Hicretin 8. yılı

müdavim

Üye Sorumlusu
Hz.Zeyneb'in Vefatı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 8. senesine kızı Hz. Zeyneb'in vefatı hadisesiyle girdi.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice'yle evliliğinin kızlardan ilk meyvesiydi. Garibtir ki, Peygamberimizin İbrahim hâriç, diğer erkek çocukları İslâm'dan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri hâlde, kızları muhterem babalarının risâlet devresine yetişmişlerdir. Yine, Hz. Fâtıma hâriç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefat etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriya'nın beka âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz 30 yaşlarında iken dünyaya gelmişti.678 Annesi Hz. Hatice'yle birlikte îman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet 40 yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb, Müslüman olduğunda henüz 10 yaşlarında bulunuyordu demektir.

Hz. Zeyneb'in kocası Ebû'l-Âs b. Rebi, Hz. Hatice'nin kız kardeşi Hâle'nin oğlu idi. Zâten evlilikleri de Hz. Hatice'nin arzusu üzerine olmuştu.

Ebû'l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb'in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenâb-ı Hakk tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hüküm gelmemişti.679

Hz. Resûl-i Ekrem, Medine'ye hicret ettiği hâlde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerîmesi Hz. Zeyneb, Mekke'de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî, Ebû'1-Âs'ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşmekle Hz. Zeyneb'in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zîşan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû'1-Âs'ı fidye almaksızın serbest bırakınca, o da bu taltife bir karşılık olsun diye düşünmüş olacak ki, Hz. Zeyneb'i, Mekke'ye varır varmaz, Medine'ye, muhterem pederinin yanına göndermişti.

Hicret'in 7. yılında Ebû-As da Medine'ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb'i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.680

Hz. Zeyneb vefat edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriya Efendimiz, kerîmesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.681 Sonra, kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve, "Zeyneb'in zaîfliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah'a yalvardırm; O da bu dileğimi kabul buyurdu!" dedi.682

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyneb'i, ilk defa üzerinde taşındığı sedirle kabre koydu; kabre de damadı, Hz. Zeyneb'in kocası Ebû'l-Âs b. Rebi'in yardımıyle indirdi.

Vefat Sebebi

Hz. Zeyneb, Mekke'den Medine'ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuva mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hâdise çocuğunun düşmesine sebep olmuştu. Akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefatına sebep olarak bu hastalık zikredilir.683


--------------------------------------------------------------------------------

678 İbn-i Hacer, el-isabe, c. 4, s. 312.
679 İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 306.
680 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 33.
681 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 36.
682 İbn-i Esir, Üsdû'l-Gabe, c. 8, s. 131.
683 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 309; ibn-i Seyyid, Uyûnû'l-Eser, c. 2, s. 177.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Üç Meşhur Şahsiyetin Müslüman Olmaları

(Hicret 'in 8. senesi Sefer ayı)

Peygamber Efendimizle Müslümanların, Hz. Zeyneb'in vefatıyla, Hicret'in 8. senesine üzüntüyle girdiklerini söylemiştik. Ancak, bu acı olayı tatlı hâdiseler takib edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hâdiseden hemen sonra, Arab'ın üç meşhur şahsîyeti olan siyaset dahîsi Amr b. As, harb dahîsi684 Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha, Medine'ye geldiler ve Hz. Resûlullah'ın peygamberliğini tasdik ederek İslâm dairesine girdiler.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr b. Âs, Hicret'in 7. yılında Habeşistan'da, Habeş Necâşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Peygamberimiz adına Necâşîye bîat etmişti.685 Bu gelişi ise, Hz. Resûlullah'a bizzat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.

Üçünün Bir Araya Gelişi

Necâşînin telkiniyle Müslüman olan, Arab'ın siyaset dahîsi Amr b. Âs, Habeşistan'da bundan sonra fazla durmak istemiyor ve Resûl-i Ekrem'e bizzat bîat etmek üzere Medine yolunu tutuyordu.

Arapların kabul ettiği diğer dahîler şunlardı: Acele davranmayıp, işlerin neticesini beklemekte ve uslulukta Muaviye b. Ebî Süfyan, ânında karar vermekte Muğire b. Şu'be, büyük küçük her işte üstün görüşlü olmada Ziyad b. Ebih. 685 ibn-i Hişam, Sîre, c. 3, s. 290; Taberî, Tarih, c. 3, s. 103.

Bu sırada Mekke'den, yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha... Kader, bu üçünü, Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.

Amr b. Âs, Hz. Hâlid b. Velid'e, "Ey Ebû Süleyman!.. Nereye ve ne için gidiyorsun?" diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.

Hz. Hâlid anlattı: "Doğru yol artık apaçık belli oldu, mesele aydınlığa kavuştu: Bu zât, şüphesiz peygamberdir! Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım! Bundan sonra bekleyip durmam mânâsız! Zaten, aklı başında olanlardan İslâmiyete girmeyen pek kimse de kalmadı."686

Amr b. Âs, rahat bir nefes aldı. "Vallahi, ben de Muham-med'in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum!" diyerek, aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine'ye vardılar.

