyler
fıtrat: yaratılış, mizaçgaflet: duyarsızlık, umursamazlık; Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
güruh-u mücâhid: din için cihad edip çalışan, çaba harcayan kimseler topluluğuhadsiz: sayısız, sınırsız
hakikî: asıl, gerçekhamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti
hasiyet: özellikhukuk-u ibâd: kul hakları; diyet, tanzimat, borç hakkı gibi özel menfaati ilgilendiren haklar (mülkiyet, sağlık, alışveriş, borç gibi)
hukukullah: Allah’ın hakları; zekât, şer’î cezâlar, keffaretler, farz ibadetler gibi genel menfaatı ilgilendiren haklar; namaz, oruç, zekât, içki, zina kumar gibi emir ve yasaklara uymahâcât-ı diniye: dinle ilgili ihtiyaçlar
icmâ: fikir birliği; bir asırda müçtehid kimselerin dini bir meselede vardıkları görüş birliğiihbarat: ihbarlar, bildirmeler, haber vermeler
ihtimal-i helâket: yok olma, mahvolma ihtimaliihtimal-i necat: kurtuluş ihtimali
ihtimal-i zarar: zarara uğrama ihtimaliihtiyâcât-ı ruhiye: ruhun ihtiyaçları
imtisal etmek: yerine getirmekinkılâb-ı azîm: büyük değişim, dönüşüm
istinad: dayanma, güvenmelehviyat-ı medeniye: medeniyetin haram eğlenceleri, oyunları
lâakal: en azmeclis-i âli: yüksek, yüce meclis
mecnun: cinnet geçirmiş, delimânâ-yı hilâfet: hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık makamının anlamı
mânâ-yı saltanat: Devlet makamının ifade ettiği mânâ, görevsafsata-i nefis: nefsin safsatası, nefsin saçmalıkları
sülûk etmek: bir yola girmek, yönelmek, gitmeksırr-ı tevatür: tevatür sırrı; bir sözün nesilden nesile, sözüne inanılır büyük bir topluluk tarafından nakledilmesi sırrı, hikmeti
tazammun etmek: içine almak, kapsamakvehim: kuruntu, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşünce
vekâleten: başkasının adına ve yerine hareket ederek, asıl vazifelinin yerine çalışarakvesvese-i şeytan: şeytanın kalbe düşürdüğü şüphe, asılsız kuruntu
zarar-ı dünyevî: dünyaya ait zararzaruriyât-ı diniye: hükümleri açık olan ve dinen yapılması zorunlu olan şeyler
âşiren: onuncusuşahsiyet-i mâneviye: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik; tüzel kişilik
şeâir-i İslâmiye: İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 134


Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise 1 وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا âyetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
blank.gif
2 نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
blank.gif
3



endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın.” Âl-i İmran Sûresi, 3:103.

Dipnot-2
“Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.

Dipnot-3
“O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.” Enfâl Sûresi, 8:40.
[/NOT]



bilmecburiyye: zorunlu olarakcemaat: topluluk
dahil: içderuhte etmek: üstlenmek
ebedî: sonu olmayan sonsuzfena: kötü, çirkin
ferd: kişigayr-ı mahdut: sınırsız
halife-i şahsî: Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtın şahsı, kendisihariç: dış
hasım: düşmanidame etmek: devam ettirmek
ihyâ etmek: canlandırmakinşikak-ı âsâ: değneğin bölünmesi, âsânın ikiye ayrılması; "ihtilaf ve ayrılıklarla, birliğin bozularak kuvvetin dağılması" mânâsında bir deyim
istinad: dayanma, güvenmekâmil: olgun, mükemmel
lâfız: söz; kelimemahdut: sınırlı
metin: sağlam, kuvvetlimuhafaza etmek: korumak
muktedir: güçlümânâ-yı hilâfet: hilâfetin anlamı; Peygamberimizin vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık; hilâfetin özü
müstakim olmak: doğru yolda olmak, istikametli olmaksebebiyet vermek: sebep olmak
tahrip etmek: yıkıp yok etmektarik: yol
tehâvün: önemsememek, hafife almak, aldırış etmemektenfiz-i ahkâm-ı şer'iye: yürütme; şeriata ait hükümlerin uygulanması, yerine getirilmesi
tevkif etmek: durdurmakteşci etmek: cesaretlendirmek, gayrete getirmek
vazife: görevvezâif: vazifeler
zaaf: zayıflık, güçsüzlükzaaf-ı milliyet: milliyetin zayıflığı, güçsüzlüğü
zarurî: zorunluziyade: fazla
İslâmın şeâiri: İslâma sembol olmuş şeyler, iş ve ibâdetlerşahs-ı mânevî: tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik
şeâir: İslâma sembol olmuş şeyler, iş ve ibâdetlerşuur: bilinç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 135


İ’lem eyyühe’l-aziz!

(Ey aziz kardeşim, bil ki!)

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hakaik-i imaniyeyi ispat için irad edilen burhan ve delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf, nahif delil intaç edemez” diye tenkidatta bulunma. Zira, zâfiyetiyle itham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet, İslâmiyetin sıdkına delâlet eden şahitlerden, şehidlerden, burhanlardan, delillerden, emarelerden herbirisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünkü, hakaik-i imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, herbirisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerinde tevâfuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünkü tevafuk yok.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazan birşeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur. Ve keza, şiddet-i havf ve gayet azamet ve aklın ihatasızlığı da inkâra sebep olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç ve dahil olduğu gibi, Cehennemin de küfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî bir yakînle müşahede ettim. Ve keza, nasıl ki hurmanın çekirdeği hurma ağacına hamiledir; aynen öyle de, iman habbesinde de Cennetin mevcut olduğunu hads-i kat’î ile gördüm. Çünkü, o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül ve



