Gençlik rehberi 18- (Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfından)

müdavim

Üye Sorumlusu
(Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfından)
İkinci noktanın İkinci Mebhası


Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbirşey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:

"Ben saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san'atı, kendimce âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum."

Elcevap: Biz dahi Kur'an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al. Ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen, hasaretin o kadar büyük olur ki; tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:

Birisi: Ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.

sh: » (G: 106)

Diğeri: Kur'an-ı Hakimin târif ettiği saadetli yoldur. işte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözler'de hususan "Küçük Sözler"de gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla.

Şöyle ki:

Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaif ve âciz beline yükletir.

Çünkü: İnsan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaif... nihayet dereced muhtaç, fakir... hadsiz musibetlere mâruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp kabrin zulümatına yalnız olarak gider.

Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu-boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden, cehennem azabını çeker.

sh: » (G: 107)

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, yâni kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.

Çünkü: Cenâb-ı Hakka hakikî abd olmazsa; kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarıile şu fırtınalıdünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanlarıhayatına karşıtehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.

Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı; bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zat'ın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvâli onu daime iz'aç eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâûnu, tufanı, kahtu galâsı, fena ve zevali ona gayet müz'iç ve karanlıklı bir musibet suretinde onu tâzib eder.

Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde

sh: » (G: 108)

denildiği gibi: Nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde; nezahetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder. Onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânasız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ...

Böyle bir şahıs; nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.

Öyle de:
Su-i ihtiyarından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divaneliğiyle: Sâni-i Hakîmin şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve Cilve-i Esmâ-ı İlâhiyyeyi tazelendiren masnûatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firâk-ıebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektûbât-ı Samedâniyye olan şu mevcudat sahifelerini

sh: » (G: 109)

mânasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulûmât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakikî ahbablara visal dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor. hem mevcudatı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiç bir cihette merhamete lâyık değildir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet!

Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemaliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatınız karşı gelebilir?

Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?

Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyyeyi ve ihsanat-ı Rabbaniyyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyatınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl mâbudunuz sizi sizce idam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden

sh: » (G: 110)

hâkîmane geçirebilir? Saadet-i ebediyyeye mazhar edebilir Halbuki; kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu öyle birisine dayanır ki; bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hudutlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-ı Meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir." Kaidesi sırrınca, siz fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına sarfedilecek muhabbet ve mârifet istîdadını ve şükür ve ibâdât cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir surette sarfettiğinizden; bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ı Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahati o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz. Daima elem çekiyorsunuz.

Hem Cenâb-ıHakkın esmâ ve sıfâtına ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ısan'atını, âlemin esbabına taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü; o hadsiz mahbublarınızın bir kısmısize Allaha ısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmısizi hiç tanımıyor. Tanısa da, sizi sevmiyor.

sh: » (G: 111)

Sevse de, size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz.

İşte ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehasin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin iç yüzleri ve maahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onların aklına!" de...

Amma Kur'anın cadde-i nûraniyyesi ise: Bütün ehli dalâletin çektiği yaraları, hakaik-ı îmaniyye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalâlet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:

İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadir-i Rahîme tevekkül ile tedavi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine, teslim edip; kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "Nâtık bir hayvan" değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise, Esmâ-i İlâhiyyenin âyineleri olduklarını ve masnûatı ise, her vakit tazelenen mektubat-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-yı dünyadan ve zevâl-i eşyadan ve hubb-u

sh: » (G: 112)

fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedâvi eder. Ve evhamın zulümatından kurtarır. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visâl ve mülâkat mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedi telâkki ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu isbat eder.

Hem kabrin, âlem-ı rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğıstan-ı cinâna ve nûristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâgistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Hem mü'mine der: "İhtiyarın cüz'i ise kende mâlikinin irade-i külliyesine işini bırakır. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, meraketme. Fikrin sönük ise, Kur'anın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillû sana ışık verir. Hem hadsiz

sh: » (G: 113)

emellerin, elemlerin varsa; nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa; onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır. Ve onları veren de başkadır.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hem der: "Ey insan; sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadir, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme, çünkü, hayatı veren O'dur. İdare eden de O'dur. Hem dünya sahipsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini düşünüp merak etme: çünkü onun sahibi Hakîmdir, Alîmdir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat başı-boş değiller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîmin nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlik-ı Rahîmin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.

Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ, tâûn ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîmin elindedirler. O hakîmdir, abes iş yapmaz.

sh: » (G: 114)

Rahimdir, rahîmiyyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.

