Dünyasını bir sepete sığdıran adam; Bediüzzaman

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Van Erek Dağı’nda talebelerine ders verdiği günlerdir. Yaz aylarıdır. Gece geç saatlere kadar ders ve ibadetle meşgul olduklarından, sabahleyin namaza...

3105.jpg
Van Erek Dağı’nda talebelerine ders verdiği günlerdir. Yaz aylarıdır. Gece geç saatlere kadar ders ve ibadetle meşgul olduklarından, sabahleyin namaza kalkmakta zorlanmaktalar.

Bediüzzaman, “Kardeşim, keşke bir horozumuz olsaydı, sabahları öter, biz de rahatlıkla uyanırdık” der. Talebelerinden Molla Hamid hemen atılır: “Efendim, bizim evde horoz var, ben getiririm.”
Bediüzzaman biraz düşündükten sonra, “Bu horoza bir de hanım lazım, yalnız kalamaz, canı sıkılır” der.
Molla Hamid, “Efendim, bizde tavuk çok, bir iki tane de tavuk getiririm, ne olacak?” diye cevap verir.
Bediüzzaman devam eder: “Bunlara kümes de lazım. Onu ne yapacağız?”
Molla Hamid’in cevabı yine hazırdır: “Efendim, benim biraz marangozluğum vardır, hallederim.”
Üstad, “Peki yem lazım, onu ne yapacağız?” diye işi yokuşa sürer.
Molla Hamid’in buna da cevabı vardır: “Efendim biz çiftçiyiz, ambarlarımız buğday dolu, getiririm, merak etmeyiniz.”
Bediüzzaman daha fazla dayanamaz ve şöyle der: “Hamid, ben kendimi dünyadan uzaklaştıracak şeylerle meşgul etmek istiyorum. Sen ise beni dünyaya çağırıyorsun. Yok yok, horoz falan lazım değil.”

Aklı fikri insanları dünyanın cazibesinden kurtarmaktı

Bediüzzaman, dünyaya değer vermemiş ve ona hiç gülmemiştir. En büyük mücadelesini de “dünyevileşme”ye karşı vermiştir.
Dünya, bütün nimetleriyle onu kendisine davet etmiştir. Padişahla, valilerle, paşalarla samimi dostluklar kurmuş, çevresi hep rütbeli ve zengin insanlarla dolmuştur. Büyük teklifler almış, yüksek maaşlar verilmek istenmiş, en basit tarifiyle el üstünde tutulmuştur. Yani dünya en cazibeli yüzüyle ona gülmüş, en gösterişli yanıyla ona sunulmuştur.
Ama o dünyayı bir “sepet”e koymuş, onu yanında taşımıştır. Onun dünyası ve dünyaya verdiği değer o kadardır. 87 yıllık ömründe hiçbir malvarlığı olmamıştır. Bir yatağı, bir çaydanlığı, kaşığı, bardağı, bir kat da giyecek eşyası… Her şeyi o kadardır.
Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunmuş ve hayatını Risale-i Nur’a vakfetmiş Mehmed Fırıncı onu anlatırken şunları söylüyor:
“Dünyanın cazibesine aldanmıyordu her şeyden önce… Elbette her insan dünyada yaşayacak, ama bu dünyada iman dairesinde yaşamazsa ebedi bir felakete duçar olduğunu gözüyle görür gibi inanan bir zattı Bediüzzaman Hazretleri… Bana üç kere söylediği bir şey vardı: ‘Bir insanın imanının kurtulması için cehenneme girmeye razıyım’ diye. İnsanları dünyanın cazibesinden kurtarmak için cehenneme bile girmeye razıydı.”
Mehmed Fırıncı bir benzetmeyle devam ediyor: “Buraya gelirken bir reklam gördüm ‘Aklım fikrim futbol’ diye… Bediüzzaman Hazretleri’nin de aklı fikri bir tek insan da olsa dünyanın cazibesine kapılmadan istikametle yaşamasını temin etmekti” diyor.

Dünyayı terk etmek nasıl olur?

