ÇAMDAĞINDAN ÜZÜCÜ BİR HABER!...

molla_zehra

Well-known member
(Bu yazı kardeş site www.ispartanur.net 'den iktibas edilmiştir.) bu yazı M.Sungur abiye aittir

Risale-i Nur Müellifi ve naşiri Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin Dâr-ı Bekaya irtihalinden tam kırk küsur sene sonra, Isparta'nın Barla mıntıkasında olan Çam dağı ile meşhur arazide, mucib-i teessür ve teessüf bir hadise meydana gelmiştir, Şöyle ki:
Bugün 26 Aralık ve Ramazan-ı Şerif'in son günü, sahur vaktinde Isparta'dan Mustafa Uyar kardeş telefonla bizi aradı. Zaten her beldede ve her yerde olduğu gibi Nur Talebeleri'nin bir kısmı Ramazan-ı Mübarek'in gecelerini ihya ederler, bilhassa son on günde... Telefonda, Barla Belediye reisinin üzüntülü bir sadâ ile kendisine telefon ettiğini, Çam Dağlarında avcılık yapan birisinin ismini vererek Hz. Üstad'ın oradaki iki mübarek menzili olan Çam ve Katran ağaçlarının motorlu hızarla kesilip yıkıldığını yakinen gördüğünü o avcı belediye reisine bildirmiş. Reis de Mustafa Uyar kardeşimize telefonda arzetmiş. Sonra aynı günde Abdullah Hoca ile Barla ahalisinden Ahmed Efendiler traktör ve yaya ile yarım metre kara rağmen bütün gün çam dağına çıkıp mezkur meseleyi tahkik ettiler ki maalesef doğrudur. Ve aynı günde Senirkent'ten Ali İhsan Tola Ağabey'de rüyaya benzer, bu durumu müşahade etmiş.

Böyle menfur ve sûreti çok çirkin ve manası çok müstekreh bir hadiseye karşı ne yapabilirdik. Yine Nurlardan istimdad ettik ki; 1960 Hz. Üstad'ın mübarek naşını Urfa'dan, ilk defnedildiği yerden alıp, bir meçhul mahalde defnedilmesi gibi -40- sene sonra aynı zulüm ve manevi işkence Nur Talebelerine ve şahs-ı maneviye yapılıyor. Bir haftaya yakındır Anadolu'da şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürmekle yolların kapanması, Ramazan Bayramı tatiline gidenlerin yollarda kalması ve sair hava ve zeminin zelzele ile hiddet göstermesi gibi ahval, elbette tesadüfe hamledilemez.

Bunda kimin ne gibi bir faydası var ki, bu menfur hadiseye teşebbüs ediliyor. Halk kitlelerinden, ehl-i imandan çok kimseler, bilhassa yaz ve bahar mevsiminde mübarek Isparta'yı, Barla ve Çam Dağları'nı ziyaretle Risale-i Nur'un te'lif yerleri ve neşir merkezlerini, birer ulvi hatıralar olarak görürler, gösterirler, yâd ederler.

Isparta, Barla ve Çam Dağları'nın mahsulu olan Risale-i Nur ise, baştan nihayete kadar hep hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye'dir. Öyle hakaik ki, hüccet ve delillerle müberhendir. Akıl ve mantık bürhanlarıyla teçhiz edilmiştir. Hele hele Çam Dağları'nda te'lif edilen Mektubatü'n Nur'un Üçüncü, Dördüncü, Altıncı Mektup'ları gibi gönül alemlerini aşk ve şevke getiren Risaleleri, İlahi terennümatın dile gelmiş nurlu beyanlarıdır. O bahisleri İnşaallah aşağıya dercediyoruz.

Böyle bir kış mevsiminin asudeliğinden istifade ile Üstad Bediüzzaman'ın bir kısım Risalelerinin te'lif menzilleri olan ve 1930'larda ve 1954'den sonraki zamanlarda şirin ders ve tefekkür menzilleri olan bu Çam ve Katran ağacına bu su-i kasdı düzenleyenler, güya bu hareketleriyle Kur'an Nurunun alemdeki gelişmesine mani olacaklar. Üstad Bediüzzaman buna benzer bir tecavüz hadisesine 1930'larda iken şu suretde mukabelede bulunuyor.