"Hem der: "Şu âlem Çendan fânidir, fakat ebedi bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveleri veriyor. Bâki bir zâtın bâki esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur: fakat Rahmân-ı Rahîmin iltifâtâtı zevalsiz, hakiki lezzetlerdir. Elemler ise sevap cihetiyle mânevi lezzet yetiştiryor.

Madem meşrû daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-i meşrû daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı Rahmâniyyeyi kaybetmeye sebebtir. Hem dalâletin yolunda sabıkan beyan edildiği gibi Esfel-i Sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki: Hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe, ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriyye, hiçbir kemâlât-ı fenniyye insanı çıkaramadığı halde, Kur'an-ı Hâkim, îman ve amel-i salih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı Âlâ-yı İlliyyîne çıkarır. Ve delâil-i kat'iyye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı mâneviyyenin basamaklariyle ve tekemmülât-ı ruhiyyenin cihazatiyle dolduruyor.

sh: » (G: 115)

Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin. belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.

Hem Sultân-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zül celâli tanıttırmakla, insanı ona bir me'mur-u abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahi ve uhrevî menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder. Nasılki bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hudutlarından suhuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi sür'atli vasıta-i seyahatle gezer, geçer.

Öyle de: Sultan-ı Ezelîye îman ile intisap eden ve amel-i salih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ... Kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hudutlarından berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyyeyi bulur. Ve şu hakikatı kat'î isbat eder. Ve asfiya ve evliyâya gösterir.

Hem de Kur'anın hakikatı der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mâbut ittihaz etme.

sh: » (G: 116)

Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zatları ihsanatıyla mes'ut eden, hem nihayetsiz kemalâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihâyet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehasin ve kemâlât, Onun cemaline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emare olan bir zâtı, mahbub ve mâbut ittihaz et.

Hem der: ey insan! Onun esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sait bekasız mevcudata verme; faidesiz mahlûkata dağıtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fanidirler. Fakat o âsârda ve o masnûatta nakışları, cilveleri görülen Esmâ-i Hüsna, bâkidirler, dâimîdirler. Ve Esmâ ve sıfâtın her birisinde binler meratib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ıkemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki; Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediyye

sh: » (G: 117)
bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızk ve nîmet ve katresidir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İşte şu müvazene, ehl-i dalâletle ehl-i îmanın hayat ve vazife cihetindeki mâhiyetlerine işaret eden:

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ . ثُمَّ رَدَدْ نَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ . اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُو وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ hem netice ve âkıbetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane beyan ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler.

Birinci âyet: "Onbirinci Söz"de tafsilen ‎o âyetin i'cazkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikatı, o Sözde beyan edildiğinden onu oraya havale ederiz.

İkinci âyet ise: Yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:

Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semavat ve zemin onların üstünde ağlamıyorlar. Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: Ehl-i îmanın dünyadan gitmesiyle, semavat

sh: » (G: 118)

ve zemin onların üstünde ağlıyor. Yâni: Ehl-i dalâlet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânalarını bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor. Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden elbette semavat ve zemin onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder Onların gebermesiyle memnun olurlar.

Ve mefhum-u muhalif ile der: Semavat ve arz, ehl-i îmanın ölmesiyle ağlarlar. Zira ehl-i man ise; -çünkü- semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânaları îman ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar! Ne kadar güzel hizmet ediyorlar!" diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmanın zevaline mahzun oluyorlar.

Mühim Bir Sual

Diyorsunuz ki: Muhabbet, ihtiyarî değil. Hem ihtiyac-ı fıtriye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmiyeceğim? Nasıl

sh: » (G: 119)

bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?

Elcevap: "Dört nükte"yi dinle.

BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubtan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir.

İKİNCİ NÜKTE: Tâdâd ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti nâmına sev deriz. Meselâ: Leziz taamları, güzel meyveleri Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ı Rahimîn in'âmı cihetinde sevmek, "Rahmân" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir. Hem mânevi bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahmân nâmına olduğunu gösteren, meşrû dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirâne yemektir.

Hem peder ve valideyi şefkat ile techiz eden ve seni onların merhametli ellerriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onla

sh:» (G: 120)

ra hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat; Lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiç bir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu


لَهُمَآ اُفٍّاِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَآ اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَتَقُلْ
لَهُمَآ اُفٍّ

âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı dâvet etmesi; Kur'anın nazarında valideynin hukukları, ne kadar ehemmiyetli ve ukukları, ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister.