Üçü de Peygamberimizin Huzurunda

Bir zamanlar, "Bütün Kureyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olacağımı sanmam!" diyen, Peygamberimizin en şiddetli düşmanlarından, hattâ bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr b. As... Yine, bir zamanlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olanca cesaret ve maharetiyle çarpışan, İslâm Ordusunun Uhud'da mağlûbiyeti tatmasına sebep olan Hâlid b. Velid ve bir başka şahsiyet Osman b. Talha... Şimdi, bütün kötü niyetlerini bir tarafa bırakarak, hattâ unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcubiyeti içinde Resûl-i Kibriya Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı.

Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekrem'in Müslümanlara söylediği ise şu idi:

"Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı!"687

Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslâm'ın kılıçla, tahakküm ve zorla, tehdit ve korku ile yayılma-dığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları manen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar etmiş olduğunun açık seçik bir ifadesiydi bu kutsî manzara... Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiçbir zorlama, hiçbir korku, hiçbir tehdit ve hiçbir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimî bir arzuyla Hz. Resûlullah'ın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.

Gerçi, zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir; ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez. En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte, bunu, İslâmiyet nâmına Peygamber Efendimiz gerçekleştiriyordu.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Mute Muharebesi

(Hicret 'in 8. yılı Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 629)

Peygamber Efendimiz, sâdece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâm'a davet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara peyk ve tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâm'ı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) Valisine de, ashabtan Haris b. Umeyr elEzdî Hazretlerini nâmei hümâyunla göndermişti. Busra, o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırkan Arap oldukları hâlde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans'a tâbi bulunuyorlardı.

Elçi Haris Hazretleri, Dimaşk nahiyelerinden Belka'a bağlı Müte köyüne varınca, Bizans Kayserinin Şam valilerinden olan Şürahbil b. Amrû'lGassanî'nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Haris'in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği hâlde, onu hunharca öldürmüştü.705

Elçisinin şehid edildiğini haber alan Resûli Zîşan, pek ziyade müteessir oldu. Sahabei Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zîra, o âna kadar Resûli Kibriya Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.706 Haris, Hz. Resûlullah'ın şehid edilen ilk ve son elçisidir. Bu bakımdan, bu vahşîce cinayet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah'ı ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdiseydi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâm'a karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, devletler arasında carî "Elçiye zeval olmaz." temel prensibini de ihlâl etmişti.

Hâdiseyi değerlendiren Resûli Ekrem Efendimiz, derhâl bir ordu teşkil etti; üç bin mücâhidden meydana gelen bu ordunun başına da, kendi âzadlısı olan Zeyd b. Harise'yi tâyin etti.

Resûli Ekrem, Zeyd b. Harise'yi kumandan tâyin ettiğini belirttikten sonra da, "Zeyd şehid olursa, yerine Cafer b. Ebû Tâlib geçsin! Cafer şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasip birini kendilerine kumandan seçsin!"707 diye buyurdu.

Feraset sahibi Müslümanlar, bu ifadelerdeki ince mânâyı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, "Yâ Resûlallah, keski sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak!" derken, Hz. Resûlullah hiçbir cevap vermeyip sustu.

Ya, sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar?.. Onlar da akıbetlerinin Hz. Resûlullah'ın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri hâlde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emri Peygamberî'ye ruhu canla itaat ettiler. Evet, onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı! Ama bu ölüm, normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm, onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik... Gönüllerinde yatak tek gaye, İ'lâyı Kelimetullalı; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdet idi. İşte, onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi!
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İSLÂM ORDUSUNUN MEDİNE'DEN UĞURLANIŞI

Üç bin kişilik İslâm Ordusu, bir vücut hâline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp Komutan Hz. Zeyd'e verdi ve, "Haris b. Umeyr'in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâm'ı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ; etmezlerse, Allah'ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!"708 diye emretti.

Bu tavsiyeden bile, İslâm Ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâm'ı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâlâ anlamak mümkündür!

Mücâhidleri uğurlamaya Resûli Ekrem'le birlikte birçok Müslüman da Seniyyetû'lVeda'ya [Veda Yokuşuna] kadar gelmişti. Resûli Ekrem burada durdu ve mücâhidlere, "Ben, size, Allah'ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda Allah'ın ismiyle savaşınız! Ganimet mallara hıyanet etmeyiniz! Ahde vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pîri fânileri katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız! Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş birtakım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!"709 diye emir ve tavsiyede bulunduktan sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd b. Harise'ye şunları emretti:

"Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma!

"Sonra, onları Muhacirler yurdu olan Medine'ye hicrete davet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!

"Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanlardan göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün kendileri hakkında da uygulanacağını, harb ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!

"Eğer Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye davet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah'ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!

"Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah'ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah'ın hükmüne göıre teslim alma; fakat, kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah'ın, onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin!

"Eğer muhasara altına aldığın kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah'ın ve Resulünün emanını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resulü adına eman verme! Fakat, kendi emanını, babanın emanını ve arkadaşlarının emanını ver! Çünkü, siz, kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu eman sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resulü adına vermiş olduğunuz eman sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir."
710

Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûli Kibriya Efendimiz, mücâhidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, "Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin!" diye dua ettiler.

