SaYa

Well-known member




Doksan yıl önce, İngiliz ordularının işgal etmesiyle Osmanlı devletinin elinden çıkan Kudüs, Efendimiz'in göğe yücelişinin ilk adımıdır.


Kutlu kademiyle şeref verdiği Kudüs'e ve diğer kardeş şehirlerine; modern Türk şiirinin büyük ustası Sezai Karakoç, yüzyıllar sonra, bir Peygamber soluğuyla şöyle seslenir: "Kudüs'e Bağdat'a İstanbul'a / Semerkand'a Taşkent'e Diyarbekir'e / yetiş peygamber imdadı yetiş / yetiş Allah'ın izniyle / yetiştir erlerini / diriliş yapraklarını taşıyan / şehit gömleklerini peşin giymiş / ateşten, sudan geçer gibi geçen / Allah önünde her varı yok gören / dağların üstünde erip / kentlere şafaklar gibi ağan / küçük askerlerini / gül diksinler diye yeni topraklarına / insanın ta gönlüne / yetiştir erenlerini / Allahım"

Büyük şairin bir başka şiirindeki ifadesiyle, 'şehrin kutsal ruhuna ihanet eden'ler, bir miraç olarak namazın sırlarından habersizdirler. Namaz, yeri ve onu kuşatan gökleri birbirine bağlayan bir bağdır. Bizler, Heidegger'in dediği gibi, dünyada yaşıyoruz ama gökle çevriliyiz. Gökle temasımızın kesildiği zamanlarda, yeryüzünde vahşet yapar, insanlığı kirletiriz. Yeryüzünde onurlu ve şairane oturabilmemiz için, günde beş kez evimizin önünden geçen ırmağa dalarak yıkanmamız, göksel hakikatle bağımızı yenilememiz gerekir.

Bu hakikatin sırrı iledir ki, Bediüzzaman, -Wittgenstein gibi- Birinci Dünya Savaşı'nda cephede savaşırken kaleme aldığı İşaratu'l-İ'caz adlı eserinde, namazın sırlarından söz ederken, İbn Arabi'nin Mekke Fetihleri'ne gönderme yapar: 'Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir bağ, yüce bir ilgi ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu çekmek, onun gereğidir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerh ettiği gibi, öyle sırları ihtiva eder ki, her vicdanın muhabbetini çağırmak, namazın şe'nindendir.' Bu gönderme, Mekke Fetihleri'nin 69. bölümünedir. Entelektüel yaşamımıza -ömrü kısa sürse de- çok değerli katkılar sağlamış Gelenek Yayınları'nca yayımlanmış olan, (dilimize Atilla Ataman'ın aktardığı) Michel Chodkiewicz'in 'Sahilsiz Bir Umman'ında bu bölüm özetlenmiştir.

Fütuhat, fetihler demektir ve nefsin kapılarının açılması anlamına gelir. Namaz, benliğin bütün kapılarının açılarak, gökle temasın kurulduğu anların en görkemlisidir. Kudüs kapıları da, İlahi Hakikat'e, ancak böylesi namazların kılınmasıyla açılabilecektir. Çünkü orada, Karakoç'un ifadesiyle, "Ve bütün kitapların ve bütün peygamberlerin / Evrene, insana, yere, göre ışık saçan / Büyük Peygamberin ayak bastığı yere / İmam olup bütün peygamberlere / Namaz kıldırdığı yere" ihanet edilmiştir. Peki orada, 'bütün nebilere imam olan' Peygamber'in kıldığı namazın sırrı neydi? Gelin, bunu, Chodkiewicz'in derlemesinden dinleyelim:

Gerek bu bölümde gerekse Tenezzülat adlı eserinde Hz. Şeyh-i Ekber, 'münacaat' kavramını kullanır ve abdestten, namazın sonuna değin yapılan ibadetin bütün rükünlerinin manevi anlamlarını açıklar. Allah ile müracaata yönelen kişi, ilk olarak abdest alır. Bu, bir ön hazırlık, bir arınmadır. Yani, zekâtın kök anlamındaki gibi, temizlenerek namaza başlar. Bu anlamda zekât, sahiplik duygusunun, namaz ise 'olma'nın arındırılmasıdır.

Namaz, -yine Kudüs'ün kardeşi olan bir başka şehirde, Mekke'de- Kâbe'nin çevresinde bir tür hareket halinde kılınır. Hattat, hattı soldan sağa, kalbe doğru yazar. Tavaf ve sema gibi ibadetler aynı manevi çevrimle gerçekleşir. Zikir, soldan sağa, kalbe doğru bükülerek gerçekleştirilir. Çünkü kalp, insanda İlahi Merkez'dir.