Peki dünyanın cazibesine kapılmadan, ama dünyadan da kopmadan nasıl yaşanabilir? Dört bir yanımızı saran dünyevileşmeden nasıl yakamızı kurtarabiliriz, bunun ölçüsü nedir?
“Üstad, insanların dünyanın cazibesine kapılmadan ama hayatın içinde olarak yaşamalarını isterdi” diye açıklıyor bunu Mehmed Fırıncı… Bunun da “dünyayı kesben değil kalben terk etmek”le mümkün olacağını söylüyor. Yani dünyadan el etek çekip tembellik yatağında yatarak değil; ahiretin fidanlığı gibi görüp cennetin kazanılacağı yer olarak görerek…
Fırıncı’nın anlattığı bir hatıra buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Bediüzzaman, bir gün dershanenin karşısında bulunan bir inşaata ait demirlerin ne olduğunu sorar hizmetinde bulunan talebesi Zübeyir Gündüzalp’e... Zübeyir Gündüzalp, demirler hakkında uzun uzun bilgi verince, Üstad “Ben senin burada ahiret için durduğunu zannediyordum, meğer dünya için yaşıyormuşsun” der.
Daha sonra aynı mevzuyu diğer talebesi Mustafa Sungur’a sorar. O da, “Üstad’ım, bilmiyorum” diye cevap verir. Üstad aynı soruyu Mustafa Sungur’a akşam tekrar sorar. O yine, “Bilmiyorum” deyince, “Sungur, bundan sonra Risale-i Nur hizmetleri biraz dünyaya da taalluk edeceği için bir parça bilmek lazım” der.
Mehmed Fırıncı şöyle açıklıyor meseleyi: “Yani dengeyi temin etmek. Üstad’ın vermek istediği ders buydu. Dünya-ahiret dengesini düz tutmak. Terazinin kefelerini dengelemek. Çünkü ahiret burada kazanılacak. Bir bakıma dünya daha kıymetli çünkü cennet burada kazanılıyor.”

Üç yüzlü dünya

“İnsanların âşık olduğu dünyaya baktım” diyerek onun üç yüzü olduğunu söyler Bediüzzaman: “Biri Cenab-ı Hakk’ın isimlerine bakar, onların aynasıdır; biri ahirete bakar, onun tarlasıdır; biri de dünyaperestlere bakar, onların oyun alanıdır.”
Bediüzzaman, dünyaya ilk iki yüzüyle değer verirken, dünyevileşme dediğimiz “üçüncü yüzü”yle mücadele etmiştir. Çünkü ona göre, “bu yüz çirkindir, fanidir, geçicidir, elemlidir, aldatır.” Bunun için, “tek dünyalı” dediği insanlara merhametle ve acıma duygularıyla bakmış ve hayatı, bu hastalığa tutulmuş insanlara yardım elini uzatmakla geçmiştir. Eserlerini de bu gayeyle kaleme almıştır.
Mehmed Fırıncı, “Üstad Hazretleri’nin dünyada bir malı yoktu. ‘Dünyada ahiret için çalışıyoruz, dünya malı için değil. Hakiki mal amel-i salihadır’ derdi. Dolayısıyla insanla birlikte ahirete gidecek olan salih amellerdir. Onun için Üstad sürekli evrad ü ezkarla ve Nurlar’la meşgul olurdu” diyor.