Hanzale: zakkumHanzale ağacı: zakkum ağacı
azamet: büyüklükburhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil, kanıt
cihet: taraf, yöndahil olmak: içine girmek, içinde bulunmak
dalâlet: doğru yoldan sapkınlıkdelil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey
delâlet etme: delil olma, işaret etme, göstermeehl-i vukuf: bilirkişi
emare: belirti, işaretesbab: sebepler
gayet: çokhabbe: dane, tohum
hads-i kat'î: zihnin bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın doğruluğuna, kalbe gelen güçlü ve kesin bir sezgi ile hızla hükmettiği şüphesiz bilgihakaik-i imaniye: iman hakikatleri, esasları
himaye etmek: korumaki'lem eyyühe'l-aziz: "Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!" mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir kavram
ihatasızlık: kuşatamama, kapsayamamaintaç etmek: sonuç vermek, doğurmak
irad etme: getirme, sunmaitham etmek: suçlamak
keza: bunun gibiküfür: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etmek (k-f-r)
muhabbet: sevgimuvafık: uygun
mündemiç: içinde bulunan, içine yerleştirilmişmüstetir: gizlenmiş, örtülmüş
mütehalif: birbirine aykırı, zıtmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nahif: güçsüz, zayıfnefiy: bir şeyin yokluğunu iddia etme, varlığını inkâr edip reddetme
sabit: var olan, varlığı kesin olansübut: kesinlik; bir şeyin varlığının sabit olması, varlığının ispat edilmesi
sıdk: doğruluksıhhat: sağlamlık, doğruluk, güvenilirlik
tahavvül: değişimtakviye: kuvvetlendirme, güçlendirme
tarz: biçim, şekiltasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
tenkidat: tenkitler, eleştirilertetkik etmek: incelemek
tevâfuk: birbirine uygunluktezkiye etmek: temize çıkarmak, güçlendirmek
yakîn: şüphe edilmeyecek derecede kesinlikzâfiyet: zayıflık, güçsüzlük
şahit: tanıklık eden, delilşehadet: şahitlik, tanıklık, delil getirme
şehid: şahit, delil (şahid kelimesinin mübalağa kipi)şiddet-i havf: şiddetli, aşırı korku
şuhudî: açıkça, gözle görür derecesinde

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 136


inkılâpları garip olmadığı gibi, küfür ve dalâlet mânâsı da tâzip edici bir Cehennemi, imân ve hidâyet de bir Cenneti intaç edeceğinde istib’ad yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, “Allah Allah” zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde herşeyin yüzünde hikmet eserleri göründüğü gibi, en uzak, en geniş, en ince kesretin tabakaları üstünde de hikmet, ihtimam eserleri görülmektedir. Evet, kesret ve tekessürün müntehası ve neticesi olan insanın sahife-i vechinde, cephesinde, cildinde, ellerinin içlerinde kalem-i kaderle pek çok çizgiler, hatlar, nakışlar, nişanlar yazılmıştır. Malûmdur ki, insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, harekeler, ruh-u insanîde bulunan mânâlara, mâneviyatlara delâlet ettikleri gibi, fıtratında kader tarafından yazılan mektuplara da işaretleri vardır. Arkadaş, insanın geçen sahifelerine kaderin yazdığı haşiye, tesadüf ve ittifakın dühulüne bir menfez bırakmamıştır.


Hâlık-ı Semâvat ve Arz: gökleri ve yeri yaratan AllahKâdirî: (bk. bilgiler)
Nakşibendî: (bk. bilgiler – Nakşî/Nakşîbendiler)dalâlet: doğru yoldan sapkınlık
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmekdühul: içeri girme, müdahele etme
emirber: emri yerine getirmeye hazırene: ben, benlik
enâniyet: benlikfiravunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesinde büyük görme
fıtrat: yaratılış, mizaçgaflet: sorumsuzluk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma
garip: şaşırtıcı, tuhafhabbe: dane, tohum
hararet: ısı, sıcaklıkhareke: Arapça'da harflerin hangi ses değeriyle okunacağını gösteren işaretler
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhusus: mevzu, konu
i'lem eyyühe'l-aziz: "Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!" mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir deyimihtimam: dikkat, özen, önem verme
inkılâp: dönüşüm, dönüşmeintaç etmek: netice vermek
istib'ad: akıldan uzak tutma, uzak görmeittifak: anlaşma, birlik
ittihaz etmek: kabullenmek, edinmekkader kalemi: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve yazması
kalem-i kader: kader kalemi, Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlamasıkesret: çokluk
kezâlik: bunun gibiküfür: Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etmek, inançsızlık, dinsizlik
mahvolmak: yok olmakmalûm: bilinen
menfez: delikmuvaffak olmak: başarmak
mâneviyat: mânevi âleme ait olan şeylermünteha: en son nokta, netice
nakış: işleme, süslemenefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı daima kötülüğe sevk eden duygu
neşvünemâ bulmak: büyüyüp gelişmeknişan: alâmet, işaret
ruh-u insanî: insan ruhusahife-i vech: yüz sayfası; Cenâb-ı Hakkın isimlerini tecellî edip yazıldığı insan yüzü
tabiat tâğutları: tabiat putları; insanları Allah’a karşı isyana sevk eden tabiattaki her şeytarümâr etmek: dağıtmak, perişan etmek
tekessür: çoğalmatesadüf: rastlantı
tâbir etme: isimlendirme, ifade edilmetâzip etme: azap verme, işkence etme
zikir: Allah lâfzını tekrar edip Onu anma; tas. belirli ifadelerle, belirli zamanlarda, belirli sayı ve edep kuralları çerçesinde düzenli olarak Allah’ı anma, hatırlamazikr-i cehrî: açıktan yüksek sesle veya çevredekilerin duyacağı şekilde yapılan, sesli zikir
zikr-i hafî: gizli zikir; alçak sesle, kişinin ancak kendisinin duyabileceği zikirzikr-i İlâhî: Allah’ı anma, hatırlama
âlem: dünya, evrenşuâ: ince ışık hüzmesi, ışın

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 137


İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu dünya hayatına muhabbetle müptelâ olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesinden maksat ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o hayatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani, Fâtır-ı Hakîmin zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğu bütün cihâzat-ı acibe ve teçhizat-ı harikanın, seri-ü’zzevâl olan şu hayatın hıfzıyla bekası için verildiğini zannediyorlar. Halbuki, kaziye öyle olduğu takdirde, kâinattaki gayr-ı mütenahi nizamların şehadetleriyle, sath-ı âlemde görünen hikmet, inayet, intizam, adem-i abesiyete olan delil ve burhanların, mâkûse olarak, abesiyete, israfa, intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve burhan olmaları lâzım gelecektir.

Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. O faidelerden, hayat sahibine, tasarruf ve hizmeti nisbetinde bir hisse ayrıldıktan sonra, bâki kalan gayeler, semereler Fâtır-ı Hakîme râcidir. Evet, insan ve insanın hayatı, esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatına bir tarladır. Ve Cennette rahmet-i İlâhiyenin envâının cilvelerine mazhardır. Ve hayat-ı uhreviyenin harika ve gayr-ı mütenahi semereleri için bir fidanlık veya bir çekirdektir. Demek, insan bir sefine kaptanı gibidir. Sefinenin gayr-ı mahdut faidelerinden, kaptanın alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir. Bâki kalan kısmı sultana râcidir. İnsan da, sefine-i vücuduyla alâkası derecesinde o vücudun hayattar semerâtından hissesini alır. Mütebâkisi Sultan-ı Ezelîye aittir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.



