Dokuzuncu Lem'a

Ukbaa

Well-known member
Dokuzuncu Lem’a


Bu lem’ayı herkes okumasın.
Vahdetü’l-vücudun ince kusurlarını herkes göremez ve muhtaç değil.


بِاسْمِهِ
blank.gif
1 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
blank.gif
3

Aziz, sıddık, muhlis, halis kardeşim,

Kardeşimiz Abdülmecid’e ayrı mektup yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektupları kâfi gördüğümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsi’den sonra kıymettar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah akşam Hulûsî ile beraber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektup yazmıyorum. Cenâb-ı Hak seni onlara mübarek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulûsî’den sonra onu düşünüyorum.

BİRİNCİ SUÂLİNİZ: Cedlerinizden birisinin imzası “es-Seyyid Muhammed”e dair mahrem sualiniz var.

Kardeşim buna ilmî ve tahkikî ve keşfî cevap vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.” Arkadaşlarım da beni tasdik ediyorlar.
blank.gif
4
دَادِ حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْطْ نِييسْت sırrıyla “Hulûsî’de büyük bir asâlet




[NOT]
Dipnot-1 Allah’ın adıyla.

Dipnot-2 “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3 Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi, üzerinize olsun.

Dipnot-4
Allah vergisi için kabiliyet şart değildir.
[/NOT]

<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Abdülmecid: (bk. bilgiler)</TD><TD>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah</TD></TR><TR><TD>Hakkı Efendi: (bk. bilgiler)</TD><TD>Hulûsi: (bk. bilgiler – İbrahim Hulûsi)</TD></TR><TR><TD>Sabri: (bk. bilgiler)</TD><TD>asâlet: soyluluk</TD></TR><TR><TD>aziz: çok değerli, izzetli</TD><TD>ced: ata, dede</TD></TR><TR><TD>evvel: ilk olarak</TD><TD>halis: samimi, içten</TD></TR><TR><TD>hâsiyet: özellik</TD><TD>ilmî: ilimle ilgili, bilimsel</TD></TR><TR><TD>istifade etme: yararlanma</TD><TD>keşfî: mânevî keşifle ilgili</TD></TR><TR><TD>kâfi: yeterli</TD><TD>kıymettar: değerli</TD></TR><TR><TD>lem’a: parıltı</TD><TD>mahrem: gizliliği olan</TD></TR><TR><TD>muhabere: haberleşme</TD><TD>muhlis: samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten</TD></TR><TR><TD>mübarek: bereketli, hayırlı</TD><TD>sıddık: çok doğru</TD></TR><TR><TD>tahkikî: ayrıntılı araştırmaya dayanan</TD><TD>tasdik etmek: kabul etmek, onaylamak</TD></TR><TR><TD>vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD></TR></TBODY></TABLE>
<TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 77

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>tezahürü bir dâd-ı Hakdır” derdik. Hem kat’iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasındaki âli var. Bu ikinci âlde kat’iyyen sen dahil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanâatim var ki ceddinin imzası sebepsiz değildir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif



Aziz kardeşim,

SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân’a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun</TD><TD>Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)</TD></TR><TR><TD>Resûl-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi, Hz. Muhammed (a.s.m.)</TD><TD>Vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD></TR><TR><TD>aziz: çok değerli, izzetli</TD><TD>bilmecburiye: zorunlu olarak</TD></TR><TR><TD>bîçâre: çaresiz</TD><TD>cadde-i müstakîme-i Kur’âniye: Kur’ân’ın çizdiği, doğru yol</TD></TR><TR><TD>ced: ata, dede</TD><TD>dâd-ı Hak: Allah vergisi</TD></TR><TR><TD>dâhiye-i ilm-i esrar: mânevî sırlarla ilgili ilim alanında dehâ olan</TD><TD>hakikat: asıl, esas, gerçek mahiyet</TD></TR><TR><TD>hâdî: doğru ve hak yola ulaşan kişi</TD><TD>hârika-i hakikat: hakikat hârikası, varlıkların ardındaki gerçeğe ulaşmada hârika olan</TD></TR><TR><TD>hülâsa: özet</TD><TD>ibaret: meydana gelmiş</TD></TR><TR><TD>ihtiyar etme: seçme, tercih etme</TD><TD>inkişâf: açığa çıkma</TD></TR><TR><TD>istinâden: dayanarak</TD><TD>izah etmek: açıklamak</TD></TR><TR><TD>kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kaide</TD><TD>kanun-u emrî: Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun</TD></TR><TR><TD>kat’iyen: kesin olarak</TD><TD>keşfiyât: mânevî alemde yapılan keşifler, buluşlar</TD></TR><TR><TD>mahlûkıyet: yaratılmış olma</TD><TD>medâr-ı sual: soru sebebi</TD></TR><TR><TD>meşhûdât: yapılan gözlemler</TD><TD>meşreb: hareket tarzı, metod</TD></TR><TR><TD>mâhiyet: ana nitelik, özellik</TD><TD>mübâreze: mücadele, karşı karşıya gelme</TD></TR><TR><TD>mühdî: doğru ve hak yola ulaştıran kişi</TD><TD>müstakil: bağımsız</TD></TR><TR><TD>müşâhedât: gözlemler</TD><TD>nesebî: soy ile ilgili</TD></TR><TR><TD>nusûs-u Kur’ân: Kur’ân’ın açık hükümleri</TD><TD>nâmus-u zîhayat: canlı kanun</TD></TR><TR><TD>nûrânî: nurlu</TD><TD>risalet: elçilik, peygamberlik</TD></TR><TR><TD>sarâhat: açıklık</TD><TD>suret: biçim, şekil</TD></TR><TR><TD>sâir: diğer</TD><TD>tatbik etme: uygulama</TD></TR><TR><TD>tekellüflü: zahmetli</TD><TD>tezahür: belirme, görünme</TD></TR><TR><TD>te’vilât: teviller, yorumlar</TD><TD>vücud: varlık</TD></TR><TR><TD>vücud-u hâricî: maddî varlık, beden</TD><TD>zât: kişi</TD></TR><TR><TD>âl: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ailesine mensup olanlar</TD><TD>âyât: âyetler, deliller</TD></TR><TR><TD>şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahsiyet</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 78

Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.

İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me’hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me’haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me’haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:

Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Âyine içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Hazret-i Muhyiddin: (bk. bilgiler – Muhyiddîn-i Arabî)</TD><TD>Sadreddin-i Konevî: (bk. bilgiler)</TD></TR><TR><TD>ayn-ı vücud: bir varlığın aynısı</TD><TD>beyan etmek: açıklamak</TD></TR><TR><TD>cihet: yön</TD><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>cumhûr-u muhakkıkîn: hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk</TD><TD>dakîk: çok ince</TD></TR><TR><TD>ehl-i tahkik: gerçeği bütün ayrıntılarıyla araştıran kişiler</TD><TD>ferîd-i devrân: bütün dönemlerin en seçkin kişisi</TD></TR><TR><TD>fikren: düşünce olarak</TD><TD>gayr: hariç, başkası</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>hudut: sınır</TD></TR><TR><TD>irtibât: bağ, ilişki</TD><TD>istifade: yararlanma</TD></TR><TR><TD>istikametkârâne: doğru bir şekilde</TD><TD>keşfen: mânevî alanlarda keşifler yaparak</TD></TR><TR><TD>keşfiyât: mânevî aleme yapılan keşifler, buluşlar</TD><TD>kutup: mânevî önder, rehber</TD></TR><TR><TD>kıymettar: değerli</TD><TD>mahsus: özel</TD></TR><TR><TD>makam: derece, yer</TD><TD>makbûlîn: kabul görmüş olanlar</TD></TR><TR><TD>men etmek: yasaklamak</TD><TD>mevsûf: nitelendirilen, vasıflandırılan</TD></TR><TR><TD>meşreb: hareket tarzı, metod</TD><TD>me’haz: kaynak</TD></TR><TR><TD>minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet: doğru esaslar üzerine kurulmuş olan Ehl-i Sünnet yolu</TD><TD>misâl: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>muhakkıkîn-i asfiyâ: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar</TD><TD>muhalefet etme: karşı olma, aykırı davranma</TD></TR><TR><TD>muhtasaran: özet olarak</TD><TD>muâheze etmek: bir meseleyi ele alıp sorgulamak</TD></TR><TR><TD>mâbeyn: ara</TD><TD>mâhiyet: esas, ana nitelik, özellik</TD></TR><TR><TD>mîzan: tartı, ölçü</TD><TD>münhasır: sadece belli bir kişiye ait olan, sınırlı</TD></TR><TR><TD>mütalâa etme: okuma, inceleme</TD><TD>nazar: bakış, görüş</TD></TR><TR><TD>revaç: değer, kıymet</TD><TD>sukut: alçalış, düşüş</TD></TR><TR><TD>suret: şekil, biçim</TD><TD>sıfat: özellik</TD></TR><TR><TD>tarikat: mânevî ilerlemeye götüren yol</TD><TD>temsil: benzetme, örnek</TD></TR><TR><TD>tetkikat: incelemeler, araştırmalar</TD><TD>vücud: varlık</TD></TR><TR><TD>ziynetlendirmek: süslemek</TD><TD>zât-ı kudsî: kutsal derecelere ulaşan kişi</TD></TR><TR><TD>âsâr: eserler</TD><TD>âyine: ayna</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 79

İşte bu temsile binâen, “Âyinede hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve âyineyi zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat âyinenin sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, âyinenin parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu âyine misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir âyinedir. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer âyinedir. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi âyinesi olup bir nakşını gösterir. Hazret‑i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız âyinelik ve zarfiyet cihetinde ve âyinedeki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcûde illâ Hû” diyerek, yanlış etmişler. “Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün” kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.

Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. “Heme ezost”HAŞİYE-1 tur; “Heme ost”HAŞİYE-2 değil. Eşyanın



[NOT]Haşiye-1 Yani herşey Ondandır. O îcad eder.
Haşiye-2 Herşey O değil ki; “Lâ mevcûde illâ Hû” denilsin.

[/NOT]



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün: eşyanın ve varlıkların hakikatı, aslı sabittir</TD><TD>Hazret-i Muhyiddin: (bk. bilgiler – Muhyiddîn-i Arabî)</TD></TR><TR><TD>Kudret-i Ezeliye: Cenâb-ı Hakkın başlangıcı olmayan sonsuz kudreti</TD><TD>akis: yansıma, ışık veya suretin aynaya vurup geri dönmesi veya orada görünmesi</TD></TR><TR><TD>arazî: sonradan ortaya çıkan, ilinti</TD><TD>ayn-ı mün’akis: aynaya vurup oradan ziyası, resmi, şekli gelen veya görünen şeyin kendisi</TD></TR><TR><TD>binâen: dayanarak</TD><TD>cevher: asıl, öz</TD></TR><TR><TD>cihet: yön, taraf</TD><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olanlar</TD><TD>haşiye: dipnot</TD></TR><TR><TD>husûl: meydana gelme</TD><TD>ifâdât: ifâdeler</TD></TR><TR><TD>intikal etme: geçme, ulaşma</TD><TD>irâde-i İlâhiye: Allah’ın dilediğini yapabilme gücü, İlâhi irade</TD></TR><TR><TD>kaide-i esâsi: temel kural</TD><TD>keşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak</TD></TR><TR><TD>kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı</TD><TD>kâinat: evren, bütün yaratılmışlar</TD></TR><TR><TD>lâ mevcûde illâ Hû: Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur</TD><TD>mertebe: derece, makam</TD></TR><TR><TD>mevcud: varlık</TD><TD>mevcudât: varlıklar</TD></TR><TR><TD>mevsuf: nitelendirilen, vasıflandırılan</TD><TD>meşreb: hareket tarzı, metod</TD></TR><TR><TD>murad olmak: istemek, kastetmek</TD><TD>mâhiyet: asıl nitelik, özellik</TD></TR><TR><TD>mâlûm: bilinen şey</TD><TD>mâlûmât: bilinen şeyler</TD></TR><TR><TD>mâruz: etki altında olan</TD><TD>münbasit: yayılan</TD></TR><TR><TD>nakış: işleme, süsleme</TD><TD>nefiy: inkâr</TD></TR><TR><TD>nevi: çeşit, tür</TD><TD>sıfat: özellik</TD></TR><TR><TD>temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme</TD><TD>teşekkül eden: oluşan</TD></TR><TR><TD>vecih: yön</TD><TD>verâset-i Nübüvvet: Peygamber varisliği</TD></TR><TR><TD>vücud: varlık</TD><TD>vücud bulan: meydana gelen, varlık âlemine çıkan</TD></TR><TR><TD>vücud-u hâricî: dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık</TD><TD>vücud-u misâlî: yansımaya dayalı varlık</TD></TR><TR><TD>zarfiyet: bir şeyin bir başka şeyi kuşatması ve içine alması</TD><TD>âyine: ayna</TD></TR><TR><TD>âyine-i fikir: düşünce aynası</TD><TD>âyine-i mevcudat: bir ayna şeklinde olan varlıklar</TD></TR><TR><TD>çendan: gerçi</TD><TD>îcâd-ı İlâhîye: Allah’ın var etmesi, yaratması</TD></TR><TR><TD>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; ezelden beri var olan ve bütün nurların ve tecellilerin kaynağı olan Allah</TD></TR></TBODY></TABLE>

<TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 80

bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, Vücud‑u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.

Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât‑ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan “hakâiku’l-eşyâi sâbitetün”dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.

İşte, Hazret-i Muhyiddin, “Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı irâdeden gelmiş bir hakikattir” demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.

Esmâ-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharları vehmî ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri vardır.


endOfSection.gif
endOfSection.gif







<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Hallâk: çokça ve sürekli olarak yaratan Allah</TD><TD>Hazret-i Muhyiddin: (bk. bilgiler – Muhyiddîn-i Arabî)</TD></TR><TR><TD>Hâlık: her şeyi yaratan Allah</TD><TD>Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeye gücü yeten Allah</TD></TR><TR><TD>Kudret-i Ezeliye: Cenâb-ı Hakkın geçmiş ve geleceği kuşatan sonsuz kudreti</TD><TD>Rezzak: bütün canlıların rızıklarını veren Allah</TD></TR><TR><TD>Vücud-u Vâcib: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah’ın varlığı</TD><TD>akis: yansıma</TD></TR><TR><TD>arazî: birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti</TD><TD>bekâ-i vücud: varlık özelliğinin sürekli olması</TD></TR><TR><TD>binâen: dayanarak</TD><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>esmâ: isimler</TD><TD>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusurdan uzak, kutsal isimleri</TD></TR><TR><TD>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri</TD><TD>fenâ: geçip gitme, yok olma</TD></TR><TR><TD>hakikat: gerçek esas</TD><TD>hakikat-i hâriciye: dışa yansıyan maddî gerçeklik</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>hakâiku’l-eşyâi sâbitetün: varlıkların hakikatleri sabittir, hiç değişmez</TD></TR><TR><TD>hayâlî: hayale dayalı</TD><TD>hâdis: sonradan olan</TD></TR><TR><TD>hâsıl olma: meydana gelme, ortaya çıkma</TD><TD>ibkà: bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme</TD></TR><TR><TD>ihtiyar: dileme, istek, irade</TD><TD>iltibâs etme: karıştırma</TD></TR><TR><TD>intikâş etme: nakşolunma, nakış halinde çizilme</TD><TD>irtibat: bağ, ilişki</TD></TR><TR><TD>irâde: dileme, tercih, seçme gücü</TD><TD>kudret: güç, iktidar</TD></TR><TR><TD>kâinat: evren, âlem</TD><TD>mahlûk: yaratılmış</TD></TR><TR><TD>mazhar: yansıma ve görünme yeri</TD><TD>mezkûr: adı geçen</TD></TR><TR><TD>muhâlif: aykırı, zıt</TD><TD>mâhiyât-ı eşya: varlıkların temel özellikleri</TD></TR><TR><TD>münbasit: yayılan, genişleyen</TD><TD>nisbeten: kıyasla</TD></TR><TR><TD>nukûş-u masnûât: sanatlı olarak yaratılan varlıklardaki nakışlar</TD><TD>nusûs: hükmü açık olan Kur’ân ve hadis metinleri</TD></TR><TR><TD>sebat: kalıcı olma, sabit kalma</TD><TD>suret-i şemsiye: güneşin görünümü</TD></TR><TR><TD>sıfat-ı irâde: Cenâb-ı Hakkın irade sıfatı, niteliği</TD><TD>tahkikat: gerçeği bulmak için yapılan araştırmalar</TD></TR><TR><TD>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji</TD><TD>tesbit: sağlam şekilde yerleştirme</TD></TR><TR><TD>tezâhür eden: ortaya çıkan, görünen</TD><TD>vehmî: varsayım, olmadığı halde varmış gibi görünen</TD></TR><TR><TD>vücud: varlık, var oluş</TD><TD>vücud-u hâricî: gözle görülebilen maddî varlık</TD></TR><TR><TD>vücud-u misâlî: yansımaya dayalı varlık</TD><TD>ziynetli: süslü</TD></TR><TR><TD>zâhir: açık, gözle görünür</TD><TD>âlem-i emir: Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî kanunlar âlemi</TD></TR><TR><TD>çendan: gerçi, her ne kadar</TD><TD>îcad: var etme, yaratma</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 81

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ:

İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.

Elcevap: Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:

Birisi,
blank.gif
1
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُyasağına karşı hilâf-ı edepte bulunmak ihtimâli var.


İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniyenin berâhîn-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller sûiistimâle meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede sûiistimâl girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.

İşte, ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı ziynetlendiren tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.

Ezcümle, tevâfuk birkaç cihette birşeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazan birtek tevâfuk, bazı karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddî ihtiyaç olsa size bildirilecektir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 “Gaybı yalnız Allah bilir.” Neml Sûresi, 27:65; Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 7; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân: 21.
[/NOT]





<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Lâfza-i Celâl: Allah lâfzı, ifadesi</TD><TD>berâhîn-i kat’iye: kesin deliller</TD></TR><TR><TD>cihet: yön</TD><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>delâlet: delil olma, işaret etme</TD><TD>envâ: türler, çeşitler</TD></TR><TR><TD>esrâr-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın sırları</TD><TD>ezcümle: örneğin</TD></TR><TR><TD>fevkinde: üstünde</TD><TD>hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas</TD></TR><TR><TD>hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniye: imanın ve Kur’ân’ın temel gerçekleri</TD><TD>hikmet: gaye, fayda; yerli yerinde ve anlamlı oluş</TD></TR><TR><TD>hilâf-ı edep: edebe aykırı</TD><TD>hâkim: hükmeden, idaresi altında tutan</TD></TR><TR><TD>hüccet: güçlü delil, sarsılmaz kanıt</TD><TD>ihsan: bağış, ikram sunma</TD></TR><TR><TD>ihtiyar: irade, dileme</TD><TD>ilm-i cifir/cifir: Arap alfabesindeki her bir harfe sayısal değer verilerek söylenenlerden ve yazılanlardan anlam çıkarma ilmi</TD></TR><TR><TD>ism-i Bedî: Allah’ın varlıkları eşsiz ve benzersiz olarak yarattığını ifade eden ismi</TD><TD>istifade etmek: faydalanmak</TD></TR><TR><TD>kaide: kural, prensip</TD><TD>karâin: ip uçları</TD></TR><TR><TD>kat’î: kesin</TD><TD>kemâl-i iştiyak: istek ve arzunun son derecesi</TD></TR><TR><TD>kerâmet-i Gavsiye: Seyyid Abdülkadir Geylâni’nin kerâmeti</TD><TD>merbut: bağlı</TD></TR><TR><TD>meziyet: üstün özellik</TD><TD>meşgale: meşguliyet, uğraş</TD></TR><TR><TD>muhkem: sarsılmaz, sağlam</TD><TD>müteveccih: yönelen</TD></TR><TR><TD>nebze: az miktar</TD><TD>neşretme: yayma</TD></TR><TR><TD>sâfi: saf, arınmış, temiz</TD><TD>sûiistimâl: kötüye kullanma</TD></TR><TR><TD>tedbir: maksada uygun olarak işi yürütme</TD><TD>tevâfuk: uygunluk</TD></TR><TR><TD>ulûm-u hafiye: gizli ilimler, ancak peygambere ve bir kısım hakikatlerin sırlarını bilen alimlerce bilinen ilimler</TD><TD>vazife-i hakikiye: asıl vazife</TD></TR><TR><TD>vazife-i kudsiye: kutsal vazife</TD><TD>ziynetlendiren: süsleyen</TD></TR><TR><TD>âsâr: eserler, varlıklar</TD><TD>ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler</TD></TR><TR><TD>şarlatan: yalancı, aldatıcı kimse</TD></TR></TBODY></TABLE><TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 82

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>DÖRDÜNCÜ SUALİNİZ:

Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın pederi varmış diye,HAŞİYE-1 dîvânecesine bir te’vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor...

O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te’vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediğini zannediyorum.

blank.gif
1
اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَ اللهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ gibi nusûs-u kat’iye ile Hazret-i İsâ Aleyhisselâm pedersiz olduğu kat’iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te’vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin.




[NOT]Haşiye-1 Nev-i beşerin bir rub’unun başına reis olarak geçen ve nev-i beşerden nev-i melâikeye bir cihette intikal eden ve arzı bırakıp semâvâtı vatan ittihâz eden hârika bir ferd-i insanın bu hârika vaziyetleri kanun-u tenâsülün hârika bir suretini iktizâ ederken, kanun-u tenâsülün şüpheli, meçhul, gayr-ı fıtrî, belki ednâ bir tarz ile o kanun içine almak, hiç yakışmadığı gibi, hiç mecburiyet de yoktur. Hem sarâhat-i Kur’âniye te’vil kaldırmaz. Yüz cihette zedelenen kanun-u tenâsülün tâmiri hesâbına hiçbir cihette zedelenmeyen ve tenâsülün hâricinde bulunan kanun-u cinsiyet-i melek, hem kanun-u sarâhat-i Kur’âniye gibi kuvvetli kanunlar nasıl tahrip edilir.

Dipnot-1 “Allah katında Îsâ’nın misali Âdem’in misali gibidir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:59.
[/NOT]


<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun</TD><TD>Hazret-i İsâ: [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)]</TD></TR><TR><TD>arz: yeryüzü</TD><TD>bedbaht: kötü bahtlı, talihsiz</TD></TR><TR><TD>beyhude: boşuna, faydasız</TD><TD>bîçare: çaresiz, zavallı</TD></TR><TR><TD>cihet: yön</TD><TD>dîvânece: akılsızca</TD></TR><TR><TD>ednâ: en aşağı</TD><TD>ehemmiyet: değer, önem</TD></TR><TR><TD>esasât-ı İslâmiye: İslâmiyetin temel prensipleri</TD><TD>ferd-i insan: insanlardan bir fert</TD></TR><TR><TD>gayr-ı fıtrî: yaratılıştan olmayan</TD><TD>gayr-ı mümkün: imkânsız</TD></TR><TR><TD>hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas</TD><TD>hat: yazı</TD></TR><TR><TD>haşiye: dipnot</TD><TD>huruf-u mukattáa: arap harflerini heceler halinde kesik kesik yazmak (Yâsin, Elif Lâm Mim vb.)</TD></TR><TR><TD>hurufat-ı İslâmiye: İslâm harfleri</TD><TD>hâriç: dış</TD></TR><TR><TD>icad: yeni bir şey ortaya çıkarma</TD><TD>iktizâ etme: gerektirme</TD></TR><TR><TD>intikal eden: bir yerden başka bir yere taşınan</TD><TD>ittihâz eden: kabullenen, edinen</TD></TR><TR><TD>kaide-i külliye: her şeyde geçerli olan genel kural</TD><TD>kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kural</TD></TR><TR><TD>kanun-u cinsiyet-i melek: meleklerin cinsiyet kanunu</TD><TD>kanun-u sarâhat-i Kur’âniye: Kur’ân’daki açıkça belirtilen kanunu, hüküm</TD></TR><TR><TD>kanun-u tenâsül: üreme kanunu</TD><TD>kat’iyyet: kesinlik</TD></TR><TR><TD>mecburiyet: zorunluluk</TD><TD>meçhul: bilinmeyen</TD></TR><TR><TD>musalâha: barışma</TD><TD>mânâsız: anlamsız</TD></TR><TR><TD>nev-i beşer: insanlık</TD><TD>nev-i melâike: melek türü</TD></TR><TR><TD>nusûs-u kat’iye: Kur’ân’ın hükmü kesin olan âyetleri</TD><TD>nâdir: ender bulunan</TD></TR><TR><TD>peder: baba</TD><TD>rub’: dörtte bir</TD></TR><TR><TD>sarâhat-i Kur’âniye: Kur’ân ayetlerinin açık ifadeleri</TD><TD>semâvât: gökler</TD></TR><TR><TD>suret: biçim, görünüş</TD><TD>tahsis etme: kişiye özel uygulama yapma</TD></TR><TR><TD>telâkki etmek: düşünmek, kabul etmek</TD><TD>tenâsül: üreme</TD></TR><TR><TD>teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek</TD><TD>te’vil: yorum</TD></TR><TR><TD>te’vilât: teviller, yorumlar</TD><TD>vaziyet: durum</TD></TR><TR><TD>vâhî: boş, faydasız</TD><TD>zındık: dinsiz</TD></TR><TR><TD>âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi</TD><TD>şüzuz: kural dışı olma</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 83

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>Zaman-ı Âdem’den beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz etmemek ve hâricine çıkmamak olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, mebde’ itibârıyla, iki yüz bin envâ-ı hayvânâtın mebde’leriyle hark edilmiş ve nihâyet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem’leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş.

Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur’âniyeye karşı bir te’vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et.

O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder.

blank.gif
1
اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَ اللهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ fermânıyla bu hakikati gösterir.


Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci suali:

O doktor, o meselede o kadar eblehâne hareket ediyor ki, sözlerini dinlemek yahut ehemmiyet verip cevap vermekten çok aşağıdır. Bu bîçâre, küfür ve îmân ortasını bulmak istiyor. Onun ehemmiyetsiz bahsine karşı değil, belki yalnız Ömer Efendinin istifsârına göre derim:

Me’mûrât ve menhiyât-ı şer’iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar



[NOT]Dipnot-1 “Allah katında Îsâ’nın misali Âdem’in misali gibidir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:59.
[/NOT]



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah</TD><TD>bahis: konu</TD></TR><TR><TD>bedbaht: kötü bahtlı, talihsiz</TD><TD>bîçâre: çaresiz</TD></TR><TR><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD><TD>eblehâne: ahmakçasına</TD></TR><TR><TD>efrad: fertler, bireyler</TD><TD>ehemmiyet: değer, önem</TD></TR><TR><TD>emr-i İlâhî: Allah’ın emri</TD><TD>envâ: türler, çeşit</TD></TR><TR><TD>envâ-ı hayvânât: hayvan türleri</TD><TD>evvel: önce</TD></TR><TR><TD>evvelâ: ilk olarak</TD><TD>fermân: emir, buyruk</TD></TR><TR><TD>hadsiz: sayısız, sınırsız</TD><TD>hakikat: doğru gerçek</TD></TR><TR><TD>hark: herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma</TD><TD>hark-ı âdât: adetleri, kanunları delme, onları devre dışı bırakarak var etme</TD></TR><TR><TD>hikmet: bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olma</TD><TD>hârikulâde: olağanüstü, şaşırtıcı derecede</TD></TR><TR><TD>hâriç: dış</TD><TD>hükmetme: hakimiyeti altına alma</TD></TR><TR><TD>ihtiyâr: irade, dileme, tercih etme gücü</TD><TD>illet: esas sebep, maksat</TD></TR><TR><TD>irâde: dileme, tercih, seçme gücü</TD><TD>irâde-i Rabbâniye: Allah’ın varlıkları istediği şekilde terbiye, tedbir ve idare etmesi</TD></TR><TR><TD>istifsâr: yorum isteme</TD><TD>itibâr: özellik</TD></TR><TR><TD>kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu değişmez kaide</TD><TD>kanun-u tabiî: tabiat kanunu</TD></TR><TR><TD>kanun-u tenâsül: üreme kanunu</TD><TD>küfür: inkâr, inançsızlık</TD></TR><TR><TD>küllî: büyük, kapsamlı</TD><TD>kısm-ı âzam: büyük kısım</TD></TR><TR><TD>kıyâs etmek: karşılaştırmak</TD><TD>mebde’: kaynak, başlangıç</TD></TR><TR><TD>menhiyât-ı şer’iye: İslamiyetin yapılmasını yasakladığı şeyler</TD><TD>me’mûrât: yapılması emredilen şeyler</TD></TR><TR><TD>nehy-i İlâhî: Allah’ın yasaklaması</TD><TD>nihâyet: son</TD></TR><TR><TD>nusûs-u Kur’âniye: Kur’ân’daki mânâsı açık olan âyetler</TD><TD>peder: baba</TD></TR><TR><TD>taaffün etmiş: bozulmuş, çürümüş</TD><TD>te’vîl: yorum</TD></TR><TR><TD>tâbir etme: ifade etme, adlandırma</TD><TD>valide: ana</TD></TR><TR><TD>vücud: varlık, var oluş</TD><TD>zaman-ı Âdem: Hz. Âdem zamanı, insanlığın ilk devresi</TD></TR><TR><TD>âdetullah: Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler</TD><TD>âdât: kanunlar</TD></TR><TR><TD>îcâd edilme: var edilme, yaratılma</TD><TD>îmân: inanma</TD></TR><TR><TD>şâz: kural dışı</TD><TD>şüzûz etme: kural dışı kalma</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 84

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir.

Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir.

İşte, bu kaide-i şer’iyeye binâen, ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. Meselâ, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın etinden bildiği zarardan, hastalıktan başka, “Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır”HAŞİYE-1 kaidesiyle ve o hayvan, sâir hayvânât-ı ehliye gibi zararsız yapılmıyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îrâs etmekle beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan firengistandan başka tıbben muzır olduğu gibi, mânen ve hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş.

İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlâhî taallûkuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet değişmez. İllet değişmezse hüküm değişmez. İşte bu kaideye göre, o bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Haşiye-1 Acaba firengistanın bu kadar harika terakkiyât-ı medeniyetiyle ve kemâlât-ı fenniyesiyle ve insaniyetperverâne ulûmuyla ileri gittiği halde, o terakkiyat ve kemâlâta ve o ulûma bütün bütün zıt olan maddiyyunluk ve tabiiyyunluk zulümâtında hınzırcasına saplanmalarında, hınzır etinin yemesinin medhali yok mudur? Soruyorum. İnsan, beslendiği şeyle mizâcı müteessir olduğuna delil, “kırk günde hergün et yiyen kasâvet-i kalbiyeye dûçâr olduğu” darbımesel hükmüne geçmesidir.[/NOT]



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Hâlık: her şeyi yaratan Allah</TD><TD>ahkâm-ı şer’iye: dinin hükümleri</TD></TR><TR><TD>binâen: dayanarak</TD><TD>bîçâre: çaresiz</TD></TR><TR><TD>cihet: yön</TD><TD>darbımesel: atasözü, kalıplaşmış güzel ifâde</TD></TR><TR><TD>dûçar olma: yakalanma, yüz yüze gelme</TD><TD>ehemmiyet: değer, önem</TD></TR><TR><TD>feylesof: filozof, felsefeci</TD><TD>filcümle: bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması</TD></TR><TR><TD>firengistan: Avrupa</TD><TD>hakikaten: gerçekten</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>haram: Allah ve Resulü tarafından kesin olarak yasaklanmış şey</TD></TR><TR><TD>hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar</TD><TD>haşiye: dipnot</TD></TR><TR><TD>hikmet: sır, fayda ve gaye</TD><TD>hüküm: karar</TD></TR><TR><TD>hınzır: domuz</TD><TD>illet: esas sebep, neden</TD></TR><TR><TD>insaniyetperverâne: insancıl bir şekilde</TD><TD>ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi</TD></TR><TR><TD>kaide: prensip, kural</TD><TD>kaide-i şer’iye: Şer’i kural, İslâmiyetin ortaya koyduğu kural</TD></TR><TR><TD>kasr-ı namaz: namazın kısaltılması</TD><TD>kasretme: kısaltma</TD></TR><TR><TD>kasâvet-i kalbiye: kalp katılığı, gaflet</TD><TD>kemâlât: mükemmel özellikler</TD></TR><TR><TD>kemâlât-ı fenniye: ilim ve sanat alanındaki gelişmeler</TD><TD>kâfi: yeterli</TD></TR><TR><TD>maddiyyunluk: maddecilik, materyalizm</TD><TD>maslahat: fayda, gaye</TD></TR><TR><TD>medhal: katkı, tesir</TD><TD>meşakkat: güçlük, zorluk</TD></TR><TR><TD>mizâc: huy, tabiat, yaratılış</TD><TD>muzır: zararlı şey</TD></TR><TR><TD>mânen: manevî olarak</TD><TD>müreccih: tercih ettiren sebep</TD></TR><TR><TD>müteessir: etkilenen, tesir altında kalan</TD><TD>nehiy: yasak</TD></TR><TR><TD>nehy-i İlâhî: Allah’ın yasaklaması</TD><TD>nâmına: adına</TD></TR><TR><TD>sefer: yolculuk</TD><TD>suret: görünüş, şekil</TD></TR><TR><TD>sâir: diğer</TD><TD>taallûk: ilgili ve bağlantılı olma</TD></TR><TR><TD>tabiiyyunluk: tabiatçılık, materyalistlik</TD><TD>tahakkuk etmek: gerçekleşmek</TD></TR><TR><TD>tebeddül: değişim</TD><TD>tegayyür etmek: değişmek</TD></TR><TR><TD>terakkiyat: ilerlemeler, gelişmeler</TD><TD>terakkiyât-ı medeniyet: medeniyet alanında meydana gelen ilerlemeler</TD></TR><TR><TD>ulûm: ilimler</TD><TD>ziyade: çok, fazla</TD></TR><TR><TD>zulümât: karanlıklar</TD><TD>îrâs etme: netice verme</TD></TR><TR><TD>şeriat: Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 85

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>
Muhyiddin-i Arabî hakkındaki sualin cevabına zeyldir.



Sual:Muhyiddin-i Arabî, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla,




<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân</TD><TD>Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)</TD></TR><TR><TD>Vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD><TD>akrebiyet-i İlâhiye: İlâhî yakınlık, Allah’ın kula olan yakınlığı</TD></TR><TR><TD>ashâb-ı şevk: manevî zevkleri tadıp şevke gelen kişiler</TD><TD>beyan etmek: açıklamak</TD></TR><TR><TD>bu’diyet: uzaklık</TD><TD>bîçâre: çaresiz</TD></TR><TR><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD><TD>ehl-i aşk: kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlar</TD></TR><TR><TD>ehl-i istiğrâk: manevî zevklere dalıp kendinden geçen kişiler</TD><TD>ehl-i sekir: tasavvuf yoluyla manevî alemlere giren ve gördükleri şeyler karşısında sarhoşa dönen kişiler</TD></TR><TR><TD>esbab: sebepler</TD><TD>evliyâ-i azîme: büyük veliler</TD></TR><TR><TD>fevkinde: üstünde</TD><TD>feyiz: mânevî gıda, bereket</TD></TR><TR><TD>firâk: ayrılık</TD><TD>gayet derece: son derece</TD></TR><TR><TD>had: sınır, yetki</TD><TD>hadsiz: sınırsız</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>hallâkıyet: yaratıcılık</TD></TR><TR><TD>hiç ender hiç: baştan sona hiç olan</TD><TD>ihtiyar: istek, irâde</TD></TR><TR><TD>irâde: dileme, tercih etme ve seçme gücü</TD><TD>ittibâ etmek: uymak</TD></TR><TR><TD>iştiyak: çok arzu ve istek</TD><TD>kabza-i Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakkın bütün varlıklara hükmetme ve terbiye etme eli</TD></TR><TR><TD>kudret: bir şeyi yapabilme gücü, iktidar</TD><TD>kurbiyet: yakınlık</TD></TR><TR><TD>mertebe-i Rubûbiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idare etme derecesi</TD><TD>meşreb: hareket tarzı, metod</TD></TR><TR><TD>muhtasar: kısa, özet</TD><TD>muhâkeme etme: bir şeyi iyice araştırdıktan sonra hüküm verme</TD></TR><TR><TD>nükte: ince anlamlı söz</TD><TD>sarâhat: açıklık</TD></TR><TR><TD>sıfat: özellik</TD><TD>sırr-ı Ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı</TD></TR><TR><TD>sırr-ı verâset-i Nübüvvet: peygamberlik makamının varisi olmanın içindeki sır</TD><TD>telâkki etmek: kabul etmek</TD></TR><TR><TD>tevhîd: birleme; herşeyin Allah’tan olduğunu bilme ve ilân etme</TD><TD>tezâhüriyet: belirme, ortaya çıkma</TD></TR><TR><TD>visâl: kavuşma</TD><TD>vücud bulma: var olma</TD></TR><TR><TD>zevâl: geçicilik, yokluk</TD><TD>zeyl: ek, ilave</TD></TR><TR><TD>âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen</TD><TD>âzamî: en yüksek seviyede</TD></TR></TBODY></TABLE>
<TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 86

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin evliyâ-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet ve hallâkıyet-i İlâhiyenin mertebe-i uzmâsını, hem bütün esmâ-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtı muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf




<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah</TD><TD>Lâ mevcude illâ Hû: Ondan başka hiçbir varlık yoktur</TD></TR><TR><TD>Vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD><TD>ahkâm-ı Rubûbiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi ile ilgili hükümler</TD></TR><TR><TD>asfiyâ: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar</TD><TD>bu’diyet: uzaklık</TD></TR><TR><TD>dâimî: devamlı, sürekli</TD><TD>ehadiyet-i Zâtiye: Allah’ın Zâtına ait birlik</TD></TR><TR><TD>ehl-i sahv: uyanık iken hakikatlere görerek ulaşan Allah dostları</TD><TD>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri</TD></TR><TR><TD>esâsât: esaslar, temeller</TD><TD>evliyâ-i azîme: büyük veliler</TD></TR><TR><TD>fevkalâde: olağanüstü</TD><TD>firâk: ayrılık</TD></TR><TR><TD>hakikî: gerçek</TD><TD>hakàik-ı îmâniye: iman hakikatleri</TD></TR><TR><TD>halk etme: yaratma</TD><TD>hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı</TD></TR><TR><TD>hârikulâde: olağanüstü</TD><TD>ihâta etme: içine alma, kapsama</TD></TR><TR><TD>inbisât: genişleme, yayılma</TD><TD>inkişâf: açığa çıkma</TD></TR><TR><TD>irâde: dileme, tercih, seçme gücü</TD><TD>ittihâz etme: kabullenme, edinme</TD></TR><TR><TD>kudret: güç ve iktidar</TD><TD>kâinat: evren, bütün yaratılmışlar</TD></TR><TR><TD>likâ: kavuşmak</TD><TD>mekân: yer</TD></TR><TR><TD>melce’: sığınak</TD><TD>menşe: kaynak</TD></TR><TR><TD>mertebe-i uzmâ: en büyük ve en yüksek mertebe</TD><TD>mertebe-i uzmâ-yı Tevhid: Tevhid hakikatlerine ulaşmada varılacak olan en büyük mertebe</TD></TR><TR><TD>mevcud: varlık</TD><TD>meşreb-i hâl: mânevî haz ve feyiz almayı hedef kabul eden tasavvufî bir yöntem</TD></TR><TR><TD>muhâfaza etme: koruma, saklama</TD><TD>muktezâ: bir şeyin gereği</TD></TR><TR><TD>muvâzene: denge</TD><TD>mâni: engel</TD></TR><TR><TD>münezzehiyet: kusur ve eksikliklerden arınmış ve yüce olma</TD><TD>rubûbiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi</TD></TR><TR><TD>sarâhat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın açık bir şekilde ortaya koyduğu hükümler</TD><TD>sekir: mânâ alemindeki sarhoşluk</TD></TR><TR><TD>suhûletle: kolaylıkla</TD><TD>tahsis etmek: özel olarak belirlemek</TD></TR><TR><TD>tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme</TD><TD>tasavvur etme: düşünme, hayal etme</TD></TR><TR><TD>tecezzî: bölünme, parçalanma</TD><TD>tedbir etme: çekip çevirme, ihtiyacını karşılama</TD></TR><TR><TD>teveccüh: ilgi, yönelme</TD><TD>teşhis etmek: şekil ve suret vermek</TD></TR><TR><TD>verâset-i Nübüvvet: Peygamber varisliği</TD><TD>visâl: kavuşma</TD></TR><TR><TD>îcâd: var etme</TD><TD>şevk-i bekà: aşırı derecede sonsuzluk isteği</TD></TR><TR><TD>şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler</TD></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 87

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

“Lâ müşâhhate fi’t-temsîl” kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim—tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kaybolur, zeval buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî ile rubûbiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtî ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkâşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken, o itikad yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise sûret-i zâhiriye ile mümteziç olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı ve nizamlı, gayet san’atkârâne nakışlar, kat’î





<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>cenub: güney</TD><TD>cilve: görüntü, yansıma</TD></TR><TR><TD>dakik: ince</TD><TD>derc edilmek: yerleştirilmek</TD></TR><TR><TD>dâhiyâne: dâhiye yakışır şekilde</TD><TD>ehadiyet-i zâtî: zâtına ait birlik</TD></TR><TR><TD>emsalsiz: benzersiz, eşsiz</TD><TD>garb: batı</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>hallâkıyet-i külliye: herşeyi kuşatan yaratıcılık</TD></TR><TR><TD>hârikulâde: olağanüstü</TD><TD>hüsün: güzellik</TD></TR><TR><TD>ihtiyar: irade, dileme</TD><TD>inkısam: bölünme, kısımlara ayrılma</TD></TR><TR><TD>itikad: inanç</TD><TD>izah etme: açıklama</TD></TR><TR><TD>izhâr etmek: açığa çıkarmak, göstermek</TD><TD>kaide: kural, prensip</TD></TR><TR><TD>kat’î: kesin</TD><TD>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik</TD></TR><TR><TD>kudret: güç, iktidar</TD><TD>lâ müşâhhate fi’t-temsîl: temsilde tartışma olmaz</TD></TR><TR><TD>mahbub: sevgili</TD><TD>maksad: amaç, hedef</TD></TR><TR><TD>mertebe: derece</TD><TD>mevkıf: bölüm, kısım</TD></TR><TR><TD>meşreb: hareket tarzı, metod</TD><TD>mâlik: sahip</TD></TR><TR><TD>mîzanlı: ölçülü</TD><TD>mümteziç: birleşik, karışık</TD></TR><TR><TD>müttehid: birleşmiş</TD><TD>nakkâş: nakış ustası, nakış yapan</TD></TR><TR><TD>nakış: işleme, süsleme</TD><TD>nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme</TD></TR><TR><TD>nizamlı: düzenli</TD><TD>perestiş etmek: büyük bir düşkünlükle bağlanmak</TD></TR><TR><TD>rubûbiyet-i mutlaka: sınırsız rablık</TD><TD>san’atkârâne: san’atlı olarak</TD></TR><TR><TD>sâni: san’atlı bir şekilde yaratan</TD><TD>sûret-i zâhiri: dış görünüş</TD></TR><TR><TD>tahavvül etmek: değişmek, dönüşmek</TD><TD>tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme</TD></TR><TR><TD>tebeddül etmek: başkalaşmak, değişmek</TD><TD>tefekkür: derinlemesine düşünme</TD></TR><TR><TD>temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme</TD><TD>tesellî: avutma, acısını dindirme</TD></TR><TR><TD>tevzi: dağıtma</TD><TD>tezyin edilme: süslenme</TD></TR><TR><TD>tezâhür: belirme, görünme</TD><TD>vahdet-i hakikî: Allah’ın gerçek anlamda tek oluşu</TD></TR><TR><TD>vaziyet: durum, hal</TD><TD>vücud: beden, maddi varlık</TD></TR><TR><TD>zeval: gelip geçici olma</TD><TD>ziynet: süs</TD></TR><TR><TD>âlî: yüce</TD><TD>îcad: var etme, yaratma</TD></TR><TR><TD>şark: doğu</TD><TD>şevk: şiddetli arzu ve istek</TD></TR><TR><TD>şimal: kuzey</TD></TR></TBODY></TABLE>
<TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 88

