Eşyasına Bile Vefa Gösteren...

Nesl-i Cedid

Well-known member
Bediüzzaman tahripten hoşlanmayan, tahribi reddeden, tahribe izin vermeyen adamdır. Bütün eserlerinde ve hayatında, hatta günlük yaşamının ayrıntısında tahribe, kırmaya, dökmeye izin vermez. Onun öğretisinde en önemli öğe insandır, insana karşı yapılan tahrip konusunda son derece hassastır. Bir insanın mevcut kötülüğünü değerlendirirken onu bir sefine, bir gemiye benzetir. “Bir gemide dokuz cani, bir masum olsa o gemi hiçbir adalet kanunu ile batırılmaz” der. Aynı şekilde dokuz masum, bir cani de bulunsa yine hiçbir adalet kanunu ile o gemi imha edilmez. Bu ölçü her şey için geçerlidir; gerek insan, gerek devlet, gerek bütün sosyolojik birliktelikler. İnsandan hareketle bütün varlıklar ve farklı nesnelerden oluşan nesneler. Bu ölçüyü günlük hayatına da uygular. Bir gün Isparta’da talebeleri evinde temizlik yaparken eskimiş, kullanılmış lambaları alt kattan çöplüğe atarlar. O geldiğinde onları yerinde bulamaz ve der ki: “İnsanoğlu ne kadar vefasız, bu kadar zaman bize hizmet etmiş olan eşyaları nasıl çöpe atarsınız!” Onların atıl halleri ile yüreği arasında bir empati kurar. Birlikte olduğu eşyalara dahi aynı vefayı gösterir. Talebesi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir, ben ölmeden benim yerime Van’da yaşadığım yerlerde, Horhor’da benim ile alakadar olan eşyaları, ağaçları, nesneleri yine benim yerime benim gözümle son bir defa gör de gel” der. O da hasta olduğu için yine bir başka talebesi Mehmet Kırkıncı’yı gönderir. İntikamımı almayın Bunlar romantik ve nostaljik ayrıntılar değildir. Böyle düşünen bir adam kendine zulmeden devlete, hem de defalarca zehirleyen bir yönetimin de tahribine izin vermez, “Ben ölürsem benim intikamımı almayın” der. Bitlis’te Ermeni çocuk ve kadınları, ihtiyarları onlara teslim eder. “Çocuğun, ihtiyarın, kadının Ermeni’si Müslüman’ı olmaz” der. Talebeleri içinde çok heyecanlı olan Mehmet Kayalar, zaman zaman kendilerine zulmeden yöneticilere ve insanlara “Üstadım izin ver, artık silaha sarılacağım” der. Bediüzzaman ona “Sus keçeli” diye kızar. Hatta bir gün Kayalar yine böyle bir teklif öne sürünce, yaşlı ve hasta olduğu halde yatağından bir yay gibi fırlar ve ona bir tokat akşeder, kendini kovacağını söyler. Bir gün sofrada rafadan bir yumurtanın içi boş halindeyken onu bir talebesi kırmaktan zevk alır bir şekilde sıkar ve kırar. Onun o psikolojisini zararlı gören Bediüzzaman “Yok hayır, bir yumurta tahribi ruh haline de izin yok” der. O Müslüman için de buna yakın düşünür. Bir Müslüman’ın imanı Kâbe hürmetindedir, İslamiyet’i de Uhud değerindedir. Müslüman’ın kusurları ise adi küçük taşlardır. Adi küçük taşlar, kusurlar yüzünden Müslüman’ın varlığını, gemisini batırmak insaf değildir. Eğer bir insan adi küçük taşları Kâbe hürmetinde ve Uhud Dağı değerinde iman ve İslamiyet’i olan bir insanı tahrip etmek için o kusurları yayar, o kişinin mana ve madde gemisini batırmak isterse o insan Bediüzzaman’ın yorumuyla öyle bir zalimdir ki onun zalimliğini semavata kadar işitecek şekilde bağırmak gerektir. Hatta ona zulmedenler onu tahrik ederek isyan etmesini sağlamak için akla hayale gelmeyen kötülükler ederler, o ise hiçbir zaman meslek ve meşrebini değiştirmez. Tıpkı Peygamberimiz (a.s.m.) gibi… Efendimiz (a.s.m.) Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’ye girdiğinde kendisine ve arkadaşlarına yıllardan beri zulmeden insanların yanına gelir. Öldürülmeyi yüzlerce defa hak eden eylemler yapmışlardır. O Nebiler Nebisi, şefkat ve merhamet hülasası, ashabından bazı heyecanlı kişilerin “öldürelim” telkinleri yanında bile onları diyetlerini vermek, veremeyeceklerin ise on kişiye okuma-yazma öğretmesi ile kendilerini serbest bırakacağını söyler. Bediüzzaman hiçbir zaman isyan ve karşı koymak gibi bir eylem yapmadığı gibi, böyle bir şeye kalkışanı da engellemiştir. Şark’ta isyan eden aşiretleri engellemiş, 31 Mart’ta isyan eden askerleri durdurmuş, devletin yanlış uygulamaları ile sürgüne giderken, kendisini sürgüne götürenleri tahrip etmek isteyen bağlılarını durdurmuştur. Bediüzzaman kendisine zulmedenlere sadece “ehl-i dünya” der, hatta onların kaderin sırlarına hizmet ettiklerini söyler. Kendini idam ile yargılayan savcının çocuğuru görünce ona beddua etmez. Velhasıl Bediüzzaman hayatı boyunca, mazlumluk anlarında, elinde fırsat olduğu halde hiçbir zaman tahribe yer vermez, tahrip etmez, tahribe izin vermez. Bediüzzaman’ın son dersinden… Aziz kardeşlerim, Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müspet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiye’ye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselam gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım. Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz” (İsra Suresi, 15) düsturu ile ki “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr ayetin düsturuyla vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslam’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihat farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müspet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihat başka, dâhildeki cihat başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.

Prof. Dr. Himmet Uç
 

derun-zéde

New member
Mehmet Kırkıncı Ağabeyin deyimiyle bir Nur Talebesi güneş gibidir, Karadenizin hırçın dalgaları gibi ses çıkarmaz, sessizce vazifesini yapar, ama etkisi de büyük olur. Üstad'ın defalarca hatta son dersinde bile müsbet hareket üzerinde durması bence çok önemli bir noktadır. Nur Talebelerinin asayiş bekçileri olmasını sağlamış, ileriki yıllarda yaşanan sağ-sol kavgalarına karışmamışlardır. Böylece dar dairedeki hizmetlerini, nazarlarını afaka dağıtmadan da fütürsuzca yapabilmişlerdir.

Bir de Üstad, yumurta gibi kağıtları da buruşturtmazmış, kuvve-i gadabiye ve tahrip duygusu müheyyic olmasın diye. Tarikatlarda da bu böyledir. Ecdad o kadar ince düşünmüşler ki, lambayı dinlendir, kapıyı sırla derlermiş. İçtiği bardağı önce öper, bastığında toprağı incitmezlermiş. Ama Risale-i Nur mesleğine biraz daha girince farkettim ki bizim mesleğimiz öyle bir meslek ki, 12 tarikatı da kapsayan cadde-i kübra. Eğer Alman ve İngiliz kadar kuvvetimiz ve servetimiz olsa ve aklımız olsa yine bu davaya sarfetmek gerektir. Elhamdüillahi haza min fadli Rabbi..
 
Üst