Fâtır-ı Hakîm: her şeyi belli bir amaca yönelik, tam yerli yerinde ve benzersiz olarak yaratan AllahHâlık: her şeyi yaratan Allah
Mevlâ: efendi, koruyucu, sahip, AllahMâlik: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan Allah
Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatı bütün zamanları kuşatan Sultan, Allahabesiyet: boş, faydasız ve gayesiz oluş
adem-i abesiyet: boş ve anlamsız olmamaadem-i hikmet: hikmetsizlik; her şeyin bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olmaması
alâka: ilgibekà: devamlılık ve kalıcılık
burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delilbâki kalan: geri kalan
cevher-i insaniyet: insanlığın aslı, özü, ruhucihâzat-ı acibe: şaşırtıcı, harika cihazlar, âletler
cilve: görüntü, yansımadelil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey
dünyevî: dünya ile ilgilienvâ: neviler, türler
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerigaye: amaç
gayr-ı mahdut: sınırsızgayr-ı mütenahi: sonsuz
hayat-ı uhreviye: öteki dünya hayatı, öldükten sonraki sonsuz hayathayattar: canlı
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olmasıhisse: pay
hıfz: korumainayet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik, itina, özen
intizam: düzenlilikintizamsızlık: düzensizlik
israf: savurganlıki’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!" mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade
kaziye: önermekâinat: evren, yaratılmış herşey
lâzım gelmek: gerekli olmakmaksat: kasıt, amaç
mazhar: erişmiş, kavuşmuşmuhabbet: sevgi
mâkûse: ters orantılımüptelâ olan: bağımlı olan
mütebâki: geri kalannizam: düzen, sistem
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmetirâci: dönen, ait olan
sath-ı âlem: kâinat yüzü, yaratılmış herşeysefine: gemi
sefine-i vücud: vücut gemisi, beden gemisisemere: meyve, sonuç
semerât: meyveler, neticelerseri-ü’zzevâl: hızla, çabucak yok olan, sona eren
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetmetecelliyat: tecellîler; yansımalar, görüntüler
teçhizat-ı harika: hayranlık veren cihazlar, donanımlarvedia: emanet, ödünç
vücud: bedenvücuda gelmek: meydana gelmek
zevilhayat: hayat sahipleri, canlılarziynet: süs
şehadet: şahitlik, tanıklık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 138


Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak geri kalır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada cereyan eden ve husule gelen herbir şeyin iki veçhi vardır: Biri âhirete bakar ki, nefsülemirde en sabit, en ağır bu vecihtir. İkincisi dünyaya, nefsine ve hevâya bakar. Bu vecih, hakaret, hiffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ıztırabına, düşüncelerine bais olacak bir kıymette değildir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellîsini görse, şemsin o timsal ve tecellîsinden, hakikî şemsin bütün levâzımâtını, hattâ âleme merkez olmasını ve seyyârâta olan cezbini talep edip isterler. Maahaza, o zerrede veya o çiçekte gördüğü timsal ve tecellînin bir ârızadan dolayı kayboldukları zaman, basar ve basiretinin körlüğü dolayısıyla, hakikî şemsin inkârına zehab ederler. Ve keza, o eblehler, tecelli ile husule gelen vücud-u zıllîyi, vücud-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için, birşeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeye başlarlar.

Ve keza, o eblehler sinek, böcek ve sair küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san’at ve hikmet görmekle, derler: “Sâni bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”

Arkadaş! Bu gibi eblehleri ikna ve işkâllerini def için, dört şeyin bilinmesi lâzımdır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakkın rububiyetinin kemâliyle alâkadar olan herşey Onu





Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahSâni: herşeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratan Allah
alâkadar: alâkalı, ilgiliaslî: asıl, gerçek olan
basar: görme duyusubasiret: kalpte eşyanın hakikatini görme, sezme duyusu
bilhassa: özelliklebâis olmak: sebep olmak
cereyan etme: meydana gelmecezb: çekme, çekim
ebleh: ahmakeser-i san’at: san’at eseri
hakaret: küçüklük, değersizlikhararet: ısı, sıcaklık
hasis: maddi görünüş itibariyle değersiz, küçük, basit
hevâ: gelip gecici arzu ve istekler
hiffet: hafiflikhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
husule gelme: ortaya çıkmahususiyat: özellikler
i'lem eyyühe'l-aziz: "Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!" mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifadeiltibas etmek: karıştırmak
işkâl: problem, şüphe, karışık olma, zorlukiştiyak: aşırı arzu ve istek
kemâl: mükemmellikkeza: bunun gibi
külfet: güçlük, zorluklevâzımât: gerekli şeyler; lâzım olan şeyler
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemahal: yer, zemin
mevki: yer, konummârifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma
nefis: bir şeyin kendisi; insanı zevk ve lezzetlere sevk eden kuvvetnefsülemir: gerçek, asıl
rububiyet: Rablık; Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sair: diğer
seyyârât: gezegenlertecellî: görünüm, yansıma
teellüm: elem çekmeteessür: üzüntü
timsal: görüntüvecih: yön, yüz
vücud-u hakikî: asıl varlık, gerçek vücutvücud-u zıllî: gölge varlık (aynadaki güneş gibi)
zehâb etmek: fikrine kapılmak, yanlış düşünceye girmekzerre: en küçük madde parçası, atom
zeval: gelip geçici olmaziya: ışık
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatâlem: dünya, evren
ârıza: aksamaşefkat: içten ve karşılık beklemeden duyulan merhamet ve sevgi
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 139


tavsif eder. Fakat, o şeyin, rububiyetine mazhar olduğu münasebetiyle, kemâlinin de mahall-i tecellîsi olur. Fakat o kemâl ile muttasıf olamaz.

İkincisi: Herşeyden Cenâb-ı Hakkın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahi sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.


Üçüncüsü: İlm-i muhitten in’ikâs eden kader, herşeyde esmâ-i nuriyeden bir hisse tersim etmiştir.

