"Her Nefis Ölümü Tadacaktır"

Ahmet.1

Well-known member
Her Nefis Ölümü Tadacaktır
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan ﻛُﻞُّ ﻧَﻔْﺲٍ ﺫَٓﺍﺋِﻘَﺔُ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕِ Her Nefis Ölümü Tadacaktır (Al-i İmran Suresi: 185.)
âyetinin külliyetinde: "Nev'-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!" manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyor...

Said Nursi

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan: Anlatma tarzı mucize olan Kur'an.
Külliyet: Bütünlük, genellik.
Nev'-i insanî: İnsan türü, insan cinsi.
Nefis: Bir kişinin kendisi, öz varlığı. *Günah ve sevab ayırmadan saldıran istekler ve duygular.
Bâki: Sonsuz, ölümsüz olan.





İnsan Yalnız Cesedden İbaret Değildir
İnsan yalnız cesedden ibaret değil; Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez. Onlar da idare ister. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün
ﺍَﻟْﻤَﻮْﺕُ ﺣَﻖٌّ Ölüm kesin bir gerçektir.) davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.

Madem manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i marifet herhalde küfran-ı nimet suretinde kendine edilen nimet-i İlahiyeyi ve fazilet-i imaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid'alarıyla, sefahetleriyle bulaştırmayacaktır!..

Lem'alar


Endişe-i istikbal: Geleceğini sağlama alma kaygısı, istikbal endişesi.
İstinad: Dayanma.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyadaki yaşantı.
İçtimaî: Toplumla ilgili.
Münhasır: Mahsus, sınırlı, ait.
Ebed: Ebedilik, sonu olmamak, sonsuzluk.
Ehemmiyetli: Önemli.
Tekzib: Yalanlamak.
Hacat-ı zaruriyeye: Zorunlu ihtiyaçlar.
Varaka: Yaprak, belge, kağıt.
Berzah: Ölülerin ruhlarının kıyamete kadar kaldıkları âlem.
Zulümat: Zulmetler, karanlıklar.
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Ehl-i marifet: Yüksek anlayış ve bilgi sahipleri.
Küfran-ı nimet: Nimete karşı nankörlük.
Fazilet-i imaniye: İmanla ilgili üstünlükler ve yüksek ahlak.
Sefih: Düşünmeden hareket eden, zevk ve eğlence düşkünü.
Fâsık: Günahkâr.
Sukut: Düşme, alçalma, inme.
Bid'a: Dine aykırı olarak sonradan uydurulan âdet ve davranışlar.
Sefahet: Günah olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dünya Fânîdir

Dünya Fânîdir
Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahibsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem Allah bir kimseye gücünün yettiğinden başka sorumluluk yüklemez. (Bakara Suresi: 286.) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır. Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

Said Nursi


Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Misafirhane-i dünya: Dünya misafirhanesi.
Hakîm: Hikmet sahibi, her şeyi gayeli ve faydalı olarak yerli yerinde yapan.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Müdebbir: Tedbir alıcı, zararları engelleyen ve faydaları sağlayan önlemleri önceden planlayarak yapan.
Teklif-i mâlâyutak: Güç yetmez teklif, yerine getirilemeyecek sorumluluk, yapılamayacaklarla görevlendirme.
Müreccah: Üstün.
Dünyevî: Dünya hayatına ait, dünyadaki yaşantıyla ilgili.
Kabir: Mezar.
Bahtiyar: Talihli, mutlu.
Âhiret: Ölümsüz olan öbür dünya.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Malayani: Faydasız, boş, gereksiz.
Telef: Ölmek, zayi olmak.
Telakki: Kabul etmek, karşılamak.
Misafirhane: Misafir konaklama yeri, misafir evi, konuk evi.
Saadet-i ebediye: Ebedi saadet, bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır.

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar, bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetle alâkadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlukatın vücudlarını "ademe gidiyor" diye elîm bir endişe verirken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!"

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her mü'minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü'min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülâsa: Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sünbül vermektir.