Ona mukabil veled dahi pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek; pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır. Ve evlâdlarını; o Zat-ı Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduğu için kemâl-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise,


sh:» (G: 121)

Cenab-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise: Vefatlarında sabır ile şükürdür; me'yusane feryad etmemektir. «Hâlikımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü idi. Şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhiri hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlikına aittir. El Hükmü Lillâh» deyip teslim olmaktır.

Hem dost ve ahbab ise; eğer onlar îman ve amel-i salih sebebiyle Cenab-ı Hakkın dostları iseler, «Elhubbu Fillâh» sırrınca, o muhabbet dahi, Hakka aittir.

Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama.

Belki; kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymetdar ve en şirin cemâli ise; ulvî, ciddî samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zâife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa: Hüsn-ü sûretin zevaliyle; en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare, hakkını kaybeder.

Hem enbiya ve evliyayı sevmek; Cenab-ı


sh:» (G: 122)

Hakkın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakkın namına, hesabınadır. Ve o nokta-i nazardan, O'na aittir.

Hem hayatı: Cenab-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymetdar ve hayat-ı bâkıyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâkî kemalâtın cihazatını câmi bir hazine cihetiyle onu sevmek, muhafaza etmek. Cenab-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek; yine o muhabbet, bir cihette Ma'bûd'a aittir.

Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenab-ı Hakkın lâtif, şirin, güzel bir nîmetini nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimal etmek; şâkirane bir nevi muhabbet-i meşrûadır.

Hem baharı: Cenab-ı Hakkın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni-i Hakîmin antika san'atının en müzeyyen ve şa'şaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenab-ı Hakkın esmâsını sevmektir.

Hem dünyayı: Ahiretin mezraası ve Esmâ-i İlâhiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakkın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek -nefs-i emmare karışmamak şartiyle- Cenab-ı Hakka ait olur.

Elhâsıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı

sh:» (G: 123)

mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapılmış!» de. «Ne kadar güzeldir.» deme. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur
[/COLOR اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَحُبَّ يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ de
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İşte bütün tâdad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem Muhabbet-i İlâhiyyeyi ziyadeleştirir. Hem meşrû bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ: Nasılki, bir padişah-ı âli, (Haşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam; padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki: Padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez. Ondan nefret eder. Hem elma lezzeti

________________________
(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.

sh:» (G: 124)

dahi cüz'îdir, hem zeval bulur. Elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider; bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise: Elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatat-ı şâhanedir. Güya o elma, «İltifat-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir» diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede, öyle bir lezzet var ki; bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi bütün nîmetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse; yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse; o muhabbet nefsânîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakkın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse; ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

Üçüncü Nükte: Cenab-ı Hakkın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var. Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi: Bazan âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bazan esmâyı, kemalât-ı İlâhiyyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç


sh:» (G: 125)

ve müştak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zâif ve muhtaç mahlûkata karşı, âcizane istimdat ihtiyacını hissettiğin halde, biri çıksa istediğin gibi onlara iyilik etse; o zâtın in'am edici ünvanı ve Kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı o ünvan ile seversin...

Öyle de: Yalnız Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki: Sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü'min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nîmetlerin envâiyle ve Cennette enva-i lezaiz ile ve saadet-i ebediyyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiği cihette, o «Rahman» ismi ve «Rahîm» ünvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme, ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece «Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî» yerindedir, anlarsın.

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat; senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne

sh:» (G: 126)

kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları; mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp, şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zatın «Vâris, Bâis» isimlerini, «Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin» ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir Esmâ-i İlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır.

Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi, aşktır.

Ruhun tekemmülâtına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmâya göre inkişaf eder.

Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki; o esmâ, Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Şimdi yalnız nümune olarak binbir esmâdan yalnız «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini azamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasılki, bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz

sh:» (G: 127)

ediyoruz ki: Herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istîmal edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde; bütün o dörtyüz taife, ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmiyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve harikulâde iktidarından ve mu'cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah, onların hiçbirini şaşırmıyarak, hiçbirin unutmıyarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silahlarını muinsiz olarak bizzat kendisi verse; o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın.

Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan; bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

İşte öyle de: Cenab-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki İsm-i «Hak» ve «Rahmânirrahîm» in cilvesini görmek istersen; bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki: Bütün o milletler, o taifeler; birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı olduk-


sh:» (G: 128)

ları halde ve o hâcâtlarını tedarik edecek iktidarları ve o metâlibi istiyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak» ve «Rahîm», «Kerîm» ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmıyarak, unutmıyarak, iltibas etmiyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad ve Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Şey'den başka bu san'ata, bu tedbire, bu Rububiyyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?