Dördüncüsü:

اِنَّمَاۤ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
blank.gif
1

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
blank.gif
2


Bu âyetlerin sarahatine göre, herşeyin vücudu “Kün” emriyle bağlı olduğu gibi, bütün eşyanın icad ve sonradan ihyâları, bir nefs-i vahidenin icad ve ihyâsı gibidir. Demek, icad Cenâb-ı Hakka isnad edilirse bu kadar rahat ve kolay olur. Amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiği zaman, bütün ukalânın ve eblehlerin hükümlerinden neş’et eden muhâlâtı kabul etmeleri lâzım gelir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i ulûhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta,





[NOT]Dipnot-1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o şey de oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-2 “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
[/NOT]



Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
beyan etmek: açıklamakdaire-i mümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde ve eşit olup varlığı ancak Allah’ın var etmesine bağlı olan varlıklar dairesi, yaratılanların tamamının oluşturduğu kâinat dairesi
daire-i ulûhiyet: İlâhlık dairesidurub-u emsal: meşhur sözler, atasözleri
ebleh: ahmakesbab: sebepler
esmâ-i nuriye: nurlu isimler; Allah’ın isimlerieşya: varlıklar
gayr-ı mütenahi: sonsuzhakaik-i mücerrede: soyut, maddî bir kalıba sokulamayan hakikatler, gerçekler
hakikat: gerçek, esashisse: pay
hüküm: bir konu üzerine verilen yargı ve kararicad: var etme, yaratma
ihyâ: diriltme, hayat vermeilm-i muhit: Allah’ın herşeyi kuşatan ve kapsayan ilmi
in’ikâs eden: yansıyanisnad etmek: dayandırmak
istilzam etmek: gerekli görme, gerektirmei’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlamasıkemâl: mükemmellik
kün emri: Arapça “kün = كُنْ”, yani “Ol” emrilâzım gelmek: gerekli olmak
mahall-i tecellî: görüntünün, aksin belirdiği yermazhar olmak: ayna olmak, nail olmak
miftah: anahtarmuhâlât: olması, gerçekleşmesi imkânsız şeyler
muttasıf: vasıflanmış, nitelendirilmişmünasebet: bağlantı, ilgi
nefs-i vahide: bir şey, bir kişineş’et etme: doğma, kaynaklanma
nur: ışıkrububiyet: Rablık; Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
sair: diğersarahat: açıklık, açıklama
tavsif etmek: nitelemek, özelliklerini anlatmaktersim etmek: çizmek, resmetmek, resimlemek
ukalâ: akıllılık taslayanlarvücud: varlık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 140


ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkün ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuûnâtını, ahvalini düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur.

Bu kaide, Arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan ism-i Zahir itibarıyla, Arş, mülk, kevn melekût olur. İsm-i Bâtın itibarıyla, Arş, melekût, kevn mülk olur. Demek, Arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza, ism-i Evvel itibarıyla,
blank.gif
1 وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاۤءِ âyetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ismi Âhir itibarıyla,
2 سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمٰنِhadîs-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.

Demek, Arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisselerle kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.




[NOT]Dipnot-1 “Arşı su üzerinde idi...” Hûd Sûresi, 11:7.

Dipnot-2
“Cennetin damı Rahmân’ın Arşıdır.” el-Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 78.
[/NOT]



Bâtın: bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratan ve işleten AllahEvvel: her şeyin aslını ve başlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden ve Kendisinden önce hiçbir şey var olmayan Allah
Zâhir: bütün varlıkların dışlarına hükmeden ve bütün isim ve sıfatlarının tecelllileri yarattığı varlıklarda görünen Allahahval: haller, durumlar
arş: taht, yüce makam; Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yerbidayet: başlangıç
cihet: yön, tarafdaire-i imkân: imkân dairesi; varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı ancak Allah’ın var etmesine bağlı olan bütün varlıklar, kâinat
daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe muhtaç olmayan, sıfat ve niteliklerinin zıddı düşünülemeyen İlâhlık dairesi, Allah’ın varlığıfevk: üst
hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışhalita: karışık halde olan; karışım
ihata etmek: içine almak, kuşatmak
ima etmek: işaret etmek
ism-i Bâtın: Allah’ın, bütün varlıkların iç yüzünü ve özellikle canlıların içlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işlettiğini gösteren ismiism-i Evvel: Allah’ın her şeyin aslını ve başlangıcını ezelî ilmiyle tespit eden ve Kendisinden önce hiçbir şeyin olmadığını ifade eden ismi
ism-i Zahir: Allah’ın varlığının eserleriyle ve delilleriyle âşikâr ve görünür olduğunu ifade eden ismiismi Âhir: Allah’ın her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî olduğunu ifade eden ismi
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifadekaide: düstur, prensip, kural
kevn: varlık, âlem, kâinatkeza: bunun gibi
mazruf: zarflanan, zarf içinde olanmelekût: birşeyin iç yüzü, aslı, esası
misal: örnekmiskin: zavallı
mülk: herşeyin görünen dış yüzümümkün: varlığı ile yokluğu eşit olan ve varlığı ancak Allah’ın var etmesine bağlı olan varlık
nazar: bakışnihayet: son
tatbik etmek: uygulamaktavazzuh etmek: açıklığa kavuşma
temessül etmek: belirmek, görünür hâle gelmekvücud: varlık
Âhir: her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allahşuûnât: Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 141

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.

Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re’sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Afv eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



Habîb: sevgiliHâlıkî: her şeyi yaratan Allah’ım
Mâlikî: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan Allah’ımRahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
Rahîm: rahmeti her şeyi kuşatan, dilediği varlıklara çok özel ihsanı ve hususi rahmet tecellîsi olan Allahacz: güçsüzlük
aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ım salât ve selâmı onun üzerine olsunemel: istek, beklenti
fakr: fakirlik, muhtaçlıkfeyâ Rabbî: ey bütün varlıkları terbiye eden Rabbim
fâkat: yoksulluk, muhtaç olma hâlifıkdan-ı hile: hilesizlik
hâcet: ihtiyaçhüccet: delil, kanıt
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifademağfiret: bağışlama
menba: kaynakmerhamet eylemek: acımak, şefkat etmek
mâden: kaynaknidâ: sesleniş
rahmet: İlâhî şefkat, merhametre’sülmâl: ana para, sermaye
uddet: birikim, sermaye, hazırlıkvesile: araç, vasıta
âmin: kabul eyle, ey AllahımŞefî: Allah’ın izniyle şefaat eden, günahların bağışlanması için aracı ve vesile olan
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 142


Zeylü’l-Hubâb


besmele.jpg


Öyle bir Allah’a hamd, medih ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san’atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’câzvâri sikke ve mühürleriyle sâbittir.


اَللّٰٰهُمَّ يَا قَيُّومَ اْلاَرْضِ وَالسَّمَاۤءِ اِنَّا نُشْهِدُكَ وَجَمِيعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَجَمِيعَ خَلْقِكَ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَنَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ. اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ كَمَا يُنَاسِبُ حُرْمَتَهُ وَكَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
blank.gif
1


İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur.





[NOT]Dipnot-1 Ey yer ve göğün kayyûmu olan Allah’ım! Seni ve Senin bütün san’at eserlerini ve mahlûklarını şahit tutarak ilân ederiz ki, Sen, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’sın. Sen birsin, ortağın yoktur. Günahlarımızın affı için Sana dönüyor ve af diliyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Muhammed’in, Senin kulun ve peygamberin olduğuna da şehadet ediyoruz. Allah’ım, onun hürmetine münasip ve Senin rahmetine lâyık şekilde, ona ve bütün Âl ve Ashabına salât ve selâm eyle.