“Dünyada ahiret için çalışıyoruz, dünya malı için değil “

1920’lerde bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işlevini gören Darü’l-Hikmet-i İslamiye üyesiyken yeğeni Abdurrahman’a, “Git, ba¬¬na falan matbaa müdürünü çağır, gel” der. Abdurrahman gider, matbaa müdürünü bulur, getirir. Bediüzzaman, yeni birkaç eserini bastıracaktır.
Müdüre, “Kardeşim bu eserlerimi bastırmak istiyo¬rum” der. Yeğeni Abdurrahman’a da, “Abdurrahman, biriktirdiğin paraları getir, müdür beye ver” der. Darü’l-Hikmet’ten aldığı maaşın geçimlerine yetecek kadarını ayırmakta, kalanını da biriktirmesi için yeğenine vermektedir. Abdurrahman şaşırır. Bu paraları biriktirirken ne hayaller kurmuştur. Gözyaşları içinde gider, paraları getirir ve müdüre verir. Müdür gittikten sonra kendi kendini teselli etmeye başlar: “Eserler basılınca satılır, ben de paraları yeniden biriktiririm.”
Birkaç gün sonra, Bediüzzaman matbaa müdürünü yine çağırtır ve şöyle der: “Kardeşim, eserlerimin üzerine şöyle yazın: Bu kitaplar İslam milletine ücretsiz olarak dağıtılacaktır.”
Abdurrahman’ın başından adeta kaynar sular dökülür. Ağlamaya başlar ve amcası Bediüzzaman’a sitemle, “Amca, birkaç kuruş para biriktiriyordum, memlekete döndüğümüzde düşman işgalinde harap olmuş evimizi belki tamir ettiririz diye... O ümidimi de öldürdün. Böyle olur mu?” der.
Bediüzzaman gülümser, yeğenini bağrına basar, gözyaşlarını siler: “Yavrum Abdurrahman, hükümet bize fazla maaş veriyordu. Kendi ihtiyacımızdan fazlası devletin hazinesine aittir. O fazla parayı Müslümanlara iade ediyorum” der. Ve ilave eder: “Allah dilerse mukaddes vatanın her yerinde sana ev verir.”
Tüketim çılgınlığı ve Bediüzzaman’ın eşyaya vefası
Tüketim çılgını günümüz insanının anlamakta epey zorlanacağı bir haslete sahiptir aynı zamanda Bediüzzaman… O eşyalarına karşı bir vefa duygusuyla bağlıdır. Bugün aldığı eşyayı yarın bir başkasıyla değiştiren bugünün alışveriş anlayışı, onun ölçüleriyle hiç bağdaşmamaktadır. Bu vefasızlık onun dünyasına çok yabancıdır.
Mehmed Fırıncı’dan dinleyelim: “Üstad’ın Isparta’da kaldığı evde ‘yüz yamalı cübbem’ dediği cübbe hâlâ duruyor. Elbise de bir nimettir, ayakkabı da bir nimettir. Bu nimetleri Allah’ın ihsanı olarak giymek ve muhafaza etmek gerekir. Üstad, Emirdağ Lahikası’ndaki bir mektupta ‘Benim bu medeniyete küsmemim nedeni insanı hakiki ihtiyaç olan dört şeyden yüz şeye muhtaç ediyor ve gayr-i zaruri şeyleri zaruret haline getiriyor’ diyor.”

Onun kaşık hikâyesi çok ibretli bir olaydır:

Bir gün talebesi Zübeyir Gündüzalp’e ortadan kırılmış bir çay kaşığı verir ve “Bunu tamir ettir, getir” der. Zübeyir Gündüzalp, çarşı içinde kaynak işleri yapan bir ustaya gider ve kırık kaşığı vererek tamir etmesini söyler.
Tamirci Abdullah Usta, kaşığı eline alır, bakar. Kaşık alüminyumdur ve alüminyum kay¬nak tutmaz. Gider, yeni bir kaşık alır, Bediüzzaman’a getirir. Bediüzzaman kendi kaşığı olmadığını fark edince, “Kardeşim, sen bilmiyor musun, o benim kırk yıllık arkadaşımdı?” der. “Benim kaşığımı tamir et, getir.”
Abdullah Usta dükkâna döner ve küçük bir saç keserek kıvırır, kaşığı içinden geçirerek sıkıştırır, perçinler. Kaşığı getirir, Üstad’a verir. Bediüzzaman buna çok memnun olur. Tamir ücreti olarak 25 kuruş verir.


Moral
 

ýþýkk

Well-known member
Her okuduğumda huzur buluyorum bu huzuru yine bulmama vesile olduğunuz için Allah(cc) razı olsun rabbim cennette üstadla birlikte olmak nasip etsin hepimize
 

nurhadimi

üye Sorumlusu
molla hamit abi

maşaallah ailecek bu vefakarlığı bu hizmet aşkını muhafaza etmeyi başarabilmişler ALLAH razı olsun


oğlu çok hasta gelini de dua edelim inşaallah

RABBİM şifa versin
 
Üst