Kudüs'te gelen namaza giren kişiye ne bedeni ne de ruhu perde olmamalıdır. Ruhundaki kıble, yöneldiği Kâbe ile arasına girmemelidir. Bu durumda, büyük bilge-şair Molla Cami'nin bir dizesinde dile geldiği üzere, 'daire haline gelinmeli'dir, çünkü hakikat kürevidir. Namazın en önemli rüknü olan kıraat, Kur'an'dan yapılır. Kur'an, her an onu okuyanın kalbine yeniden sefer eder. Fatiha, fetih'ten gelir, ruhun İlahi gerçeklere açılmasıdır. Namazda Allah'ın yüksek huzurunda O'nun kelamını okuyan kişi, Fatiha'nın özellikle 'sadece Sana kulluk eder, sadece Senden yardım dileriz'le birlikte, huzura girmektedir. Kıraati, rüku ve secde izler. Müminin yükselişinin ilk aşaması olan rükuda, bedenin sadece üst kısmı eğilir ve bu nedenle rüku, yerle gök arasında kıyamın simgelediği İlahi Hakikat'le secdenin temsil ettiği kulluk arasında bir geçit olmaktadır. Bu yüzdendir ki, rükûdan doğrulurken Allah adına haber verir, 'Allah, O'na hamd edeni işitmiştir' deriz. Nitekim, hadise göre de, rükudan doğrulan kulun ağzından konuşan, Allah'tan başkası değildir. Bir kez daha hadislere gönderme yapan İbn Arabi, bedenin yere yönelmesiyle Allah'ın, gecenin üçte birinde dünya semasına inmesi arasında benzerlik kurar. Secde için yere eğilen insan, Allah'a yakınlık aramaktadır. Çünkü ayette, 'secde et ve yaklaş', bir kutsi hadiste ise, 'kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona bir arşın yaklaşırım' buyrulmuştur. Bizi yakınlığa çağıran, Allah'ın Karib ismidir. Karib, yakın olan, yakınlaştıran, yakınlaşan, demektir. Demek ki, secdede Sevilen Allah, seven ise kuldur.

Kudüs'te başlayan yolculuğun armağanı olan namazın bu görkemli anında, secdede, insan şeytanın hilelerinden uzaktır. Kulun secdesi, Şeytan'ı etkisiz hale getirir ve üzer.

İbn Arabi, müminlerin Hz. Peygamber'i örnek alması gerektiğini hatırlatarak, üç kez tekrarlanan, 'sübhane Rabbiyel ala' tesbihinden sonra gelen şu nebevi duayı alıntılar: 'Kalbime bir nur ver. Kulağıma bir nur ver. Gözüme bir nur ver. Sağıma bir nur ver. Soluma bir nur ver. Önüme bir nur ver. Arkama bir nur ver. Üzerime bir nur ver. Altıma bir nur ver. Bana bir nur ver. Beni nur kıl.'

Nur, Allah'ın güzel isimlerindendir. Demek ki namaz kılan kişi, bu duasıyla, 'Allah'ım beni benden al ve biricik varlığım Sen ol ki, baktığım her şeyi ancak Sen'inle göreyim' demektedir. Kıyam, rüku ve secdeden sonra celse, yani oturuş gelir. Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra, 'arşa istiva etmiştir'. Bu, tam olarak belirlemek gerekirse, Rahman'ın kuşatmasıdır. Oturuş ile İlahi kuşatma arasında da sembolik bir benzerlik aranabilir. Oturuş sırasında okunan teşehhütten pek çok sonuç çıkar: 'Seni hakikatlere ulaşmak ve incelikleri algılamaktan alıkoyacak hiçbir perde kalmadı. Ama, bu duyular âlemiyle birleşmiş olman müstesna. Birleşme ortadan kalktığında hakikatler açılacak ve o zamana kadar sana kapalı kalmış sırlara ulaşacaksın.' Fakat, dünyadan zaten ilgisini kesmiş, Hz. Peygamber'in ifadesiyle, 'ölmeden önce ölmüş' olan kişi için herhangi bir bekleyiş yoktur: 'Sen, kusursuz bir denge haline ulaştın. Göğün de yerin de etkisinden kurtuldun. O halde, sureti üzere yaratılmış olduğun Allah'a salat et. Ardından sana hidayet getirmiş olan ve önünde bulunmakla onurlandığın Hz. Peygamber'e selam et. Sonra da, Allah'tan gelen bir selamla, kendini ve kendi cinsinden olan bütün varlıkları selamla, çünkü (aynı zamanda Allah'ın isimlerinden olan) Selam, senin Rabbindir. Ve Selam isminin derecesi senin (o andaki) tecellinin yeridir. Nihayet O'nun birliğini ikrar ve her türlü şirki reddet. İşte o zaman senin kaybolman gerekiyor, çünkü, arzu ettiğini bu kayboluşun içinde bulacaksın.'

Namaz kılan kişi, iftitah tekbiriyle beraber girmiş olduğu namazdan çıkmak üzere, başını sağa çevirerek, selam vermelidir. Namazda Müslümanlar, iki topluluk halindedir ve dolayısıyla namazı kılmanın da iki şekli vardır. Bu iki şekli birleştiren kişiyse, bunlara karşılık gelen hakikatleri de birleştirmiş olacaktır. Bu iki topluluktan makbul olan, namazdan çıktıkları sırada Allah'ın bir isminin tedbirinden bir diğer isminin tedbirine geçtikleri için selam verenlerdir. Kullar, ayrıldıkları ve birleştikleri isimleri selamlamaktadır. Diğer topluluktakilerse, ayrılmakta oldukları Rahman'ı ve geri dönmekte oldukları mahlukatı selamlar...

İşte doksan yıl önce bugün Osmanlı egemenliğinden çıkan Kudüs, insanlık açısından böylesi yüksek bir değerin doğduğu yerdir.

Bu yüzden Sezai Karakoç, Kudüs için şöyle demiştir:

"Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.

Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.

Altında bir krater saklayan şehir.

Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi

Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi.'
 
Üst