Dördüncü Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 114

ve şuûnât-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemâlât ve ayrı ayrı cemâller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni-i Zülcelâlde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarakhadsiz kemâlâtlarına ve nihayetsiz cemâllerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.
İkinci Burhan’ın beş noktası var:


Birinci nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek, icma ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemâl, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudda bulunan mukaddes hüsünve cemâlin gölgesi ve lemeâtı ve perdelerin arkasında cilvesidir.


İkinci nokta: Bütün güzel mahlûklar, kàfile kàfile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar,fenâya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellîsinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemâli değildir. Belki güneşin cemâl-i şuaâtıcereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemâlin ışıklarıdırlar.


Üçüncü nokta: Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi her halde mevcuttan veihsan ise gınâdan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsünvermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemâl vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki, bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki,





Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atla yaratan AllahZât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Zât Allah
Zât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allahbedihî: açık, aşikâr
binaen: dayanarakburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
cemil: güzelcemâl: güzellik
cemâl-i şuaât: parıltıların güzelliğicereyan eden: akan (su)
cilve: görüntü, yansımadelâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
ehl-i hakikat: varlıkların ve hâdiselerin ardındaki gizli gerçeklere ulaşan kişilerfenâ: gelip geçici olma
fevkinde: üstündegayet: son derece
gınâ: zenginlikhadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhasen: güzel
hüsün: güzellikicmâ: oy birliği, görüş birliği
ihsan: bağış, iyilik, lütufistinad etmek: dayanmak
ittifak: birleşme, birlikkemâlât: mükemmel özellikler, olgunluklar
keşif: manevî âlemlerde bazı olaylara ve hakikatlere ulaşmakudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık
kàfile: grup, toplulukkâinat: evren
lemeât: parıltılarmahlûk: yaratılmış, varlık
masnuat: san’at eseri varlıklarmevcudat: varlıklar
mevcut: varlıkmeşrep: hareket tarzı, metod
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış
muvafık: lâyık, uygunnihayetsiz: sonsuz
sarih: açıksehavet: cömertlik
sermedî: daimî, süreklisuret: biçim, şekil
talim: öğretme, eğitmetebeddül etmek: değişmek
tecellî: yansımaumum: bütün
vâcibiyet: varlığının zorunlu oluşuvücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu ve var olmak için bir sebebe ihtiyacının olmayışı
vücud: varlık, var oluşvücut vermek: var etmek
şehadet: şahitlik, tanıklıkşe’n: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellik
şuûnât-ı zâtiye: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler

 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 115

bu mütemâdiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle o güzelin cemâlini tavsif ve târif eder.
Dördüncü nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların birnevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.


Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envâı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecellî eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerret bir cemâlin esmâ vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emârâtlarıdır. Fakat nasıl ki, Vâcibü’l-Vücudun Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbircihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onunkudsî cemâli, mümkinatın ve mahlûkatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlidir.


Evet, koca Cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, elbette nihayeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olmaz. Malûmdur ki, herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerinihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taambir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Meselâ, imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve suretin cemâli ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin





Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan AllahZât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Zât, Allah
bâtınî: iç yüzücemâl: güzellik
cemâl-i sermedî: sürekli devam eden güzellikcihet: taraf, yön
cilve: görüntü, yansımaehl-i Cennet: Cennet ehli, Cennetlikler
emârât: belirtiler, işaretlerenvâ: türler
esmâ: isimleresmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
fehmedilen: anlaşılanfeyz: bolluk, bereket, lütuf
hadsiz: sonsuzhakikat: doğru, gerçek
hüsn-ü aklî: akıl yoluyla anlaşılan güzellikhüsn-ü taam: yemeğin güzelliği, lezzet
hüsün: güzellikihtilâf: farklılık
istihsan etmek: beğenmek, güzel bulmakistinad etmek: dayanmak
kat’î: kesinkudsî: kusursuz ve yüce
kâinat: evrenmahlukât: yaratılmışlar, varlıklar
malûm: bilinenmerhamet: acıma, şefkat
mevcudat: varlıklarmisl: benzer
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış, kutsal
mücerret: soyutmümkinat: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah’ın var etmesine bağlı olan varlıklar
mütemadiyen: sürekli olarakmüşahede: gözlemleme
nazir: benzer, eşnevi: tür, çeşit
nihayet: sonsair: diğer, başka
suret: biçim, şekiltavsif: bir sıfatla niteleme
tecellî etmek: yansımak, görünmekzahirî: açık, görünürde
âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlemâlem-i şehadet: görünen âlem, dünya
âli: yüceâyinedarlık: ayna olma, aynalık
şebîh: benzer
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 116

hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.


Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.


İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelenerzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör.
Hem bütün yavruların mu’cizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenincâzibedar cemâlini gör.


Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin cemâl-i bîmisâline bak, gör.


Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyeninmuvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden vemütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.




Cemîl-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, güzelliği sınırsız olan AllahCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriRahmâniyet-i İlâhiye: Allah’ın merhamet ve şefkat edicilik vasfı
bab: bir kitabın bölümlerinden her biricemâl: güzellik
cemâl-i bîmisâl: benzersiz güzellikcilve: görüntü, yansıma
câzibedar: çekiciecrâm-ı ulviye ve süfliye: yerdeki ve gökteki büyük cisimler
envâ: çeşitler, türlererzak: rızıklar
esmâ: isimlerhakk-ı hayat: yaşama hakkı
hakîmiyet: Allah’ın her şeyi belirli gayelere yönelik olarak anlamlı ve yerli yerinde yaratmasıhakîmiyet-i İlâhiye: Allah’ın her şeyi belli bir amaç ve fayda doğrultusunda yerli yerinde yaratması
hayvanat: hayvanlarhaşmetli: görkemli, heybetli
hikmet: bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olmahüsün: güzellik
iaşe: besleme, yedirip içirmeidame etmek: devam ettirmek
ihkak-ı hak: hak sahibine hakkını vermekitab-ı kebîr-i kâinat: büyük bir kitap olan kâinat, evren
kâinat: evrenmevcudat: varlıklar
mizan: ölçü, dengemuntazaman: düzenli olarak
muvazene: dengemu’cizane: mu’cizeli bir şekilde
mütecaviz: saldırgan, haddi aşanmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nihayet derecede: sonsuz seviyedeperde-i gayb: görünmeyen âlemleri gözümüzden gizleyen perde
rahmâniyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliğirahîmiyet: Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği
rahîmiyet-i Rabbâniye: bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın herbir varlığa şefkat ve merhametisine: göğüs, kalb
sâfî: duru, katıksız, temiztemâşâ etmek: bakmak, seyretmek
tenasüb: uygunlukzemin: yer, dünya
zîhayat: canlı, hayat sahibiâb-ı kevser: Cennetteki Kevser havuzunun suyu
âdiliyet: Allah’ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olmasışe’n: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 117

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve herzîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak vehafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin letafetli cemâlini gör.


Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine rahmettarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safâsına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın sukatrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyeninmu’cizatlı cemâlini gör.


İşte, bu mezkûr misallere kıyasen, Esmâ-i Hüsnânın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsîbir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.


Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemâliyle mukabele etsen çok güzel bir mahlûk olursun. Eğer dalâletinhadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahlûkolmakla beraber, bütün güzel mevcudatın mânen menfurları olursun.




Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriFettâh: herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah
Kerîm-i Mutlak: lütuf ve cömertliği sınırsız olan AllahMusavvir: her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah
Rahmân-ı Rahîm: kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allahcazibedar: cazibeli, çekici
cemâl: güzellikcemâl-i sermedî: sürekli devam eden güzellik
cihazat: cihazlar, donanımcilve: görüntü, yansıma
cilve-i cemâl: güzelliğin görüntüsüdalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
derece-i haşmet: heybet ve görkemin derecesifettâhiyet: Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması
gayet: son derecehabbe: dane, tohum
hadsiz: sınırsızhafîziyet: Allah’ın her şeyi koruyup saklaması
hâfiziyet-i Rabbâniye: her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın her şeyi koruyup saklamasıihzar etmek: hazırlamak
ikram: bağış, ihsankatre: damla
kerîmiyet-i Rabbâniye: her şeyi idare ve terbiye eden Allah’ın sonsuz ikram ve cömertliğikubh: çirkinlik
kudsî: kusursuz ve yücekuvve-i hafıza: hafıza duygusu, bellek
letâfetli: güzel, hoş, şirinmahlûk: yaratılmış
menfur: nefret edilenmevcudat: varlıklar
mezkûr: anılan, sözü geçenmuhafaza: koruma, saklama
muhtelif: çeşitli, ayrı ayrımukabele: karşılık verme
mukabele etmek: karşılık vermekmusavviriyet-i İlâhiye: Allah’ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi
mu’cizatlı: mu’cizeler gösterenmânen: mânevî yönden
mânidar: mânâlı, anlamlımütenevvi: çeşitli
nebat: bitkinev’: tür
rahmet: İlâhî şefkat, merhametsima: görünüş, yüz
suret: biçim, şekiltaam: yemek
tarihçe-i hayat: hayat hikâyesitarihçe-i hayat-ı saniye: ikinci hayatın tarihçesi
tecellî: yansıma, görünmeubûdiyet: Allah’a kulluk
zemin: yer, dünyazîhayat: canlı, hayat sahibi
âlât: âletler, organlar
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 118

Beşinci nokta: Nasıl ki yüzer hüner ve san’at ve kemâl ve cemâlleri bulunan bir zât, herbirhüner kendini teşhir etmek ve herbir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemâlkendini izhar etmek ve her bir cemâl kendini göstermek istemesi kaidesince, o zât dahi bütünhünerlerini ve san’atlarını ve kemâlâtını ve gizli güzelliklerini târif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temâşâ etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehâsinine ve kemâlâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle hercihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun mânevîhüsünleri ve kemâlleri bu sarayla tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.