[/NOT]



Ashâb: Peygamber Efendimizi hayatta iken görüp, bir süre sohbetinde bulunan mü’min ve Müslümanlar Kayyûm: varlıkları ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren Allah
abd: kulaleyh: ona karşı, karşıt, zıt
azamet: büyüklük, yücelikecza: cüzler; kısımlar, bölümler
eşya: şeyler, varlıklarhamd: şükür ve övgü
hikmet: Allah’ın her bir varlığı bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratmasıibdâ: benzersiz ve örneksiz yoktan var etme, yaratma
icad: var etme, yapma, yaratmainşâ: varlıkları yine var olan şeylerden, kâinattaki var olan unsurlardan yaratma
i’câzvâri: mu’cizeli; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü olani’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kudret: Allah’ın güç ve iktidarıleh: onun yanında, onun yararına, ondan yana
mahlûk: yaratılmış, varlıkmasnû: san’at eseri varlık
medih: övgümemlûk: sahip olunan şey; kul
mescid: ibadet edilen yermülk: sahip olunan şey
nakış: işleme, süslemenimet: iyilik, lütuf, ihsan
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
salât: merhamet ve şefkatsenâ etmek: tekrar tekrar övmek, yüceltmek
sikke: damgasâbit: değişmez; ispat edilmiş, ispatlanmış, kesin
sıbga: boyazeylü’l-hubâb: Hubâb Risalesine bir ek
ziynet: süsÂl: Peygamberimizin (a.s.m.) akrabaları ve mübarek soyu
âlem: dünya, evrenâlem-i kebir: büyük âlem, kâinat

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 143


Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve herşeyin Ondan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın sana in’âm ettiği vücut ile vücuda lâzım olan şeyler, temlik suretiyle değildir. Yani, senin mülkün ve malın olup istediğin gibi tasarruf etmek için verilmemiştir. Ancak, o gibi nimetlerde, Allah’ın rızasına muvafık tasarruf edilebilir.

Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gözleri küsuf tutmuş bazı adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdut hususî haşr ü neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrâyı ve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab ediyorlar? Acaba, çiçek açıp semere veren ağaçlarda her sene îcad edilen meyvelerin haşr ü neşirlerini gördükten sonra haşr-i umumîyi istib’ad eden sıkılmaz mı?

Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, lâtif kudret mu’cizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir? Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib’ad edebilir mi?

Ve keza, mânevî asansörlerle lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibi meyveleri



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allaharz-ı dîdar etmek: yüzünü arz etmek, göstermek
ayniyet: aynı oluşerzak: rızıklar, yenilecek ve içilecek şeyler
eşya: şeyler, varlıklargayr: başka
gayr-ı mahdut: sınırsızhaşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma
haşir u neşir: yeniden dirilip toplanma ve tekrar dağılıp yayılma; kıştan sonra bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilip yeryüzüne yayılması gibihaşr-i umumî: her şeyi kaplayan yeniden diriliş; her şeyin öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması
hususî: özelin’âm etmek: nimetlendirmek
israf etmek: gereğinden fazla tüketmek, savurganlık etmekistib’ad etmek: akıldan uzak görmek
istiğrab etmek: garip karşılamak, garip bulmaki’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
keyfiyet: özellik, nitelikkeza: bunun gibi
kudret: Allah’ın güç ve iktidarıküre-i arz: yerküre dünya
küsuf tutmak: örtülmek, perdelenmekkıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması
lâtif: güzel, hoşmahlûkat-ı lâtife: hoş, güzel mahlûklar, yaratılmışlar
misil: benzermisliyet: birbirinin misli, benzeri
muvafık: uygunmu’cize: Allah tarafından verilen ve bir benzerini yapmada insanların aciz kaldığı olağanüstü şey
mânevî: maddî olmayan; nurânîmülk: sahip olunan şey
nazif: temiznimet: iyilik, lütuf, ihsan
rücû etmek: dönmekrıza: memnuniyet, hoşnutluk
sair: diğer, başkasemerat: meyveler
semere: meyvetasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
temlik: kişinin dilediği gibi yönetip tasarruf edeceği birşeyi mülk edinmesi, sahiplenmesivahdet-i ruhiye: ruh birliği; bir ve tek ruhun olması
vaziyet: durum, hâlvukua gelme: meydana gelme
vücut: bedenyakîn: şüpheye yer bırakmayacak derecede kesinlik
îcad: var etme, yaratmaşuhudî: açıkça, gözle görür derecede

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 144


kuru ve câmid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acip bir vaziyete ve hayattar, antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu lâtif, nâzik masnûatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu bedihî bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın herbir sûresi, bütün Kur’ân’ın münderecatını icmâlen ihtiva ettiği gibi, sair sûrelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssaları da tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’ân’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir sûresini okuyabilen insanlar, Kur’ân’ın hepsini okumaktan hâsıl olan sevaptan mahrum kalmamasıdır.

Evet, mükellefîn arasında bulunan ümmîler ancak bir sûreyi okuyabilirler. İ’câz-ı Kur’ân onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i’câziyeyi takip ederek, bir sûreyi tam Kur’ân hükmünde kılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zâtın, o çokluğun herbirisiyle bizzat mübaşeret ve muâlecesi lâzım değildir.

Evet asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri neferata havale edilirse, herbir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya herbir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücut bulacaktır.

Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın mahlûkatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve iradeyle olur. Bizzat mübaşereti yoktur—şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi.




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân: ifade ve açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim
acip: tuhaf, şaşkınlık verenantika: eski ve kıymetli san’at eseri
bedihî: açık, aşikârbilhassa: özellikle
binaenaleyh: bundan dolayıbizzat: doğrudan
câmid: cansızhavale edilmek: bir iş ihale edilme, başkasına verilme, başkasına bırakılma
hayattar: canlıhaşr-i umumî: her şeyi kaplayan yeniden diriliş; her şeyin öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması
hikmet: sır, sebep, gaye, maksathusule gelmek: meydana gelmek
hâsıl olma: meydana gelmehâşâ: asla
icad etmek: yaratmak, var etmekicmâlen: özetle, kısaca
ihraç etmek: çıkarmakihtiva etmek: içermek, içine almak
irade: dileme, tercihi’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği; Kur’ân’ın ifade ve anlatımıyla başkalarını benzerini yapmaktan aciz bırakması
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkudret: güç, iktidar
kudret-i ezeliye: ezelden beri var olan Allah’ın kudretikâinat: evren, yaratılmış herşey
kıssa: ibret verici yaşanmış hikâyelâtif: güzel, hoş
maddiyat: maddeye ait, maddî şeylermahiyet: asıl nitelik, temel özellik
mahlûkat: yaratılmışlar, varlıklarmakasıd: gayeler, istenilen şeyler
masnûat: san’atla yaratılmış varlıklarmuâlece: bir işin üzerinde durarak teşebbüs etme, bir işe girişme; maddeten elleme, ilişme
mübaşeret: fiziksel temas, doğrudan doğruya yapmamükellefîn: yükümlüler, sorumlular
münderecat: bir şeyin içine dercedilmiş şeyler, anlatılan şeyler, muhtevamütebayin: birbirinden ayrı, farklı
nefer: asker, erneferat: neferler, erler
nâzik: zarif, ince, narinnükte-i i’câziye: mu’cizelik sırrı, mu’cizelikteki nükte, ince mânâ
sair: diğer, başkatanzimat: düzenlemeler
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetmetasarrufat: herşeyi dilediği gibi kullanma ve işler yapma
tazammun etmek: içine almak, kapsamaktenvir etme: aydınlatma
vücut bulmak: meydana gelmek (bk v-c-d)zikredilmek: anılmak, belirtilmek
ümmî: okuma-yazma bilmeyen, tahsil görmemişşems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 145


