Herkesin anlayıabileceği dilde birinci söz

Putkýran

Yeni Üye


Bismillahirrahmanirrahim

(Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla)




Vebihinesteinü


( Ve sadece ondan yardım dileriz.)




Elhamdülillahi rabbil âlemin vesselatü vesselamu ala seyyidina muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain


( Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve üstünlük, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Efendimiz Muhammed’e (a.s.m), soyuna ve ashabına salât ve selam olsun.)


Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilleriyle ve sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati, benimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten daha çok nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz ayetten yararlandığım “Sekiz Sözü” biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve ilim sahibi olmayan insanın dahi anlayabileceği bir dil ile nefsime anlatacağım. Kim isterse beraber dinlesin.


BİRİNCİ SÖZ



Bismillah( Allah’ın adıyla), her hayrın başıdır. Biz dahi ilk önce onu söyleriz. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam işareti olduğu gibi, var olan her şeyin hal ve hareketiyle sık sık tekrar ettiği duası ve zikridir. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu örnek hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:
Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşanmayan ıssız Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki: Bir kabile reisinin himayesine girsin ve ismini kullansın. Böylelikle, yol kesen haydutların kötülüklerinden kurtulup ihtiyaçlarını elde edebilsin. Yoksa sayısız düşman ve ihtiyaçları karşısında perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, çöle çıkıp gidiyorlar. Onlardan biri alçak gönüllü ve mütevazıydi. Diğeri ise kibirliydi. Alçak gönüllü olan, bir reisin himayesine girdi. Kibirli olan, reisin himayesine girmedi... Reisin himayesine giren her yerde huzur içinde gezdi. Bir yol kesen eşkıyaya rastlasa, der: “Ben, filan reisin himayesinde gezerim.” Yol kesen eşkıya defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o himayesine girdiği kişinin ismi ile hürmet görür. Öteki, kibirli olan ise bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilemez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem hor görüldü, hem de rezil oldu.
İşte ey kibirli nefsim! Sen o seyahat eden adamsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Güçsüzlüğün ve muhtaçlığın sayısızdır. Düşmanın ve ihtiyaçların sınırsızdır. Madem öyledir; şu çölün ebedi sahibi olan, varlığının başlangıcı olmayan ve her şeye hükmeden Allah’a sığın ve himayesine gir. Böylelikle bütün kâinatın dilenciliğinden ve her yaşanan olayın karşısında titremelerden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir hazinedir ki, bu kelime ile sayısız güçsüzlüklerin ve ihtiyaçların seni sınırsız kudrete ve merhamete bağlayıp, çok merhametlim ve her şeye gücü yeten Allah’ın huzurunda güçsüzlüğünü, ihtiyaçlarını af için en beğenilen bir vesile yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: bir kişi askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden korkusu kalmaz. Kanun namına, devlet namına der böylelikle her işi yapar ve herşeye karşı dayanır.
Başta demiştik: Bütün kâinat görünüşleriyle, hal ve hareketleriyle BİSMİLLAH der. Öyle mi?
Evet, nasıl ki: Bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini zorla bir yere gönderdi ve zorla, işlerde çalıştırdı. Hiç şüphesiz olarak bilirdin ki; o adam kendi adına, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir komutan kuvvetine güvenir. Öyle de; her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki: Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler; başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç ; “BİSMİLLAH” der. Rahmet hazinesi olan meyvelerden ellerini dolduruyor, bizlere yiyecek sunma, takdim etme görevini üsleniyor. Her bir ağacı, çiçeği yeşilliği bol olan yer, “BİSMİLLAH” der. Cenab-ı Hakk’ın apaçık kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır maddelerinin yetiştiği bir kazan olur ki,: Çeşit çeşit , pek çok birbirinden çok farklı leziz yiyecekler, içinde beraber pişiyor. Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “BİSMİLLAH” der. Rahmet bolluğu ve bereketiyle bir süt çeşmesi olur. Bütün yaratılmışların rızkını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah’ın adıyla en yumuşak, hoşa giden, en temiz, kan gibi bir gıdayı bizlere takdim ediyorlar. Her bir bitki, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “BİSMİLLAH” der ve sert taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, bütün yaratıklara rızkı veren Rahman namına der, her şey ona itaat ve hizmetine girmiş olur. Evet, havada dalların yayılması ve meyve vermesi gibi; o sert taş ve topraktaki köklerin çok kolay bir şekilde yayılması ve yeraltında yemiş vermesi... Hem sıcaklığın şiddetine karşın aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiatçıların, natüralistlerin ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmak sokuyor ve diyor ki. En güvendiğin dayanıklı katılar ve sıcaklık dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Hz. Musa’nın (A.S) asası gibi “fekul nadrib bi asakel hacer” (“Asanı taşa vur” Bakara suresi; 60.ayet) emrine uyarak taşları yırtar. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nazik görünüşlü yapraklar, birer Hz. İbrahim’in (A.S) vücudu gibi ateş saçan sıcaklığa karşı“naru küni berden ve selamen ala İbrahim” (“Ey ateş! İbrahim için serinlik ve selamet ol.” Enbiya suresi; 69. Ayet) ayetini okuyorlar.
Madem her şey manen BİSMİLLAH der. Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “BİSMİLLAH” demeliyiz, Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen düşüncesiz insanlardan bir şey almamalıyız.
SORU :Yiyeceksunmakta olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?
CEVAP: Evet, O gerçek nimet verici olan Allah, bizden o kıymetli nimetlere, mallara bedel olarak istediği fiyat ise; üç şeydir. Biri; ZİKİR. Biri; ŞÜKÜR. Biri de; FİKİR’ dir. Başta “BİSMİLLAH” zikir. Bitenin ardından “ELHAMDÜLİLLAH” şükürdür. Ortada da, bu kıymetli sanat harikası olan nimetleri, her şeyin Kendisine muhtaç olduğu halde hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bir olduğu her şey de görülebilen Allah’ın kudret mucizesi ve Allah’ın sonsuz rahmetinin hediyesi olduğunu düşünmek ve anlamak fikirdir. Bir devlet başkanının kıymetli bir hediyesini sana getiren tembel, zavallı bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öyle de; görünüşte nimeti getirdiği görünen insanı överek, sevgi besleyip, gerçek nimet verici olan Allah’ı unutmak; ondan bin derece daha ahmaklıktır.
Ey nefsim’ Böyle ahmak, budala olmamak istersen; Allah’ın adıyla ver, Allah’ın adıyla al, Allah’ın adıyla başla, Allah’ın adıyla işle. Vesselam...