"Bu defaki tecavüz -çendan- zahiren küçük imiş ve küçültülmek isteniyor fakat vicdansız bir adamın teşvikiyle ve iştirakiyle olmuş. Maksad da beni kızdırmak. Eski Said damarlarıyla bu fevkal kanun, sırf keyfi muameleye karşı, o adamı kovmak ile mukabele etmekti. Halbu ki o bedbaht bilmedi ki, Said'in lisanında Kur'anın tezgahından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez, belki o kılıncı böyle istimal edecektir... İhvanlarıma da tavsiyem budur ki Zaruret-i kat'iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız. "Cevab-ül ahmakı essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.
Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların
lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler..."

İkinci Nokta: VELA TERKENU İLELLEZİNE ZALEMU FETEMESSEKÜMÜNNAR âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor.
_________________________________________________Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denaettir Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.

Evet; bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstehaktır...

Sual: Madem Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur'anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?

Elcevab: ER-RADİ BİD-DARARİ LA YÜNZARU-LEH yani: "Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz." İşte ben çendan Kur'an-ı Hakîm'in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: "Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım." Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir. Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur'dan işittiler. Ve bilerek, hakikatları zındıka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar...

Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e yüzbinler şükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: "Bütün onların bu tazyikat ve istibdadları; envâr-ı Kur'aniyeyi ışıklandıran gayretve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş'al ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur'aniye; Barla yerine bu vilayeti,belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çokyerler medrese hükmüne geçti..." (*)

ELHAMDU LİLLAHİ HAZA MİN FADLİ RABBİ
(*) Bu bahisler 1931 de yazılmıştır.
_________________________________________________Çam Dağı'na ait Aziz Üstadımızla beraber hizmetinde bulunduğumuz biz acizler "Zübeyir, Ceylan, Ziya, Sungur" Temmuz 1954 de 20 gün kadar beraber kalmıştık. Üstadımız geceleri Çam ağacındaki küçük menzilinde kalırdı. Lillahil Hamd o günlerde devam edegelen Arabi İşaratü'l- İ'cazdan ders vermeye devam ettiler. Hatta bir gün Muazzez Nur Üstad Çam ağacında'ki o küçük menzilinde Münacat risalesini mütekellim-i maalgayr olarak okumuş, ders yapmışlardı. Nur Talebeleri'nin o menzilleri ziyaretleri tamamiyle mana-yı harfiyledir. Mukaddes Kur'an'ın arş-ı kemalatından kalb-i münevverine akseden iman nurlarının şirin te'lif mahalleri olmaları ve o tatlı hatıraları yâd etmek niyetiyledir. Üstad Bediüzzaman'a ait her hadise, her hatıra Risale-i Nur suretiyle kitabet haline geldiği için ilim ve marifetten başka bir şeye nazarlar çevrilmez. Çünkü, Üstad Bediüzzaman:

"Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur'anındır ve Kur'andan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı... Risaleler endi malım değil, Kur'anın malı olarak, Kur'anın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.." demiştir.

Yine Çam Dağı'na ait Hz. Üstadımızla beraber çok hatıralardan birisi:

Bir gün Isparta'da ders esnasında "Bana gücenmeyiniz, size bir hatıra nakledeceğim." dedi. "Ben 1930 larda Çam Dağı'nda kaldığım zaman oradaki taşlar, ağaçlar sizden daha ziyade bana munis göründüler." demişti.

Nitekim Çam Dağı'na ait hatıralarından bir Rica'da:

"Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil, hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan
Hâlıkımızın, Sâniimizin, Hâmimizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçı, acz ve za'ftır. Ve acz ve za'fın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâhamakbul bir şefaatçı olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır..." demektedir.

Bir başka hatıra:

Çam Dağı'nda 20 gün kaldıktan sonra Hz. Üstadımızla dönerken aşağıdaki çeşmeye uğradık. Hz. Üstad "Ben o zamanlar kalırken siz gibi böyle dönerekten yukarı çıkmazdım. Elimde ibrik (tam çeşme hizasını göstererek) buradan doğru çeşmeye iner, suyu doldurur ve koşarak düz,doğru çıkardım." diye tarif etmişti. Halbuki orası çok dik ve yokuştu. Biz hayrette kalmıştık.

Hülasa: Hz. Üstad'a ve Risale-i Nur'a ait her hadise, her hatıra hissilikten uzak, daima bir hakaikı ders verir, iman nuru aksettirir... Mesela: Risale-i Nur'a ait şu cümleler de buhakikatı ifade etmektedir.

İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur'an-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.

VEMA MEDAHTÜ MUHAMMEDEN Bİ MAKALETİ VELAKİN MEDAHTÜ MAKALETİ Bİ MUHAMMEDİN düsturuyla derim ki:

VEMA MEDAHTÜL KUR'ANÜ Bİ MAKALETİ VE LAKİN MEDAHTÜ KELİMATÜ BİL KUR'ANÜ

_________________________________________________yani: "Kur'anın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki
Kur'anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." Madem
böyledir; hakaik-i Kur'anın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini
ve o âyinedarlığa terettüb eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.

Beşinci Sebeb: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî
işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaatı gelmiş ki: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek,
bid'alar zulümatını dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve
ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.
Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar ediyoruz. Madem kendimize ait
değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı
fahr ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur...

Mahrem bir suale cevabdır

[Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, Ondördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmişti.
Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasib ve lâyık mevkii
burası imiş ki, gizli kalmış.]

Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'andan yazdığın Sözler'de bir kuvvet, bir tesir
var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sahife
kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar tesir bulunuyor?"

Elcevab: Şeref, i'caz-ı Kur'ana ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâ-perva derim:
Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünki:

Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir,
şuhuddur; taklid değil tahkiktir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil hakikattır; dava değil,
dava içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri
delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini
esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm
olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir
şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan
etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem
sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil
merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle;
hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile
beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi
teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin
lemaatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle
tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur'anındır...
Said Nursi

HİCRİ 1421 RAMAZAN-I ŞERİF'İN SON GÜNLERİNDE VE MİLADİ 2000 ARALIK AYININ SON HAFTASINDA VUKU BULAN ÇAM VE KATRAN AĞAÇLARINA YAPILAN GİZLİ VE SİNSİ BİR SU-İ KAST NETİCESİ ORTADAN KALDIRILMAK İSTENEN BU AĞAÇLAR ÜZERİNDE TE'LİF EDİLEN MEKTUBAT MECMUASINDAN:

(Katran ağacında yazdığı mektup.)
_________________________________________________Üçüncü Mektub

(O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.)

Hâmisen: Bir mektubda, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte
binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla
yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur'an-ı Hakîm'in FELA UKSİMU BİL HUNNES EL
CEVARÜL KUNNES kaseminde ulvî bir nur-u i'caz ve parlak bir sırr-ı belâgat gördüm. Evet seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âlî bir nakş-ı san'at ve
âlî bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor. Evet şu seyyareler, kumandanları olan
güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semada yeni yeni nakışları
ve san'atları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir güzel
bir vaziyet gösteriyorlar. Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini
gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra ufukta Zühre yıldızı ve fecirden
evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra vazife-i
teftişiyelerini ve nakş-ı san'atta mekiklik hizmetini îfadan sonra yine dönüp sultanları olan
güneşin şaşaalı dairesine girip gizleniyorlar. Şimdi şu "Hunnes, Künnes" tabir edilen
seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemal-i
intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zât'ın haşmet-i rububiyetini ve şaşaa-i
saltanat-ı uluhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar. Bak bir saltanatın haşmetine ki,
gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir
saniyede sekiz saat mesafeyi kat'eden sür'attedir.

İşte böyle bir sultana ubudiyet ve imanla intisab etmek ve şu dünyada Ona misafir olmak
ne kadar âlî bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.