Aynen öyle de, bu kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşeminhüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir âyinedir; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem busaray-ı âlemin başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinatondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış.

Üçüncü Burhan’ın üç nüktesi var.

Birinci nükte: Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetlihüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız. Şöyle ki:

Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki, kast ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.


Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celb etmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için herşeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet




beyan etmek: açıklamakburhan: güçlü delil, sarsılmaz kanıt
celb etmek: kendine çekmekcemâl: güzellik
cihet: taraf, yönemsâl: benzer
esmâ: isimlergayet: son derece
hakikat: doğru, gerçekhaml: yüklenme
havale etmek: yönlendirmekhayvanat: hayvanlar
hikmet: bir gaye ve faydaya yönelik olarak, mânâlı ve tam yerli yerinde olma niteliğihususan: özellikle
hüccet: sağlam delil, sarsılmaz kanıthüner: beceri
hüsün: güzellikiktibas: alıntı yapma, kopyalama
intikal etmek: zihin yoluyla bir noktadan diğerine ulaşmakirade: dileme, tercih etme
izhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmakkaide: prensip, kural
kemâl: mükemmellik, kusursuzlukkemâlât: mükemmel özellikler
kâinat: evrenmasdar: kaynak
masnu: san’at eseri varlıkmasnuat: san’at eseri varlıklar
mehâsin: güzellikler, iyiliklermevkıf: bölüm, kısım
meşher-i acaip: şaşırtıcı şeylerin sergilendiği yermucid: icad eden, yoktan var eden
muhteri: icad eden, yeni bir şey meydana getirenmu’cizeli: mu’cize özelliği taşıyan
nazar-ı dikkat: dikkatli bakışnebatat: bitkiler
saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saraysaray-ı âlem: bir sarayı andıran âlem
tafsil: ayrıntılı açıklamatanzim: düzenleme, düzene koyma
tasdik etmek: onaylamaktecessüm etmek: cisim haline gelmek, maddi yapıya bürünmek
temâşâ etmek: gözlemlemek, seyretmektezyin: süsleme
teşhir etmek: sergilemek
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 119

ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san’atkârvar ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemâlâtını teşhirle kendini sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ister.

Hem zîşuur mahlûkları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havâlesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.

Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden mânevî ve kerîmâne birmuamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostâne bir mükâleme ve dualarına rahîmâne birmukabele görünüyor.

Demek bu güneş gibi zâhir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayetkuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmetise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağnî-i Mutlakta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mâhiyetinin muktezası vetebarüz etmek, hakikatinin şe’ni bulunan nihayet kemâlde bir cemâl-i bîmisâl ve ezelî bir hüsn‑ü lâyezâli ve sermedî bir güzellik vardır ki, o cemâl kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’âm veihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf, yani kendini tanıttırmak ve bildirmekkeyfiyetini takmış, sonra masnuatı ziynetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.

İkinci nükte: Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsizzâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit bir aşk-ı lâhutî ve kuvvetli





Müstağni-yi Mutlak: hiç bir şeye ihtiyacı olmayan, sınırsız zenginlik sahibi olan Allaharzu-yu merhamet: merhamet etme arzusu
aşk-ı lâhutî: Cenâb-ı Hakka olan sevgi ve aşkbedahet derecesinde: çok açık bir şekilde
cemâl: güzellikcemâl-i bîmisâl: benzersiz güzellik
cihet: taraf, yönezelî: varlığının başlangıcı olmayan, sonsuz
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhususan: özellikle
hüner: becerihüsn-ü lâyezâli: sonu olmayan güzellik
ihsan: bağış, iyilik, lûtufihsan etmek: bağışlamak
ikram: bağış, ihsanin’am: nimet verme
irade-i şefkat: şefkat göstermeyi dileme, istemekemâl: mükemmellik, kusursuzluk
kemâlât: mükemmel özelliklerkerîmâne: lütufkâr ve cömert bir şekilde
keyfiyet: durum, niteliklisan-ı hâl: hâl ve beden dili
mahiyet: asıl özellik, nitelikmahlûk: yaratılmış, varlık
masnuat: san’at eseri varlıklarmedh ü senâ: övme ve yüceltme
mesrur: sevinçli, mutlumuamele: davranış, uygulama
muarefe: karşılıklı görüşme, tanışmamuhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
mukabele: karşılık vermemukteza: bir şeyin gereği
mükâleme: karşılıklı konuşmamüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nev-i insan: insan türü, insanlıknihayet: son
nükte: ince anlamlı sözperde-i gayb: görünmeyen âlemlerin önündeki perde
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrahîmâne: merhametli bir şekilde
san’atkâr: sanatçı, her işini san’atlı bir şekilde yapansermedî: daimî, sürekli
suret: biçim, şekiltaarrüf: kendini tanıtma
tahabbüb: kendini sevdirmetebarüz etmek: açık bir şekilde ortaya çıkmak
tertib: düzenlemetezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmak
teşhir: sergilemevaziyet: durum, hal
ziynetlendirmek: süslemekzâhir: açık, âşikar
zînet: süszîşuur: şuur sahibi, bilinçli
âlî: yüce, yüksekşedit: şiddetli
şefkat: acıma, merhametşe’n: özellik, belirleyici nitelik
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 120

bir muhabbet-i Rabbâniye, bilbedahe misilsiz bir cemâle işaret, belki şehadet eder.
Evet, böyle bir aşk öyle bir cemâle bakar, iktiza eder ve öyle bir muhabbet böyle bir hüsünister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile edilen umum hamd ve senâlar, oezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında, bütünkâinatta bulunan umum incizaplar, cezbeler, câzibeler, câzibedar hakikatler, ezelî ve ebedîbir hakikat-ı câzibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudâtı Mevlevî-misâl pervane gibi raksve semaa kaldıran cezbedarâne harekât ve deveran, o hakikat-ı câzibedarın cemâl-i kudsîsininhükümdârâne tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarâne bir mukabeledir.


Üçüncü nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmâıyla, vücut hayr-ı mahzdır, nurdur. Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler, tahlil neticesinde vücuttan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler, hattâ mâsiyetler ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.


Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur, vücutta küfür ve enâniyet-i nefsiyedahi var?
Elcevap: Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enâniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden vücut rengini ve suretini almış bir ademdir.


Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur ve bütün çirkinliklerin mâdeni ademdir. Elbettevücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden




Mevlevî-misâl: Mevlevîlik tarîkatına mensup olan ve Allah aşkıyla kendi etraflarında dönenler gibiadem: hiçlik, yokluk
bilbedâhe: çok açık bir şekildecemâl: güzellik
cemâl-i kudsî: mükemmel ve kusursuz güzellikcezb etmek: çekmek
cezbedârâne: kendinden geçerekcâzibe: çekim gücü
câzibedar: çekicideveran: devirler, dolaşımlar
ebedî: sonu olmayan, sonsuzecram: gök cisimleri, yıldızlar
ehl-i akıl: akıl yoluyla meselelere yaklaşanlarehl-i kalb: kalb yoluyla meselelere yaklaşanlar
ehl-i tahkik: gerçeği bütün detaylarına kadar araştıranlarenâniyet: benlik, gurur
enâniyet-i nefsiye: nefsin kendini beğenmesi, bencilliğiezelî: varlığının başlangıcı olmayan, sonsuz
hakaik-i imaniye: iman hakikatlerihakikat-ı cazibedar: çekici hakikat, gerçek
hamd: övgü ve şükürharekât: hareketler
hayr-ı mahz: sırf hayırdan ibaret, saf iyilikhükümdârâne: hükmederek
hüsün: güzellikicmâ: fikir birliği
iktiza etmek: gerektirmekincizap: bir şeyin çekiciliğine kapılma
ittifak etmek: birleşmekkâinat: evren
küfür: inkârcılıklisan-ı hâl: hâl ve beden dili
lisan-ı kal: söz ile anlatımmenba: kaynak
mevcudat: varlıklarmevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
misilsiz: benzersizmuhabbet: sevgi
muhabbet-i Rabbâniye: her şeyin Rabbi olan Allah’a duyulan sevgimuhakkak: kesin
mukabele: karşılık vermemusibet: belâ, büyük sıkıntı
mâsiyet: günah, isyannazar: bakış, görüş
nefy: inkâr, redneş’et etmek: doğmak, kaynaklanmak
nükte: ince anlamlı sözraks: oyun
râci olmak: ait olmak, dönük olmaksemaa kalkmak: Mevlevî dervişlerinin kollarını iki yana açıp dönmeleri
senâ: övme ve yüceltmesuret: biçim, şekil
temellük: sahiplenmetezâhürât: görünmeler, belirmeler
umum: bütünvazifedarâne: vazifeli olarak
vücud: var olmazulmet: koyu karanlık
âyinedarlık: ayna olma, aynalıkâşıkane: âşık gibi
Şems-i Tebrizî: (bk. bilgiler)şehadet etmek: şahitlik, tanıklık yapmak
şer: kötülük, fenalıkşerr-i mahz: sırf şerden ibaret, sırf kötülük
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 121

en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemâl ister, belki öyle bir cemâli ifade eder, belki öyle bir cemâl olur. Güneşe, ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi Vâcibü’l-Vücud dahi sermedî bir cemâl istilzam eder; onunla ışık verir.


اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ
blank.gif
1


رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَأْنَا
blank.gif
2


سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
3



İHTAR: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazıesbaba binaen şimdilik üç mertebe tehir edildi.


TENBİH: Risale-i Nur, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan çıkan burhanî bir tefsir olduğundan, Kur’ân’ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevkle dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından, zaruri tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.



endOfSection.gif
endOfSection.gif






[NOT]
Dipnot-1
“Imân nimeti için Allah’a hamdolsun.”
Dipnot-2
“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
Dipnot-3
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
[/NOT]




Kelime-i Tevhid: “Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah
bab: bölümbinaen: dayanarak
burhanî: delillere dayalı ispat yöntemini kullanancemâl: güzellik
ebedî: sonu olmayan, sonsuzesbab: sebepler
ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzhikmetli: mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde
ihatalı: kuşatıcı, kapsamlıihtar: hatırlatma, ikaz
istilzam etmek: gerektirmekmaslahat: fayda, gaye
meratib: mertebeler, derecelermertebe: derece
nükte: ince ve derin mânâlı söz, parçasermedî: daimî, sürekli
tefsir: açıklama, yorumtehir etmek: ertelemek, sonraya bırakmak
tekrarat: tekrarlartenbih: ikaz, uyarı
vâcib: varlığı zorunlu olanvücud: varlık, var oluş
zarurî: zorunlu, gerekliziya: ışık, parlaklık
Âyet-i Hasbiye-i Nuriye: “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 122

1
فِى مَرَاتِبِ [حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ] حاشية ١ HAŞİYE-1
وَهُوَ خَمْسَةُ نُكَتٍ
اَلنُّكْتَةُ اْلاُولىٰ:
فَهٰذَا الْكَلاَمُ دَوَاۤءٌ مُجَرَّبٌ لِمَرَضِ الْعَجْزِ الْبَشَرِىِّ وَسَقَمِ الْفَقْرِ اْلاِنْسَانِىِّ [حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ]؛ حاشية ٢ HAŞİYE-2


[NOT]

Dipnot-1

BEŞİNCİ BAB


حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ


Mertebelerine Dair HAŞİYE 1 Beş Nüktedir.


Birinci Nükte
Bu söz, insanlığın acizlik hastalığına ve insanın fakirlik illetine iyi gelen bir ilâçtır.
Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.HAŞİYE 2



Haşiye-1

Ben on üç sene evvel yüksek bir yer olan Yûşa tepesinden dünyaya baktım, birbiri içindeki mevcudat tabakatına ve mehasinine herkes gibi meftun idim. Âdeta şedit bir muhabbetle alakadar idim. Halbuki, pek zahir bir surette fena ve zevalde yuvarlanmalarını aklen müşahade ettim. Dehşetli bir elem ve firak; belki hadsiz firaklardan gelen bir zulmet hissettim. Birden “Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl” ayeti otuz üç mertebesi ile imdadıma yetişti. Ben de gelecek tarzda remizli okurdum. Mağrip ve yatsı ortasında devam ettiğim yedi cümle-i mübarekenin herbirisi birer lem’a olarak Otuz Birinci Mektup’un Lemeât’ına girecekti. Beş cümlesi girdi, bu ikisi kalmıştı. Bunun için Dördüncü, Beşinci Lem’alar’ın yerleri açık kalmıştı. Biri, “Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl” diğeri, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm”in meratibine dair olacaktı. Bu iki mübarek kelamın meratibi ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan Beşinci Babolarak Arabî zikredildi.



Haşiye-2

Bir zaman bu cümle-i mübarekenin çok envarını ve makamatını gördüm. Beni çok müthiş zulümattan ve vartalardan kurtardı. Ben oahval ve makamata işaret için gayet muhtasar birer fıkra, bazan birer kelimesiyle kendi tahatturum için işaretler koymuştum. O baştaki fıkra ise herkes gibi benim de bir mahbubum olan koca dünyanın zevalini ve fenasını ve içindeki zihayatın ölmesini düşündüğümden çok elim ve derin dertlerime merhem olarak حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ buldum. Baştaki cümleler bu sırra göre gidiyor.


[/NOT]




Arabî: ArapçaHasbünallahi ve ni'me'l-vekîl: Allah bize yeter; O ne güzel vekildir
Yûşa tepesi: (bk. bilgiler)ahval: haller, durumlar
alâkadar: ilgilibab: kısım, bölüm
cümle-i mübareke: bereketli, hayırlı cümledehşetli: korkunç
elem: acı, kederelim: acı ve sıkıntı veren
envar: nurlarevvel: önce
fena: gelip geçicilikfikir ve zikir: Allah’ı tefekkür etme ve anma
firak: ayrılıkfıkra: bölüm, kısım
hadsiz: sonsuzhâşiye: dipnot, açıklayıcı not
kelâm: ifade, sözlem'a: parıltı
mahbub: sevgilimakamat: makamlar, dereceler
mağrip: akşammeftun: düşkün, tutkun
mehasin: güzelliklermeratib: mertebeler
mevcudat: varlıklarmuhabbet: sevgi
muhtasar: kısamübarek: bereketli, hayırlı
müthiş: dehşet veren, korkutanmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
remizli: işaretlisurette: şekilde
tabakat: tabakalar, derecelertahattur: hatırlama
varta: tehlikezahir: açık, âşikar
zeval: kaybolma, geçip gitmezihayat: canlı, hayat sahibi
zikredilmek: belirtilmek, anlatılmakziyade: çok
zulmet: karanlıkzulümat: karanlıklar
şedit: çok şiddetli
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 123

ِذْ هُوَ الْمُوجِدُ الْمَوْجُودُ الْبَاقِى فَلاَ بَأْسَ بِزَوَالِ الْمَوْجُودَاتِ لِدَوَامِ الْوُجُودِ الْمَحْبُوبِ بِبَقَآءِ مُوجِدِهِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ.وَهُوَ الصَّانِعُ الْفَاطِرَ الْبَاقِى فَلاَحُزْنَ عَلٰى زَوَالِ الْمَصْنُوعِ لِبَقآءِ مَدَارِ الْمَحَبَّةِ فِى صَانِعِهِ.وَهُوَ الْمَلِكُ الْمَالِكُ الْبَاقِى فَلاَ تَأَسُّفَ عَلٰى زَوَالِ الْمُلْكِ الْمُتَجَدِّدِ فِى زَوَالٍ وَذَهَابٍ.وَهُوَ الشَّاهِدُ الْعَالِمُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَسُّرَ عَلٰى غَيْبُوبَةِ الْمَحْبُوبَاتِ مِنَ الدُّنْيَا لِبَقَآئِهَا فِى دَآئِرَةِ عِلْمِ شَاهِدِهَا وَفِى نَظَرِهِ. وَهُوَ الصَّاحِبُ الْفَاطِرُ الْبَاقِى فَلاَ كَدَرَ عَلٰى زَوَالِ الْمُسْتَحْسَنَاتِ لِدَوَامِ مَنْشَأِ مَحَاسِنِهَا فِى اَسْمَآءِ فَاطِرِهَا.وَهُوَ الْوَارِثُ الْبَاعِثُ الْبَاقِى فَلاَ تَلَهُّفَ عَلٰى فِرَاقِ اْلاَحْبَابِ لِبَقآءِ مَنْ يَرِثُهُمْ وَيَبْعَثُهُمْ.وَهُوَ الْجَمِيلُ الْجَلِيلُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَزُّنَ عَلٰى زَوَالِ الْجَمِيلاَتِ الْلاَّتِى هُنَّ مَرَايَا لِلاَسْمَآءِ الْجَمِيلاَتِ لِبَقَآءِ اْلاَسْمَآءِ بِجَمَالِهَا بَعْدَ زَوَالِ الْمَرَايَا.وَهُوَ الْمَعْبُودُ الْمَحْبُوبُ الْبَاقِى فَلاَ تَأَلُّمَ مِنْ زَوَالِ الْمَحْبُوبَاتِ الْمَجَازِيَّةِ لِبَقَآءِ الْمَحْبُوبِ الْحَقِيقِىِّ.وَهُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ الْوَدُودُ الرَّؤُوفُ الْبَاقِى فَلاَ غَمَّ وَلاَمَأْيُوسِيَّةَ وَلاَ اَهَمِّيَّةَ مِنْ زَوَالِ الْمُنْعِمِينَ الْمُشْفِقِينَ الظَّاهِرِينَ لِبَقآءِ مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ وَشَفَقَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ.
blank.gif
1



[NOT]Dipnot-1

O varlıkları icad eden Mûcid, varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, varlıkların geçip gitmelerinde bir beis yoktur. Çünkü varlığı zorunlu olan Vâcibü’l-Vücudun bekàsıyla o sevgilinin varlığı da devam ediyor.


O herşeyi san’atla yapan Sâni, herşeyi benzersiz ve yoktan var eden Fâtır ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, san’at eserlerinin geçip gitmeleri üzüntüyü gerektirecek bir hal değildir. Çünkü muhabbet kaynağı olan, onların San’atkârının isim ve sıfatları bâkîdir.