TERCÜME EDEN ; SEYFULLAH PUTKIRAN


NOT: FİKİRLERİNİZ VE YAZIDA EKSİKLER OLDUĞUNDA BİLDİRMENİZ ÖNEMLE RİCA OLUNUR…
 

Zuhr

Talebe
kardeş hoşgelmişsiniz, üyeliğiniz daim ve faideli olur inşaAllah.
hizmet şevkiniz eksik olmasın,

yalnız,
sadeleştirme üzerine aşağıdaki konuya göz atmanızı rica ederim,

baki selam ve hürmetler,

Risale-i Nur,kendine has, bedi' bir üslûba sahiptir. Müellifin ifadesiyle Risale-i Nur, “ne şarkın malumatından, ulûmundan ve ne de Garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’ânın,şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

Risale-i Nurlar 1926-1950 yılları arasında yazıldı.O günlerden bu günlere Türk dilinde çok şeyler değişti ve değiştirildi.Dilin bazı kelimelerinin zamanla değişmesi fıtri bir seyir olmakla beraber,ülkemizde bazıları ecdatla bizi bağlayan en mühim köprü olan dili tahrip ettiler. Bunun sonucu olarak,elli yıl öncesinin kıymetli eserlerini insanımız anlamakta cidden zorlanıyor. Maalesef, “Dilaçar” gibiler, nesiller arasında derin uçurumlar açabilmişlerdir. Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali ve Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili isimli eserleri, Risale-i Nur’la aynı dönemde yazılmıştır. Bu iki önemli eser, yeni neslin muhatap olabilmesi için sadeleştirilmiştir.

Bazıları, “Risale-i Nur da sadeleştirilsin” temayülündedir. Bu meselede bir kaç noktaya dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

1. Risale-i Nur, ecdadımızın diliyle aramızda tek köprü olarak kalmıştır. Hiç olmazsa bu köprüyü ortadan kaldırmamak lâzımdır.