Dördüncü Nükte: Diyorsun: «Benim taamlara, nefsime, refikama ve vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin; Kur'an'ın emrettiği tarzda olsa neticeleri, faideleri nedir?

Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmâlen bir-iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra, âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi... ehl-i gaflet ve


sh:» (G: 129)

ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azaptır, -eğer harama girmiş ise-
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Sûal: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevap: Ehl-i Teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfizîlerin Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi...

Eğer o muhabbetler, Kur'an'ın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân namına olsalar; o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nîmet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise; ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan menetmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin.

Refika-i hayatına muhabbetin: Madem


sh:» (G: 130)

hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat hediyye-i rahmet olduğuna bina edilmiş; o refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes'ûdane hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur. Hüsn-ü muaşereti de bozar.

Peder ve valideye karşı muhabbetin; Cenab-ı Hak hesabına olduğu için, hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekalarına dua etmek; «Tâ onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım.» diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktır. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süfli ve en alçak bir his ile vücutlarını istiskaz etmek; sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.

Evlâdına muhabbet ise: Cenab-ı Hakkın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise: saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musi-


sh:» (G: 131)

betleriyle fazla elem çekersin. Ne de ölümleriyle me'yûsane feryad edersin. Sabıkan geçtiği gibi; onların Hâlikları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan: «Onlar hakkında o mevt, bir saadettir.» dersin. Senin hakkında onları sana veren Zatın rahmetini düşünürsün. Firak eleminden kurtulursun.

Ahbablara muhabbetin ise: Madem Lillâh içindir. O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için; o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti, dâimî olur. Lillâh için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Hâşiye).

Enbiya ve Evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücutlariyle tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilâkis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev'inden olsa; o kâmil insanların fena ve zevalle-

_____________________
(Hâşiye) : Lillâh için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir...


sh:» (G: 132)

rini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, ehemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani: «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim.» diye düşünür. Mezaristana endişeli bir nazarla bakar, «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür; mezaristana ünsiyetkârane bakar.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hem güzel şeylere muhabbetin: Madem Sâni'lerin hesabınadır; «Ne güzel yapılmışlar!» tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde; hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i İlâhiyyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa; hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür...

Gençliğe muhabbettin ise: Madem Cenab-ı Hakkın güzel bir nîmeti cihetinde sevmişsin; elbette onu ibadette sarfedersin, sefahette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise; o gençlikte kazan-


sh:» (G: 133)

dığın ibadetler, o fâni gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde; gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i İlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliğim gitti!» diye teessüf edip, gençliğe ağlamıyacaksın. Nasılki öylelerin birisi demiş:

لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ اْلمَشِيبُ

Yani: «Keşke gençliğim bir gün dönse idi; ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini, şekva ederek haber verecektim.»

Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise: Madem san'at-ı İlâhiyyeyi seyran itibariyledir; o baharın gitmesiyle, temaşa lezzeti zail olmaz. Çünki bahar, yaldızlı bir mektup gibi.. verdiği mânaları her vakit temaşa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temaşa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temaşa lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın mânâlarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz; lezzetli, safâlı olur.


sh:» (G: 134)

Dünyaya muhabbetin ise: Madem Cenab-ı Hakkın namınadır; o vakit dünyanın dehşetli mevcudatı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, her şeyinde âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir; ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemal-i rahatla o misafirhânede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki: Sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur gidersin.

İşte bâzı mahbubların, Kur'an'ın irşad ettiği surette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik. Kur'an'ın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik.

Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ı Hakîmin âyât-ı beyyinatiyle işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen; işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini, bir «Mukaddime» ve «Dokuz İşaret» le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceğiz.


sh:» (G: 135)
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Mukaddime

Cenab-ı Hak celil ulûhiyyetiyle, cemil rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle; şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âza ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve mâneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva-ı nîmetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Meselâ: Göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubassaratta güzel mu'cizat-ı kudretin envaını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur; târife hacet yoktur.

Meselâ: Kulak, sadâların envalarını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenab-ı Hakkın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.


sh:» (G: 136)

Meselâ: Kuvve-i şamme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır.

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, bütün mat'umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü mânevi ile vazife görür. Ve hâkezâ.. Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri vardır.