O herşeyin mülkü tamamen kendisine ait Melik, herşeyin sahibi Mâlik ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, mülkün zevâl ve gidiş gelişlerle yenilenmesinde esef duyulacak bir hal yoktur. O bütün âlemleri ve hâdiseleri her an görüp gözeten Şâhid ve herşeyi bilen Âlim ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, sevilen şeylerin dünyadan kaybolup gitmeleri üzüntüye sebebiyet vermez. Çünkü o sevgililerin varlığı, Ezelî Şahid’in ilim dairesinde ve nazarında bekà bulmaktadır.


O herşeye Sahib, herşeyi yaratan Fâtır ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, güzel şeylerin geçip gitmesi keder vermez. Çünkü onların güzelliklerinin kaynağı olan Yaratıcılarının isimleri bâkîdirler.


O bütün mülk ve servetin ezelî ve ebedî sahibi olan Vâris, bütün ölüleri haşirde tek bir emirle diriltip huzurunda toplayan Bâis ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, ahbâbın ayrılıklarından âh ü vâh etmek gerekmez. Çünkü bütün onlar kendisine dönen ve onları tekrar diriltecek olan Zât Bâkîdir.


O sıfatlarının ve isimlerinin tecellisinde güzelliğin sonsuz mertebeleri bulunan ve kâinattaki bütün güzelliklerin kaynağı olan Cemîl, sonsuz haşmet ve yüceliğine lâyık sıfatları olan ve haşmetini varlıklar üzerinde gösteren Celîl ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, güzel şeylerin zevâliyle mahzun olmak gerekmez. Çünkü o güzeller, güzel olan İlâhî isimlerin aynalarıdırlar; İsimler ise, aynaların zevâlinden sonra, kendi güzellikleriyle beraber bâkîdir.


O Kendisine ibadet eden bütün varlıkların tek ilâhı olan Mâbud, Kendisini seven âşıkların tek sevgilisi olan ve kâinattan sonsuz sevgiyle sevilen Mahbub ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, mecazî sevgililerin geçip gitmesinden elem çekilmez. Çünkü hakiki sevgili olan Mahbub bâkîdir.


O rahmeti bütün varlıkları kuşatan Rahmân, her bir varlık üzerinde hususi rahmet tecellisi olan Rahîm, yarattığı varlıkları çok seven ve onlara da Kendisini her vesileyle sevdiren Vedûd ve her bir canlıya hususî şefkat ve ihsanı olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Raûf ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, zâhirî nimet verici ve şefkat edicilerin geçip gitmelerinin ehemmiyeti yoktur; onlar için gam çekilmez ve ye’se düşülmez. Çünkü rahmet ve şefkati herşeyi kaplayan Zât bâkîdir.

[/NOT]
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 124

وَهُوَ الْجَمِيلُ اللَّطِيفُ الْعَطُوفُ الْبَاقِى فَلاَ حُرْقَةَ وَلاَعِبْرَةَ بِزَوَالِ اللَّطِيفَاتِ الْمُشْفِقَاتِ لِبَقآءِ مَنْ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّهَا، وَلاَيَقُومُ الْكُلُّ مَقَامَ تَجَلٍّ وَاحِدٍ مِنْ تَجَلِّيَاتِهِ فَبَقآؤُهُ بِهٰذِهِ اْلاَوْصَافِ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّ مَا فَنٰى وَزَالَ مِنْ اَنْوَاعِ مَحْبُوبَاتِ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ الدُّنْيَا.
blank.gif
1
[حَسْبُنَا اللهُ وَنِعمَ الْوَكِيلُ]. نَعَمْ، حَسْبِى مِنْ بَقآءِ الدُّنْياَ وَمَا فِيهَا بَقآءُ مَالِكِهاَ وَصَانِعِهاَ وَفَاطِرِهاَ. اَلنُّكْتَةُ الثَّانِيَةُ :حَسْبِى حاشية ١HAŞİYE-1 مِنْ بَقآئِى أَنَّ اللهَ هُوَ إِلٰهِىَ الْباَقِى، وَخَالِقِىَ حاشية ٢HAŞİYE-2الْباَقِى، وَمُوجِدِىَ الْباَقِى، وَفَاطِرِىَ الْباَقِى، وَمَالِكِىَ الْباَقِى، وَشَاهِدِىَ الْباَقِى، وَمَعْبُودِىَ الْباَقِى، وَبَاعِثِىَ الْباَقِى،1

[NOT]

Dipnot-1
O bütün güzelliklerin kaynağı Cemîl, bütün ince lûtufların şirin ihsanların sahibi Lâtif ve sınırsız ikramlarıyla varlıklarını donatan Atûf ve varlığı sonsuza kadar devam eden Bâkî olduğundan, lütuf ve şefkat sahiplerinin geçip gitmesi azap sebebi olmadığı gibi, onlara ehemmiyet dahi verilmez. Çünkü onların hepsine bedel olan ve bütün bunlar, Onun tecellilerinden birtek tecellînin yerini tutamayan Zât bâkîdir.


Onun, bütün bu sıfatlarıyla beraber bâkî oluşu, dünyadaki herbir ferdin fenâ ve zeval bulan her nevi sevdiği şeye bedeldir. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.


Evet, dünyanın ve içindekilerin bekàsı için, onun Mâlikinin (Sahibinin) ve Sâniinin (San’atkârının) ve Fâtırının (Yaratıcısının) bekàsı bana yeter.


İkinci Nükte


Bekà için Allah bana yeter.HAŞİYE 1 Çünkü O benim bâkî olan İlâhım ve bâkî olan Hâlıkım (Yaratıcım)HAŞİYE 2 ve bâkî olan Mûcidim (İcad edenim) ve bâkî olan Fâtırım (Yoktan var edicim) ve bâkî olan Mâlikim (Sahibim) ve bâkî olan Mâbudum (ibadetlerimi takdim ettiğim) ve bâkî olan Bâisimdir (Öldükten sonra dirilticimdir).



Haşiye-1

AŞİYE 1 Nasıl ki afakın ve dünyanın fena ve zevalinin arkasında Bakî-i Zülcelâl’in Baki esmasının cilvelerini gördüm tam teselli buldum. Öyle de şahsıma baktım, şahsımdaki müteaddit, muhtelif tabaka-i mevcudat-ı nefsiye ve meftun olduğum sıfât ve hakaik-i şahsiyegayet sür’atle zeval ve fenaya koştuklarından insanın fıtratındaki aşk-ı bekà sırrıyla o fânilerde bir bekà aradım. Hàlıkımın bakî cilve-i esmasını gördüm. Her bir sıfatımın zevalinde ona temessül eden bir ismin cilvesini baki gördüm. Ve kat’iyyen anladım ki, fıtrat-ı insaniyedeki aşk-ı bekà muhabbet-i ilâhiyeden teşa’ub eden bir muhabbettir. Mahbubunu yanlış bir surette arıyor. Aynada temessüledeni de sevmek, aramak lâzımken aynayı veya aynanın ziyneti hükmüne geçen temessülün keyfîyetini sevmeye başlıyor. “Huve” yerine “Ene” ye perestiş eder. Zevalinden sonra yanlışını anlıyor. Kalb ve mahiyet-i insaniye zişuur bir aynadır. Onda temessüledeni şuur ile hisseder. Aşk-ı bekà ile sever.



Haşiye-2

AŞİYE 2 Şu gelecek sekiz kelimedeki “Ye” harfleri mütekellim zamiri olup, kendini gösteriyor.

[/NOT]




Bakî-i Zülcelâl: varlığı kalıcı ve sürekli olan; heybet ve celâl sahibi AllahHalık: her şeyi yaratan Allah
afak: bütün dünya, gözle görülen âlemaşk-ı bekà: sonsuzluk aşkı, arzusu
bakî: ölümsüz, devamlı, kalıcıbekà: devamlılık, kalıcılık
cilve: görüntü, akiscilve-i esma: Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması
ene: benesma: Allah’ın isimleri
fena: gelip geçicilikfâni: geçici, ölümlü
fıtrat: yaratılışfıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatı
hakaik-i şahsiye: kişinin kendisinde var olan gerçeklerhuve: O, Allah
hâşiye: dipnot, açıklayıcı notkat'iyyen: kesin olarak
keyfîyet: nitelik, içerikmahbub: sevgili
mahiyet-i insaniye: insana ait özellikler, insanın yapısımeftun: düşkün, tutkun
muhabbet: sevgimuhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi
muhtelif: çeşit çeşitmüteaddit: çeşitli
mütekellim: konuşanperestiş etmek: taparcasına sevmek
surette: şekildesür'atle: hızla
sıfât: nitelikler, özelliktabaka-i mevcudat-ı nefsiye: nefse, şahsa ait varlık katmanları
temessül: görünme, belirmeteşa'ub etmek: şubelere ayrılmak
zamir: ismin yerini tutan kelimezeval: sona erme
ziynet: süszîşuur: şuur sahibi, bilinçli
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 125