2. Asıl hizmet, Risale-i Nurları halkın seviyesine indirmek değil, halkı Risale-i Nurların seviyesine çıkarmaktır.

3. Sadeleştirilmiş bir Risale-i Nur; üslubundan, letâfetinden, tesirinden çok şey kaybedecektir. Eserin orijinali “fikir komandoları” yetiştirirken, sadeleşmiş hali bunu gerçekleştiremeyecektir.

4. Bu eserlerde geçen ve şimdiki nesle yabancı gelen temel kelimeler bin kadardır. Bir aylık bir çalışmayla bunlara aşina olmak mümkündür. Bunu bırakıp kolaya yönelmek kahramanlık değildir.Unutmamak gerekir ki, “Zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

5. İnsan, kelimelerle konuşur, kavramlarla engin bir tefekküre ulaşır. Bu eserlerde geçen Kur’ânî ıstılahları, cılız ifadelerle karşılayabilmek mümkün değildir. Yeni nesli, böyle ıstılahlardan mahrum etmeye hakkımız yoktur.

6. Risalelerin kelimelerine yabancı kalanlar, lügat kullanarak bu eksiklerini tamamlayabilirler. İsterlerse de lügatli olarak basılan nüshalardan okuyabilirler. Bu, onların tercihine kalmış bir durumdur. Mühim olan anlamak ve istifade etmektir. Bediüzzaman Hazretlerinin İşaratül İ'caz tefsiri için ifade ettikleri aşağıdaki sözler, ilerde bu eserler üzerinde bazı çalışmaların yapılabileceği -şerh gibi-. şeklinde kanaatimiz vardır. Ancak Risalelerin sadeleştirilmesiyle ilgili olarak hatıralarda ve Risale-i Nur külliyatından herhangi bir malumata sahip değiliz.

"Belki inşaallah, şu cüz-ü tefsir ve altmışaltı adet,belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risaleleriyle beraber me'haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur'ani yazsın, inşaallah.."

İzahta bazı farklı tarzlar olabilir. İşin ehli olup Risaleleri bulandırmadan izahatta bulunan ehli ilmin yaptığı bazı açıklamalar faydadan hali değildir. Çünkü önemli olan insanların anlayıp istifade etmesidir. Tabi her şeyde aşırılık iyi değil. Hiç izah etmemekte iyi değil, çok izah yapıp okunan cümleyi unutmak veya unutturmakta iyi değildir. Çok fazla mutaassıp olmaya gerek yok. Risaleleri dar kalıplara sıkıştırmadan yerine göre yapılabilen makul izah faydalı olur kanaatindeyiz.

Konu tartışmalı bir konudur. Bu konuda farklı meşrepler ortaya çıkmıştır. Her birinin kendine göre haklılık payı olabilir. Nasip olursa ilerde sitemizde bu konuda makale neşredeceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz:

-Risalelerin zaten kendisi izahtır. Kur'an izah edilirken -ihtiyaç olan yerlerde- risalelerin izah edilmesi gayet normal bir durumdur. Risalelerde öyle cümleler var ki, belli bir alt yapı olmadan anlaşılmaz. Özellikle umuma bakan derslerde buraların açıklanması bir zorunluluktur.

Mesela "Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir." "Âmm, hâssa delâlât-ı selâsenin hiçbirisiyle delâlet etmez."

-Bazılarının izahları izah olmaktan ziyade adeta bir sohbete dönüşmekte, bu da dersin risale dersi olmasını ortadan kaldırmaktadır. Böyle naehillerin tavırları izaha karşı haklı olarak bazılarında bir antipati meydana getirmiştir. Yani bir ifrat ve tefrit söz konusudur. Ortasını bulmak gerekir, gerekli yerlerde gereken açıklama yapılmalı dersin ahengi ve bütünlüğü zedelenmemelidir.

-Hizmette tek metot değil muhtelif metotlar olabilir. "İlla bu budur" demek yerine herkes kendi metoduyla yoluna devam eder ve başkasına ilişmezse problem kalmaz.
 

ahmetuz

Member
Hiç bir çeviri, orjinalinin tadını vermez, yerini de tutmaz. Bu Birinci Söz değil, size göre Birinci Sözün bir çevirisi, sadece bir anlamıdır. Suyu kaynağından içmek daha güzel diyorum. İzah şeklinde bu emeği sarfetseniz daha makbul olmaz mı ?

