Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Ahmet.1

Well-known member
Sözler / 24.Söz / 2.Dal

Birinci Sır:
"Evliya niçin usûl-i imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar? Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki' ve muhalif-i hak çıkıyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat'î bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikatı görüyorlar ve gösteriyorlar? Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?"

İkinci Sır:
"Enbiya-yı salife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi, bir derece mücmel bırakmışlar, Kur'an gibi tafsilât vermemişler? Sonra ümmetlerinden bir kısmı ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreblerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemal bulunur. Niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki bütün esmanın mertebe-i a'zamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur'an-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir?"

Evet çünki hakikatta hakikî kemal-i etemm öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz'î, ihtiyarı cüz'î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatı taharri eder. Onun için hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe' olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri, mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz'iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz'iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor. İşte şu derin sırra ve şu geniş hikmete esrarlı, geniş ve hakikat ile bir derece karışık bir temsil ile bazı işaretler ederiz.

Meselâ: Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve Kamer'e âşık hayatlı bir katre ve Güneşe bakan safvetli bir reşhayı farzediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemali var. Ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor. Şu üç şeyde çok hakikatlara işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikata misaldir. {(Haşiye): Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.}

Birincisi:
Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.

İkincisi:
Cismanî cihazat ile kemaline sa'yedip hakikate gidenleri...
Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri...
Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü:
Enaniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlaliyle hakikata giden.. ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikatı aramaya giden.. ve iman ve Kur'an ile, fakr ve ubudiyetle hakikata çabuk giden ayrı ayrı istidadda bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir.

İşte şu üç tabakanın terakkiyatındaki sırrı ve geniş hikmeti; "Zühre", "Katre", "Reşha" ünvanları altında bir temsil ile bir derece göstereceğiz.

Meselâ: Güneş'in kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in'ikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi Kamer'e ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in'ikaslarıdır.

* Birincisi üç tarzdadır:

Biri: Küllî ve umumî bir tecelli ve in'ikasıdır ki, bütün çiçeklere birden ifazasıdır.

Biri de: Has bir tecellidir ki, herbir nev'e göre bir hususî in'ikası vardır.

Biri de: Cüz'î bir tecellidir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki; çiçeklerin süslü renkleri, Güneş'in ziyasındaki yedi rengin istihale-i in'ikasiyesinden neş'et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler dahi Güneş'in bir çeşit âyineleridir.

*İkincisi: Güneş'in Kamer'e ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm'in izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru; Güneş'ten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz'iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.

*Üçüncüsü: Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek safi ve küllî ve gölgesiz bir in'ikası var. Sonra o Güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve kar'ın şişeciklerine, herbirine birer cüz'î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte Güneş'in herbir çiçeğe ve Kamer'e mukabil herbir katreye, herbir reşhaya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var:

Birinci tarîk: Bil-asâle doğrudan doğruya berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems'in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.

İşte "Zühre", "Katre", "Reşha" herbirisi evvelki yolda diyebilirler ki: "Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim." Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki "Ben kendi güneşimin âyinesiyim, veyahut nev'ime tecelli eden güneşin âyinesiyim" der. Çünki Güneş'i öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir Güneş'i göremiyor. Halbuki o şahsın veyahut nev'inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdud bir kayıd altında ona görünüyor. Halbuki kayıdsız, berzahsız, mutlak Güneş'in âsârını o mukayyed Güneş'e veremiyor. Çünki bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebatat, hayvanatın hayatlarını tahrik etmek ve seyyaratı etrafında döndürmek gibi haşmetnüma eserleri; o dar kayıd ve mahdud berzah içinde gördüğü Güneş'e, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki o âsâr-ı acibeyi, eğer o şuurlu farzettiğimiz üç şey, o kayıd altında gördüğü Güneş'e verse de; sırf aklî ve imanî bir tarzda ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyet ile verebilir. Fakat o, insan gibi akıllı farzettiğimiz "Zühre", "Katre", "Reşha" şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler.

İşte hakikata dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatın a'zâları görünen ve hakikatla karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi "Zühre", "Katre", "Reşha" farzedeceğiz. Zira onlarda farzettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de manevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen "Zühre" ol. Nasılki o "Zühre" çiçeği, ziya-yı Şems'ten inhilal etmiş bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde Şems'in timsalini karıştırıp kendine zînetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektebli feylesof ise, Kamer'e âşık olan "Katre" olsun ki; Kamer, Güneş'ten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o "Katre" o nur ile yalnız Kamer'i görür. Güneş'i göremez, belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da "Reşha" olsun. Öyle bir "Reşha" ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp "Zühre" gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya Güneş'in timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız?

İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerim, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana, kurbiyet ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, herbirimiz istidadımıza göre o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey zühremisal! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen, sevdiğin Güneş'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünki kayıdlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş'et eden firaktan kurtulamazsın.

Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehasini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki Güneş'in yüzüne atasın. Hem başaşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Şems'e çeviresin. Çünki sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet nasıl bir çiçek, Güneş'in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî'nin "NUR" isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir Güneş'in âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemalini bulursun. Fakat Güneş'i, nefs-ül emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakikatı, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dûrbînin bir suret takar. Ve kayıdlı kabiliyetin bir kayıd altına alır.

Şimdi sen dahi ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dûrbîniyle, felsefenin merdiveniyle tâ Kamer'e kadar terakki ettin, Kamer'e girdin. Bak, Kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye'sin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habisenin iz'acatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terkedip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı Kamer yerine, haşmetli Güneş'i bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi, Güneş'i safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneş'in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya Güneş'e âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems'e karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems'in âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkilât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır, fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte şu hakikatle karışık temsilde böyle başka başka üç tarîk ile kemale gidilir. Ve o kemalâtın mezayasında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz'an ve hakikatı tasdikte ittifak ederler. İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş'i görmemiş. Yalnız Kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş'e mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a'zamı ve kıyamet-i kübrayı taklidî olarak kabul eder, "Aklî bir mes'ele değildir" der. Çünki hakikat-ı haşir ve kıyamet, ism-i a'zamın ve bazı esmanın derece-i a'zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki: Haşir ve kıyameti en a'zam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur'an zikrediyor ve ism-i a'zamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve ibtidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en a'zam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler. Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velayet bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmasında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecat-ı ârifîn çok tefavüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar şu hakikattan inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikatı ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan biz dahi temsil ile iktifa ediyoruz. Haddimizin ve tâkatimizin fevkınde olan esrara girişmeyeceğiz.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Sözler,
 

Ahmet.1

Well-known member
Ey insan! Onun esma ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mevcudata verme; faydasız mahlukata dağıtma. Çünkü âsâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen esma-i hüsna bâkidirler, daimîdirler. Ve esma ve sıfâtın her birisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet, bir katresidir. Said Nursi
 
Üst