İşte Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sâdık ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyyen vücutları ve tahakkukları, icmalen Onuncu Sözün Onikinci Hakikat-ı katıa-i sâtiasiyle ve Yirmidokuzuncu Sözün Altı Esas-ı bâhiresiyle isbat edildiği gibi, tafsîlen

اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَاِ كَلاَمُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ

olan Kur'anı Hakîm'in Âyât-ı beyyinatiyle tasrih ve telvih ve remz ve işarâtiyle kat'iyyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeğe lü-


sh:» (G: 137)

zum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Sözün arabî olan ikinci makamında ve Yirmidokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiştir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'anın nassiyle Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin «Elhamdülillâh» kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin. Orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve nimette ve taam içinde in'am-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânî'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, Hadîsin nassiyle, Kur'anın işârâtiyle ve hikmet ve rahmetin iktizasiyle sabittir.

İkinci İşaret: Dünyada meşrû bir surette nefsine muhabbet, yani: Mehasisine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi; o nefse lâyık mahbubları, Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû


sh:» (G: 138)

ve ubudiyetkârane muhabbetin neticesi olarak: Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letafetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-i hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyat ile tasrih ve isbat edilmiştir.

Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

Üçüncü İşaret: Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yani lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile; refika-i hayatını da nâşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbiren tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vadetmiştir. Elbette vadettiği şeyi, kat'i verecektir.

Dördüncü işaret: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi: Nass-ı Kur'an ile


sh:» (G: 139)

Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes'ud âileye; sâfi olarak lezzet-i sohbeti, Cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yani, hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tâbir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette; onları Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir veledperverlik hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan vleedperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kablelbülûğ evlâdı vefat edenlere müjde!..

Beşinci İşaret: Dünyada «Elhubbu Fillâh» hükmünce; sâlih ahbablara muhabbettin neticesi, Cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskem-


sh:» (G: 140)

lelerinde oturup, hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette dünya maceralarını ve kadîm olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablariyle görüştüreceği, Kur'an'ın nassiyle sabittir.

Altıncı İşaret: Enbiya ve evliyaya Kur'an'ın târif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyûzattan o muhabbet vasıtasiyle istifaza etmektir.

Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca; âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî-makam bir zatın tebaiyyetiyle girebilir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin; yani: «Ne kadar güzel yapılmış!» nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef'al arkasındaki güzel Esmânın cilvelerini ve o güzel Esmânın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza.. sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnûattan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, Cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî Radıyallahü Anh de-


sh:» (G: 141)

miş ki: «Letaif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.» Teemmel!..

Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve Esmâ-ı İlâhiyye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâkî bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennetin âyinelerinde en şa'şaalı bir surette gösterilecektir.

Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi; dünyayı fidanlık, yani: Ancak fidanları bir derece yetiştiren, küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniyye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezâiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, Hadîsin nusûsiyle ve Kur'an'ın işârâtiyle sabittir.

Hem madem, dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmâya ve ahirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibadet fikriyle o yüzleri mâmur etmiş, güya bütün dünyasiyle ibadet etmiş; elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem ahire-


sh:» (G: 142)

tin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakkın muhabbetiyle âyine-i esmâsını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennettir.

Sual: O kadar büyük ve hâli bir Cennet neye yarar?

Elcevap: Nasılki eğer mümkün olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserisini gezsen; «Bütün âlem benimdir.» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O Cennet dahi dolu olsa, «O Cennet benimdir.» diyebilirsin. Hadîste, «Bazı ehl-i Cennete verilen beşyüz senelik bir cennet» sırrı; Yirmisekizinci Sözde beyan edilmiştir.

Dokuzuncu İşaret: İman ve Muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakiyle; dünyanın bin sene hayat-ı mes'ûdanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı.. ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin müşahedesi, rü'yetidir ki: (Hâşiye) Hadîs-i kat-î ile ve Kur'an'ın

(Hâşiye): Hadîsin nassiyle: «O şuhud, bütün lezaiz-i Cennetin o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile, zor ile onları tanıyabilirler.» Hadiste vârid olmuştur.


sh: » (G: 143)
nassiyle sabittir. Hazreti-i Süleyman Aleyhisselâm gibi bir kemâl ile meşhur bir zatın rü'yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak, herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehâsin ve kemalâtından binler derece yüksek olan Cennetin bütün mehâsin ve kemâlâtı bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir Zâtın rü'yeti; ne kadar mergûb, merak-âver ve şuhudu, ne derece matlub ve iştiyak-âver olduğunu kıyas edebilirsen et.
اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَهُبَّ مَايُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَالاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَفِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَرُوْيَتَكَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَىاَلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

***
sh: » (G:144)
 
Üst