Üstadında vasiyeti var haklısın orjinalinin yerini tutmaz ilim istiyorsak mücadele sabırla risale-i nurları okuyup sohbetlerini takip edip anlamaya çalışmalıyız cünkü risale-i nur herkeze başka bir pencere açabiliyor benim tanıdım ve örneklerini gördüğüm abiler var.

''Yarabbi Kur'an'a ve imana hizmet için , insanların kalplerini Risale-i Nur'a müsahhar yap''
 
Z

Ziyaretçi

Misafir
Kelimelerin anlamı verilen lugat bilgisiyle sınırlı değildir. Risaleler, okundukça kelimeler anlamını buluyor.
Her kelime içinde bulunduğu konuya göre anlam değişikliği gösterebiliyor.
Bazen sadece bir kelime üzerine bir konu işleniyor.
Örneğin tesanüd kelimesinin anlamı Barla Lahikası 'nda uzunca anlatılmış.
Nette geziyoken acizane ben de paylaşımda
bulunmak istedim.
 

saidoglu1

New member
SADELEŞTİRME İLE İLGİLİ LAHİKA MEKTUP

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

Evvela, çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâsenizi ve eyyam-u mübarekelerinizi bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz.
Saniyen, Risale-i Nur bütün dünyada tahayyüllerin fevkinde intişar ediyor; ihtiyacını hissedenler, hakikate susayanlar, ciddi talep eden yediden yetmişe herkes, istidadı, iştiyakı, azm ve gayreti, saffet ve samimiyeti nisbetinde bu ders-i imaniyeden istifade ediyor, hisse alıyorlar. Üstadımız “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücûda sıhhat veriyor.” buyurmaktadır.
Salisen, malum olduğu üzere en son meşverette tezekkür edilen “sadeleştirme” hakkındaki kardeşlerimizin umumi görüş ve düşünceleri, tahkik ve değerlendirmeleri hulasa bir biçimde meşveret metninde beyan edilmiştir.
Sadeleştirme hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi birkaç nokta başlığı altında hülasa ile nazarlarınıza takdim ediyoruz:
BİRİNCİ NOKTA: Hakkın hatırı, müellifin hukuku ve sanat ahlakı sadeleştirmeye müsaade etmez. Nasıl ki, bir mimarın çizdiği projeler onun izni ve kabulü olmadan değiştirilmezse; Hz Üstad’ın telifatı olan Risale-i Nur Külliyatı da O’nun izin ve müsaadesi olmadan tağyir ve tebdil edilemez. Çünkü Üstadımız buna müsaade etmemiştir. Bu hususta Lahikalarda pek çok beyan olduğu gibi, saff-ı evvel ağabeylerimizin naklettikleri hatıralar da buna şahittir.
İşte onlardan birkaç numuneyi dikkatlerinize sunuyoruz:
“Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”(Mektubat, 383)

â€œİşte en uzak hakikatları en yakın bir tarzda, en ami bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçe’si az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinden, bu harika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bila şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-i manevisinin bir cilvesidir ve temsilatı Kur’an’iyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.” (Mektubat 270)

“Resailinnur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyar ile değil; ekseriyeti mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu L. 211)

“…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mes’ele değişir, mana bozulur.” (Şualar 486)

“Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne halde ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz.”(Mektubat, 488)

“Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve mektuplar; ihtiyarsız, def’i ve anî bir surette kalbe geliyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem; sönük düşer, noksan olur.”( Mektubat,279)
“Altıncı Deva : (Haşiye) Fıtri bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebeden, iki deva yazılmış. Fıtriliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.” (Lem’alar 208)

“Bu ehemmiyetli Risale’nin, herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şualar 98)

“Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale’i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (Emirdağ L. 65)

“Bu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd sûretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Ve bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor. Ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.”(Mesnevi, 144)

“Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. Öyle de; suretperestlik ve üslüpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edip edebde, edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (Muhakemat 88)

“Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, hatta en muannide karşı dahi, parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inayet-i ilahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’an’iye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahi telakki edilen İbn’i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, O Zat’ın dehasi ile yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat 372)

“Bu söz şimdiye kadar binler adamı hab-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes O’nun dilini anlıyor.” (Sözler 725)

“Namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç müntefi’ olur.” (Mektubat: 342)
Üstadımız, nazariyat-ı diniyenin mahfazları olan elfazların değiştirilmesinde bir zaruret olmadığını beyan buyurmaktadır. Belki bu noktada yapılması gereken şey, o elfazları vaz-u nasihatlerle açmak; mütalaa ve müzakere ciddiyeti içinde tefekkürle talim etmektir.
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabey’in Hz. Üstad’dan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair yazdığı mektubuna Üstadımız şöyle cevap vermiştir:
“Saniyen, Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarında haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metnin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var..” (Emirdağ lahikası, Elyazma 661)

İKİNCİ NOKTA: Risale-i Nur, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatlerinden telemmü etmiş, en yüksek bir ders-i imaniye, envar ve esrar-ı Kur’aniyye’dir. Üstad, “bunun(Risale-i Nur’un) ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim.”(Şualar, 498) buyurmaktadır.
Sadeleştirme, Risale-i Nur’daki bu kudsî mazhariyetleri kırar, hakaik-i imaniyenin feyzini uçurur; elfazın letafetine ilişir, hüsün ve cemalini zayi eder; sarih mananın maverasındaki işarî, remzî, telmihi mana tabakalarına perde çeker. Risale-i Nur’un, hüsn-ü hakikisini incitir, derin manalarını basitleştirir ve bayağılaştırır.
Risale-i Nur, “üslub-u âliye” üzerine müessestir. Sadeleştirme, “üslub-u âliye”yi tebdil ve tahfif hükmüne geçer. O mevzun, muntazam, üslub libasları bozulunca kalb, ruh, sır ve diğer latifeler hissesiz kalır; akıl da tam itminana ulaşamaz. Çünkü sadeleştirme, kelamın camiiyetine, lisanın selasetine, nazmın cezaletine, mananın belagatine büyük zarar verir; o ruhu öldürür ve o letafeti söndürür.
Üstadımızın fevkalade önem atfettiği; makbuliyet-i İlahiye bir alamet saydığı tevafukat ve cifir gibi ince hikmetler ve latif sırlar sadeleştirme ile tamamen ortadan kalkar.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, talebelerine kazandırdığı uhrevi kazanç ve kemalata bedel olarak, onlardan “tam ve halis bir sadakat” ve “daimi ve sarsılmaz bir sebat” istemektedir. (Kastamonu, 101)
Sadakatin bir cüzü de, Risale-i Nur Nüshalarını aslı şekliyle muhafaza etmek; risaleleri tağyir ve tebdil etmemektir.
Rahmetli Tahirî Ağabey’in Üstad’dan naklettiği şu ifadeler, sadık ve sebatkâr şakirtler için fevkalade önem taşımaktadır:
“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş, ruz-u mahşerde perişan olsa; o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki, bu davaya olan ahdini ve sadakatini bozmasın.”
Bizim görevimiz, Risale-i Nur’u asli haliyle tâ kıyamete kadar muhafaza etmektir. Bu muhafaza o ahdin lazımlarından birisidir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, tekrarat-ı Kur’aniyye’nin bir lemaatına mazhar olduğu için tekrar tekrar okunması usanç vermez. Üstad Hazretleri bütün hayatı boyunca kendi telif ettiği eserleri müteaddit defa okumuş, talebelerine de okutmuştur. Hâlbuki sadeleştirilmiş bir eser, latif ve hassas ruhlara ağır gelir; belki ancak bir kere okunabilir. İkinci, üçüncü, dördüncü kere okunmaz. Çünkü sadeleştirme, sanat zevkini incitir, ciddi okuma iştiyakını köreltir. İnce sezişler, latif manalar sadeleştirme rötuşu içinde gözden kaybolur. Letafet ve zarafetle biçilmiş ve giydirilmiş olan o deri hükmündeki nazenin libaslar soyulup atılır. Ne selaset kalır, ne letafet! Metin, kırk yamalı bohça şekline girer. Tenasüp gider, zarafet kaybolur. Kelam estetik değerini, fikrî ağırlığını, teravettar özelliğini kaybeder, mesaj gücünü yitirir.

BEŞİNCİ NOKTA: Dil, bir milletin hafızasıdır. Belki, o milletin tâ kendisidir. Dili sadeleştirmek, milletin hafızasını silmek, tarihi arşivleri yok etmek, kütüphaneleri yıkmak, manevî göstergeleri, hassas değerleri silip süpürmek anlamına gelir. Çünkü dinimize, ahlak ve kültürümüze, örf ve adetlerimize medar bütün güzelliklerimiz dil ile yaşar, dil ile yaşatılır, dil ile muhafaza edilir. Dil, maziden istikbale uzanan bütün değerlerimizin intikal köprüsüdür. Sadeleştirme bu köprüyü uçurur. Mazi ile ilgili bağları kopartır.