Medine'ye dönen Resûli Kibriya Efendimizi ise, Abdullah b. Ravaha (r.a.), "Geride kalan, hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta; o en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!"711 diyerek selâmladı.

Artık, İslâm Ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine'den uğurlanmıştı. Hz. Fahri Âlem'in bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak, başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullah'ın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sînesine süzülen bu mücâhidler, kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa, Suriye hududunda bulunan, reisliğini Şürahbil b. Amr'ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır!.. Bu, işin sâdece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu!
 

müdavim

Üye Sorumlusu
ŞÜRAHBİL'İN HAZIRLANMASI

Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücâhidler, uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam edij/orlardı.

Bu sırada Şürahbil'in kulağına, "İslâm Ordusunun Medine'den hareket ettiği" haberi ulaştı.

Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius'a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi'lKura'ya gelip konmuş bulunan İslâm Ordusuna karşı da, kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücâhidler, vuku bulan çatışmada Komutan Sedus'u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil'in gözünü korkuttu.

İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm Ordusu, Vadi'1Kura'dan ayrılarak Şam topraklarından Maan'a gelip konakladılar. Mücâhidler, burada korkunç bir haberle irkildiler: "Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100 bin askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harb âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş!"

Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de, Hz. Zeyd, mücâhidlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:

"Resûlullah'a (a.s.m.) yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim; bize savaşacak er göndersin ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim!"712

O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu, hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah b. Ravaha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusuna, "Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzuyla yola çıktığınız şehidliktir! Biz, insanlsırla, ne sayıca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah'ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.! Gidiniz, çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!.."713 diye kahramanca cevap verdi.

Mücâhidler, bu samimî ve yürekten sözleri, sanki Abdullah b. Ravaha'dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. îman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nurânî birer alev hâlini aldı ve "Vallahi, Ravaha'nın oğlu doğru söylüyor!" diyerek, cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
HESAPLAŞMANIN BAŞLAMASI

Tarih, Hicret'in 8. yılı, Cemaziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Müte Meydanı idi.

Bir tarafta 100 bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans Ordusu; diğer tarafta, üç bin kişilik, görünüşte hasmına kıyasla gayet az ve harb malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm Ordusu... Birincisinde her şey var, bir tek şey yok; ikincisinde ise düşmana nisbetle hiçbir şey yok, sâdece bir tek şey var: îman... Uğrunda her şeylerini feda etmek duygusuyla harekete geçen, dinlerinin sahibi Allah'a îman ve O'nun yardımına olan itimat!

Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garib bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hâdiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil'i de tekdir etti.

Ne var ki, Kayser, iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ile hakikati... Evet, görünüşte gerçekten Bizans Ordusu gözleri kamaştırıcı bir haşmete sahipti; ama hakikatte bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm Ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silâhça güçsüzdü; ama hakikatte bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmanın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.

İki taraf, artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak manasızdı.

İslâm Ordusunun kumandanı Hz. Zeyd b. Harise, Resûli Kibriya'nın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma, şimşek çakışları sür'atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryadları ve harb naraları birbirine karıştı.

Hz. Zeyd'in Şehâdeti

Bir elinde beyaz sancak, düşmanla göğüs göğüse, kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine mâruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanlan etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve feda etmenin manevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.714

Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd'in şehid olduğunu gören, Hz. Resûlullah'ın talimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz. Cafer, bir ok sür'atinde sıçrayarak o mübarek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.715 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak, safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd'in şanlı, şerefli akıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış; olsun! Kuvvetliymiş; ne çıkar? Yiğit, her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zâten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyle yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı?.. Olsun; ebedî bir hayat var ya!.. Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeler kazanmak az şey mi?
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hz. Cafer de Şehid Düştü

Kumandan Hz. Cafer gibi, her mücâhid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kutsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm Ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm Ordusu kârlı çıkacaktı. Galib olursa, hem maddî hem manevî zaferi elde etmiş olacaklar; mağlûb olup şehid olurlarsa, manevî zaferi şanlı, şerefli bir destan hâlinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telâşları, endişe ve tereddütleri yoktu.

Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddit gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.

Ne var ki, Hz. Cafer'in de mukadder akıbeti yaklaşıyordu. İnen hain bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayâlinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ'lâyı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resuller Resulünün teslim ettiği İslâm'ın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübarek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kollarıyla sarıldı.716 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi!.. Bu ne haşmetli îman, bu ne büyük ideal, bu ne kutsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hâdiseyi Hz. Cafer (r.a.) bizzat yaşıyordu; evet, bizzat yaşıyordu.

Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Cafer'i de Hz. Zeyd'in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.717 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında, 90'dan ziyade mızrak, ok ve kılıç yarası görüyorlardı.718

Sancak, Abdullah b. Ravaha 'nın Omuzunda

Kumandanlık sırası Abdullah b. Ravaha Hazretlerine gelmişti.