Said Nursî


Gaflet: Düncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Alâkadar: Alâkalı, ilgili.
Meftun: Aşık, tutkun.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Adem: Yokluk, hiçlik.
Âyet-i Hasbiye: Hasbünallahü ve ni'mel vekik âyeti.
İnbisat: Genişleme, yayılma, genleşme.
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Müteaddid: Çok sayıda, birçok, çeşitli.
Kelime-i hikmet: Hikmet kelimesi.
Mensubiyet: Bağlılık, alakalık.
İlmelyakîn: İlim yoluyla varılan kesin bilgi.
Şuur-u iman: İman şuuru.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah(cc).
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Taalluk: Alakalı olma, ilgilenme.
Esma-i İlahiye: Allah'a(cc) ait isimler.
Uhuvvet: Kardeşlik.
İntisab: Bağlılık.
Envâr: Nurlar, aydınlıklar, ışıklar.
Visal: Kavuşma.
Tebdil-i mekân: Mekan değiştirme, yer değiştirme.
Bâki: Ebedî, sonsuz, ölümsüz olan.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey saygıdeğer şerefli bil)

İnsanın ba'de-l mevt Hâlık-ı Rahman ve Rahîm'e rücuu hakkında ilânat yapan şu
ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻣَﺮْﺟِﻌُﻜُﻢْ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺍﻟْﻤَﺼِﻴﺮُ ٭ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﻣَﺎَﺏِ
"Dönüş Onadır." Ra’d Süresi, 13:36. "Herkesin dönüşü Onun huzurunadır." Maide Süresi, 5:18. "Hepinizin dönüşü Onadır." Bakara Süresi, 2:245. "Hepinizin dönüşü Onadır." Hüd Süresi, 10:4.)

gibi âyetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi, ehl-i isyana da büyük tehdidleri îma vardır.

Evet bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp; ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed'in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle kalb adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur.


Mesnevi-i Nuriye



Ba'de-l mevt: Ölümden sonra.
Hâlık-ı Rahman ve Rahîm: Merhametli çok acıyan ve rızıklandıran yaratıcı.
Rücu: Dönüş, dönme, geri dönüş.
İlânat: İlanlar, duyurular.
Beşaret: Müjde, sevindirici haber.
Ehl-i isyan: İsyan edenler.
Zeval: Sona erme, göçüp gitme, son bulma.
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Adem: yokluk, hiçlik.
Zulümat: Karanlıklar.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan Allah(cc).
Medhaldir: Giriş yeridir.
Adem-i mutlak: Sonsuz hiçlik.
Elem: Acı, dert, kaygı.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ecel Birdir Değişmez

Ey Hâlık'ını tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise; hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zahirî cihetinde dehşetli olduğundan, ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telaş veriyor.

Evvelâ bil ve kat'î iman et ki: "Ecel mukadderdir, tegayyür etmez." Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Sâniyen: Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat'î, şeksiz, şübhesiz bir surette, Kur'an-ı Hakîm'in verdiği nur ile isbat etmişiz ki: Ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzde doksandokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir; hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir; hem Hâlık-ı Rahîm'inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir.

Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.


Lem'alar


Hâlık: Yaratıcı Allah(cc).
Elem: Acı, dert, kaygı.
Tevahhuş: Korkmak, ürkmek, kaçmak.
Cihet: Yön, taraf.
Nazar-ı gaflet: Allah(cc) ve ahiret düşüncesinden yoksun bakış.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
Evvelâ: İlk önce, birinci olarak.
Kat'î: Kesin.
Mukadder: Belirlenmiş.
Tegayyür: Değişme, başkalaşma.
Sâniyen: İkinci olarak.
Sureten: Görünüş bakımından, şekil olarak.
Ehl-i iman: İman edenler, inananlar.
Vazife-i hayat: Hayat görevi, hayat vazifesi.
Külfet: Zahmet, zorluk.
Talim: Öğretmek, eğitmek, yetiştirmek.
Talimat: Eğitimler, emir ve yasaklar, hareket tarzını bildiren emirler.
Ubudiyet: Allah'ın(cc) emir ve yasaklarına uymak.
Ebedî: Sonsuz.
Makam-ı saadet: Mutluluk yeri.
Zindan-ı dünya: Dünya zindanı, karanlık ve sıkıntılı dünya hapishanesi.
Bostan-ı cinan: Cennet bahçesi.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Mukabil: Karşılık.
Ahz-ı ücret: Ücret alma.
Mahiyet: Temel özellik, temek gerçek, asıl, esas.
Bilakis: Aksine, tersine.
Rahmet: Acıma, şefkat etme, esirgeme, merhamet.
Mukaddeme: Başlangıç, giriş, önsöz.
Ehlullah: Allah'ın(cc) sevgisini kazanmış üstün kimseler, veliler, ermişler.
Belki: Kat'iyyetle. Şüpesiz. *Hattâ. *İhtimal, olabilir.
İdame: Devam ettirme.
Hayrat: Allah(cc) rızası için yapılan hayırlar ve iyilikler.
Ehl-i dalalet: Kur'anın gösterdiği yoldan ayrılanlar, iman ve islâm yolundan sapanlar.
Zulümat-ı ebediye: Sonsuz ve tükenmez karanlıklar.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ölüm Nimettir ve Ebedi Hayatın Başlangıcıdır.