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür’atle giderken 1 تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ âyetini okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedül’âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmden medet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kàdir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makàsıdım vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i





[NOT]Dipnot-1 “Bulutların geçişi gibi geçip gider.” Neml Sûresi, 27:88.

[/NOT]



Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde benzersiz yaratan Allah
Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîm: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren, sonsuz rahmetiyle her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren ve bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah
Rabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allahabd: kul
alâkadar: alâkalı, ilgiliarz: dünya
arz sefinesi: dünya gemisiarz ve takdim etmek: sunmak
binaenaleyh: bundan dolayıebedül’âbad memleketi: sonsuzluklar ülkesi; sonsuz hayat, Cennet
elem: acı, üzüntü, kederfelek: kendinde yıldızların döndüğü yörünge
firâk: ayrılıkgayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı
hatırat: hatıralaristigâse: yardım isteme
ittihaz etmek: kabullenmek, edinmeki’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlamasıkamer: ay
keza: bunun gibikudret: güç, iktidar
kàdir: güç ve kudret sahibi, her şeye gücü yetenküre-i arz: yerküre, dünya
makasıd: gayeler, ulaşılması istenen şeylermedet istemek: yardım dilemek
muhit: okyanus, geniş alan, çevremusahhar etme: boyun eğdirme, itaat ettirme
müyûl: eğilimler, meyillernefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı dâima kötülüğe sevk eden duygu
nihayetsiz: sonsuzniyaz: dua, yalvarış, yakarış
sefine-i arz: dünya gemisi; uzayda yüzen yerküresevk eden: gönderen, yönlendiren
sür’at: hıztayyare: uçak
tayyare-i ömür: ömür uçağıtelâki: kavuşma, buluşma
temenni etmek: dilemek, beklemekteskin etme: sakinleştirme, yaşamaya elverişli hale getirme
tâbi: bağlı, boyun eğmiş, başkasına uyanuhdut: çukur, hendek
vaki olma: düşme, gelmevücud: varlık, var oluş
âmâl: emeller, arzularşahika: zirve
şems: güneşşimendifer: tren
şimşekvâri: şimşek gibi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 146


ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.

Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyle elemler lezzetlere inkılâp eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belâlara tebeddül eder. Vücut ademe inkılâp eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz günahlara tahavvül eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’dâ ve düşman olurlar. Beka belâ olur. Kemâl hebâ olur. Ömür hevâ olur. Hayat azap olur. Akıl ikab olur. Âmâl, alâma inkılâp eder.


Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.

Evet, kudret, insanı çok daireler ile alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.

Evet,
blank.gif
1 قُلْ مَايَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ âyet-i kerîmesi, bu hakikatı tenvir ve isbata kâfidir. Öyleyse, çocuğun, eli yetişemediği birşeyi peder ve validesinden istediği gibi, abd de, acz ve fakriyle Rabbine iltica eder ve Hâlıkından ister.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada görünen nev’î ve ferdî vahdetler Sânideki sırr-ı



[NOT]Dipnot-1 “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” Furkan Sûresi, 25:77.
[/NOT]



Hâlık: her şeyi yaratan AllahRab: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Sâni: herşeyi mükemmel bir şekilde san’atla yaratan AllahZât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksikliklerden, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah
abd: kulacz: güçsüzlük
adem: yokluk, hiçlikahbab: sevgililer, sevilen dostlar
alâkadar: alâkalı, ilgilialâm: elemler; acılar, üzüntüler
arş: göğün en yüksek katıa’dâ: düşmanlar
bekà: devamlılık, kalıcılıkebed: sonu olmayan sonsuzluk
elem: acı, keder, üzüntüevham: kuruntular, şüpheler
ezel: başlangıcı olmayan sonsuzlukeşya: şeyler; varlıklar
fakr: fakirlik, ihtiyaç sahibi olmaferdî: kişisel, bireye âit, bireyle ilgili
ferş: yerhakikat: gerçek, esas
hakir: önemsiz, küçükhebâ olma: boşa gitme, faydasız hâle gelme
hevâ: gelip gecici arzu ve istekhikmet: gaye, fayda, ilim
ihtiyar: seçme, tercih etmeikab: ceza, azap, işkence
iktidar: güç ve kudretillet: hastalık, belâ
iltica etmek: sığınmakinkılâp etmek: değişmek, dönüşmek
iz’an: şüphesiz, kesin şekilde inanmai’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kalb etmek: bir şeyi başka bir şeye dönüştürmekkemâl: mükemmellik, kusursuzluk, olgunluk
kudret: güç, iktidarkàdir: her şeye gücü yeten
kıyamet: bütün kâinatın sonu, varlığın bozulup dağılmasılezâiz: lezzetler
maada: -den başka muktedir: güçlü, gücü yeten, güç sahibi
mârifet: Allah’ı bilme ve tanımanazar: bakış
nev’î: türe aitnur: aydınlık
peder: babasaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk, Cennet hayatı
tahavvül etmek: dönüşmektebeddül etmek: değişmek
tenvir: aydınlatmaulûm: ilimler
vahdet: birlikvalide: anne
vücut: varlık, var olmakzerre: en küçük madde parçası, atom
zulmet: karanlıkâciz: güçsüz
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatâmâl: emeller; arzular, istekler
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 147


vahdetten neş’et etmiştir. Çünkü, kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle, kudrette kuvvetin tecezzî ve inkısâmı olmuyor. Eğer vahdet olmasaydı, kudretin yaptığı sarfiyatta tefâvüt olsa idi, masnûatta da tefâvüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle beraber masnûata yaptığı tasarrufu şemsin tenviri gibidir ki, bir şems-i vahid, cüz ve küllü bilâ-tefâvüt herşeyi ziyalandırdığı gibi, tecellîsiyle de herşeyin yanında mevcuttur. Binaenaleyh, mümkinat dairesi efradından tavzif edilen miskin, câmid, meyyit ve ism-i Nura mazhar şemsde sırr-ı vahdet sayesinde bu kadar intizamlı tasarruf olursa, Şems-i Ezelî, Sultan-ı Ebedî, Kayyûm-u Sermedî, Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehadin masnûata tasarrufu nasıl olacaktır?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sâniin vahdetine en sadık şahitlerden birincisi, cüz’î ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. Çünkü, herhangi birşey zerreden âleme kadar vahdetle muttasıf ve alâkadardır. Öyle ise, Sânide de vahdet var. Öyle ise Sâni Ehaddir.

İkincisi: Herşeyde kabiliyetinin liyâkatine göre bir kemâl-i ittikan vardır. En âdi, küçük, nebâtî ve hayvanî birşeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i san’at vardır ki, insanları hayrette bırakır.

Üçüncüsü: Herşeyin icad ve inşâsındaki suhulettir. Gözle görünen san’attaki suhulet ispata, delile muhtaç değildir.




Ehad: her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görünen, bir olan AllahKayyûm-u Sermedî: varlığı sürekli olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah
Sultan-ı Ebedî: varlığı, hüküm ve saltanatı sonsuza kadar devam eden Sultan, AllahSâni: herşeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratan Allah
Vacibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan AllahVahid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Allah
alâkadar: alâkalı, ilgiliantika: eski ve kıymetli san’at eseri
bilâ-tefâvüt: fark gözetmeksizinbinaenaleyh: bundan dolayı
câmid: cansızcüz: parça, kısım, bölüm
cüz’î: ferdî; bir sınıf veya türe ait olan birey, ferddelil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şey
efrad: fertlereser-i san’at: san’at eseri
eşya: şeyler; varlıklarhayvanî: hayvanlara ait, hayvansal
icad: var etme, yaratmainkısâm: kısımlara ayrılma, bölünme
intizamlı: düzenliintizamsızlık: düzensizlik
inşâ: varlıkları var olan şeylerden, kâinattaki var olan unsurlardan yaratmaism-i Nur: bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan Allah’ın ismi
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir deyimkabiliyet: yetenek
kemâl-i ittikan: tam bir mükemmellik, kusursuzlukkudret: güç, iktidar
küll: bütün, hepküllî: tür, belli bir sınıfa ait bireylerin tamamı
liyâkat: iktidar, ehliyet, lâyık olmakmasnûat: san’atla yaratılmış varlıklar
mazhar: yansıma ve görünme yerimevcut: var
meyyit: ölü, cenazemiskin: zavallı
muttasıf: vasıflanmış, bir özellikle nitelendirilmişmümkinat: varlığı ile yokluğu olabilirlik dairesinde eşit olan ve varlığı ancak Allah’ın var etmesine bağlı olan şeyler
nebâtî: bitkisel, bitki ile ilgilineş’et etmek: doğmak, kaynaklanmak
sadık: doğrusarf edilmek: harcanmak
sarfiyat: tecellîler, harcamalarsuhulet: kolaylık
sırr-ı vahdet: birlik sırrıtasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme
tavzif edilmek: görevlendirilmektecellî: akis, yansıma
tecezzî: bölünme, parçalanmatefâvüt: farkılılık
tenvir: aydınlatmavahdet: birlik
zerre: en küçük madde parçası, atomziyalandırmak: ışıklandırmak, aydınlatmak
âdi: basit, sıradanâlem: dünya, evren
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, ezelden beri var olan, zamanla kayıtlı olmayan ve bütün tecellîlerin kaynağı olan Allah’ın bir unvanı olarak kullanılırşems: güneş
şems-i vahid: bir ve tek olan güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 148


İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arz mağazasından me’kûlât ve meşrûbat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlâhî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda, ondaki ziynet, intizam, san’at, râyiha, tat ve koku gibi lâtif şeylerden anlaşılıyor ki, o nar tanesi öyle bir Saniin masnûudur ki, icadında külfet ve mübaşeret yoktur.

Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için herbir noktasında bin türlü i’câz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sânii ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemâlsizdir ki, bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, isbata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sâhibi, o hazineyi, âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara, İlâhî ve Rahmânî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün” emriyle bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri, santral gibi, Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-Vücudun yed-i kudretindedir.

Maahaza, o İlâhî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Herbir ferd-i müstehlikte zevilhayata âit cüz’î faidelerden başka esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuûnâtına ait gayr-ı mütenâhi hikmetler, gayeler vardır. Öyle ise, bu ziyafet-i âmme ve bu




Alîm: küçük büyük, görünen görünmeyen, gelmiş ve gelecek herşeyi hakkıyla bilen ve ilmi herşeyi kuşatan AllahHakîm: herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah
Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi AllahMürîd: her şeyi istediği gibi, istediği zamanda ve keyfiyette yapan ve bir anda sonsuz şeyleri dilemekten âciz olmayan Allah
Rahmânî: rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah’a âitSâni: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahalâkadar: alâkalı, ilgili
antika: eski ve kıymetli san’at eseribedihî: açık, aşikâr
bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlış
cüz’î: az, sınırlı, ferdî, bireysel
esbab: sebepleresmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
esrar: sırlareşya: şeyler; varlıklar
ferd-i müstehlik: tüketen, tüketici kişigayr-i mütenâhi: sonsuz
hakikat: gerçekhazine-i gayb: görünmeyen hazine
haşerat: küçük zararlı hayvanlarheves: nefsin arzu ve isteği
hikmet: gaye, fayda, anlam, sırhusule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yaratmaihtiyar: dileme, seçme, tercih etme
imkân harici: imkânsız, imkân dışıintizam: disiplin, düzen
irade: dileme, tercih, seçme gücüi’câz: mu’cize oluş; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülük
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkemâlsiz: mükemmellikten uzak, noksan
külfet: güçlük, zorlukkün emri: Arapça “kün = كُنْ”, yani “Ol” emri
küre-i arz: yerküre, yeryüzülibas: elbise
lâtif: şirin, güzel, hoşmaahaza: bununla beraber
masnû: san’atlı şekilde yaratılmış varlıkmelekûtiyet: bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati
meşrûbat: içeceklerme’kûlât: yiyecekler
muvakkaten: geçici olarakmübaşeret: doğrudan temas
nükte: ince mânârâyiha: güzel koku
sair: diğertatmin: doyurma
tecelliyat: tecellîler; yansımalartemin etmek: sağlamak
yed-i kudret: Allah’ın kudret elizevilhayat: canlılar
ziyafet-i âmme: umumî, herkesi içine alan ziyafetziynet: süs
zîkıymet: kıymetliâhiret: öldükten sonra yaşanılacak olan sonsuz hayat
İlâhî: Allah tarafından olanşuûnât: hâller, durumlar, vaziyetler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 149


feyz-i âmmın bir kör kuvvetten neş’et etmesi ve bu eşyanın semeratı sel gibi akıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir. Çünkü, o eşyanın intizamlı hakîmâne teşahhusatı ve şuurkârâne muhkem hususiyatı, kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öyle de, o sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylık ve çokluk o eşyanın bir Cevad-ı Mutlakdan, bir Hakîm-i Mutlaktan, bir Kadîr-i Mutlakdan geldiğini gösteren şahitlerdir.