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fakat onun mâhiyeti fâil olamaz. Belki münfâildir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san’atlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlıkının yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz





<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Hâlık: bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah</TD><TD>Mahbûb-u Hakikî: sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah</TD></TR><TR><TD>Mâbud: bütün varlıkların kendisine ibadet ettiği Allah</TD><TD>Mâşâallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış</TD></TR><TR><TD>Sübhânallah: Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir</TD><TD>Tebârekâllah: Allah mübarek etsin</TD></TR><TR><TD>Vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD><TD>aşk-ı dünya: dünya aşkı, sevgisi</TD></TR><TR><TD>bekà: sürekli şekilde var olma</TD><TD>bilbedâhe: açık bir şekilde</TD></TR><TR><TD>cihet: yön</TD><TD>cilve: görünme, yansıma</TD></TR><TR><TD>enva: çeşitli türler</TD><TD>fenâ: yokluk</TD></TR><TR><TD>fâil: işi yapan</TD><TD>hakikat: asıl, esas</TD></TR><TR><TD>hakikî: asıl, gerçek</TD><TD>hey’et-i mecmua: bir şeyi oluşturan şeylerin tümü, ferdlerinin tamamı</TD></TR><TR><TD>hikmet: fayda, gaye</TD><TD>hârikulâde: olağanüstü</TD></TR><TR><TD>ihtiyar: dileme, tercih etme</TD><TD>iktizâ: gerektirme</TD></TR><TR><TD>inkılâb etmek: değişmek, dönüşmek</TD><TD>irâde: dileme, seçme gücü</TD></TR><TR><TD>ittihâd: birleşme, birlik</TD><TD>ittihâz etme: kabullenme, edinme</TD></TR><TR><TD>kasd: hedef, maksat</TD><TD>kemâl-i hikmet: Allah’ın istediği şeyi dilediği şekilde eksiksiz olarak yapması</TD></TR><TR><TD>kemâl-i ihtiyar: Allah’ın kusursuz idaresi</TD><TD>kemâl-i kudret: Allah’ın kudretinin mükemmelliği</TD></TR><TR><TD>kemâl-i rubûbiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyet, yaratıcılık ve terbiyesinin mükemmelliği</TD><TD>kudret: güç, iktidar</TD></TR><TR><TD>kâinat: evren, bütün yaratılmışlar</TD><TD>kâtip: yazıcı</TD></TR><TR><TD>mahbûb: sevgili</TD><TD>mazhar: sahip olma</TD></TR><TR><TD>mecâzî: gerçek olmayan</TD><TD>medar: dayanak noktası, kaynak</TD></TR><TR><TD>meşreb: hareket tarzı, yöntem</TD><TD>meşîet: irade, istek, dileme</TD></TR><TR><TD>misâlî: örnek olarak verilen</TD><TD>muhabbet-i mecâzî: Allah’ın dışındaki dünyevî varlıklara yönelik sevgi</TD></TR><TR><TD>mutasarrıf: dilediği gibi idare eden</TD><TD>mâhiyet: nitelik, özellik</TD></TR><TR><TD>mûcid: icad eden, yoktan var eden</TD><TD>nakş-ı ziynet: süslü işleme</TD></TR><TR><TD>nihâyetsiz: sınırsız</TD><TD>suret: biçim, şekil</TD></TR><TR><TD>tahayyül eden: hayal eden</TD><TD>tevehhüm eden: vehmeden, zanneden</TD></TR><TR><TD>tezâhür: belirme, görünme</TD><TD>yaldızlı: parıltılı</TD></TR><TR><TD>zevâl: geçici olma</TD><TD>ziynet: süs</TD></TR><TR><TD>âlî: yüce</TD><TD>âyine-i cemâl: güzelliği yansıtan ayna</TD></TR><TR><TD>şahsî: kişisel</TD></TR></TBODY></TABLE>
<TABLE role=presentation cellSpacing=0 cellPadding=0><TBODY role=presentation><TR role=presentation></TR></TBODY></TABLE>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Dokuzuncu Lem'a - Sayfa 89

<?xml version="1.0" encoding="UTF-8" ?><!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all>BODY { FONT-FAMILY: 'Trebuchet MS',Arial,serif; FONT-SIZE: 12pt}</STYLE>eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.


اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
blank.gif
1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2


endOfSection.gif
endOfSection.gif






[NOT]Dipnot-1 Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona ittiba etmekle bizi rızıklandır.

Dipnot-2 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
[/NOT]



<TABLE border=0 cellSpacing=2 cellPadding=0><TBODY><TR><TD>Muhyiddin-i Arabi: (bk. bilgiler)</TD><TD>Vahdetü’l-vücud: “Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre hayâl ve gölge gibi zayıf varlıklardır; varlık ünvanını almaya lâyık değillerdir” diyen tasavvufî görüş</TD></TR><TR><TD>ehl-i sahv: uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları</TD><TD>emsâl: benzerler</TD></TR><TR><TD>esbap: sebepler</TD><TD>firak: ayrılık</TD></TR><TR><TD>ilticâ: sığınma</TD><TD>maddiyât: maddi şeyler</TD></TR><TR><TD>makbul: kabul edilen</TD><TD>meşreb: yol, meslek, metod</TD></TR><TR><TD>muhabbet-i acîbe: şaşkına döndüren sevgi</TD><TD>muhabbet-i hakikî: gerçek sevgi</TD></TR><TR><TD>nûrânî: nurlu</TD><TD>vahdetü’ş-şuhud: Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi</TD></TR><TR><TD>varta: tehlike</TD><TD>zevâl: geçici olma</TD></TR><TR><TD>zât: kişi</TD></TR></TBODY></TABLE>
 
Üst