فَلاَ بَأْسَ وَلاَ حُزْنَ وَلاَ تَأَسُّفَ وَلاَ تَحَسُّرَ عَلٰى زَوَالِ وُجُودِى لِبَقَآءِ مُوجِدِى، وَاِيجَادِهِ بِاَسْمَآئِهِ. وَمَافِى شَخْصِى مِنْ صِفَةٍ إِلاََّ وَهِىَ مِنْ شُعَاعِ اِسْمٍ مِنْ اَسْمآئِهِ الْبَاقِيَةِ، فَزَوَالُ تِلْكَ الصِّفَةِ وَفَنَاؤُهَا لَيْسَ اِعْدَاماً لَهَا، ِلاَنَّهَا مَوْجُودَةٌ فِى دآئِرَةِ الْعِلْمِ وَبَاقِيَةٌ وَمَشْهُودَةٌ لِخَالِقِهَا.
blank.gif
1
وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْبَقآءِ وَلَذَّتِهِ عِلْمِى وَاِذْعَانِى وَشُعُورِى وَاِيمَانِى بِأَنَّهُ إِلٰهِىَ الْبَاقِى الْمُتَمَثِّلَ شُعَاعُ اِسْمِهِ الْبَاقِى فِى مِرْاٰةِ مَاهِيَّتِى؛ وَمَا حَقِيقَةُ مَاهِيَّتِى اِلاََّ ظِلٌّ لِذٰلِكَ اْلاِسْمِ. فَبِسِرِّ تَمَثُّلِهِ فِى مِرْاٰةِ حَقِيقَتِى صَارَتْ نَفْسُ حَقِيقَتِى مَحْبُوبَة ً لاَ لِذَاتِهَا بَلْ بِسِرِّ مَا فِيهَا وَبَقَآءُ مَا تَمَثَّلَ فِيهَا اَنْوَاعُ بَقَآءٍ لَهَا.اَلنُّكْتَةُ الثَّالِثَةُ: حاشيةHAŞİYE-1[حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ] اِذْ هُوَ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى مَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالاَتُ اِلاَّ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اِيجَادِهِ وَوُجُودِهِ، بِهِ وَبِاْلاِنْتِسَابِ اِلَيْهِ وَبِمَعْرِفَتِهِ اَنْوَارُ الْوُجُودِ بِلاَحَدٍّ، وَبِدُونِهِ ظُلُمَاتُ الْعَدَمَاتِ وَاٰلاَمُ الْفِرَاقَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَاتِ. 1

[NOT]

Dipnot-1 Öyle ise, benim vücudumun zevâlinde (geçip gitmesinde) beis yok, hüzün yok, teessüf yok, tahassür yoktur. Zira benim Mûcidim (icad edenim) bâkîdir ve Onun isimleriyle icadı dahi bâkîdir. Benim şahsımdaki nitelikler dahi, Onun bâkî olan isimlerinden bir ismin bir şuâsından başka birşey değildir. O sıfatlar, Hâlıkının (Yaratıcının) ilim dairesinde mevcut ve gözetimi altında bâkî olduğundan, onlarzeval ve fenâya gitmekle yok olmuyorlar.


Kezâ, bâkî olan İlâhımın bâkî isminin benim mahiyetimin aynasındaki şuâsının bâkî olduğuna; benim mahiyetimin hakikatinin dahi o ismin bir gölgesinden başka birşey olmadığına; ve o ismin, benim mahiyetimin aynasında temessülü sırrıyla, benim hakikatim dahi bizzat mahbup değil, onda olan ve onda bâkî kalan şeylerin çeşit çeşit bekàlar olması hasebiyle mahbup olduğuna dair ilmim ve iz’ânım ve şuurum ve imanım, bekà ve bekà lezzeti itibarıyla bana yeter.


Üçüncü NükteHAŞİYE


Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. Zira O öyle bir varlığı zorunlu Vâcibü’l-Vücuddur ki, bu akıp giden varlıklar Onun icad ve varlığının tecelliyatına birer mazhardan başka birşey değildir. Onunla ve Ona bağlanmakla ve Onu tanımakla, sınırsız varlık nurları hasıl olur. Ona iman ve bağlılık olmazsa, had ve hesaba gelmeyen yokluk karanlıkları ve ayrılık acıları ortaya çıkar.



Haşiye-1

AŞİYE Kâinatın en mühim muamması mütemadiyen mevt ve hayat, zeval ve fena içindeki faaliyet-i daimenin tılsımını keşfeden Yirmi Dördüncü Mektup’ta beş remiz ve beş işaretle izah edilen mühim bir hakikatın meratibine gayet icmalli işaretler nev’inden eskiden beri tahatturla tefekkür ediyordum. Ve fena ve zeval ve adem ise başka başka vücutların ünvanları olduğunu ve kesretli vücutları semere verdiğini ve zevale giden birşey kendine bedel çok vücutları bıraktığını gösterir bir nüktedir. Bir zihayatın mevti ve zevali birçok vücutları meyve verip arkasında bırakır, sonra gider. Evet, bir fânî, çok cihetlerle bâkî kalır. Bir dane çürümekle ölür, yüzdaneyi camî bir sümbülü yerinde bırakır. İşte bu sırra binaen mevt ve ademden ürkmek ve zevalden teessüf etmek yerinde değildir.


[/NOT]



adem: hiçlik, yoklukbedel: karşılık
binaen: -dayanarakbâkî: sürekli, kalıcı
cihet: yöncâmi’: kapsamlı, içine alan
dane: tohumfaaliyet-i daime: sürekli faaliyet, iş
fena: gelip geçicilikfâni: gelip geçici, yok olucu
gayet: son derecehakikat: gerçek, asıl
hâşiye: dipnot, açıklayıcı noticmalli: özet şekilde
izah edilen: açıklanankesretli: pek çok
keşfetmek: açığa çıkarmak, göstermekkâinat: evren
meratib: mertebeler, derecelermevt: ölüm
meyve vermek: netice vermekmuamma: anlaşılması ve çözülmesi güç şey
mühim: önemlimütemadiyen: sürekli olarak
nev'inden: türündennükte: ince ve derin anlam
remiz: işaretsemere vermek: meyve, netice vermek
tahattur: hatırlamateessüf etmek: üzülmek
tefekkür etmek: düşünmektılsım: sır, gizem, düğüm
vücut: varlıkzeval: sona erme
zihayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 126

وَمَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالَةُ اِلاَّ وَهِىَ مَرَايَا، وَهِىَ مُتَجَدِّدَةٌ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ فِى فَنآئِهَا وَزَوَالِهَا وَبَقآئِهَا بِسِتَّةِ وُجُوهٍ: اَلاَوَّلُ: بَقَآءُ مَعَانِيهَا الْجَمِيلَةِ وَهُوِيَّاتِهَا الْمِثَالِيَّةِ.
blank.gif
1
وَالثَّانِى: بَقَآءُ صُوَرِهَا فِى اْلاَلْوَاحِ الْمِثَالِيَّةِ.وَالثَّالِثُ: بَقَآءُ ثَمَرَاتِهَا اْلأُخْرَوِيَّةِ.وَالرَّابِعُ: بَقآءُ تَسْبِيحَاتِهَا الرَّبَّانِيَّةِ الْمُتَمَثِّلَةِ لَهَا، الَّتِى هِىَ نَوْعُ وُجُودٍ لَهَا وَالْخَامِسُ: بَقآؤُهَا فِى الْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ.وَالسَّادِسُ: بَقَآءُ اَرْوَاحِهَا اِنْ كَانَتْ مِنْ ذَوِى اْلاَرْوَاحِ، حاشيةHAŞİYE-1 وَمَا وَظِيفَتُهَا فِى كَيْفِيَّاتِهَا الْمُتَخَالِفَةِ فِى مَوْتِهَا وَفَنَآئِهَا وَزَوَالِهَا وَعَدَمِهَا وَظُهُورِهَا وَاِنْطِفآئِهَا اِلاَّّ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ ِلاَسْمآءٍ إِلٰهِيَّةٍ. فَمِنْ سِرِّ هَذِهِ الْوَظِيفَةِ صَارَتِ الْمَوْجُودَاتُ كَسَيْلٍ فِى غَايَةِ السُّرْعَةِ تَتَمَوَّجُ مَوْتاً وَحَيَاةً وَوُجُوداً وَعَدَماً. وَمِنْ هَذِهِ الْوَظِيفَةِ تَتَظَاهَرُ الْفَعَّالِيَّةُ الدَّائِمَةُ وَالْخَلاَّقِيَّةُ الْمُسْتَمِرَّةُ، فَلاَبُدَّ لِى وَلِكُلِّ اَحَدٍ أَنْ يَقُولَ: 1


[NOT]Dipnot-1 Bu akıp giden varlıklar ancak birer aynadır ve zeval, fenâ ve bekàlarında taayyünat-ı itibariyelerinin (itibarî varlıklarının) değişmesiyle altı yönden yenilenmeye mazhardır.