ALTINCI NOKTA: Ehl-i ihtisasın beyanına göre “dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor.” gerekçesiyle birçok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman tefekkür sahası daralır; dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Hâlbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür.
Düşünceye hizmet etmeyen bir dil, kısırlaşır. Kısırlaşan dil, cemiyette fikir ve düşünce üretemez, ideal yükleyemez, yüksek fikirleri, ulvi hisleri terennüm edemez. Dal ve budakları budanmış, kanatları kırılmış, yozlaştırılmış bir dil ile ciddi metinler de kaleme alınamaz, şaheserler üretilemez. Mevcut ciddi eserler de okunamaz, derin ibarelere girilemez, ilmî, felsefi, edebî, fikrî eserlere ulaşılamaz.
Evet, dil sadeleştirilirse, düşünce sığlaşır. Sadeleştirme işi, edebi, fikrî, ilmi, ahlakî ve dinî metinlerde sürdürülürse, netice noktasında cemiyet hayatında “düşünme derinliği” kaybolur. Bir müddet sonra düşünmeyen, murakabe ve muhasebe yapamayan, derinliklere inemeyen, fikirde kifayetsiz, izanda nakıs, intikalde gabi bir gençlik karşımıza çıkar.

YEDİNCİ NOKTA: Maddi bir unvan ve şöhret adına birkaç lisan öğrenen; dünyevi bir istikbal için kendi sahasındaki yüzlerce tabirleri ve yabancı kelimeleri ezberleyen bir insanın; sırf nefsin tembelliğinden ve ruhun lakaytlığından gelen bir hisle, Kur’anî tabir ve ıstılahları öğrenmemesi nasıl mazur görülebilir!?..
Bilmek gerekir ki, lakayt ve laubali ruhları hakikat dünyasına celb ve cezb etmenin yolu, iman ilminde derinleşmek, tebliğ sorumluluğunu canlı tutmaktır. Bu da, temsil ruhunu yaşatmak, tebliğ ciddiyetine bürünmek, hakikat-ı imaniyeye tam ayna olmak; tefekkür disiplini içinde mütalaa, müzakere ile tahkik mesleğine kuvvetle gerçekleştirilebilir.
Sadeleştirme, bu manalara kuvvet veremediği gibi, bilakis, insanları mehazın kutsiyetinden uzaklaştırır; cılız, kuru, sönük ve silik bir mecraya sürükler. Halbuki Üstadımız : “me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor.” (Mektubat: 342) buyurmaktadır.
SEKİZİNCİ NOKTA: Dil, cemiyetin harcıdır. Kelimeleri yerlerinden oynatmak, sökmek ve çıkartmak adeta sağlam bir binanın statiğini bozmak, mukavemetini sarsmak, binayı yerinden oynatmak anlamını taşır. Bu gibi uzun yaşamazlar.
Risale-i Nur’un bir görevi de dili muhafaza etmek; İslami ıstılah ve kelimeleri günlük hayatın içinde canlı tutmak ve yaşatmaktır. Sadeleştirme bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

DOKUZUNCU NOKTA: İlimde derinleşmenin ilk adımı, o ilmin ıstılahlarına vukufiyettir. İlmî tabirler ve ıstılahlar sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Doktorların yazdığı reçeteler, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü o kelimeler tıp dünyasının müşterek lisanıdır. Tıp atlası da, bilgisayardaki teknik tabirler de öyledir.
Yıllardır hafızaya kaydolmuş, dimağa resmedilmiş, kalbe nakşedilmiş marifet-i Kur’aniyeye medar tabir, kelimat ve ıstılahların muhafazası lazım ve elzemdir. Onları muhafaza bizim görevimizdir. Bu görev ve sorumluluğun, hassasiyet ve duyarlılıkla yerine getirilmesi gerekir.

ONUNUCU NOKTA: Sadeleştirme ile ilgili çalışmalarda, genellikle, bir taviz, ikinci bir tavizi doğurur. O da üçüncü, dördüncüyü.. Belki her 10-15 sene sonra sadeleştirme tekrar gündeme gelir. O sadeleştirilenler de, tekrar sadeleştirildiğinde; 50-60 sene sonra, belki asıl metin buhar olur uçar; estetik özelliklerini, kelamî güzelliklerini, mana tabakalarını, lisan inceliklerini ve derin sırlarını kaybeder. Özellikle, kudsî kelimat ile inşa edilmiş metinlerde bu tahrib daha ziyade olur; o metinlerin manevi ağırlıkları, derinlikleri, letafet ve zarafetleri silinip gider.

ONBİRİNCİ NOKTA: Şimdi olduğu gibi, çok yakın bir gelecekte Risale-i Nur, dünya düşünce tarihini etkileyecek en önemli eserlerin başında yer alacak; İnşaallah, fikir ve ilim dünyasının en çok konuşulan, tezekkür edilen ve hakkında en çok yazılar yazılan, araştırmalar yapılan, kitaplar neşredilen bir şaheseri olarak, biiznillah, asra damgasını vuracaktır. Belki, binlerce bilim adamları, araştırmacılar, psikologlar, sosyologlar, siyaset bilimcileri, sanat adamları, tefekkür insanları, risaleleri didik didik inceleyecek, herkes kendi ilim mahfilinden bakacak, farklı açılardan yorumlar yapılacak, şerh ve izahlara girişilecektir. Yapılacak bütün bu çalışmalar Risale-i Nur’un kadr ve kıymetini, baha ve değerini daha ziyade gözler önüne serecektir; bu araştırmaların gerçekleştirilmesi için, orijinal metnin, asıl nüshaların olduğu gibi muhafazası gerekir. Çünkü sadeleştirmiş metinler üzerinden yapılacak yorum ve değerlendirmeler, yanlışlara kapı açabilir, bir kısım hakikatlerin zayi olmasına sebep olabilir.
ELHASIL, Sadeleştirme, hikmet diline, hakikat lisanına, metnin orijinalliğine, lisanîn selasetine, kelamın camiiyetine, beyanın belagatine, hüsün ve letafetine, mana tabakatının enginliğine, tefekkür ciddiyetine, tahkik mesleğine, tetebbuat zevkine ilişir. Hakikat ilminin hudutsuz sahrasını daraltır. Zihni sığlaştırır. Elfazın derisini soyar, hayattar mana tabakalarının taravetini izale eder.

ONİKİNCİ NOKTA: Kardeşlerimizin malumu olduğu üzere, Risale-i Nur’un mesleği “kavl-i leyyin”dir. Bu mesele münasebetiyle, hiddet ve şiddete, adavet ve çatışmaya kapılar açacak bir biçimde ahvallere bürünmek; gayz ve gadabla infial göstermek, ifratkarane tavırlar takınmak, hiddet sergilemek, mesleğimizin ruhuna muhaliftir. İhlas ve uhuvvete zıddır. İhlaslı istikamet ve uhuvvetkarane muhabbet mesleğimizde esastır. “Dostlara mürevvetkare, düşmanlara sulhkarane davranmak” Nur’un bir düsturudur.
Evet, Üstadımız, “Tuluat Risalesi”nde, ihtilafı tadil edecek çarenin reçetesini yazmış, gözlerimizin önüne sermiştir. O reçete şudur:
“Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir.. Peygamberimiz bir.. Kur’anımız bir.. zaruriyat-ı diniyeden başka olan “teferruat” veya “tarz-ı telakki” veya “tarik-i tefehhümdeki tefavüt” bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. “Elhubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekatımızda hâkim olsa, – ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.”
Hem, Üstadımız: “ Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından; bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.” buyurmaktadır.
“Saniyen: muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.” (Asar-ı Bediyye, Envar neşriyat.s. 516)
Evet, biz de, bu meseleyi müdakkik kardeşlerimizin hakimane tetkiklerine ve şefkatkarane tedbirlerine havale ediyoruz.
“Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”diyen muazzez Üstadımızın açtığı cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’de, ihlâs ve uhuvvet, muhabbet ve istikametle yürümek zorundayız.
Dua ve münacatımız o dur ki, Rabb-i Rahim bizleri azami ihlâs, azami sadakat, hakikat-ı uhuvvet ve muhabbetle, istikamet dairesinde istihdam ettirsin. Rızası dairesinde çalıştırsın.
Kaynak:
Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu | NurNet.Org
 
Üst