Atının üzerinde, ak sancak omuzunda, düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis, bu vaziyette iken bile onu vesvese ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiçbir zaman yanından ayrılmayan nefsi... Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:

"Ey nefsim!.. Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden razı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden 'İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.' diyen ağlamaklı sesler yükseliyor. Anladığım kadarıyla, sen pek Cennet'ten hoşlanmamış görünüyorsun! Yıllardır, hâlâ itminana ermemişsin! Ey nefsim, sen şimdi öldürülmezsen, daha hiç ölmeyecek misin ki?.. İşte, ölüm gelip çattı; arzu etmediğin hâlde!.. Eğer o iki kişinin yaptığını yapar, şehidliği tercih edersen, en isabetli işi yapmış olursun! Eğer gecikirsen, bedbaht olursun!"719

Nefsini mağlûb eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi; parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı koparttıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan îman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.

Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek lokma almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu... Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, "Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün!" diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.720

Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı yüce makama erişti.721
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İSLÂM ORDUSUNUN DAĞILMASI

Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm Ordusu, düşman karşısında dağıldı. Mücâhidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada birkaç mücâhid şehid oldu.

Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullah'ın azız sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah b. Ravaha şehid olunca, Ebû'lYeser Ka'b b. Umeyr eline alarak mücâhidlerden Sabit b. Akrem'e vermişti. Bu sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplanmaya çağırmıştı. Mücâhidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez tarafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan sahabî Sabit b. Akrem, toplananlara, "Ey mücâhidler topluluğu!.. Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!" diye seslendi.

Mücâhidler, "Biz, seni kumandan seçtik, biz sana razıyız!"722 dediler.

Ne var ki, Sabit Hazretlerinin, gözü bir başkasındaydı: Orduya, İslâm'daki sadâkat ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid b. Velid'di bu!.. "Ben bu işi yapamam!" diyen Sabit b. Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid'e, "Ey Ebû Süleyman!.. Gelip, alsana şu sancağı!.." diye seslendi.

Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid, bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:

"Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın! Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun!"723

Evet, Hz. Hâlid'in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat, çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm Ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sabit b. Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid'e tekrarladı: "Al, Resûlullah'ın şu bayrağını!.. Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin!"

Sonra da Hz. Hâlid'in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, "Hâlid'i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?" diye seslendi.724

Gözlerini bu kahraman sahabînin üzerinden ayırmayan mücâhidler, hep bir ağızdan "Evet!.." dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullah'ın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlıyarak yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık kumandan, Hz. Hâlid'di!
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Peygamber Efendimizin, Muharebe Safhalarını Haber Vermesi

Bütün bunlar olup biterken, Resûli Kibriya Efendimiz, harbe iştirak etmeyen ashabıyla birlikte Medine'de bulunuyordu. Medine neresi, Müte neresi?.. Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûli Kibriya için kısaldı ve âdeta harb, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına çarpışmanın safahatını ashabına teessür içinde teker teker anlattı: "Zeyd b. Harise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah'tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah'tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Ravaha aldı. O da şehid oldu! Bu kardeşiniz için de Allah'tan af dileyiniz!"725 Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:

"Abdullah b. Ravaha'dan sonra, sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harb kızıştı! Allah'ım, sen ona yardım et!"726

Bu durum, Cenâbı Hakk'ın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir!

KUMANDAN HÂLİD B. VELİD

Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini, yayından kopmuş oklar hâlinde mücâhidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da birçok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hz. Hâlid'in Taktiği

Bilindiği gibi, o zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi: Sabahleyin, herkes işine gücüne gider gibi, asker silâhını kuşanır, harb meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı; akşam olunca da, yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.

Hz. Hâlid, kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Hâlid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harb sanatında, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mahirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, birtakım plânların ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.

Gün doğusuyla birlikte İslâm Ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm Ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: "Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmiş. Baksanıza, şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir."

Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli bir ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor, birbirlerine "Ne yapacağız!" der gibi manâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.

Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.Düşman birlikleri ise, karşılarında yeni sımalar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zanına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.

Kahraman ve maharetli Hz. Hâlid, bu taktiğiyle düşmanın manen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücâh idlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişçesine şiddetli hücuma geçen mücâhidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ'lâyı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O, görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu, çâreyi kaçmakta buldu! Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.

Allah'ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid'in elinde tam yedi kılıç parçalandı. Yedi kılıç parçalanırken, kim bilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!

Mücâhidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, Yüce Allah'a hamdetti. Onun hamdine mücâhidler de, kendilerine umulmadık bir anda bu fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.

Hz. Hâlid'in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücâhidler, kendilerinin aşağı yukarı 4050 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak, henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın, bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâm'ın izzetini, şerefini, sânını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zâten, düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sâdece seyirci kaldı, belki de sevindi.

Böylece, Hz. Hâlid'in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücâhidi, düşman diyardan, tereyağından kıl çekercesine geri çektirilerek yok olmaktan kurtarılmıştı.

Bu, Yüce Allah'ın gerçekten büyük bir lûtfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm Ordusu sâdece 15 kadar şehid vermişti.730
 

müdavim

Üye Sorumlusu
MEDİNE'YE DÖNÜŞ

Hz. Hâlid, Allah'ın yardımıyla mahvolmaktan kurtardığı ordusuyla Medine'ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm Ordusunu takib etme cesaretini bulamamaları, elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.