Birincisi: Güzel mânâlarının ve misalî hüviyetlerinin bekàsı.
İkincisi: Suretlerinin misalî levhalarda bâkî kalması.
Üçüncüsü: Uhrevî meyvelerinin bekàsı.
Dördüncüsü: Onun için bir nevi varlık demek olan, hafızaların levhalarında temessül eden Rabbânî tesbihlerin bekàsı.
Beşincisi: İlmî meşhedlerde (sahnelerde) ve sermedî (daimî) manzaralarda bekàsı.
Altıncısı: Eğer ruh sahiplerinden ise ruhunun bekàsı.HAŞİYE Zira onun ölümünde, fenâsında, zevâlinde, yokluğunda, ortaya çıkışında ve sönüp gitmesindeki çeşitli keyfiyet ve görevleri, İlâhî isimlerin muktazilerini (gerekli kıldığı şeyleri) izhar etmekten ibarettir. Bu görev sırrıdır ki, varlıkları, gayet sür’atle ölüm ve hayat, varlık ve yokluk dalgaları arasında gayet sür’atle cereyan eden bir sel haline getirmiştir. Kâinattaki daimî faaliyetin ve devamlı yaratılışın tezahürü, işte bu görev sırrından doğar. Öyle ise, ben ve herbir fert,



Haşiye-1

AŞİYE Meâli: Ruhun bekàsına dair Yirmi Dokuzuncu Risalede kat’î ve zarurî bir şekilde ve bâhir burhanlarla ispat edildiği gibi, eğerzîruhlardan değilse, hakikatinin kanunları ve mahiyetinin namusları ve teşekkülâtının düsturları bekà bulur. Zira o kanun ve namus vedüstur, o fert ve nevi için bir ruh-u emrî hükmündedir. Nasıl ki bir incir ağacı ölür ve yok olur; onun teşekkülâtının kanunlarından ibaret olan ruh-u emrîsi ise bekà bulur ve zerre gibi çekirdeklerinde devam eder. İşte o ruh-u emrî ölmemiş; belki suretler onun üzerinde yenileniyor, belki mahiyet-i hayatı devam ediyor. Zira onun mahiyeti, bâkî olan Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin bir gölgesidir ki, o mahiyet, o bâkî ismin şuâı altında bekà bulur ve onun hüviyeti dahi pek çok misalî levhalarda devam eder. Öyle ise, adem, zâil birvücuttan daimî vücutlara geçiş için bir ünvandan başka birşey değildir.


[/NOT]



Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleriadem: hiçlik, yokluk
bekà: devamlılık, kalıcılıkburhan: delil
bâhir: açık, görünenbâki: devamlı, kalıcı, ölümsüz
daimî: devamlıdüstur: kural
hakikat: gerçek, asılhâşiye: dipnot, açıklayıcı not
hüviyet: kimlik, temel özelliklevha: tablo
mahiyet: asıl nitelik, özellikmahiyet-i hayat: hayatın mahiyeti, esası, içyüzü
meâl: açıklama, anlammisalî: görüntüye dayalı
namus: kanunnevi: tür
ruh: hayat kaynağı, can, cevherruh-u emrî: Allah’ın emrinden gelen ruh
suret: biçim, şekilteşekkülât: oluşumlar
vücut: varlıkzarurî: zorunlu
zâil: gelip geçicizîruh: ruh sahibi
şuâ: ışık kaynağından çıkan ışık oku; ışın
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 127

[حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ] يَعْنِى حَسْبِى مِنْ الْوُجُودِ اَنِّى اٰثَرٌ مِنْ اثَارِ وَاجِبِ الْوُجُودِ.كَفَانِى اٰنٌ سَيَّالٌ مِنْ هٰذَا الْوُجُودِ الْمُنَوَّرِ الْمَظْهَرِ، مِنْ مَلاَيِينَ السَّنَةِ مِنَ الْوُجُودِ الْمُزَوَّرِ اْلأَبْتَرِ.نَعَمْ بِسِرِّ اْلاِنْتِسَابِ اْلاِيمَانِىِّ تَقُومُ دَقِيقَةٌ مِنَ الْوُجُودِ مَقَامَ اُلُوفِ السِّنِينَ بِلاَ اِنْتِسَابٍ اِيمَانِىٍّ، بَلْ تِلْكَ الدَّقِيقَةُ أَتَمُّ وَاَوْسَعُ بِمَرَاتِبَ مِنْ تِلْكَ اْلاٰلآفِ سَنَةً.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَقِيْمَتِهِ اَنِّى صَنْعَةُ مَنْ هُوَ فِى السَّمآءِ عَظَمَتُهُ وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتُهُ، وَخَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ. وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَكَمَالِهِ أَنِّى مَصْنُوعُ مَنْ زَيَّنَ وَنَوَّرَ السَّمَآءَ بِمَصَابِيحَ، وَزَيَّنَ وَبَهَّرَ اْلاَرْضَ بِاَزَاهِيرَ.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْفَخْرِ وَالشَّرَفِ أَنِّى مَخْلُوقٌ وَمَمْلُوكٌ، وَعَبْدٌ لِمَنْ هَذِهِ الْكآئِنَاتُ بِجَمِيعِ كَمَالاَتِهَا وَمَحَاسِنِهَا ظِلٌّ ضَعِيفٌ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى كَمَالِهِ وَجَمَالِهِ، وَمِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهِ وَاِشَارَاتِ جَمَالِهِ.وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَنْ يَدَّخِرُ مَا لاَيُعَدُّ وَلاَيُحْصَى مِنْ نِعَمِهِ فِى صُنَيْدَقَاتٍ لَطِيفَةٍ هِىَ بَيْنَ [الْكَافِ وَالنُّونِ] فَيَدَّخِرُ بِقُدْرَتِهِ مَلاَيِينَ الْقَنَاطِيرَ فِى قَبْضَةٍ وَاحِدَةٍ فِيهَا صُنَيْدَقَاتٌ لَطِيفَةٌ تُسَمَّى بُذُوراً وَنُوىً.وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ ذِى جَمَالٍ وَذِى اِحْسَانٍ، اَلْجَمِيلُ الرَّحِيمُ الَّذِى مَا هٰذِهِ الْمَصْنُوعَاتُ الْجَمِيلاَتُ اِلاَّ مَرَايَا مُتَفَانِيَةٌ لِتَجَدُّدِ اَنْوَارِ جَمَالِهِ بِمَرِّ الْفُصُولِ وَالْعُصُورِ وَالدُّهُورِ، وَهَذِهِ النِّعَمُ الْمُتَوَاتِرَةُ وَاْلاَثْمَارُ الْمُتَعَاقِبَةُ فِى الرَّبِيعِ وَالصَّيْفِ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ مَرَاتِبِ إِنْعَامِهِ.
blank.gif
1




[NOT]Dipnot-1 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” demeliyiz. Yani, varlığı zorunlu olan Vâcibü’l-Vücudun eserlerinden bir eser olmak bana varlık olarak yeter. Surî (yüzeysel) ve akîm (sonlu) bir varlık içinde milyonlar sene geçirmektense, böyle mazhar (ayna) ve münevver (nurlanmış) bir varlık içinde geçici bir an bana kâfidir.


Evet, imanî intisab (bağ) sırrıyla bir dakikalık varlık, imanî intisabtan (bağdan) mahrum binlerce seneye mukàbil gelir. Hattâ o bir dakika, varlık mertebeleri itibarıyla diğer binler seneden daha mükemmel ve daha geniştir.
Kezâ, göklerde büyüklüğü ve yerde âyetleri görünen ve gökleri ve yeri altı günde yaratan Zâtın san’atı olmam, bana varlık ve varlığın kıymeti itibarıyla yeter. Kezâ, göğü kandillerle süsleyip nurlandıran ve zemini çiçeklerle göz kamaştırıcı bir şekilde süsleyen Zâtın san’at eseri olmam, bana varlık ve varlığın kemâli itibarıyla yeter.


Kezâ, kâinat bütün kemâller ve güzellikleriyle Onun kemâl ve cemâline nisbetle bir zayıf gölgeden ve Onun kemâlinin delillerinden ve cemâlinin işaretlerinden ibaret olan Zâtın mahlûku ve memlûkü ve kulu olmam, bana iftihar ve şeref için yeter.
Kezâ, had ve hesaba gelmeyen nimetlerini kâf ve nun arasındaki lâtif sandukçalarda depolanan ve milyonlarla kantarı tohum ve çekirdek denilen bir avuç dolusu lâtif sandukçalarda kudretiyle toplayan Zât, herşey için bana yeter.
Kezâ, bütün cemâl ve ihsan sahipleri yerine, bana o herşeyi güzel yaratan Cemîl ve her bir varlığa özel rahmet tecellisiyle Rahîm olan Zât yeter ki, bu güzel san’at eserleri, mevsimlerin ve asırların ve dehirlerin geçmesiyle Onun güzelliğinin nurlarını tazelendirmek için fenâya (yokluğa) mazhar olan aynalardan başka birşey değildir; ve bu bahar ve yaz mevsimlerinde tekrarlanan nimetler ve birbirini takip eden meyveler, mahlûkların ve günlerin ve senelerin gelip geçmesiyle Onun daimî nimetlerinin tazelenmesi için mahzarlardan (aynalardan) ibarettir.