Sonra Kamer'e baktım. VEL KAMERA KADDERNAHU MENAZİLE HATTA ADEKEL URCUNİL KADİM âyetinin gayet parlak bir nur-u i'cazı ifade ettiğini gördüm. Evet Kamer'in takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve Güneş'e karşı gayet dakik bir hesabla vaziyetleri, o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki, onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr'e hiçbir şey ağır gelmez. "Onu öyle yapan her şey'i yapabilir" fikrini, temaşa eden herbir zîşuura ders verir. Hem öyle bir tarzda Güneş'i takib ediyor ki; bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana: SUBHANE MEN TAHAYYERA Fİ SUN'İHİL UKUL dedirtiyor. Hususan Mayıs'ın âhirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte KEL URCİNÜL KADİM teşbihinin letafetini, belâgatını gör.

Sonra HÜVELLEZİ CEALE LEKÜMÜL ARDA ZÜLALEN FEMŞU Fİ MENAKİBİHA âyeti hatırıma geldi ki; zemin müsahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. O
işaretten kendimi feza-yı kâinatta sür'atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir
mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman kıraeti sünnet olan
SUBHANELLEZİ SAHHARE LENA HAZA VEMA KÜNNA LEHU MUKRİNİN âyetini okudum.

Hem gördüm ki: Küre-i Arz şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makina vaziyetini
aldı; bütün semavatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke
başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, ehl-i fikri mest ü hayran eder.
"Fesübhanallah!" dedim; ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib,
âlî ve gâlî işler görülüyor. Bu noktadan iki nükte-i imaniye hatıra geldi:

Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şübheli sualin esası şudur:
Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi ehl-i Cennet, lütf-u İlahî ile berk ve burak
gibi uçarak haşirden geçerler, Cennet'e giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve
büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?

İşte hatıra gelen şudur: Nasılki meselâ Amerika'da, bütün milletler umumî bir kongreye
davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de: Bahr-i muhit-i kâinatta,
bir senede yirmibeş bin senelik uzun bir seyahata alışan Küre-i Arz; ahalisini alır, gider
mahşer meydanına boşaltır. Hem her otuzüç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği
delaletiyle, merkez-i Arz'da bulunan Cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan derece-i
hararetine muvafık ikiyüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadîsin rivayatına göre, dünyada
ve berzahta büyük Cehennem'in bazı vazifelerini gören ateşini Cehennem'e döker; sonra
emr-i İlahî ile daha güzel ve bâki bir surete tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.

Hatıra gelen ikinci nükte: Sâni'-i Kadîr, Fâtır-ı Hakîm, Vâhid-i Ehad kemal-i kudretini ve
cemal-i hikmetini ve delil-i vahdetini göstermek için, pek az birşeyle çok işleri görmek; pek
küçük birşeyle, pek büyük vazifeleri gördürmeyi âdet etmiştir. Bazı Sözlerde demiştim ki:
Eğer bütün eşya bir tek zâta isnad edilse, vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylık
peyda eder. Eğer eşya müteaddid sâni'lere, esbablara isnad edilse; imtina' derecesinde
bir suubet, bir müşkilât ortaya düşer. Çünki bir zabit gibi veya usta gibi bir tek zât, kesretli
efrada ve kesretli taşlara bir fiil ile, bir hareket ile ve sühuletle bir vaziyet verip bir netice
hasıl eder ki, eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal etmesi, o ordudaki efrada ve o
direksiz kubbedeki taşlara havale edilse; pek çok fiillerle, pek çok müşkilâtla, pek çok
karışıklıklarla ancak yapılabilir.

İşte şu kâinattaki raks u deveran, seyr ü cevelan ve temaşa-i tesbihfeşan ve fusul-i erbaa
ve gece-gündüzdeki seyeran gibi ef'al, eğer vahdete verilse; birtek zât, birtek emirle, birtek
küreyi tahrik ile mevsimlerin değişmesindeki acaib-i san'atı ve gece gündüzün
deveranındaki garaib-i hikmeti ve yıldızların ve Şems ve Kamer'in surî hareketlerinde şirin
temaşa levhalarını göstermek gibi o âlî vaziyetleri ve gâlî neticeleri istihsal eder. Çünki
umum mevcudat ordusu Onundur. İstese, Arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan
tayin eder; koca Güneş'i, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lâmba ve elvah-ı nukuş-u kudret
olan fusul-i erbaayı da bir mekik ve sahaif-i kitabet-i hikmet olan gece gündüzü de bir
yay yapar. Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir Kamer'i göstererek, evkatın hesabı için
takvimcilik yaptırır.. ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden rakseden
melaikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nazenin misbahlar suretini vermek gibi, Arz'a ait
çok hikmetlerini gösterir. Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata hükmü ve nizamı ve
kanunu ve tedbiri müteveccih olan bir zâttan istenilmezse, o vakit umum güneşler,
yıldızlar, hakikî hareket ile ve hadsiz bir sür'atle hadsiz bir mesafeyi her gün kat'etmeleri
lâzım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz sühulet ve kesrette nihayetsiz suubet bulunduğundandır ki; ehl-i
san'at ve ticaret, kesrete bir vahdet verir, tâ sühulet ve kolaylık olsun, yani şirketler teşkil
ederler.

Elhasıl: Dalalet yolunda nihayetsiz müşkilât var, hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz
sühulet var.
EL-BAKİ HUVEL BAKİ Said Nursî

(Çam ağacında yazdığı mektup.)
_________________________________________________Dördüncü Mektub

Aziz kardeşlerim!

Ben şimdi Çam Dağı'nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir
menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu
ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum.
Bir mani olmazsa, bir-iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla'ya dönsem,
arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız.
Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki-üç hatırayı yazıyorum.

Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır; fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:

Ehl-i hakikatın bir kısmı nasılki İsm-i Vedud'a mazhardırlar ve a'zamî bir mertebede o ismin
cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcib-ül Vücud'a bakıyorlar.. öyle de: Şu hiç-ender
hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur'ana istihdamı hengâmında ve o hazine-i
bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, İsm-i Rahîm ve İsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir
vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşâallah o Sözler, VEMEN
YU'TEL HİKMETE FEKAD UTİYE HAYRAN KESİRA sırrına mazhardırlar.

İkincisi: Tarîk-ı Nakşî hakkında denilen: Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk; terk-i
dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk" olan fıkra-i ra'nâ birden hatıra geldi. O hatıra ile
beraber, birden şu fıkra tulû' etti:

"Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i
mutlak ey aziz!"

Sonra senin yazdığın: "Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, ilâ âhir.." olan rengîn ve
zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündeki yıldızlara baktım. "Keşki şâir
olsaydım, bunu tekmil etseydim" dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine
başladım, fakat nazım ve şiir yapamadım; nasıl hutur etti ise, öyle yazdım. Benim vârisim
olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte birden hatıra gelen şu:

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
"Bir Kadîr-i Zülcelal"in haşmet-i Sultanına
Birer bürhan-ı nur-efşanız biz, vücud-u Sania
Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin mu'cizatı çün melek seyranına.
Şu semanın arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz (Haşiye)
Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına
Hep kehkeşan ağsanına..
Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetiyle takılmış
Pek güzel meyveleriz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar,
Birer hane-i devvar, birer ulvî aşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar,
Birer tayyareleriz biz...

(Haşiye): Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz
mu'cizat-ı kudret teşhir edildiğinden semavat âlemindeki melaikeler o mu'cizatı ve o
hârikaları temaşa ettikleri gibi; ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi,
güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe Cennet âlemine
bakıyorlar ve muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennet'te dahi temaşa ediyorlar gibi bir
zemine, bir Cennet'e bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.

Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in
Birer mu'cize-i kudret birer hârika-i san'at-ı hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat,
Birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhan gösteririz,
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşan'ın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz.
EL BAKİ HÜVEL BAKİ Said Nursî

Beşinci Mektub

Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş
ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata
tercih ederim."

Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve
inkişafıdır."

Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i
vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf
berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanad ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam
bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa,
o yolda gidilmez. Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki,
İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk
etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.)
ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar,
bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.
Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye
sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur.
Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i
İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı
hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada
o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...

İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en
münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi'
bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu
itikadındayım. Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet,
fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir
bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler
kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak
şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet
zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
EL-BAKİ HÜVEL BAKî Said Nursî
_________________________________________________Altıncı Mektub

Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı
tesellilerim!

Madem Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette
hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için,
gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim.
Şöyle ki:

Şu iki-üç aydır pek yalnız kaldım. Bazan onbeş-yirmi günde bir defa misafir yanımda
bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır, dağcılar yakınımda yok,
dağıldılar...

İşte gece vakti, şu garibane dağlarda; sessiz, sadâsız, yalnız ağaçların hazînane
hemhemeleri içinde kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve
akaribimden yalnız ve garib kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et
eden hazîn bir gurbeti hissettim. İşte şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet açıldı. O
da geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat beni bırakıp gittiklerinden hasıl
olan firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açıldı ki,
vatanımdan ve akaribimden ayrı düşüp, yalnız kaldığımdan tevellüd eden firkatli bir
gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibane vaziyeti bana rikkatli
bir gurbeti daha hissettirdi. Ve şu gurbetten dahi, şu fâni misafirhaneden ebed-ül âbâd
tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden
Fesübhanallah dedim; bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm. Kalbim
feryad ile dedi:

Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem.
Bî-ihtiyarem, el'aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!

Birden nur-u iman, feyz-i Kur'an, lütf-u Rahman imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı
gurbetleri, beş nuranî ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisanım HASBUNALLAHU VE Nİ'MEL VEKİL söyledi, Kalbim FEİN TEVELLEV FEGUL HASBİYALLAHU LA İLAHE İLLA HU ALEYHİ TEVEKKELTÜ VE HÜVE RABBÜL ARŞÜL AZİM âyetini okudu. Aklım dahi ızdırabından ve dehşetinden feryad eden nefsime hitaben dedi:

Bırak bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül. Zira feryad; bela-ender hata-ender beladır bil.
Bela vereni buldunsa eğer; safa-ender, vefa-ender, atâ-ender beladır bil.
Madem öyle, bırak şekvayı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender, hebâ-ender beladır bil.
Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçücük bir beladan gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin'in nefsine dediği gibi dedim:

U GUFTİ ELESTÜ TÜ GÜFTİ BELA ŞÜKRİ BELA ÇİST KESİDAN BELA SİRRİ BELA ÇİST Kİ YA'Nİ MENEM HALKAZENİ DERGAHİ FAKRU FENA

O vakit nefsim dahi: "Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır,
zulmetler dağılır. "Elhamdülillahi alâ nur-il iman ve-l İslâm" dedi. Meşhur Hikem-i Atâiye'nin
şu fıkrası:

MAZA VECEDE MEN FEKADEHU * VE MAZA FEKADE MEN VECEDEHU

Yani: "Cenab-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"

Yani: "Onu bulan herşey'i bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela
bulur." ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve TUBA LİL GUREBAİ hadîsinin sırrını
anladım, şükrettim.

İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandılar; fakat yine bende
bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: "Madem ben garibim ve
gurbetteyim ve gurbete gideceğim; acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki
sizleri ve Sözler'i tevkil etsem ve bütün bütün alâkamı kessem." fikri hatırıma geldi. Onun
için sizden sormuştum ki: "Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı? Yani: Vazifem
bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalble kendimi nurlu, zevkli hakikî bir gurbete atıp, dünyayı
unutup, Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi

DAFİ SEMAİ Çİ BUVED Bİ HUDSÜDEN Zİ HEPTİ
ENDER FENA-YI MUTLAK ZEVK-İ BEKA ÇESİDAN

deyip, ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?" diye sizi o sualler ile tasdi' etmiştim.
EL BAKİ HÜVEL BAKİ Said Nursî
 
Üst