Furkan-ı Hakîm'de ﺍَﻟَّﺬِﻯ ﺧَﻠَﻖَ ﺍﻟْﻤَﻮْﺕَ ﻭَﺍﻟْﺤَﻴَﻮﺓَ ﻟِﻴَﺒْﻠُﻮَﻛُﻢْ ﺍَﻳُّﻜُﻢْ ﺍَﺣْﺴَﻦُ ﻋَﻤَﻼ "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan Odur." Mülk Sûresi, 67:2.) gibi âyetlerde "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir nimettir." diye ifham ediliyor. Halbuki zahiren mevt; inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdim-ül lezzattır.. nasıl mahluk ve nimet olabilir?

Elcevab:
"Birinci Sual"in cevabının âhirinde denildiği gibi: Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.

Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.

İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt; elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzah'ta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.

Amma mevt, nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz:

Birincisi:
Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah'ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi:
Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs'atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki'nin daire-i rahmetine girmektir.

Üçüncüsü:
İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü:
Nevm nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalalet için müteaddid Sözlerde kat'î isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azab içinde azabdır. O, bahisten hariçtir.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
İşarat-ül İ'caz / İhya-yı Ervah'dan

Üçüncü Mesele ﺛُﻢَّ ﻳُﻤِﻴﺘُﻜُﻢْ Sonra öleceksiniz) ukdesini açar.

Evet mevtin de hayat gibi mahluk olduğuna, mevtin i'dam ve adem-i mahz olmadığına delalet eder. Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.

Ukde: Düğüm, bağ.
Mevt: Ölüm.
Adem-i mahz: Tamamen yok olma.
Delalet: Delil olma, yol gösterme.
Tebdil-i mekân: Mekan değiştirme, yer değiştirme.


Ve keza nev'-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat'iyyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. Bu hâsse-i zâtiyenin bir ferdde mevcud olması, nev'in tamamında mevcud olmasını istilzam etmekle; mûcibe-i cüz'iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh mevt, hayat gibi bir mu'cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Nev'-i beşer: İnsan türü, insanlar.
Emarat: Emareler, belirtiler, ipuçları.
İşarat-ı kesîre: Çok işaretler.
Kat'iyyet: Kesinlik.
Beka: Sonsuzluk, devamlılık.
Mevcud: Var olan, varlık.
İstilzam: Gerektirme, gerekli olma.
Mûcibe-i cüz'iye: Hüküm fertlerin bir kısmı üzerine olan olumlu kaziyelerdir.
Mûcibe-i külliye: Müsbet ve umumi olan kaziye.
Kaziye: Bir kararı ifade eden söz. *Fikir, ifade.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Mu'cize-i kudret: Güç mucizesi.
Adem: Yokluk, hiçlik.




S- Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dâhil edilmiştir?

C- Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.

Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.

Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev'-i beşeri istiab edemezdi ve nev'-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.

Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.

İşte bunun için, ölüm nimettir.

Said Nursi



Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Mukaddeme: Başlangıç, giriş, önsöz.
Sâniyen: İkinci olarak.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Necat: Kurtuluş.
Sâlisen: Üçüncü olarak.
Küre-i Arz: Yer küre, dünya.
Nev'-i beşer: İnsan türü, insanlar.
İstiab: İçine almak, kaplamak.
Perişaniyet: Perişanlık.
Maruz: Uğrayan, uğrar durumda, uğramış, hedef.
Râbian: Dördüncü olarak.
Tekâlif-i hayatiye: Hayata ait yükümlülükler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ölüm Fânî Âlemden Bâkî Âleme Gitmektir

Bu fâni dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.
Mesnevi-i Nuriye



Devair-i gaybiye: Gözle görülemeyen gizli yerler, gaybî daireler.
Beka: Sonsuzluk, devamlılık.
İntikal: Geçme, ulaşma, varma.
Avdet: Dönüş, geri gelme, dönme.
Muzlim: Karanlık, korkutucu ve ürkütücü.
Hasenat-ı muzie: Işıklandırıcı iyilikler, aydınlık sevaplar.
Mevt: Ölüm.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.




Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmağa vesiledir. Hem hakikî vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm'in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.
Sözler


Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Zeval: Sona erme, son bulma.
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Adem: Yokluk, hiçlik.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
Visal: Kavuşma.
Teceddüd: Yenilenme, tazelenme.
Âlem-i fâni: Fani âlem, gelip geçici dünya.
Âlem-i bâki: Bâki âlem, ölümsüz dünya.
Zindan-ı dünya: Karanlık ve sıkıntılı dünya hapishanesi.
Bostan-ı cinan: Cennet bahçesi.
Mukabil: Karşılık.
Ahz-ı ücret: Ücret alma.
Talimat: Talimler, emir ve yasaklar, eğitimler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir. (Âl-i İmran Suresi: 185.)

[Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.]
Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna... Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Gafil: Gaflette olan. Düşüncesiz, ilgisiz ve habersiz.
Ders-i ibret: İbret dersi.
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz.


Ey nefis! Şu temsile bak gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder.Meselâ; şu karyede (yani Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksandokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse "Oraya git", sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksandokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Nefis: Bir kişinin kendisi, öz varlığı. *Günah ve sevab ayırmadan saldıran istekler ve duygular.
Hasr-ı nazar: Bütün dikkatini verme.
Elîm: Acı veren.
Karye: Köy.
Müştak: Çok istekli.
Bîçare: Çaresiz.
Ünsiyet: Alışkanlık, dostluk, tanışıklık, yakınlık.
Âlâm-ı firak: Ayrılık acıları.


Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.
Habibullah: Allah'ın(cc) rızasını ve sevgisini kazanan.
Merdane: Erkekçesine, yiğitçesine.
Kabr: Mezar.
Taleb: İsteme, dileme, istek.
Gafil: Gaflette olan. Düşüncesiz, ilgisiz ve habersiz.


Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.
Asır: Yüzyıl, devir, zaman.
Perestiş: Pek çok sevgi ve saygı besleme.
Derd-i maişet: Geçim derdi.
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Acz-i beşerî: İnsanın güçsüzlük ve çaresizliği.
Fakr-ı insanî: İnsanın fakirliği, insanın sayısız ve sonu gelmez ihtiyaçlarının olması.
Peyda: Olma, meydana çıkma, belirme.


Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi {(Haşiye): İzmir'in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.} mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebaen-mensur gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehennem'e döker. Ehl-i şükre "Haydi, Cennet'e buyurun" der.
Misafirhane-i dünya: Dünya müsafirhanesi.
Nazar-ı hikmet: Gayeyi ve faydayı araştırıcı göz.
Hâdisat-ı kevniye: Dünya ve kâinattaki olaylar.
Münakkaş: Nakışlı, süslü, işlemeli.
Mücehhez: Cihazlanmış, donatılmış.
Meczub mevlevî: Allah(cc) sevgisinden kendinden geçip dönmeye başlayan mevlevi tarikatına bağlı olan.
Etvar-ı gaflet: Gafletli tavırlar.
Sıklet-i maneviye: Manevî ağırlık.
Mevt-âlûd: Ölümle karışık, ölüm bulaşmış.
Hâdisat-ı hayatiye: Hayati olaylar.
Mülhid: Dinsiz, imansız.
Hebaen-mensur: Boşuboşuna, faydasız olarak.
İbka: Bakileştirme, devamlı olmasını sağlama.
Küfran-ı nimet: Nimete karşı nankörlük.
Âsâr-ı beşeriye: İnsanların eserleri.
Şirk-âlûd: Allah'a(cc) ortak koşma anlayışı karışmış.
Hâlık: Yoktan en güzel şekilde yaratan Allah(cc).
Ehl-i şirk: Allah'a(cc) ortak koşanlar, varlıkları ve olayları Allah'tan başka şeylere dayandıranlar.
Ehl-i şükr: Bütün nimetleri Allah'tan(cc) bilip şükredenler.


Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında bîçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir. Lemalar
 

Ahmet.1

Well-known member
Mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Lemalar
 

Ahmet.1

Well-known member
Bu senin etrafındaki kabristanın yüz İstanbul içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin. Lemalar
 
Üst