[/NOT]
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ - sayfa 128

وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَمَاهِيَّتِهَا أَنِّى خَرِيطَةٌ وَفِهْرِسْتَةٌ وَفَذْلَكَةٌ وَمِيزَانٌ وَمِقْيَاسٌ لِجَلَوَاتِ اَسْمَآءِ خَالِقِ الْمَوْتِ وَالْحَيَاةِ.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَوَظِيفَتِهَا كَوْنِى كَكَلِمَةٍ مَكْتُوبَةٍ بِقَلَمِ الْقُدْرَةِ، وَمُفْهِمَةٍ دآلَّةٍ عَلٰى اَسْمآءِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ الْحَىِّ الْقَيُّومِ بِمَظْهَرِيَّةِ حَيَاتِى لِلشُّؤُونِ الذَّاتِيَّةِ لِفَاطِرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَآءُ الْحُسْنىٰ.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَحُقُوقِهَا اِعْلاَنِى وَتَشْهِيرِى بَيْنَ اِخْوَانِى الْمَخْلُوقَاتِ وَاِعْلاَنِى وَاِظْهَارِى لِنَظَرِ شُهُودِ خَالِقِ الْكآئِنَاتِ بِتَزَيُّنِى بِجَلَوَاتِ اَسْمَآءِ خَالِقِى الَّذِى زَيَّنَنِى بِمُرَصَّعَاتِ حُلَّةِ وُجُودِى وَخِلْعَةِ فِطْرَتِى وَقِلاَدَةِ حَيَاتِى الْمُنْتَظَمَةِ الَّتِى فِيهَا مُزَيَّنَاتُ هَدَايَا رَحْمَتِهِ.وَكَذَا حَسْبِى مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى فَهْمِى لِتَحِيَّاتِ ذَوِى الْحَيَاةِ لِوَاهِبِ الْحَيَاةِ وَشُهُودِى لَهَا وَشَهَادَاتٌ عَلَيْهَا. وَكَذَا حَسْبِى مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى تَبَرُّجِى وَتَزَيُّنِى بِمُرَصَّعَاتِ جَوَاهِرِ إِحْسَانِهِ بِشُعُورٍ اِيمَانِىٍّ لِلْعَرْضِ لِنَظَرِ شُهُودِ سُلْطَانِىَ اْلاَزَلِىِّ.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَلَذَّاتِهَا عِلْمِى وَاِذْعَانِى وَشُعُورِى وَاِيمَانِى بِأَنِّى عَبْدُهُ وَمَصْنُوعُهُ وَمَخْلُوقُهُ وَفَقِيرُهُ وَمُحْتَاجٌ اِلَيْهِ، وَهُوَ خَالِقِى رَحِيمٌ بِى كَرِيمٌ لَطِيفٌ مُنْعِمٌ عَلَيَّ يُرَبِّينِى كَمَا يَلِيقُ بِحِكْمَتِهِ وَرَحْمَتِهِ.وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَقِيْمَتِهَا مِقْيَاسِيَّتِى بِاَمْثَالِ عَجْزِىَ الْمُطْلَقِ وَفَقْرِىَ الْمُطْلَقِ وَضَعْفِىَ الْمُطْلَقِ، لِمَرَاتِبِ قُدْرَةِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ وَدَرَجَاتِ رَحْمَةِ الرَّحِيمِ الْمُطْلَقِ وَطَبَقَاتِ قُوَّةِ الْقَوِىِّ الْمُطْلَقِ.
blank.gif
1




[NOT]Dipnot-1 Kezâ, ölüm ve hayatın Yaratıcısı olan Allah’ın isimlerinin cilvelerine bir harita ve fihriste ve fezleke ve ölçü ve mikyas olmam, bana hayat ve hayatın mahiyeti itibarıyla yeter.


Kezâ, bütün Esmâ-i Hüsnânın müsemmâsı (sahibi) olan Fâtırımın (yoktan var edicim) zâtî şe’nlerine (sıfatların mahiyetlerinde bulunan zâtî özelliklerine) hayatımın mazhariyeti sırrıyla, kudret kalemiyle yazılan ve o herşeye mutlak gücü yeten Kadîr ve varlıklara hayat veren ve Kendisi ezelî ve ebedî hayat sahibi olan, bütün varlıkları ayakta tutan ve varlığının devamı için hiçbir sebebe muhtaç olmayan Hayy-ı Kayyûmun isimlerini gösterip anlatan bir kelime olmam, hayat ve hayatın görevi itibarıyla bana yeter.
Kezâ, beni, rahmet hediyelerinin süslerini ihtiva eden vücut elbisemin ve fıtrat (yaratılış) kaftanımın ve muntazam hayat gerdanlığımın süsleriyle zinetlendiren Yaratıcımın isimlerinin cilveleriyle süslenerek kardeşlerim olan mahlûklara ilân ve teşhirim ve kâinatın Yaratıcısının nazar-ı şuhuduna ilânım ve görünmem, hayat ve hayatın hukuku itibarıyla bana yeter.
Kezâ, hayatımın hukuku itibarıyla, hayat sahiplerinin Vâhib-i Hayata (hayatlarını verene) olan tahiyyatlarını (manevî hediyelerini) anlamam ve onlara şahit olup şahitlik etmem bana yeter.
Kezâ, Ezelî Sultanımın görüşlerine arz olunmanın şuur ve imanında olarak Onun ihsan cevherlerinin süsleriyle süslenip güzelleşmem, hayatımın hukuku olarak bana yeter.


Kezâ, Onun kulu ve san’at eseri ve mahlûku olduğuma ve Ona muhtaç bulunduğuma ve Onun, hikmetine ve rahmetine lâyık bir surette beni terbiye eden ve bana lütufta bulunup nimetlerini ihsan eden Hâlık-ı Rahîmim ve Rabb-i Kerîmim olduğuna dair iz’ânım ve şuurum ve imanım, hayat ve hayatın lezzeti itibarıyla bana yeter.


Kezâ, mutlak acz ve mutlak fakr ve mutlak zaafım misaliyle o herşeye kàdir olan Kadîr-i Mutlakın kudret mertebelerine ve o herşeyi rahmetiyle kaplayan Rahîm-ı Mutlakın rahmet derecelerine ve o herşeye gücü yeten Kaviyy-i Mutlakın kuvvet tabakalarına ölçü teşkil etmem, hayat ve hayatın değeri itibarıyla bana yeter.

[/NOT]
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 129

وَكَذَا حَسْبِى بِمَعْكَسِيَّتِى بِجُزْئِيَّاتِ صِفَاتِى مِنَ الْعِلْمِ وَاْلاِرَادَةِ وَالْقُدْرَةِ الْجُزْئِيَّةِ لِفَهْمِ الصِّفَاتِ الْمُحِيطَةِ لِخَالِقِى. فَأَفْهَمُ عِلْمَهُ الْمُحِيطَ بِمِيزَانٍ عِلْمِىَ الْجُزْئِيِّ. وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ، عِلْمِى بِأَنَّ إِلٰهِى هُوَ الْكَامِلُ الْمُطْلَقُ، فَكُلُّ مَافِِى الْكَوْنِ مِنَ الْكَمَالِ، مِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهِ اِشَارَاتٌ اِلٰى كَمَالِهِ. وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ فِى نَفْسِى، اْلاِيمَانُ بِاللهِ، اِذِ اْلاِيمَانُ لِلْبَشَرِ مَنْبَعٌ لِكُلِّ كَمَالاَتِهِ. وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ ِلاَنْوَاعِ حَاجَاتِىَ الْمُطْلُوبَةِ بِاَنْوَاعِ أَلْسِنَةِ جِهَازَاتِىَ الْمُخْتَلِفَةِ، إِلٰهِى وَرَبّى وَخَالِقِى وَمُصَوِّرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَاۤءُ لْحُسْنٰى اَلَّذِى هُوَ يَطْعِمُونِى وَيُسْقِينِى وَيُرَبِّينِى وَيُدَبِّرُنِى وَيُكَلِّمُنِى جَلَّ جَلاَلُهُ وَعَمَّ نَوَالُهُ :اَلنُّكْتَةُ الْرَّابِعَةُ :حَسْبِى لِكُلِّ مَطَالِبِى مَنْ فَتَحَ صُورَتِى وَصُورَةَ اَمْثَالِى مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ فِى الْمآءِ بِلَطِيفِ صُنْعِهِ وَلَطِيفِ قُدْرَتِهِ وَحِكْمَتِهِ وَلَطِيفِ رُبُوبِيَّتِهِ.وَكَذَا حَسْبِى لِكُلِّ مَقَاصِدِى مَنْ اَنْشَأَنِى وَشَقَّ سَمْعِى وَبَصَرِى، وَأَدْرَجَ فِى جِسْمِى لِسَانًا وَجَنَانًا، وَاَوْدَعَ فِيهَا وَفِى جِهَازَاتِى مَوَازِينَ حَسَّاسَةً لاَتُعَدُّ لِوَزْنِ مُدَّخَّرَاتِ اَنْوَاعِ خَزآئِنِ رَحْمَتِهِ. وَكَذَا أَدْمَجَ فِى لِسَانِى وَجَنَانِى وَفِطْرَتِِى الآتٍ حَسَّاسَةٍ لاَتُحْصٰى لِفَهْمِ اَنْوَاعِ كُنُوزِ اَسْمآئِهِ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ اَدْرَجَ فِى شَخْصِىَ الصَّغِيرِ الْحَقِيرِ، وَاَدْمَجَ فِى وُجُودِىَ الضَّعِيفِ الْفَقِيرِ هَذِهِ اْلاَعْضَآءَ وَاْلاٰلاۤتِ وَهَذِهِ الْجَوَارِحَ وَالْجِهَازَاتِ وَهَذِهِ الْحَوَاسَّ وَالْحِسِّيَاتِ وَهَذِهِ اللَّطَآئِفَ وَالْمَعْنَوِيَّاتِ، ِلإِحْسَاسِ جَمِيعِ اَنْوَاعِ نِعَمِهِ وَلإِذَاقَةِ اَكْثَرِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ بِجَلِيلِ اُلُوهِيَّتِهِ وَجَمِيلِ رَحْمَتِهِ وَبِكَبِيرِ رُبُوبِيَّتِهِ وَكَرِيمِ رَأْفَتِهِ وَبِعَظِيمِ قُدْرَتِهِ وَلَطِيفِ حِكْمَتِهِ.
blank.gif
1



