Edep

mihrimah

Well-known member
وَاقْصِدْ فى مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَميرِ


Lokman / 19. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.​

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّى تَسْتَاْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلى اَهْلِهَا ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ


Nur / 27. Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.​

فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا فيهَا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّى يُؤْذَنَ لَكُمْ وَاِنْ قيلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكى لَكُمْ
وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَليمٌ


Nur / 28. Orada hiçbir kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.​

فَاِذَا دَخَلْتُمْ بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلى اَنْفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِنْ عِنْدِ اللّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ


Nur/61…Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye size âyetleri böyle açıklar.​

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَاِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلى اَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتّى يَسْتَاْذِنُوهُ اِنَّ الَّذينَ يَسْتَاْذِنُونَكَ اُولئِكَ الَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَرَسُولِه فَاِذَا اسْتَاْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَاْنِهِمْ فَاْذَنْ لِمَنْ شِئْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللّهَ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ


Nur / 62. Müminler, ancak Allah'a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resûlüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resûlüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.​

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا قيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِى الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللّهُ لَكُمْ وَاِذَا قيلَ انْشُزُوا فَانْشُزُوا يَرْفَعِ اللّهُ الَّذينَ امَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذينَ اُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ


Mücadele / 11. Ey iman edenler! Size "Meclislerde yer açın" denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size "Kalkın" denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.​

وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا

İsra / 37. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.​
HADİS…

* Ebu Eyyub el- Ensari anlatıyor: (Bir gün) ey Allah’ın Resulü! Şu selam malum. İsti’zan( izin istemek, kapı çalmak) nedir?” diye sorduk. Şu açıklamayı yaptılar:
“ (bir başkasının evine girmek isteyen) kimse (varlığını duyurmak için kapıda, sesli olarak) Sübhanallah, allahuekber, Elhamdülillah! Der, öksürüp boğazını temizler (ve içeri girmek istediğini haber verip) ev halkından böylece izin ister”
* İbni Ömer (r.a.) anlatıyor: Resulallah (s.a.s.) buyurdular ki:
“Size bir kavmin büyüğü gelince onu büyükleyin, ikramda bulunun”
* Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: Resulallah (s.a.s.) buyurdular ki:
“Biriniz hapşırınca “Elhamdülillah! Desin. Yanındakiler ona, yerhamukellah! Desinler, hapşıran da onlara “yedikumullah ve yuslihu (Allah size hidayet bulunsun ve halinizi iyi kılsın) desin”
* Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Resulallah (s.a.s.) bir adama rasladımı onunla konuşur, muhatabı ayrılmadıkça da yüzünü ondan çevirmezdi. Muhatabıyla müsafaha yapsa, elini muhatabın elinden çekmezdi. İlk çeken muhatabı olurdu. Aleyhissalatu vesselam’ın dizlerinin, yanında oturan arkadaşının dizlerinden ileri çıktığı da görülmemiştir.”
* Büreyde İbnul Husayb (r.a.) anlatıyor: Resulallah (s.a.s.) gölge ile güneş arasında oturmayı nehyetti.
* Ebu Zer (r.a.) anlatıyor: Ben yüzükoyun yatar vaziyette iken Resulallah (s.a.s.) yanıma geldi. Ayağıyla bana dürttü: “ey Cüneydib, bu yatış, cehennem ehlinin yatışıdır” buyurdu.
* Hz. Ebu Bekre radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında bir başkasını medh u sena etmişti. "Yazık sana! Arkadaşının boynunu kestin" buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Sonra da şu açıklamayı yaptılar: "Bir kimse kardeşini illâ da övecekse bari: "Falancayı zannederim, ona Allah kâfidir. Ben Allah'a karşı kimseyi tezkiye etmem (çünkü AIlah herkesi benden iyi bilir). -Ondan (böyle bir fazilet) biliyorsa- falanca şöyle şöyledir" desin."
* Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çirkin isimleri değiştirirdi" buyurmuştur.
* İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cüveyriye Bintu'l-Hâris'in ismi Berre idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun ismini Cüveyriye diye değiştirdi. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Berre'nin yanından çıktı" denmesini sevmiyordu.
* Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ben, haklı bile olsa münâkaşayı terkeden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum."
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den rivâyet olunduğuna göre (bir kere) Nebî salla'llahu aleyhi ve sellem'e (muayyen bir yaşta) matlubı (olan bir devesi) ni istemek üzere (bedevî ) birisi gelmişti. Ashâb-ı Nebî bu bedevîye (kavlen veya fi'len) haddini bildirmek istemişlerse de Resûlullah salla'llahu aleyhi ve sellem:
- Bu adamı bırakınız (, dokunmayınız!) Her sâhib-i hakkın (edeb dâiresinde) hakk-ı talebi vardır, buyurmuş, sonra da:
- Devesi yaşta bir deve veriniz! diye emretmiş. Ashâb-ı Kirâm:
- Yâ Resûla'llah! O yaşta deve bulamıyoruz, ancak onun devesinden daha değerli bir yaşta vardır, demişlerdir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
- Bunu veriniz!. Sizin en hayırlınız borç verimi en güzel olanınızdır, buyurmuştur.
* İbn-i Abbâs radiya'llahu anhümâ'dan bâzı ashâbına (ki, 'Atâ' İbn-i Ebî Rebâh'tır) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ey 'Atâ'! Sana Cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi? Demiştir. O da: Evet gösteriniz, demesi üzerine İbn-i Abbâs şöyle demiştir: Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu habeşî) kara kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'e gelip: Yâ Resûla'llah! Ben sar'alanıyorum, sar'alanınca da açılıyorum, Allah'a benim için du'â buyurunuz, dedi. Resûl-i Ekrem: Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Bunun mukabilinde sana Cennet vardır. İstersen âfiyet vermesi için Allah'a du'â edeyim, buyurdu. Kadın: Yâ Resûla'llah! Hastalığıma sabrederim, dedi. Ancak ben açılıyorum. Açılmaklığım için Allah'a du'â buyurunuz, diye ricâ etti. Resûl-i Ekrem du'â etti. (Edeb yerleri açılmaz oldu).
* 'Âişe radiya'llahu anhâ'dan rivâyete göre, Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem: İnsanlar ayakkabısız, vücûdu çıplak ve (ilk yaradılışları gibi) sünnetsiz haşrolunacaklar buyurdu. Ben de: Yâ Resûla'llah! Erkek, kadın berâber mi? Bunlar birbirlerine (edeb yerlerine) bakarlar, dedim. Resûl-i Ekrem: Yâ Âişe! Haşir işi çok güçtür, insanların birbirlerine bakmalarına müsâit değildir, buyurdu.
* Ebû Hüreyre ve Zeyd İbn-i Hâlid Cühenî radiya'llahu anhümâ'dan rivâyet olunduğuna göre, müşârün-ileyhimâ demişlerdir ki: Bedevî arablardan bir kişi (hasmı ile birlikte) Resûla'llah salla'llahu aleyhi ve sellem'e gelmişti de:
- Yâ Resûla'llah! Size Allah nâmına yemîn eder, ve yalnız Allah'ın Kitâbiyle hükmetmenizi dilerim, demişti. Öbür hasım ise daha dirâyetli ve edepli idi. O da:
- Evet yâ Resûla'llah, aramızda Kitâbu'llah ile hükm ediniz ve (söz söylemek üzere) bana müsâade buyurunuz! dedi…
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
Edeb, arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Ancak, o da terbiye ma’nâsına artık Türkçeye mâlolmuş kelimelerden biridir.
Edeb, dine ait prensibler sayesinde ruhta kazanılan ikinci bir fıtrat veya daha geniş ma’nâsıyla ruhun dinle bütünleşerek istikrar kazanmasıdır. Ne var ki her din, insanı edebli kılmaz, İslâm edebli kılar. Aslında biz din deyince hemen İslâm Dini’ni kasdederiz.
Edeb, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah (cc) görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah’ı görüyor gibi davranmak; bu da edebte bir ihsan şuurudur.
Daha husûsi ma’nâda edeb, Efendimiz’in (sav), farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O’nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.
Eskiler, bütün bu ma’nâları kasdederek edeb hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:
Edebtir kişinin daim libası
Edebsiz insan üryana benzer.

“Edeb insan için bir urba, bir elbisedir. Edebli olmayan ise, çıplak demektir.”
Edeb bir tâc imiş Nur-ı Hüdâ’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan.

“Edeb, bir tâcdır. O tâcı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edebli olmaya çalışmalısın.”
Edeb ehl-i ilimden hâli olmaz
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.

“Edeb varsa ilim de var demektir. Fakat edebsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz. Çünkü Yunus’un dediği gibi:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.

Kendini keşfedip tanıyamamışsan, okuduğun ilimlerden sana ne fayda!”
Edebi son şekliyle temsil eden Allah Rasulü’dür (sav). İster mes’eleyi terbiye ma’nâsına ele alalım, isterse söz söyleme gücü ve iktidarı ma’nâsına; netice değişmez ve Efendimiz (sav) hep zirvededir.
Hz. Ebu Bekr (ra) Allah Rasulü’ne (sav) sorar:
-Ey Allah’ın Rasûlü. Seni böyle kim edeblendirdi? Cevab verir:
-Beni Rabb’im edeblendirdi ve güzel terbiye etti!..
Hz. Ebu Bekr’in kızı ve Efendimiz’in zevcesi, hepimizin de kıyamete ve oradan da ebede kadar anası Hz. Aişe (r.anha) validemize sorulur:
-Allah Rasûlü’nün ahlâkı nasıldı?
-Siz hiç Kur’ân okumadınız mı? “Okuduk” derler. Cevap verir:
-O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.
İşte Mürebbîsi Allah olan Efendimiz (sav), böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edeb öğrenmek isteyen O’na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kâmetine uygun şekilde seyretmelidir.
Cenab-ı Hakk O’nu bütün insanlara örnek olacak bir edeble yaratmış, öylece edeblendirmiş ve terbiyeli kılmıştır. Yoksa Peygamberlik gibi bir yükün altından nasıl kalkabilirdi... Eğer bu terbiye olmasaydı ve muhalfarz O’ndan da, bizim gibi hatalar meydana gelseydi.. bunlar O’na münhasır kalmayacak; O’nun en küçük hatası milyarlarca insana aksedecekti. Onun içindir ki, Rabbi, O’nu hususi bir terbiye ile terbiye etmiş ve bizler için misâl kılmıştı.
Peygamber olmadan önceydi. Kâ’be tamir ediliyor ve Allah Rasûlü (sav) de bu işte fiilen çalışıyordu. Zaten O bütün ömrü boyunca hep hayrın ve hayırlı işlerin yanında olmuştu. Amcası Hz. Abbas (ra), eteğini omuzuna atmış ve taşın omuzunu zedelemesine mâni olmaya çalışmıştı. Allah Rasulü’nün (sav) omuzu ise iyice zedelenmişti. Hz. Abbas (ra) kendi yaptığını Allah Rasulü’ne (sav) de tavsiye etti. Halbuki mahrem yerlerinden bir kısmı böyle yapılınca açılacaktı. Bu tavsiyeye uyan Allah Rasulü (sav) eteğini kaldırır kaldırmaz, birden gözüne melek göründü. Dehşetinden yere düştü. Bir daha da görülmesi uygun olmayan yerlerini hayatı boyunca açmadı. İşte O, ta işin başında böyle bir teminat altındaydı...
“Hayatımda,” diyor Allah Rasûlü (sav), “iki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.”
Bunlar peygamberliğinden önce olan hâdiselerdir. Cenab-ı Hakk O’na hayatının hiç bir devresinde günah işleme fırsatı vermemiştir. Ve bu tamamen Allah Rasûlü’ne ait istisnaî bir keyfiyettir.
Nasıl olmasın ki, O’nun daha çocukluğunda (O’na çocuk demekden de utanıyorum. O her zaman kâmildi.) sadrı açılmış ve melekler O’ndaki lümme-i şeytaniyeyi çıkarıp atmışlardı. Her insanda var olan ve şeytanın çeşitli oklarına hedef bulunan bu siyah nokta, Allah Rasulü’nden (sav) alınmış ve atılmıştı. Bize vesvese veren, kan damarlarımızda dolaşan şeytan, Allah Rasulü’nün (sav) semtine dahi yaklaşamıyordu. Evet O, müstesnâ bir insandı...
Cenab-ı Hakk O’na peygamberlik öncesi günah işletmediği gibi, daha sonra da günah işletmedi. Ve O, doğduğu gün kadar temiz ve berrak bir hayat yaşayıp öyle gitti. O, edebin tecessüm etmiş şekliydi...
O’nun edebi bütün bir hayatı kucaklamıştı. Nerede ve nasıl hareket ederse işte O, o hususla alâkalı edebti. Meselâ bazen Allah Rasûlü (sav) celallenir, öfkelenir, dalgaları göğe yükselen bir deniz haline gelirdi. Çünkü orada öyle davranması edebti. Zira ortada bir haksızlık vardır; Allah Rasulü (sav) ise haksızlığın en amansız düşmanıdır. O, hakkı yerine getirinceye kadar dinme bilmeyen bir öfkeyle kükrerdi. O anda âdeta ormanları velveleye veren arslanlara benzerdi. Fakat, hiçbir zaman kendisine yapılan en büyük haksızlık karşısında dahi yüzünü ekşittiği görülmemişti. Çünkü orada da edeb, O’nun öyle davranmasını gerektiriyordu.
Sahabî safları arasında bulunmasına rağmen, henüz bedeviyeti üzerinden atamamış birisi gelmiş, Allah Rasûlü’nün (sav) yakasından tutmuş ve hakkını taleb etmişti. Öyle ki, bu şiddetli hırpalamada Allah Rasûlü’nün (sav) sert yakalığı, mübarek boyun köklerinde iz meydana getirmişti. Sahabeyi galeyana getiren bu davranışa, Allah Rasûlü (sav) sadece buruk bir tebessümle mukabele ediyor ve “Bu adama istediğini verin” demekle yetiniyordu. O’nun müsamahası bu kadar engindi...
Çok seçkin insanların dahi öfkeleneceği ve öfkelenmelerinde de mazur sayılacakları nice yerler vardır ki, Allah Rasulü (sav) oralarda dahi müstesna edebini güneş gibi ortaya koymuştu. İşte bunun en çarpıcı misâllerinden biri:
Uhud’a gitmeden evvel gördüğü rüya üzerine, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmanın daha uygun olacağına kanaat getirmişti. “O’nun rüyası ki bu vahiy demektir”. O rüyalarında herşeyi apaçık görürdü. Nübüvvetinin ilk altı ayında hep böyle rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyalar, o kadar hayatın kendisiyle ayniyet içindeydi ki, akşam gördüklerinin hepsi gündüz bir bir çıkıyordu. Uhud’dan evvel de bir rüya görmüş, hatta en yakınlarından birinin orada şehid düşeceğini istinbat etmiş ve rüyanın te’vilinde ifade buyurmuşlardı. Ayrıca dışarıya çıkmak ashab arasında bir gedik açacaktı ki, bunu da O, rüyada müşahede etmişti.
Önce ısrar etti: Medine’den çıkmayalım. Ancak, ashab o kadar coşkun idi ki, sıdk ile, İslâm’a hizmet etme düşüncesi emre itaattaki inceliği kavramalarına engel oldu.. Evet, onların bu davranışı başka türlü ifâdelenemez. Bir yola koyulmuşlardı. O yolda koşarak ölümün üzerine yürümek istiyorlardı. Ve bilhassa Enes b. Nadr gibi, Bedir’de bulunamayışın ızdırabını bir sene, sînelerinde hem de yanan bir ocak gibi taşıyanlar, kınından sıyrılmış kılıç gibiydiler. Yalvarıp yakarıyor ve çıkmakta ısrar ediyorlardı. Burada da Allah Rasulü’ne (sav) ait ayrı bir içtimâî edebi görüyoruz. O, ashabıyla oturmuş meşveret ediyordu. Meşverette ağır basan görüşe karşı ısrarda bulunmuyordu. Bu da idareciye ait bir edebti. Ayrıca, ısrar etseydi, sahabi mutlaka O’nu dinlerdi, fakat, binde bir dahi olsa muhalefet ihtimali onların mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte Allah Rasûlü (sav) bu ince noktaya da böylece riâyet etmiş oluyordu. Çünkü aynı zamanda O, bir şefkat âbidesiydi. Ashabının böyle bir durumda, Allah Rasûlü’ne (sav) muhalefet gibi bir hüsrâna düşmelerini elbette istemezdi. Bir müddet sonra Sahâbi de razı oldu. Ancak Allah Rasûlü (sav) bir kere zırhını giymişti. Artık onu çıkaramazdı.
Uhud’a gidildi. Allah Rasûlü (sav) ordunun tanzimini bizzat kendileri yaptılar. O bir erkan-ı harpti. Orduyu en güzel şekilde tanzim etmişti. Nitekim düşman ilk müsademeyle darmaduman olmuş ve kaçışmaya başlamışlardı. Ancak, buradaki stratejiye de muhalefet edilmişti. Yani sahabi yine emir dinlemedeki inceliği tam ma’nâsıyla yerine getirmedi. Meselâ okçulara, yerleştirdiği yerden ne olursa olsun ayrılmamalarını söylemiş ve şöyle tahşidatta bulunmuştu: “Kartalların, cenazelerimizi kaldırdığını görseniz yine yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet taksim ederken görseniz yine yerinizden ayrılmayın...” Buradaki inceliği de kavrayamadılar ve kendilerince; ihtimalki bu düşman mukavemetini devam ettirdiği süreceydi. Halbuki şimdi düşman kaçacak yer arıyor. Bizim burada beklememiz beyhude. Gidip arkadaşlarımıza yardım edelim... vs. diye düşündüler.
Ve netice herkesin malumu. 69 insan kütükte doğranır gibi doğrandı ve şehid oldu. İçlerinde Hz. Hamza (ra) da vardı. Zaten yara almayan kalmamışdı. Bunlardan bir kısmı aldıkları yaranın ızdırabını bütün ömür boyu çektiler. Daha mühimi de İslâm’ın onurunun kırılmış olmasıydı. Bu müslümanlar adına alınan en büyük bir yaraydı.
Bütün bu olanlar, aslında, cemaatın lideri durumundaki insanı öfkelendirebilirdi. Normalde Allah Rasûlü (sav) bu olanlara canı sıkılır ve hiddetlenebilirdi. Fakat derhal, Allah (cc) O’nun geleceğe ait, böyle ihtimal dahilinde işleyebileceği bir hiddet emaresine dahi meydan vermeden, O’nu koruyor, muhafaza ediyor ve O’na şöyle diyordu:
“O vakit Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; (umuma ait) işlerde onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah tevekkül sahiplerini sever” (Âli İmran, 3/159).
O öyle saygılı bir insandır ki, Cenab-ı Hakk da O’na böyle ifadelerle hitap etmektedir. Meselâ O’na: “Sen kaba ve öfkeli olma!” demiyor; “Eğer öfkeli ve katı kalpli olsaydın” ki böyle değilsin, diyor.
Farzı muhal öyle olsaydın onlar Senin etrafından dağılır giderlerdi. Onun için Sen, onlara o muallâ edebine göre davran; haşin ve sert olma!..
Böylece Cenab-ı Hakk geleceğe ait bir günahın önüne geçiyor ve Habibi’ne günah işletmiyor. Bunu kim için yapıyor? Bir cemaatı ilelebed temsil edecek Zât için yapıyor!. O da Kur’ân’ın emrine uymada öyle hassas davranıyor ki, ileride dahi olsa içine gelebilecek şeyler birden gönlünden zail olup gidiyor.
İş bununla da bitmiyor. Cenab-ı Hakk: “Onları affet ve onlar için istiğfar et! ” buyuruyor. Çünkü onların da kendi ulviyetlerine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmaları gerekir. Onun için onlar namına Allah’tan mağfiret dile.
Bir de, Sana muhalefet ettiklerinden ötürü, suçluluk ruh haletine girdiler. Bu hâl devam ettiği müddetçe kendilerini hep suçlu kabul edecekler. Öyleyse, onları çağır ve hiçbir şey olmamış gibi onlarla yeniden meşveret et...
Cenab-ı Hakk, en kritik anda, bağırıp çağırmanın beklendiği safhada, Rasûlü’nü (sav) öyle bir davranışa zorluyor ki, bir taraftan O’nun geleceğe ait günah işlemesine set çekiyor, diğer taraftan da O’na edebin en mükemmelini öğretiyor. İşte Allah Rasulü (sav) de böyle bir edeble edebleniyor..!
Hz. Enes anlatıyor: On sene Allah Rasulü’ne (sav) hizmet ettim. (Zaten Allah Rasulü’nün (sav) hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı). Bir defa dahi, yaptığım bir iş için “Neden yaptın?”, yapmadığım bir iş için de “Neden yapmadın?” dediğini duymadım. Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Rasûlü (sav). Yüzünde yine aynı tebessüm. “Hemen gidiyorum, Ya Rasûlallah” dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.
O, Allah (cc) ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu. Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur’ân ve edeb-i Rasûlullah diyeceğimiz Sünnet.
Edeb, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimizin (sav) hayatı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeble edeblenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Tabii ki, farzıyla edeblenmek farz; vacibiyle edeblenmek vacib; sünneti ile edeblenmek sünnet ve müstehabıyla edeblenmek de müstehabtır. Çünkü Allah (cc) O’nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtri ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O’ndan öğrendik. Hekimlik açısından O’nun dediklerinin hikmet yönleri araştırılabilir ve bu tamamen ayrı ve müstakil bir konudur. Biz mevzûu dağıtmamak için, mes’elenin o yönüne hiç girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz husus, Allah Rasulü’nün (sav) bizlere herşeyin edebini talim ettiği hususudur.
Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur’ân’ı hayatımıza hayat yapmış oluruz. Böylece de sorudaki “Kimlere ve nasıl edebli davranılır?” kısmı kendiliğinden cevaplanmış olur.
Sahabi, Allah Rasûlü’ne (sav) karşı çok saygılı ve çok edebliydi. O’nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi. O’nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu. Ekseriyet itibariyle O’na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimizle (sav), şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz’in (sav) onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O’nun mübarek şahsiyetine ait mehabet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu...
Hudeybiye Musalahasında, murahhas, Efendimiz’e (sav) karşı ashabın tavrını görünce, başı dönmüş, şaşırmış ve Mekke’ye dönüp şöyle demişti:
“Ben Kisra saraylarında bulundum. Bizans saraylarında misafir oldum ve nice hükümdarlar gördüm. Bunların içinde, zalim ve müstebitler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hz. Muhammed’e (sav) saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. (Ah, keşke bulsaydık ve biz de sürseydik. Bilmem ki o pâye bizlere nasip olur mu?) yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı.”
Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O’na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.
Amr b. As, dünyanın belli başlı ve en çaplı siyasîlerinden biriydi. Vefat edeceği an, telaş içinde birşey çıkardı ve “bunu dilimin altına koyun” dedi. Sordular bu nedir? Cevap verdi: “Allah Rasulü’ne (sav) ait muy-i mübarektir.” (Efendimizin mübarek kıllarıdır.) O’nunla hesabı rahat vereceğine inanıyordu.
Hayatında hiç mağlubiyet görmemiş ve İslâm’ın hep yüzünü güldürmüş büyük kumandan Halid b. Velid, Akkad’ın tabiriyle “eşi bulunmaz büyük deha” bir muharebede, başındaki sarık yuvarlanınca, sarığına doğru koşar. Askerler arkasından bağırırlar: “Kumandan düşman saflarına giriyorsun, dikkat et”. O, arkasına dahi bakmadan ve gelecek kılıç darbelerine hiç aldırmadan seslenir: “Hayatın da sözü mü olur? O sarığın içinde Efendimiz’in (sav) mübarek kılı var!.”
Efendimiz (sav) onların ruhlarına bu derece işlemişti.
O geldiğinde edeble ayağa kalkar ve O oturmadan da kimse yerine oturmazdı. O, kat’iyyen onlardan böyle bir hareket talep etmezdi. Talep şöyle dursun daima ikaz eder ve “Acemlerin ayağa kalktığı gibi siz de ayağa kalkmayın” buyururlardı. Ancak her defasında sahabi, içinden gele gele O’na ayağa kalkar ve bunu da sadece bir vazife telakki ederlerdi.
Hz. Ebu Bekr (ra) ile bir yahudi arasında münakaşa çıkar. Her ikisi de kendi peygamberinin daha üstün olduğunu söyler. Bir ara yahudi, Efendimiz (sav) hakkında uygunsuz bir laf söyleyince, Hz. Ebu Bekr (ra) sıddîkiyetinin gereği, yahudiye bir tokat aşkeder. Yahudi, yemez içmez derhal Allah Rasûlü’nün (sav) huzuruna gelerek durumu haber verir. Efendimiz (sav) bu hâdise vesilesiyle ashabına şöyle ferman eder: “Beni Musa’dan (as) üstün tutmayınız. Çünkü haşir için sur üflenince, ilk kalkan ben olacağım. Kalktığımda Hz. Musa’yı (as) Arşın kaideleri altında yalvarırken bulacağım.. Bilemeyeceğim, bu benden evvel bir harşr u neşir midir yoksa tur sâikası bedeli midir?”
Ve yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk O’na hitaben: “Velâ tekün ke sahib’il-hût” (Sen hut sahibi Yunus gibi olma) (Kalem, 68/48) deyince, hemen ashabının aklına bir peygamber hakkında uygunsuz bir düşünce gelmemesi için “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin” buyurmuşlardır.
Bu da O’nun, peygamberlere karşı edeb ve saygısıydı. Cevher kadrini cevherfüruşan olmayan bilmez. Bizler Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı ve diğer bütün peygamberleri nasıl bilip nasıl tanıyacağız! Onlar, Hz. Muhammed’e (sav) sormalıdır ki hakiki cevap alınmış olsun. Efendimiz’i (sav) de onlara sormalı... Onun içindir ki, Hz. İsa (as), O’nun geleceğini müjdelemeye beşyüz sene evvel başlamış ve “geliyor, geliyor; bütün âlemlerin reisi geliyor” diyerek tebşiratta bulunmuştur. Çünkü onlar O’nun büyüklüğünü biliyorlardı. Fakat Efendimiz (sav) de tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyor ve biraz evvel naklettiğimiz sözleri söylüyordu...
Evet, bütün bunlar Aleyhissalatü Vesselâm’ın edebiydi. O bu derece mütevaziydi. Tevazu izhar buyurdukça da Cenab-ı Hakk O’nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-ı Mahmud’a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarına el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-ı Mahmud, en geniş ma’nâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O’na Muhammed ve Ahmed demişler.. evet O’nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir. İşin başında Cenab-ı Hakk, O’nun bu makamı elde edeceğini bilmiş ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiştir.
Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O’na aittir. Her peygamber Cenab-ı Hakk’la vasıtalı veya vasıtasız konuşmuştur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sav) serfiraz kılındığı Mirâc’la şereflendirilmemiştir.
Evet, bütün arşı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazışına şahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’dir. Ve işte biz de böyle mirâcla şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, mirac seyahatından Rab-b’imizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmiştir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü’minin mirâcıdır. Bunu da Cenab-ı Hakk bize en kâmil ve mükemmel ma’nâda ihsan etmiştir.
Burada edebin müşahhasından yani, Efendimiz’in edebinden bahsediyoruz. Sözün akışını bu noktaya getiren sebep ise, sorudaki “Nasıl” a cevap teşkil etmesidir. Aslında bu mes’elenin nasılını düşünmeye, hiç gerek bile yoktur. Cevap gayet kısa ve nettir: “Allah Rasulü (sav) kime nasıl davranmış ve nasıl davranılmasını istemişse, işte öyle ...” demek yeterlidir.
Durum böyle olunca, insan büyüğüne, mürşidine, muallimine, kumandanına, başındaki âmirine, onlara, kendi hudutları dışında bir pâye vermemek kaydıyla ve onlar da daima hak ölçüsü içinde kaldıkları müddetçe, itaat etmeli, saygı göstermelidir ki, bu da bir edebtir. Ancak edebi tek taraflı düşünmek bir hatadır. Büyüklerin küçüklere ve üsttekilerin de alttakilere karşı bir edeb tavrı vardır. Ve zaten hakiki edeb bu iki kanadın kendilerine düşen edeb vazifesini tam yerine getirmeleriyle mümkündür.
Efendimiz (sav), arkadaşlarıyla beraber yapılması gereken işlerde bizzat aktif olarak çalışırdı. Ev işlerinde de hanımlarına yardım ederdi. Kimseye emr-i vâki yapıp şahsi işlerini gördürmezdi. Belki arkadaşları, O’na ait bir işi yapmak için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat her defasında iş yapmaya ilk teşebbüs O’ndan gelirdi.
Meselâ, bir yolculukta, yemek yapılacaktı. Sahabiden biri, “koyunu kesmek bana ait”, dedi. Diğeri “yüzmek de bana ait” deyince, Efendimiz (sav) hemen ayağa kalkıp “odun toplamak da bana ait” buyurdular ve odun toplamaya koyuldular. Hendek kazımında bizzat bulunduğu, mescid yapımında herkesle beraber kerpiç taşıdığı hepimizin mâlumudur. O, böyle davrandı ve arkadaşlarını da böyle yetiştirdi. Onun içindir ki, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (r. anhüm), müstesna bir titizlikle, kılı kırk yararak, adalet ölçüsünde yaşayabildiler. Bunu onlara, Muallim ve Mürşidleri olan Allah Rasulü öğretmişti.
Amr b. As’ın (ra) bu mevzuda hassas davranamadığını duyan Hz. Ömer (ra) O’na hitaben şiddetli bir dil kullanıyor ve mektubunda şöyle diyordu: “İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları köle olarak kullanıyorsunuz?!..”
Bu ölçüyü bulabilme de onların, Efendimiz’den öğrendikleri edeble mümkün oluyordu.
Demek oluyor ki, günümüzün ve yarının insanının da önünde bir Edeb Rehberi vardır. O edebe riayet, ferdin ve cemiyetin kurtuluş beraatı olacaktır. Ancak biz, böyle bir sütunda O’nu tafsilatıyla sunamadığımızdan ötürü üzgünüz. Sunmamız da mümkün değildir. İmkân elverirse, bu mevzuu, müstakil bir eserde ele alıp incelemeyi düşünürüz. Burada sadece mevzûun felsefesine küçük bir işarette bulunmuş olduk.
Bunun ötesinde, O’nun giyim, kuşam, yeme-içme, yatma-kalkma gibi günlük yaşantısı, yüzlerce ciltlik eserlerle anlatılmış ve bize kadar da nakledilip gelmiştir. Mevzuun bu kısmını böyle mümtaz eserlere havâle ile beraber, son olarak şunu da arzetmek istiyoruz: Efendimiz’in (sav) hayatı, fıtratın ayrılmaz bir parçasıydı. O, hayatı en tabii haliyle yaşamıştı. Zaten, her insanın benimseyeceği ideal hayat da işte bu fıtrî ve tabiî hayattır. İnsanlık böyle bir hayatla kurtulacaktır. Sözün başında da dediğimiz gibi, hayatı bütünüyle kuşatan, nizam, intizam ve âhenk bir edebtir. Bu edebin en güzel örneğini de Efendimiz (sav) vermiştir...
KONUŞMADA EDEB
Allah Rasulü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo haline gelivermiştir. O, ahlâk; karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı.
İşte bak, insanlar arasında zikri utandırıcı olan bir uzvu zikredilecekken, Allah Rasûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası”, tabirini kullanıyor. Ne diyeyim, “güzellere peyrev olan elbet güzeldir..”
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: Name=68; HotwordStyle=BookDefault; Yani, "Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş."
Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. Name=69; HotwordStyle=BookDefault; kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.
SUAL: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen Allâmü'l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev'i tesettürdür, mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü'l-Guyûba karşı tesettür olamaz.
Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.
Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.
HADDİNİ BİLMEK
RİSALE..RTarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü'd-Din ve'd-Dünya risalesinde vardır ki:
Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:
Name=r0106; HotwordStyle=BookDefault; Yani, "Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: 'Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?' diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: 'Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?' diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir."
Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
"Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek."
O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir."
İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Name=152; HotwordStyle=BookDefault; olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü Name=153; HotwordStyle=BookDefault; sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.
KAYNAK DEĞİL AYNA
Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.
Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir ayna vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, aynayı masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, ayna muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.
Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o aynada çok garaibi müşahede eder. Halbuki aynada değil, belki aynaya olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, aynanın haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, Bazen nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.
TEFSİR…
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّى تَسْتَاْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلى اَهْلِهَا ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Nur / 27. Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.
Resulullah'a Ensar'dan bir kadın gelip "Ya Resulullah, ben evimde öyle bir halde bulunurum ki, o halimle hiç kimsenin beni görmesini istemem. Fakat ailemden bir kimsenin, üzerime gelip giriverdiği de eksik olmaz" demişti bunun üzerine bu âyet indirildi.
Kendi evlerinizden başka evlere, odalarınızdan başka odalara sahiplerine geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyiniz. Başkalarının mülküne izinsiz girmek gasb gibi olacağından hukuken ve hükmen haram olduğu gibi kendi mülkü olan, dinen girmeye hakkı bulunan ev içerisinde de olsa, gerek kendinden başkasına ait olan odalara habersiz ve selamsız girivermek de terbiye yönünden ve dini yönden yasak kılınmıştır. Burada geldiğini farkettirmeyi, izin istemek, diye tefsir edenler olduğu gibi, durumu araştırma ile selamlama, yani izin istemeden önce durumun girmeye uygun olup olmadığını bilmeye çalışmak veya insan bulunup bulunmadığını öğrenmek istemek mânâlarıyla tefsir edenler de olmuştur. Gözüken burada farkettirmek, vahşice mukabili olmasıdır ki, baskın yapar gibi birdenbire vahşicesine girivermeyip insanlığa yaraşır ve duruma uygun bir yakınlık ortaya koymak, demek olur.
Ebu Eyyub'dan rivayet edilmiştir ki, "Ya Resulullah! İstiynâs nedir?" dedik. Buyurdu ki: "Öksürerek tekbir ve tesbih ile ev halkını haberdar etmektir. Teslim de, esselâmüaleyküm demektir." Şu halde istiynâs, açıkça izin isteme ile yumuşak bir şekilde haber verme ve farkettirmeden daha geneldir. "İstiyzân" denilmeyip "İstiynâs" denilmesi de bundan dolayı olsa gerektir. Şu halde mülkü olmayan ve hiçbir yönden girme hakkı bulunmayan evlere girmek için herhalde izin istemek şarttır.
Yoksa bir hücum ve baskın olur. Ve ev sahibinin ona karşı her türlü müdafaya hakkı bulunur. Girme hakkı bulunmakla beraber başkasının oturduğu odaya girmekte ise mutlak farkettirme, şart ve fakat farkettirmenin izin isteme şeklinde olması sünnet veya edeb olmakla beraber farz denilemez. Bundan dolayı, bir hakim tarafından bir suçlu veya sanık kimsenin evine girmek gerektiği zaman da izin istemek denilemezse de ırza bir saldırı durumuna düşülmemek için gelindiğinin hissettirilmesi gerekir.
Netice olarak, meskenler, oturma yerleri tecavüzden ve her türlü edepsizlikten korunmalıdır. Hiç kimsenin evinde güven ve huzuru bozulmamalı ve oralara edep ve usulü ile girilmelidir ki, bu da istiynas (farkettirme) ve selam iledir.
İzin isteyip almanın nasıl olacağı hakkında rivayet olunur ki, birisi Resulullah'dan izin isteyip vülüc edeyim mi? yani, sokulayım mı? demişti. Peygamber (s.a.v) de Revza isimli bir kadına "Kalk şuna öğret, izin isteme işini güzel yapmıyor, söyle: yani gireyim mi? desin" buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş; bunun üzerine "gir!" buyurulmuş,
Resulullah'tan bazı şeyler sormuş, cevap almış, sonunda "İlimde senin bilmediğin var mı?...demiş. Peygamber (s.a.v) de "Allah Teâlâ bana bir çok hayır verdi, bununla birlikte hiç şüphe yok ilimde öylesi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez" buyurmuş ve "Kıyamet'in zamanının ilmi muhakkak ki Allah nezdindedir." (Lokman, 31/34) âyetinin sonuna kadar okumuştur.
Cahiliye halkı, birinin evine vardıklarında mahremiyete saygı gözetmedikleri gibi, dünya ve ahiret selametini içinde bulunduran selam duasını bilmezler de "sabahınız hayat olsun" veya "hayr olsun" "akşamınız hayat olsun" gibi belirli bir şekilde selam ile sağlık verirlerdi. Gerçi bu da kötü bir şey değildir. Fakat böyle selamların, yalnız dünyanın bir sabah ve akşamıyla kayıtlı, toplumsal gayret ve iyi temennileri bir günden ileri gitmeyen güdük bir medeniyetin âdeti olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ, istiynâsı, yani girerken farkettirmeyi şart kıldığı gibi müminlere hududsuz bir selamet duygusu vaad ve telkin eden selamı öğretmekle lafzı kısa ve özlü, mânâsı geniş ve herkes için talep edilen bir gaye olacak en güzel bir toplumsal prensip ortaya koymuştur. Şu halde bunu önleyerek diğer iyi temennilerle yetinmek bir cahiliyet eseri olacağından hoş değildir, mekruhtur.
Bir de istiyzân, yani izin isteme kaç defa olmalıdır. Resulullah'tan rivayet edildiğine göre, istiyzân üçtür. Birincisinde kulak verirler, ikincisinde hazırlanırlar. Üçüncüsünde izin verirler veya reddederler. Bu üç izin isteme birbiri ardına acele ettirilmeyip aralarında biraz bekleme ile yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir. Şiddetle kapı çalmak, ev sahibine bağırmak ise haramdır. Zira korkutmayı ve tecavüzü zannettirir, yürek oynatır. Bu konuda indirilen "(Resulüm)! Sana odaların arkasından bağıranların çokları aklı ermez kişilerdir" (Hucurat, 49/4) âyeti yeterli bir kınamadır. Hem de izin isterken yüzünü kapıya karşı tutup durmamalı, sağa veya sola dönmelidir. Resulullah böyle yapardı.
Bir defasında Ebu Said el-Hudri (r.a) kapıya yönelik olarak izin istemişti de Peygamber (s.a.v) "Kapıya yönelerek izin isteme" buyurdu. Bu istîynâs, yani farkettirerek ve selam vermeden girmemek sizin için hayırdır. Bir töhmete düşmekten emin kılar güvenlik ve huzuru destekler, iffet ve temizliği artırır, gerektir ki tezekkür edersiniz, düşünür, anlar, unutmazsınız. Rivayet edilir ki, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)'e bir adam "Annemden de izin isteyecek miyim?" dedi "evet" buyurdu. "Onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeyim?" dedi, Peygamber (s.a.v) "Ananı çıplak görmeyi arzu eder misin" buyurdu, "Hayır" dedi. "Öyleyse izin iste" buyurdu.

 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
EDEB
Sehl bin Abdullah Tüsteri Hazretleri’nin Basra’da bulunduğu günlerde parmağını bir bezle sardığını gördüler. Sebebini soranlara, parmağının ağrıdığını söylüyordu.
Soranlardan birinin yolu Mısır’a düşünce, orada Zünnun-i Mirsi Hazretlerini ziyaretine gitti. Onun da parmağının aynı şekilde sarılı olduğunu gördü. Hayretle ona da sebebini sordu.
-“Uzun zamandır parmağım ağrıyor” diyordu. Bu cevabı duyunca adam, Sehl’in parmağını niçin sardığını anladı. Hocasına riayet düşüncesiyle parmağını sarmıştı.
Bir müddet sonra Tüsteri Hazretleri, duvara yaslanmış, bağdaş kurmuş bir şekilde gördüler. Yer yer ayaklarını da uzatıyor ve talebelerine: “İstediğiniz her şeyi sorabilirsiniz” diyordu.
Herkes çok şakındı. Hocalarına ne olmuştu acaba?... Zira daha önce onu hiçbir böyle görmemişlerdi. Dayanamayıp:
-Efendim, bir şey mi oldu? Daha önce böyle davranmazdınız?
-Bir insanın hocası hayatta olduğu müddetçe kendisine edeb yaraşır, buyurdu.
Talebeleri, o gün Zünnun-i Mirsi Hazretlerinin vefat ettiğini öğrendiler.
KENDİNİ ALDATMAK
İki arkadaş, “balığın dişisi, erkeğinden nasıl ayırt edilir” diye merak etmişler. Balıkçıya sormuşlar:
-Yumurtasından belli olur, demiş.
-Yumurtası yoksa?
-Kılçıklarından.
-Pişmemişse?
-İşte onu bilemem, demiş balıkçı.
-Nasıl öğreniriz? Diye ısrar etmişler.
-Köşedeki boyalı konağın aşçısı bilir.
Aşçıyı bulup sormuşlar. Aşçı:
-Bunu bizim konağın sahibi bilir, demiş.
-Aslında o da bilmez de, onun dediği dediktir.
EDEB Mİ, İLİM Mİ?
Abdurrahman bin Kasım’dan:
-“İmam Malik Hazretlerinin tam 20 sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin 18 senesini edeb, 2 senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.”
TERBİYENİ KİMDEN ALDIN?
İsa (a.s.)’a sormuşlar:
- Terbiyeni kimden aldın?
Cevaplamış:
- Allah beni cahille terbiye etti. Zira cahilin cehaletini gördüm, ondan uzak durdum…
EDEP PERDESİNİ AÇMAMAK
Yüzünden edep, namus ve kanaat perdesini açma.. Bunun aksini yaptığın an halka rüsvay olursun.
Halkın yardımını kalbinden çıkar; onlara güvenme... Kudreti, kuvveti Allah'tan gör!..
Hakkı ve hakikati gör; her halinde manevî meşgalen olursa benliğin ölür, şahsi arzuların söner. Şahsiyetçilik davasından kurtulur, herkesin iyiliğini gözetmeye başlarsın.. Dünya gözünden silinir; yalnız âhiret, cennet sevgisi ve cehennem korkusu ile işlerini yapmaz olursun. Ruhunda sonsuz bir huzur duyar; Hakk'ın iradesini görürsün.. Kalbin Hak ve hikmetle dolar. Zulmet kaybolur, nura boğulursun..
Daima Hakkı gözet, ki kalbinde yalnız Allah sevgisi yaşasın. Başkasına giriş hakkı kalmaz olur. Bu durumda ilahî vahdetin kapısı olan kalp basiretinin bekçisi olursun. Elinde tevhid, azamet, ceberut kılıcı olur; her gördüğün aşağılık duyguları ruhundan kovar ve lüzumsuz şeyleri kökünden yok edersin.
Nefsin de sana baş kaldıramaz. Hele kötü arzu timsali olan heva; şahsiyetçiliği temsil eden irade ve arzu sana hiçbir zaman dünya ve âhiret işlerinde yol gösteremez.
Kalbinde bir hak Ölçü vardır. İşittiğin her söz, gördüğün her hareketi hak ölçülere vurursun; daha ileri giderek Hakkın rızası önünde boyun eğer, bütün varlığınla ona teslim olursun. Bu halinde Allah'ın kulu ve emrine bağlı kalır, halka uymaz ve onların arzularına gidemezsin. Bir zaman böyle gider..
Zaman olur, benliğin tamamen ölür. Bir hayali varlık gibi gezersin. Allah-ü Teâlâ bütün kuvvetiyle seni muhafaza eder. Azamet ve sultanlığı nazarına sokar, hakikat ve tevhid askeri ile etrafım çevirir. Her adım atışında gayri ihtiyarı dikkatli olmaya başlarsın.. Çünkü ilahî bekçiler seninledir. Nefis, şeytan, heva, irade, boş ümit, yalancı çağrı ve daha tabiatın nice kötülük ve şaşkınlıkları sana yol bulamaz. Ama herhalde kader kendini gösterir.
Halk sana gelir; nur almak için. Halk sana uyar; doğruyu bulmak için... Halk seni ister, maddî ve manevî bataklıklardan kurtulmak için. Sen, halka yol gösteren dinin inceliklerini öğreten örnek bir insan olursun. Sende çeşitli kerametler görülür, ama onlara aldanmadan Allah'a ibadet edersin. Hak yolunda mücadele ederek, çeşitli güçlüklere göğüs gererek Allah'a kullukta; yani ibadetle sabredersin.. Onun yardımı ile her kötülükten mahfuz ve örnek bir insan olarak kalırsın.
Halkın meyli seni aldatmaz. Onların sevgi gösterisi seni yoldan çıkaramaz. Onların seni büyütmeleri, elini eteğini öpmeye koşmaları kendini olduğundan fazla göstermeye yaramaz. Sen, onlardan lüzumundan istifade etmeyi de bilirsin.. Hak ölçüler dahilinde ihtiyacın kadar alır, ötekini terkedersin. *
Allah-ü Teâlâ, o sultan hakkında şöyle buyurdu:
- "Biz Yusuf'u o yere sultan yaptık/' Yine buyurdu:
- "O dilediğini yapar oldu. Biz rahmetimizi istediğimize kondururuz, iyi kişilerin mükâfatını eksiltmeyiz."
İşte bu cümleler Hz. Yusuf'un melekî sıfatını anlatır. Onun nefis tarafını anlatırken de şöyle buyrulur:
- "Biz böylece ondan bütün kötülükleri çevirdik; çünkü O, bizim ihlas sahibi kullar muzdandır."
Hz. Yusuf'un marifet tarafı da şöyle dile geliyor:.
- "Bunlar, -Rüya tabiri ve hadislerin tevili- Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Allah'a inanmayan cemaati kafi olarak terkettim; onlar, âhiret gününe de inanmıyorlardı."
Bu hitaplar bir gün sana da gelir; o zaman büyük bir dost sayılırsın. Büyük nasibini almış olursun. Sonsuz ilim, sonsuz kudret seni kaplamış olur. Saltanatın her yere şamil; emrin her yerde geçerli.. Nefsin senin için faydalı olur. Allah'ın izni ile her şeye sözün geçtiği gibi nefsine de sözünü dinletirsin. *
Dünya ve ukba işlerinin sahibi Allah'tır. Cennet, onun elindedir.
Nazarlarımız onun kuvveti, kudreti yüzüne çevrili. O, bizim zengin, cömert Mevlâ'mızdır. Her şeyi bol ve ziyadesiyle verir...isteklerin son durağı orasıdır. O'ndan öteye yol yoktur. El açacak ve yalvaracak kimse bulunamaz.
Bu anlatılanlar bir sırdır... Ve sözde kalır... Hakikatine Allah eriştirir. Çünkü O, Rahim'dir..
YANLIŞI NASIL DÜZELTTİLER?
Peygamber Efendimizin mübarek torunları Hasan ile Hüseyin cami avlusunda durmuş, şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.
Hasan bir ara kardeşi Hüseyin'e:
— Bak, dedi, dirseklerini iyice yıkamadı.
— Evet görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.
— Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.
— Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklannda da aynı ihmâli yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Hadi gidip kendisine söyleyelim.
Hüseyin:
— Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın
bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:
— Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
— Efendim, dedi, sizden bir ricamız var.
— Söyleyin bakalım çocuklar.
— Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.
Adam memnun memnun güldü:
— Tabiî, dedi. Başlayın bakalım:
İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu.
Kendi abdestmi düşündü. Hasan ile Hüseyin gibi dikkat göstermediğini anladı.
Abdestleri bitince saçlarını okşadı:
— Yanlış sizde değil çocuklar bende, dedi. Kusurlu benim, Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum.
Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı.
Sevgili çocuklar. Demek ki, birşeyin doğrusunu bilmek yeterli değildir. O doğruyu başkalarını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır.
Peygamber Efendimizin torunları Hasan ile Hüseyin gibi...
HEDİYE KULLANMADA İSLÂM EDEBİ
Büyüklerden biri, bal alıp satarmış. Böylece manevî durumunu halkın nazarında gizler, kendini bal alıp satmakla meşgul biri şeklinde gösterirmiş.
Bir gün, müşterilerinden tüccar bir şahıs huzuruna gelmiş. Sohbet sırasında şöyle bir iltifatta bulunmuş:
— Bazen rahatsızlanıyorum. Karnımda bir sancı oluyor. Bir-iki kaşık bal yersem rahatsızlığım gidiyor, huzur buluyorum. Geçenlerde yine bir rahatsızlık oldu. Sizden aldığım baldan iki kaşık yedim, hamd ü senalar olsun hemen iyi oldum.
Bal satan muhterem zat, bu iltifata şöyle bir nükteyle cevap vermiş:
— Bir şeyhin müridlerinden biri, şeyhine güzel bir teşbih hediye etmiş, kullanmasını arzu ettiğini ifâde etmekten de geri kalmamış. Şeyh Efendi ise, teşbihi çekmecesine atmış, kaybolmasını önlemeyi düşünmüş. Fakat her ne zaman müridi ziyaretine gelmek isterse, çekmeceden teşbihi çıkarır, kullanmaya başlarmış.
Bunu gören bir başka müridi:
— Efendi Hazretleri, demiş, siz de mi gösteriş yapıyorsunuz? Teşbih sahibi gelirken hemen çekmeceden teşbihi çıkarıp yanında kullanmaya başlıyorsunuz?
Şeyh Efendi şöyle cevap vermiş:
— Benim yaptığım gösteriş değildir. İslâm edebidir. Zira hediye sahibinin yanında hediyesini kullanmak onu sevindirir, memnun eder. İslâm edebinde bu böyledir.
Bal satan zat, böylece, kendi yanında sattığı balın sıhhate vesile olduğunu söyleyen alıcı zatın da, bir İslâm edebini yerine getirmiş olduğunu, zarif bir nükteyle nazara vermiş.
EDEB
Osmanlı'da sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın ; şehadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Aynı şey . yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. Binitine ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş.
Eskiden "Kapıyı kapat!" denilmezmiş. Allah (c.c.) kim-! senin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. "Kapıyı ( ört, ya da sırla" denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.
"Lambayı söndür demezlermiş. Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin. "Lambayı dinlerdir" derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış. Uyuyan birisi uyandırılmak İçin sarsılmaz veya adı ile çağırılrnazmış. "Agah ol erenler" derlermiş. Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan... Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.
Hanımlar "Efendi" derlermiş beylerine, "siz" derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş. Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği '. için, adı "Karınca basmaz Efendiye çıkan insanlar varmış.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebmiş. Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. "Git bir daha gelme!" der gibi değil de. "Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun" eler gibi dizilirmiş.
Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Bediüzzaman, kendisine arkadaşlık eden, vefa gösteren eski elbisesinden bir parçayı koparıp alırmış. Yumurtayı ucundan, çok az kırar, fazla kırmayı tahrip olarak düşünür, tahribin hiçbir türünü sevmezmiş.
Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.
"Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler." diye tarif eder Üstad N. Fazıl bu hali...
Eskiler "Edeb Ya Hu!" derler, Onu görüyor gibi yaşamaya çalışırlarmış. O varken başkasına bakmaz, Onu unutmuş gibi hallere girmezlermiş. Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzurunda nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlermiş. "Bizi takip eden, her halimizi perdesiz, engelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!" der gibi, o mânâyı hatırlatmak İçin her yere "Edeb Ya Hu!" yazarlarmış. "Allah'ın huzurunda edeb" demekmiş bu... insan nerede olursa olsun Allah'ın huzurunda değil midir?
İHTİLÂM OLAN NÖBETÇİ
Muzaffer Ozak Hoca anlatıyor: Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta: - Kimdir o? - Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama, onlnar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah: - Kimdir o? - Kim var orda?.. Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır: - Kimdir o? - Kimdir var orda?.. Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor? * * * Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile, yüzü yerde beklemektedir. Padişah sorar: -ÊSen kaç saattir nöbettesin? - Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım. - Niçin saat başında vazifeni devretmedin? - Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum. - Niçin? Neden usulü çiğniyorsun? O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur: - Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim. * * * Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder: - Dile benden ne dilersen, der... Mehmetçik teşekkür eder ve gayet vakûr bir edâ ile:
- Saltanatında berkarar ol Hünkârım, der... Padişah tekrar sorar ve aynı cevabı alır. Üçüncü defa tekrarlandığında, arkasında bulunan Saray görevlileri fısıldarlar: - Paşalık iste, paşalık iste... O, hiç umursamaz ve fısıldayanlara dönerek:- Paşalık, maşalık istemem, der... Bakar ki Padişah hâlâ soran gözlerle bakıyor. Çaresiz bir şey istemesi gerektiğini anlar ve şu istekte bulunarak herkesi şaşırtır: - Padişah'ım, bize bir tayın veriyorlar, doymuyoruz. Emredin de iki tayın versinler gayrı... * * * Gerçekten de o günden sonra askerlere iki tayın verilmeye başlanır. Ayrıca Padişah pek sevdiği bu Mehmetçiğe, Darıca'da bir çiftlik bağışlar ve ayrıca bir de rütbe ihsan eder.
"HEPİMİZ BİRDEN ABDEST ALALIM...
" Hz. Ömer, hilâfeti zamanında sahâbeden seçkin bir toplulukla birlikte bir mecliste oturmuş sohbet ediyordu. Cemaatin içinde Cerir bin Abdullah da vardı. Birden bir yellenme kokusu duyuldu. Toplulukta biri, herhalde irâdesine hâkim olamıyarak yellenivermişti. Kokuyu duyanların canları sıkılmış, "kim bu işi yapan münasebetsiz" dercesine yüzlerini buruşturmuşlardı. Hz. Ömer'in de canı sıkılmıştı. Kızgın bir sesle: Fakat Hz. Ömer'in bu dediğini yapmak çok zordu. Yellenen kimsenin o kadar insan arasından kalkıp abdest almaya gitmesi, bütün şimşekli bakışları üzerine toplaması, itibarını zedelemesi ve insanlar önünde kendini mahcub düşürmesi demektir.
Cerir bin Abdullah, bu hususları düşünerek derhal duruma müdahale etti ve Hz. Ömer'e şu teklifi yaptı: Mü'minlerin emîri! Acaba hep birden abdest alamaz mıyız?" Hz. Ömer, Cerir'in bu ince düşünüşünü, hatâyı, hatâ sâhibini mahcub etmeden tâmir edici fikrini çok beğendi. Kendisine hitaben: çok yaşa... Müslüman olmadan önce de ârif idin. Şimdi de ârifsin" diye iltifatlarda bulundu.
Böylece toplum içinde ortaya çıkan bir hatâ, en güzel şekilde izâle edilmiş, hiç kimse mahcub olmadan iş tatlıya bağlanmış oldu...

ŞİİR…
ÜSLÛBUMUZ
Üslubumuz sevgi, aşka adanmış canımız,
Karşılıksız çarpar sinelerimiz,çarpınca.
Herkese şefkatle ulaşmak heyecanımız;
Hele içimizi Muhammedi Ruh sarınca.

Son neferi olarak kalsak da bu cephenin,
Beklemeye kararlıyız ta subh-i haşre dek,
Ümidiyle herkesi sevip Hakk’a ermenin,
Çöllerde Mecnun’un Leyla’ya tutkusuna denk.

Yönelip gönüllerimizin derinliğine,
Hep ötelerden varlığa bir maya katarak;
Koşacağız rahmet arşının serinliğine,
Ruhlarımızdaki kini, nefreti atarak.

Yürüyeceğimiz mihverde bir başka ışık,
Aşacağız gayzla oyulan uçurumları;
Öbür tarafta herkes birbiriyle barışık,
Duyuyoruz az ilerde yeşeren baharı…
 

ARİF

Well-known member
Üslubumuz sevgi, aşka adanmış canımız,
Karşılıksız çarpar sinelerimiz,çarpınca.

Herkese şefkatle ulaşmak heyecanımız;
Hele içimizi Muhammedi Ruh sarınca.

Son neferi olarak kalsak da bu cephenin,
Beklemeye kararlıyız ta subh-i haşre dek,
Ümidiyle herkesi sevip Hakk’a ermenin,
Çöllerde Mecnun’un Leyla’ya tutkusuna denk.

Yönelip gönüllerimizin derinliğine,
Hep ötelerden varlığa bir maya katarak;
Koşacağız rahmet arşının serinliğine,
Ruhlarımızdaki kini, nefreti atarak.

Yürüyeceğimiz mihverde bir başka ışık,
Aşacağız gayzla oyulan uçurumları;
Öbür tarafta herkes birbiriyle barışık,
Duyuyoruz az ilerde yeşeren baharı…

İnşaallah ALLAH razı olsun.
 

Tövbekar1

Well-known member
Abdurrahman bin Kasım’dan:
-“İmam Malik Hazretlerinin tam 20 sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin 18 senesini edeb, 2 senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.”


ya edep işte bu ..arif abinin sıkça zikrettiği emir edepten üstündür ifadesinide hatırlayınca emire itaati artık düşünün...
 

zeyhak_

Well-known member
v2qdb1z540wv2.gif


Edep;

ağlayabilmektir ağlanılacak yerde
insanlığın üzüntülerine,dertlerine...
bazen gülebilmektir insanların yüzüne edep
güneş gibi...

...
Edep;

müminliğini idrak edip umutla bakabilmek
geleceğe edeple
saadet devrini hatırlamak, hatırlamak neki unutmamak
yaşamaktır edep

...
Edep;

takatin yettiği kadar haykırmak nefsine sessizce
edepsizler duyana kadar
gözyaşıyla yüzü yıkamaktır edep
...
Edep;

kuranın sesini duyabilmek duyurabilmektır edep
gönlüne sindire sindire her zerresinde
secdeye başkoymaktır gecenin bir yarısı...

...
Edep;

hülyalarında sadece onu görebilmektir...
ona ümmet olabilmektir edeple
ve sevebilmektir yaratılanı
yaratandan ötürü
...
Edep;

en zor anında
ümidini kaybetmemek
paylaşmaktır medinedeki paylaşma gibi
imanın yaldızıdır edeb
ciddiyettir edep latifeyi unutmadan
Dalkavukluğa kafa kaldırmaktır edep
...
Edep;

islam deryasına atabilmektir kendini
fedakarlıktır aşktır edep
dost kalabilmektir ALLAH dostuyla
amanete sadakattır edep...
bazen susmaktır gözyaşıyla edep
günahları tövbeyle yakmaktır edep
...
Edep ya hu! ...Edep ya hu! ..Edep ya hu!
...


v2qdb1z540wv2.gif
 

ARİF

Well-known member
v2qdb1z540wv2.gif


Edep;

ağlayabilmektir ağlanılacak yerde
insanlığın üzüntülerine,dertlerine...
bazen gülebilmektir insanların yüzüne edep
güneş gibi...

...
Edep;

müminliğini idrak edip umutla bakabilmek
geleceğe edeple
saadet devrini hatırlamak, hatırlamak neki unutmamak
yaşamaktır edep

...
Edep;

takatin yettiği kadar haykırmak nefsine sessizce
edepsizler duyana kadar
gözyaşıyla yüzü yıkamaktır edep
...
Edep;

kuranın sesini duyabilmek duyurabilmektır edep
gönlüne sindire sindire her zerresinde
secdeye başkoymaktır gecenin bir yarısı...

...
Edep;

hülyalarında sadece onu görebilmektir...
ona ümmet olabilmektir edeple
ve sevebilmektir yaratılanı
yaratandan ötürü
...
Edep;

en zor anında
ümidini kaybetmemek
paylaşmaktır medinedeki paylaşma gibi
imanın yaldızıdır edeb
ciddiyettir edep latifeyi unutmadan
Dalkavukluğa kafa kaldırmaktır edep
...
Edep;

islam deryasına atabilmektir kendini
fedakarlıktır aşktır edep
dost kalabilmektir ALLAH dostuyla
amanete sadakattır edep...
bazen susmaktır gözyaşıyla edep
günahları tövbeyle yakmaktır edep
...
Edep ya hu! ...Edep ya hu! ..Edep ya hu!
...


v2qdb1z540wv2.gif
ALLAH razı olsun....
 
Üst