İ’lem ey esbâba müptelâ insan! Bil ki, sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsâvi olan Zâtın “Kün” emriyle müsebbebi halk etmesinden daha kolay, daha ekmel, daha âlâ değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar, tebeddül ve teceddüd-ü emsalden ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor. Öyle ise, imana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki, selâmette kalasın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.




Cevad-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi olan Allah
Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi AllahZât: Allah’ın Kendisi
adem: yokluk, hiçlikasabiyet-i cahiliye: cahiliye dönemi ırkçılığı
bilhassa: özellikledalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkâr
ekmel: daha mükemmelelem: acı, keder, üzüntü
emin olma: güvende, güvenli olmaemsal: benzerler
esbâb: sebeplereşya: varlıklar
feyz-i âmm: umumî, genel bollukfirak: ayrılık
gaflet: umursamazlık, vurdumduymazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâlihakîmâne: bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde
halk: yaratılma, yaratmahalk etmek: yaratmak
hamiyet-i İslâmiye: İslâmiyeti savunma, koruma gayret ve çabasıhasıl olmak: meydana gelmek
havale: bir işi başkasına bırakma, vermehayvanî: hayvansal
hususiyat: hususî özellikleridam: yok etme
intizamlı: düzenliin’ikâs etmek: yansımak
ittifak: anlaşma, birlikittihaz etmek: edinmek, kabullenmek
i’lem: bili’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kader: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesikudret: Cenâb-ı Hakkın sonsuz güç ve iktidarı
kün emri: Arapça “kün = كُنْ”, yani “Ol” emrimuhal: gerçekleşmesi imkânsız olan
muhkem: sağlammâbud: ibadet edilen
mâcun: karışım, yoğrulmuş hamurmüptelâ: bağımlı, düşkün
mürekkep: oluşmuş, birleşikmüsebbeb: sonuç, sebebin ortaya çıkardığı netice
müsâvi: eşit, denkmüşahede: gözleme, gözlemleme
nebatî: bitkiselneş’et etme: kaynaklanma
nisbet: orannur-u iman: iman ışığı, aydınlığı
riyâ: gösteriş, başkalarına iyi görünmesebebiyet: sebep olma
selâmet: tehlike ve sıkıntılardan uzak olmasemerat: meyveler, neticeler
sofra-i rahmet: rahmet sofrasıtakdir: belirleme
tebeddül(-ü emsal): bir benzerinin yerini almateceddüd-ü emsal: benzerleriyle yenilenme
tesadüf: rastlantıtesanüt etme: dayanma, dayanışma
teçhiz: cihazlanma, donanımteşahhusat: şahsiyet ve hüviyetini gösteren ayırdedici özelliklere kavuşmalar
visal: kavuşmavücud: varlık
zerre: en küçük madde parçası, atomzeval: yokluk
ziya: ışıkzulmet: karanlık
âlâ: daha üstünşahit: delil, tanık
şems: güneşşuurkârâne: şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Hubab - Sayfa: 150


İ’lem eyyühe’l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu’cize ve harika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse, bu insanlar bu binaya sahip ve sâni olacak bir iktidarda değildir, ancak böyle harika bir masnûun Sânii de mu’ciznümâ olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelînin makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden mâadâ bu binadan birşeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir. Ve keza, o çiçeklerin zevilhayata karşı gösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki, bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf bir takım hedâyâ ve behâyâdır ki, Sâni ile masnû arasında bir vesile-i teârüf ve tahabbüb olsun.




Avrupa: (bk. bilgiler)Hakîm-i Kerîm: herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah
Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatı ezelî olan AllahSâni: san’atkâr, san’atla iş yapan; herşeyi san’atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah
amele: işçibehâyâ: güzel, parlak, lâtif şeyler; hediyeler
bilhassa: özelliklebîtarafâne: tarafsız davranarak
dimağ: beyin, bilinçdâvâ vekili: avukat
ehl-i ilhad: inkârcılar, dinsizleremniyet etmek: güvenmek
fakir: muhtaçharika: hayranlık veren
hariç: dışhasım: düşman
hayalî: hayale dayalıhedâyâ: hediyeler
husule gelmek: meydana gelmekhâlis: içten, ihlâslı
iktidar: güç ve kudretinsaflı: adaletle hareket edip doğru olanı itiraf eden
istiğfar: af dileme, tevbe etmeizale etmek: yok etmek, ortadan kaldırmak
iştigal etme: uğraşma, meşgul olmai’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kat’iyet: kesinlikkeza: bunun gibi, böylece
küre-i arz: yürküre, dünyalehinde: tarafında
libas: elbiselâkin: ama, fakat
makasıd: gayeler, istenilen şeylermasnû: san’atla yapılmış eser
mağlûp olmak: yenilmekmuhakeme: değerlendirme, karar vermek için iyice düşünme
mukallit: taklitçimunsıfâne: insaflıca
muvazzaf: görevlimu’cize: bir benzerini yapmaktan başkasının aciz olduğu olağanüstü şey
mu’ciznümâ: bir benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakır şekilde, mu’cizelimâadâ: –den başka, –in dışında
mâlik: bir şeyin sahibimâruz: hedef olma, tesirinde olma, yüz yüze gelme
müdafaada bulunmak: savunmakmünazara: tartışma
münâzır: münâzaracı, tartışmacınefis: insanı daima kötülüğe, zevk ve isteklere sevk eden güç
nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygutahabbüb: sevgi gösterme ve kendini sevdirme
tazarru: dua, yakarıştedricen: azar azar, derece derece
teveddüd: birine kendini sevdirmetezkiye: nefsi terbiye edip temizleme
tezyinat: süslemelervaziyet: durum, hâl
vesile-i teârüf ve tahabbub: birbirlerini tanıma ve birbirlerini sevme vesilesi, aracızevilhayat: canlılar
âciz: güçsüzçare-i necat: kurtuluş çaresi

 
Üst