Mücâhidler, Medine'ye, parlak bir zaferi kazanmanın vekar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada, mücâhidlerden Ya'la b. Ümeyye, önden giderek, henüz ordu Medine'ye varmadan Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûli Kibriya, "İstersen, olup bitenleri, ben sana anlatayım!" buyurdu ve harb safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya'la, "Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen mücâhidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın!"731 dedi.

Resûli Kibriya Efendimiz ise, "Allah, yeryüzünü (aradaki mesafeyi) ortadan kaldırdı; ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm!"732 buyurdu.

Peygamberimizin, Hz. Cafer'in Şehid Olduğunu, Ailesine Haber Vermesi

Hz. Cafer'in Müte'de şehid olduğu gündü.

Resûli Kibriya Efendimiz, harbin safahatını anlatıp üç kumandanın şehid olduğunu Ashabı Kiram'a haber verdikten sonra, Hz. Cafer'in evine gitti.

Hz. Cafer'in hanımı Esma binti Ümeys, her şeyden habersiz, işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.

Resûli Ekrem Efendimiz, "Ey Esma!.. Cafer'in oğulları nerede?" diye sordu.

Hz. Esmâ'nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullah'ın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûli Kibriya Efendimiz, onları bağrına bastı, öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.

İşte o anda, Hz. Esmâ'nın yüreği dağlanır gibi oldu. "Yâ Resûlallah," dedi, "anam babam sana feda olsun! Sen niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?"733

Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi: "Evet, onlar bugün şehid oldular!"734

Hz. Esmâ'nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar, başına toplandılar. Hz. Resûlullah'ın ona emri şu oldu:Daha sonra Efendimiz, Hânei Saadetine geldi; zevcelerine, "Cafer Ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyiniz." buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Cafer'in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslâm'da ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.

Peygamber Efendimiz, Hz. Cafer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.736

Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Cafer'in kesilen iki eline karşılık, Cenâbı Hakk'ın ona iki kanat verdiğini ve Cennet'te, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona "Caferi Tayyar" denilmiştir.737
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Peygamber Efendimizin, Zeyd b. Harise 'nin Kızının Bakışına Dayanamayıp Ağlaması

Henüz, İslâm Ordusu Müte'den Medine'ye dönmemişti.

Hz. Resûlullah, bir ara, harbte şehid olan Zeyd b. Harise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûli Kibriya'nın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.

Sa'd b. Ubade Hazretleri, "Yâ Resûlallah, nedir bu?.." diye sordu.

Efendimiz izah etti: "Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir."738

İslâm Ordusunun Karşılanışı

Oldukça sıcak bir gündü.

Hz. Resûlullah'ın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen, artık Zeyd Ordusu değil, "Seyfullahi'sSarim [Allah'ın Keskin Kılıcı]" unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid Ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret âbidesini andıran mücâhidler, üç kumandan dâhil 15 kadar mücâhidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâm'a parlak bir zafer kazandırmanın vekar ve sevinci içinde, Medine'ye, semâda süzülen parlak yıldızlar misâli akıyorlardı.

Bu sırada Resûli Ekrem, Ashabı Kiram'a, "Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım!" buyurdu.

Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhâl bu emre itaat edip mücâhidleri karşılamak üzere âdeta Medine'yi tamamen boşalttılar.

Kâinatın Efendisi de, bu mücâhidleri karşılamaya çıkıyordu; onlara "Hoş geldiniz." demeye gidiyordu. Çocuk çocuk herkes onun etrafını yıldız misâli sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, ktıtsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Cafer'in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi; yoluna öylece devam etti.

Medine'nin Cüruf mevkiinde, mücâhidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.

Bu arada, mücâhidlerin kulağına bazı nahoş sözler geldi: "Allah yolunda savaşmaktan kaçan kaçaklar!.."739 Mücâhidler, işittikleri bu sözlerden üzüntü duydular; durumu Hz. Resûli Ekrem'e şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi, "Sizler, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!"740 buyurarak onları teselli etti.

Hz. Resûlullah'ın bu sözleri üzerine, Müslümanlar da, mücâhidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Beni Mürre, Zatü'sSelasil ve Sifü'lBahr Seferleri

(Hicret 'in 8. senesi Sefer ayı)

Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan b. Harb kumandasındaki 10 bin kişilik ordunun 400'ünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi;696 ayrıca, Resûli Ekrem Efendimizin Hicret'in 7. yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir b. Sa'd kumandası altındaki 30 kişilik mücâhid birliğinin 28'ini de şehid etmişlerdi.697

Resûli Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib b. Abdullah'ı 200 kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.

Galib b. Abdullah, emrindeki mücâhidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücâhidlere bir hitabede bulundu. Özetle, "Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah (a.s.m.), 'Benim kumandanıma itaat eden bana itaat etmiş, ona itaatsizlik eden de bana itaatsizlik etmiş olur.' buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsizlik etmiş olursunuz."698 dedi.

Mücâhidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoğunu öldürdüler, kadın ve çocuklarını da esir aldılar; birçok deve, sığır ve davarı ise ganimet olarak ele geçirdiler.

HZ. ÜSAME'NÎN, BİR ADAMI MÜŞRİK SANARAK ÖLDÜRMESİ

Hz. Üsame b. Zeyd, Mirdas b. Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu, Kumandan Galib b. Abdullah'a anlattı.

"Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam 'Lâ ilahe illallah.' dedi."

Galib b. Abdullah, "Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?" diye sordu.

Hz. Üsame, "Hayır.. " dedi, "Vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim!"

Mücâhidler hep birden, "Vallahi," dediler, "sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; 'Lâ ilahe illallah.' diyen bir adamı öldürdün!"

Hz. Üsame, yaptığına son derece üzüldü.

Galib b. Abdullah bundan sonra emrindeki mücâhidlerle Medine'ye döndü.

"Adamın Kalbini Yardın mı? "

Medine'ye gelince, Hz. Üsame, hâdiseyi Peygamber Efendimize anlattı.

Resûli Kibriya, hiddetle, "Ey Üsame!.. Demek, sen, 'Lâ ilahe illallah.' demiş olan bir adamı öldürdün, ha!.." diye buyurdu.

Hz. Üsame, mazeret beyan etti: "Yâ Resûlallah!.. O, ancak silâhtan korktuğu için 'Lâ ilahe illallah.' demiştir!"

Resûli Ekrem Efendimiz, bu mazeret beyan edişe daha da hiddetlendi; "Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!.." buyurdu.700

Hz. Resûlullah'ın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsame der ki:

"Resûlullah (a.s.m.), bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, 'Keski, o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım!' diye içimden temenni ettim."701

Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsame'nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalâğa ile ifadesidir. Hz. Üsame, bu adamın kelimei tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, "Kâfirlerin, Bizim azabımızı gördükleri zamandaki îmanları kendilerine fayda vermeyecektir."702 mealindeki âyetin zahiriyle istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz, sâdece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.

"Size, selâm veren ve Müslümanlık şiarını [alâmetini] gösteren kişiye, 'Sen mü'min değilsin!' demeyiniz."703 mealindeki âyeti kerîme de bu hâdise üzerine nazil olmuştu.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
ZÂTÛ'SSELÂSİL SEFERİ

(Hicret 'in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdi 629)

Bazı Arap kabîleleri, Müte Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlûbiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine'ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa, Beliy, Cüzzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.741

Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhâl Amr b. As Hazretlerini yanına çağırdı ve, "Ey Amr!.. Silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini üzerine giy ve hemen yanıma gel!" buyurdu.

Hz. Amr, hemen gidip silâhını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı.

Resûli Ekrem, "Ey Amr!.." dedi, "Seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum!"

Hz. Amr, "Yâ Resûlallah!.. Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım; hiçbir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum!" diye karşılık verdi.

Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimiz, "Ey Amr!.. Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalasına ne güzel yaraşır!"742 diye buyurdu.

Resûli Ekrem Efendimizin Amr'ı tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr'm, Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Babaannesi Beliy Kabîlesindendi. Amr'ı göndermekle, onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu!

Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâm'a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.

Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensâr'dan müteşekkil 300 mücâhidle Medine'den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine, ashabtan Rafı b. Mekis'i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine'ye gelen bu sahabî, durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûli Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensâr ve Muhacir'in ileri gelenlerinden birçok kimse vardı.

Resûli Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs'la buluşup hep birlikte hareket etmelerini de Hz. Ebû Ubeyde'ye sıkı sıkıya tembih etti.743

Takviye birliği sür'atle yol alarak Hz. Amr'in yardımına yetişti.

Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, "Sizin de kumandanınız benim!.. Çünkü, Resûlullah'a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim!" dedi.

Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve, "Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!"744 diye karşılık verdi.

Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.

Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullah'ın tembihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi. "Ey Amr!.. Resûlullah'ın (a.s.m.), Medine'den ayrılırken en son sözü, 'Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz.' emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim."745 dedi.

Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. As Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücâhidlere o kıldırmaya başladı.746

Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücâhidler, ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat'iyetle müsaade etmedi. Bu durum, ashabın itirazına sebep oldu.

Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b. As, "Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?" diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, "Evet..." dedi.

Bunun üzerine Hz. Amr, "O hâlde, neye emrolundunsa onu yap!"747 dedi.

Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr'a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mâni oldu ve, "Bırak onu; istediğini yapsın. Resûlullah (a.s.m.), onu ancak harbteki mahareti sebebiyle başımıza kumandan tâyin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz."748 diye konuştu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.

Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücâhidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücâhidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti; fakat, yakılmadığı takdirde düşman, mücâhidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti: Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücâhidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.749 Harb sanatını iyi bilen Komutan Amr (r.a.), kaçanları, "Mücâhidlere bir pusu kurulmuş olabilir." ihtimalini göz önüne alarak takibten vazgeçti. İslâm Ordusu, gayesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine'ye döndü.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Amr b. Âs 'in Peygamberimize Suali

Mücâhidlerle Medine'ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:

"Resûlullah (s.a.v.), beni askerî bir birliğin başında Zatü'sSelâsiPe göndermişti. Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.

'"Resûlullah'ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer'in başına kumandan tâyin ederek göndermezdi.' diye içime doğdu.

"Hemen Resûlullah'ın yanına varıp, 'Yâ ResûlullahL Halkın sana en sevgilisi hangisidir?' diye sordum.

"'Âişe'dir.' buyurdu. '"Erkeklerden kimdir?' diye sordum. '"Âişe'nin babasıdır.' buyurdu. '"Ondan sonra kimdir?' diye sordum.

'"Ondan sonra Ömer'dir.' buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini saydı.

"Kendi kendime, 'Artık bu sorumu tekrarlamayayım!' dedim ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum!"750

Hakikatı hâlde, Amr b. Âs Hazretleri, Ashabı Kiram'in büyüklerindendi. Fakat, o vakit sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.

SİFÛ'LBAHR SEFERİ

(Hicret 'in 8. senesi, Receb ayı)

Resûli Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı Muhacir ve Ensâr'dan müteşekkil 300 kişilik bir birliğin başına kumandan tâyin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.751 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te'dip edip gereken dersi vermekti. Mücâhidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.

Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeye kalkan mücâhidler, nihayet Sifû'lBahr'e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzakı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.752 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler. Hiç kimseyle karşılaşmayan mücâhidler, Medine'ye döndüler. Mücâhidler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular. Peygamber Efendimiz, "O, Allah'ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır." buyurdu ve ilâve etti: "Yanınızda, o balığın etinden bir şey varsa, bize de yedirseniz!.."

Mücâhidlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Mekke'nin Fethi

(Hicret'in 8. senesi Ramazan ayı Cuma/Milâdî 630 Ocak)

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kabe'nin bulunduğu şehir... O Kabe ki, "çok mübarek ve âlemlere hidâyet olan Bayt'tir."754 Mübârekiyeti ve hidâyete vesile oluşu Tevhidi İlâhî'nin mücessem bir delili olmasından ileri gelmekte. İlk banisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sabit kalmıştı. Ebû'lEnbiya [Peygamberlerin Babası] lakabıyla anılan Hz. İbrahim, Allah'ın emir buyurmasıyla, oğlu Hz. İsmail'le birlikte, bu temel üzerine Kabe'yi yeniden inşa etmişler ve Kabe "tevhid" inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.

Ancak, yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.

Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.

Gayretullah'a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim'in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mabedin ve bu mabedin içinde bulunduğu Mekke'nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu. Hz. Fahri Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu. Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü, Müslümanlar henüz az ve zaîf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine'nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.

Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslâm'ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.

Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenâbı Hakk'ın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.

Nihayet, Hicret'in 8. yılında İslâm olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâm'ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı verilmişti.

Bütün bunlar, İslâm'ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet hâlini almış olduğunu ortaya koyuyordu.

Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenâbı Hakk ihsan etmişti.

Ancak, ortada bir mâni vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler 10 sene birbirleriyle harb etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûli Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Zahirî Sebep

Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zâten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.

Cenâbı Hakk, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş'in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himayesine girebilme hakkını tanıyordu.755 Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa Kabîlesi, Hz. Resûlullah'ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabîlesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.756

Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. İhtimal bu düşmanlık neticesidir ki, eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdûlmuttâlib'le anlaşmalı ve müttefik bulunan Huzaalılar, Hz. Resûli Ekrem'in safında yer alınca, Benî Bekirler de müşriklerin himayesine girmişlerdi.

Nübüvvet nurunun Mekke'de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabîle, bu nur sayesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhüne kadar devam ediyordu. Ancak, bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hâdise çıkarma yoluna gidiyorlardı.

BENİ BEKİRLERİN, HUZAALILARA SALDIRMASI

Bir gün, Benî Bekir Kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Resûlullah'ı hicv ve tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekir Oğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.757 Kureyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Sulh Anlaşması gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, tâ Mekke'nin içine kadar kovalarlar, Harem'de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede, çarpışma, Huzaalılardan 23 kişinin öldürülmesiyle son bulur.758

Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silâh gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat, bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.759 Ancak, Huzaahlar, bunları tanımışlardı.

Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat, bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hattâ korkuyorlardı.

Peygamberimizin, Durumu Haber Alması

Aradan sâdece üç gün geçmişti.

Huzaalı Amr b. Salim, beraberinde kabilesinden 40 kişiyle Medine'ye gelerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım talebinde bulundu.

Peygamber Efendimiz, hâdiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.761

Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!

...Ve Allah, bu hâdiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâbei Muazzama'da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zahirî sebep kıldı.

Müşriklere Verilen Ültimatom

Resûli Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:

"Yâ Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir Kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!"

Kureyş 'in, Teklifleri Reddetmesi

Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, akıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de te'yid etmiş oldular. Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe îmandan mahrum kalblerini bir korku sardı. Hz. Resûlullah'ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyân'ı Medine'ye gönderdiler. "Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat." dediler.762
 

müdavim

Üye Sorumlusu
EBÛ SÜFYAN, MEDİNE'DE

Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Anlaşmasının yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. Ancak, son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü, Resûli Ekrem, daha henüz Ebû Süfyan, Medine'ye gelmeden, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:

"Ebû Süfyan, Hudeybiye Anlaşmasını takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nail olmadan öfkeyle geri dönecektir."763

Ebû Süfyan ve Kızı

Ebû Süfyan, Medine'ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkmadan önce, Ezvacı Tâhirat'tan olan kızı Hz. Ümmü Habibe'nin evine gitti.

Baba henüz îman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûli Ekrem'in pâk zevcesi... Ebû Süfyan, Hz. Resûlullah'ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, "Kızım," dedi, "anlayamadım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?" diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, "Bu, Resûlullah'ın (s.a.v.) minderidir. Sen ise şirk içindesin! Senin gibi birisinin Resûlullah'ın minderine oturmasına gönlüm asla razı olamaz!"764 diye cevap verdi.

Evet, Allah ve Resulünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatınyla değiştirilemez; onlara muhabbet, şâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resulüne olan samimî muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddî hürmettir.

Ebû Süfyan, kerîmesinin bu hareketi üzerine, "Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!" diyerek kızgınlığını ifade etti.

Hz. Ümmü Habibe, "Hayır!.. Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti nasîb etti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun!" dedikten sonra ilâve etti: "Babacığım!.. Senin gibi, Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?"

Ebû Süfyan'm kızgınlığı daha da arttı. "Yazıklar olsun sana!.." dedi, "Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini bırakıp Muhammed'in dinine gireceğim, öyle mi?" dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe'nin yanından öfkeyle ayrıldı.765

Ebû Süfyan 'in, Peygamberimize Müracaatı

Kerîmesi Hz. Ümmü Habibe'nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Resûlullah'ın yanına vardı.

"Ey Muhammed!.." dedi, "Hudeybiye Muahedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!"

Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan!.. Sen bunun için mi geldin?" diye sordu.

Ebû Süfyan, "Evet, bunun için geldim!"

Resûli Ekrem, "Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz! Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?" diye sordu. Ebû Siifyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve, "Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahedenin yenilenmesini istiyoruz." diye, "hiçbir şey olmamış gibi" konuştu.

Resûli Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sustu.766

Ebû Siifyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.

Hz. Resûlullah'tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir'e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.

Hz. Ebû Bekir, "Bu benim değil, Resûlullah'in bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!" diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, "Öyle ise, beni himayene al ve bunu halka bildir." dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah'a sadâkatini bir kere daha belgeledi. "Benim himayemde bulunanlar," dedi, "Resûlullah'ın himayesinde bulunanlardır!"767

Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer'e başvurdu; "Muahedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!" dedi.

Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, "Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?" dedikten sonra ilâve etti: "Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullah'tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım!"7''8
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Ebû Süfyan 'in, Hz. Osman ile Hz. Ali 'ye Başvurması

Kendi kendine "Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim!" diye mırıldanıp Hz. Ömer'in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman'ın yanına gitti. "Ey Osman!.." dedi, "Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü, sahibin seni hiçbir zaman reddetmez."

Hz. Osman, "Benim himayemde bulunanlar, Resûlullah'ın (a.s.m.) himayesinde bulunanlardır."769 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti.

Ebû Süfyan'ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali'ye başvurdu. "Benim en yakım akrabamsın! Bu akrabalık hakkı için, Resûlullah'a gidip, bu muahede işinin yenilenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!" dedi.

Hz. Ali'nin de cevabı diğer Ashabı Kiram'ınkinden farklı olmadı. "Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!.." dedi, "Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm(a.s.m.) bir işe karar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Resûlullah'ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!"770

Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile, "Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver!" dedi.

Hz. Ali, "Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyorum! Ama sen, Benî Kinanelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himayene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!" dedi.

Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. "Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!" diyerek Hz. Ali'nin yanından ayrılıp Mescidi Nebevî'ye vardı.771

Ebû Süfyan, manen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescidi Nebevî'de ayakta dikildi ve, "Ey insanlar!.. Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himayeme aldım; haberiniz olsun!" dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti: "Muhammed'in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum." Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efendimizin yanına vardı. "Yâ Muhammedi.." dedi, "Zannetmem ki, bu himaye sözümü reddedesin!"

Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan!.. Bunu sen söylüyorsun, ben değil!" buyurdu.

Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke'nin yolunu tuttu.

Ebû Süfyan, Mekke 'de

Mekke'ye varan Ebû Süfyan'a Kureyşliler, "Neler yaptın, anlat bakalım!" dediler. Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mahcubiyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.Kureyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!
 

müdavim

Üye Sorumlusu
FETHE HAZIRLIK

Resûli Ekrem Efendimiz, artık kat'î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil!.. Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslâm'a kayabilirdi. Böylece de îman nîmetini elde etmiş olabilirlerdi! O hâlde, düşmanı tamamen imha etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.

Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hattâ, Hz. Âişe Vâlidimize sâdece, "Yol hazırlığımı yap." demekle yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü, Mekkei Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbei Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:

"Allah'ım!.. Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hâle getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!"774

Hattâ, Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katade Hazretlerini askerî bir birlikle İzam Vadisi tarafına gönderdi.775 Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.

İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmalarını emir buyurdu.776

O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, "Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine'de hazır bulunsun!" diye haber gönderdi.777

Nebîyyi Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabîle, Ramazan ayı başında Medinei Münevvere'ye gelmeye başladı.
 
Üst