[NOT]Dipnot-1 Kezâ, cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarımın cüz’îliğinin ölçüsüyle Yaratıcımın ihata edici sıfatlarını anlamam bana yeter. Nitekim benim cüz’î ilmimin ölçüsüyle Onun ihata edici ilmini anlarım. Hâkezâ, benim İlâhımın mükemmelliğin sonsuz mertebelerine sahip bir Kâmil-i Mutlak olduğuna ve kâinatta kemâlât olarak ne varsa Onun kemâlinin âyetlerinden bir âyet ve Onun kemâlinin işaretlerinden bir işaret olduğuna dair bilgim, kemâl olarak bana yeter.
Kezâ, nefsimde kemâlât olarak Allah’a iman bana yeter; çünkü insanoğlu için iman bütün kemâlâtın kaynağıdır.
Kezâ, çeşitli organ ve cihazlarımın lisanıyla istenilen çeşitli ihtiyaçlarımın hepsi için, bütün Esmâ-i Hüsnânın müsemmâsı (sahibi) olan, beni yediren ve içiren ve terbiye ve tedbir eden ve benimle konuşan, celâli (haşmeti) herşeyden sonsuz derecede yüce olan ve lütuf ve ihsanı herşeyi kuşatan İlâhım ve Rabbim ve Hâlıkım (Yaratıcım) ve Musavvirim (Şekillendirenim) bana yeter.
Dördüncü Nükte
Benim suretimi ve emsalim olan hayat sahiplerinin suretlerini basit bir sudan lâtif san’atıyla ve herşeye nüfuz eden kudreti ve hikmetiyle ve herşeyi her şe’niyle kaplayan rububiyetiyle (rablığıyla) açan Zât, bütün taleplerim için bana yeter.
Kezâ, beni inşa eden, kulağımı ve gözümü açan, cismime lisanımı ve kalbimi yerleştiren, vücuduma ve organlarıma, rahmet hazinelerinin çeşit çeşit müddeharatını (depolarını) tartacak hesapsız ölçüler yerleştiren ve kezâ lisanıma ve kalbime ve yaratılışıma, isimlerinin çeşit çeşit definelerini anlamaya yarayacak hesapsız hassas âletler yerleştiren Zât, benim bütün maksatlarıma yeter.
Kezâ, bana bütün enva-ı nimetini ihsas etmek ve ekser isimlerinin tecellilerini tattırmak için, celîl ulûhiyetiyle (haşmetli İlâhlığıyla) ve cemîl (güzel) rahmetiyle ve kebîr rububiyetiyle (büyük rablığıyla) ve kerîm re’fetiyle ve büyük kudretiyle ve lâtif hikmetiyle benim küçük ve hakir şahsımda ve zayıf ve fakir vücudumda bu organ ve âletleri ve bu cevher ve cihazları ve bu havâss ve hissiyatı ve bu lâtifeleri ve maneviyatı yerleştiren Zât bana yeter.



[/NOT]
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 130

اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ :لاَبُدَّ لِى وَلِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ حَالاً وَقَالاً وَمُتَشَكِّراً وَمُفْتَخِراً:حَسْبِى مَنْ خَلَقَنِى، وَاَخْرَجَنِى مِنْ ظُلْمَةِ الْعَدَمِ وَأَنْعَمَ عَلَىَّ بِنُورِ الْوُجُودِ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى حَيًّا فَأَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ الْحَيَاةِ الَّتِى تُعْطِى لِصَاحِبِهَا كُلَّ شَىْءٍ وَتُمِدُّ يَدَ صَاحِبِهَا اِلٰى كُلِّ شَىْءٍ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى اِنْسَاناً فَأَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ الَّتِى صَيَّرَتِ اْلاِنْسَانَ عَالَماً صَغِيرًا اَكْبَرَ مَعْنىً مِنَ الْعَالَمِ الْكَبِيرِ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مُؤْمِناً فَأَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ اْلاِيمَانِ الَّذِى يُصَيِّرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةَ كَسُفْرَتَيْنِ مَمْلُوءَتَيْنِ مِنَ النِّعَمِ يُقَدِّمُهُمَا اِلٰى الْمُؤْمِنِ بِيَدِ اْلاِيمَانِ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مِنْ اُمَّةِ حَبِيبِهِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ، فَأَنْعَمَ عَلَيَّ بِمَا فِى اْلاِيمَانِ مِنَ الْمَحَبَّةِ وَالْمَحْبُوبِيَّةِ اْلإِلَهِيَّةِ، اَلَّتِى هِىَ مِنْ أَعْلٰى مَرَاتِبِ الْكَمَالاَتِ الْبَشَرِيَّةِ، وَبِتِلْكَ الْمَحَبَّةِ اْلاِيمَانِيَّةِ تَمْتَدُّ اَيَادِى اِسْتِفَادَةِ الْمُؤْمِنِ اِلٰى مَا لاَيَتَنَاهٰى مِنْ مُشْتَمِلاَتِ دآئِرَةِ اْلاِمْكَانِ وَالْوُجُوبِ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ فَضَّلَنِى جِنْساً وَنَوْعاً وَدِيناً وَاِيمَاناً عَلٰى كَثِيرٍ مِنْ مَخْلُوقَاتِهِ، فَلَمْ يَجْعَلْنِى جَامِداً وَلاَحَيَوَاناً وَلاَضآلاًّ، فَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الشُّكْرُ.وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِى مَظْهَراً جَامِعاً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمآئِهِ وَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةٍ لاَتَسَعُهَا الْكآئِنَاتُ بِسِرِّ حَدِيثِ: (لاَيَسَعُنِى اَرْضِى وَلاَسَمآئِى وَيَسَعُنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ) يَعْنِى اِنَّ الْمَاهِيَّةَ اْلاِنْسَانِيَّةَ مَظْهَرٌ جَامِعٌ لِجَمِيعِ تَجَلِّيَاتِ اْلاَسْمَآءِ الْمُتَجَلِّيَةِ فِى جَمِيعِ الْكآئِنَاتِ.
blank.gif
1



[NOT]Dipnot-1

Beşinci Nükte
Ben ve herbir fert, halen ve kàlen, müteşekkir ve müftehir olarak, şöyle demeliyiz:Beni yaratan ve yokluk karanlıklarından çıkararak bana varlık nurunu nimet olarak veren Zât bana yeter.Kezâ, sahibine herşeyi veren ve onun elini herşeye uzatan hayat nimetini bana bağışlayarak beni hayat sahibi yapan Zât bana yeter.Kezâ, insanı, büyük âlemden mânen daha büyük bir küçük âlem yapan insaniyet nimetini bana bağışlayarak beni insan yapan Zât bana yeter.Kezâ, dünya ve âhireti nimetlerle dolu iki sofra haline getirerek iman eliyle mü’mine takdim eden iman nimetini bana bağışlayarak beni mü’min yapan Zât bana yeter.Kezâ, beni habibi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmeti yaparak, imanda bulunan ve bütün kemâlât-ı beşeriye mertebelerinin üstünde olan muhabbet ve İlâhî muhabbet nimetini bana bağışlayan ve bu imânî muhabbet ile, mü’minin istifadesini imkân (kâinat) ve vücub (Cenâb-ı Hakkın varlığı) dairelerinin sonsuz müştemilâtına (kapsamına) kadar genişleten Zât bana yeter.Kezâ, beni cansız kılmayıp, hayvan yapmayıp, dalâlette bırakmayarak, cins ve nevi ve din ve iman itibarıyla mahlûklarının pek çoğundan üstün kılan Zât bana yeter ki, hamd de Ona, şükür de Ona mahsustur.Kezâ, “Ne yere, ne de göğe sığmadım; Ben bir mü’min kulumun kalbine sığdım” meâlindeki hadîsin sırrıyla, yani, bütün kâinatta tecellî eden İlâhî isimlerin bütün tecellilerine insanın câmi bir mazhar (ayna) olması sırrıyla, kâinata sığmayan bir nimeti bana bağışlayarak beni isimlerinin tecellilerini içine alan bir ayna yapan Zât bana yeter.


[/NOT]
 

Muvahhid1

Well-known member
Dördüncü Şuâ -sayfa 131

وَكَذَا حَسْبِى مَنِ اشْتَرٰى مُلْكَهُ الَّذِى عِنْدِى مِنِّى، لِيَحْفَظَهُ لِى ثُمَّ يُعِيدَهُ اِلَىَّ، وَاَعْطَانَا ثَمَنَهُ الْجَنَّةَ، فَلَهُ الشُّكْرُ وَلَهُ الْحَمْدُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِى فِى ذَرَّاتِ الْكَآئِنَاتِ.حَسْبِى رَبِّى جَلَّ اللهُنُورْ مُحَمَّدْ صَلَّى اللهُلاَ إِلٰهَ اِلاََّ اللهُحَسْبِى رَبِّى جَلَّ اللهُسِرُّ قَلْبِى ذِكْرُ اللهُِذِكْرُ اَحْمَدْ صَلَّى اللهُلاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ
blank.gif
1


endOfSection.gif
endOfSection.gif




[NOT]Dipnot-1 Kezâ, bende bulunan mülkünü muhafaza etmek üzere benden satın alarak sonra bana iade eden ve karşılığında bize Cenneti veren Zât bana yeter. Vücudumun zerrelerinin kâinatın zerreleriyle çarpımı sayısınca Ona şükür ve hamd olsun.Hasbî Rabbî Cellâllah.Nûr Muhammed Sallâllah.Lâilâhe illâllah.Hasbî Rabbî Cellâllah.Sirru kalbî zikrullah.Zikrü Ahmed Sallâllah.Lâilâhe illâllah.
[/NOT]
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst