Birinci Hüccet-i İmaniye'den

Ahmet.1

Well-known member
Asa-yı Musa / Birinci Hüccet-i İmaniye'den

... Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani, madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san'atlı hadsiz masnu'larıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Âlem-i gayb: Beş duyu organıyla hissedilip bilinmeyen dünya.
Cismanî: Cisimle ilgili, cisim halinde.
Âlem-i şehadet: Beş duyu organımızla açılabildiğimiz dünya.
Zînet: Süs, güzellik.
Masnu': Sanatlı yaratılmış varlık, sanatlı eser.
Kavil: Söz.
Tekellüm: Konuşmak, söylemek.
Fiilen: Fiil olarak, iş ve hareketle, uygulanarak.
Perde-i gayb: Görünmeyi engelleyen perde, görünmezlik perdesi.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Kavlen: Sözle, söz olarak.
Tekellümen: Konuşarak, söyleyerek.
Tezahürat: Görünmeler, meydana çıkmalar.


Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu'larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor.
Şehadet-i vücud: Vücud ve tevhid şahitliği, varlık ve birlik şahitliği.
Allâm-ül Guyub: Görünmeyen şeyleri bilen, Allah(cc).
İlham: Allah(cc) tarafından kalbe gelen mana.
Kelâm-ı ezelî: Allah'ın(cc) ezelî sözü ve konuşması.
Kudret: Güç.
Nâzır: Gözeten, gören.
Kelâm: Söz, konuşma, *Allah'a(cc) ait sıfatlardan biri.
Tekellüm: Konuşmak, söylemek.


Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev'-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu'cizatlarıyla, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:
Aleyhimüsselâm: Selâm onların üzerine olsun.
Tevatür: Yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
İhbarat: Haberler, haber vermeler.
Vahy-i İlahî: Allah'tan(cc) gelen vahiy.
Mazhariyet: Mazhar olma.
Nev'-i beşer: İnsan türü.
Ekseriyet-i mutlaka: Tam çoğunluk, büyük çoğunluk.
Tasdikgerdesi: Tasdik ettiği, doğruladığı, doğruluğunu kabul ettiği.
Mukteda: Uyulan.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Vahy-i meşhud: Şahid olunan vahiy, peygamberlere verilen kitaplarda görülen, okunan vahiy.
Kütüb-ü mukaddese: Mukaddes kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân-ı Kerîm).
Suhuf-u semaviye: Allah(cc) tarafından gönderilen sayfalar halindeki küçük kitapçıklar.
Delail: Deliller.
Mu'cizat: Mu'cizeler.
Hakikat-ı vahy: Vahy hakikatı.
Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçeklik kazanma.
Sübut: Kesinleşme, kesin olarak ortaya çıkma.
Hakikat-ı kudsiye: Kusursuz kutsal gerçek.
İfaza: Feyiz verme, bereketlendirme.


Birincisi:
Allah'ın(cc) , insanların anlayışlarına göre hitap etmesi
denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

Beşer: İnsan.
Fehim: Anlayış, anlama, zeka.
Tenezzül-ü İlahî: Allah'ın(cc), kulun anlayabileceği bir üslup ve şekilde hitap etmesi.
Zîruh: Ruh sahibi.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Rububiyet: Allah'ın(cc) terbiyecilik sıfatı.
Mukteza: Gereken.


İkincisi:
Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Kemalât: Mükemmellikler, üstünlükler, kemallar.

Üçüncüsü:
Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakikî insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir.

Mevcudat: Varlıklar.
Müntehab: Seçilmiş.
Müştak: Çok istekli, çok arzulu.
Münacat: Dua, Allah'a(cc) yalvarma.
Fiilen: Fiil olarak.
Mukabele: Karşılama, karşılık verme.
Hâlıkıyet: Yaratıcılık.
Şe'n: İş. *Hal, tavır.

Dördüncüsü:
İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Tezahür: Görünme, belirme, meydana çıkma, ortaya çıkma.
Mükâleme: Konuşma, karşılıklı konuşma.
İhata: Kuşatma, içine alma.
Sermedî: Daimi, ebedî, sürekli, devamlı.


Beşincisi:
En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, uluhiyetin muktezasıdır.

Muhabbet: Sevgi, sevme. *Sohbet.
Nokta-i istinad: Dayanma noktası, dayanılacak yer.
Acz: Güçsüzlük.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
Endişe-i istikbal: İstikbal endişesi, geleceğini sağlama alma kaygısı.
Perestiş: Aşırı derecede sevme.
Tekellüm: Konuşmak, söylemek.
İş'ar: Haber verme, bildirme, anlatma.
Uuluhiyet: Allah'ın(cc) kainattaki bütün varlıkları emir ve idaresi altına alıp kendine kulluk ettirmesi.
Mukteza: İktiza eden, gereken.


İşte, tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş'ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma' ile Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.
Tenezzül-ü İlahî: Allah'ın(cc), kulun anlayabileceği bir üslup ve şekilde hitap etmesi.
Taarrüf-ü Rabbanî: Cenâb-ı Allah'ın(cc) kendini tanıtması, bildirmesi.
Mukabele-i Rahmanî: Rahman olan Allah'ın(cc) zâtına has ve yaraşır karşılık vermesi.
Mükâleme-i Sübhanî: Her türlü noksanlardan uzak ve kusursuz olan Allah'ın(cc) konuşması.
İş'ar-ı Samedanî: Hiçbir şeye hiçbir şekilde ihtiyacı olmayıp herşeyin kendisine muhtaç olduğu Allah'ın(cc)'ın bildirmesi, haber vermesi.
Tazammun: İçine almak.
İcma': Fikir birliği.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah(cc), yani varlığı zaruri ve zati olan; varlığı başkasının varlığına bağlı değil, kendinden olup ezeli ve ebedi olan Allah (cc).
Hüccet: Delil.
Şuaat: Işıklar, parıltılar, nurlar.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:
İlham: Allah(cc) tarafından kalbe gelen mana.
Mükâleme-i Rabbaniye: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi ve terbiyecisi olarak konuşması.


Birincisi:
İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.
Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Ekseri: Çoğunluk, çoğu.
Haşmet-i saltanat: Saltanatın haşmeti.
Hâkimiyet-i umumiye: Bütün herşeye ve her yere hükmeden genel idarecilik.
Yaver: Yardımcı. *En yakın memur.
Hâkimiyet: Herşeyi emri altına alıp tek başına idare etmeklik.
İçtima: Toplantı.
Ferman: Buyruk, emir, yazılı emir.
Tebliğ: Bildirmek, ulaştırmak.
Âmi: Okumamış, cahil.
Raiyet: İdare altında bulunanlar.
Hususî: Özel.


Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
Şümul: Kapsama, kaplama, içine alma.
Mükâleme: Konuşma, karşılıklı konuşma.
Hâlık: Yoktan en güzel şekilde yaratan Allah(cc).
Tarz-ı mükâleme: Mukaleme tarzı, konuşma şekli.

İkinci fark:
Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva'larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

ﻟَﻮْ ﻛَﺎﻥَ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮُ ﻣِﺪَﺍﺩًﺍ ﻟِﻜَﻠِﻤَﺎﺕِ ﺭَﺑِّﻰ ﻟَﻨَﻔِﺪَ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮُ ﻗَﺒْﻞَ ﺍَﻥْ ﺗَﻨْﻔَﺪَ ﻛَﻠِﻤَﺎﺕُ ﺭَﺑِّﻰ De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." Kehf Sûresi, 18:109.) âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
Melaike: Melekler.
Hayvanat: Hayvanlar.
Enva': Nevler, türler, çeşitler.
Katre: Damla.
Kelimat-ı Rabbaniye: Herşeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah'ın(cc) sözleri.
Teksir: Çoğalma, artırma.
Teşkil: Meydana getirmek, oluşturmak, var etmek, yapmak.

Sonra; ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor.
Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Terekküb: Birleşme, birleşerek meydana gelme.

Birincisi:
Teveddüd-ü İlahî denilen, kendini mahlukatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.

Teveddüd-ü İlahî: Allah'ın(cc) kendini sevdirmesi.
Mahlukat: Mahluklar, yaratılmış varlıklar.
Kavlen: Sözle, söz olarak.
Huzuran: Manevî yakınlık hissettirerek.
Sohbeten: Sohbet olarak, sohbetçe.
Vedudiyet: Çok sevilen olma.
Rahmaniyet: Rahmanlık, sayısız nimetlerin merhametli sahibi ve vericisi olmak.
Muktezasıdır: Gereğidir.

İkincisi:
İbadının dualarına fiilen cevab verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe'nidir.

İbad: Kullar.
Fiilen: Fiil olarak, iş ve hareketle, uygulanarak.
İcabet: Cevap verme, karşılık verme.
Rahîmiyet: Rahîmlik, çok merhametlilik, çok şefkat ve acıyıcılık.
Şe'n: İş. *Hal, tavır.

Üçüncüsü:
Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlukatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Beliyye: Bela, musibet, sıkıntı, âfet.
İstimdad: Yardım isteme.
Tazarruat: Kusurunu itiraf ile yalvarıp dua etmeler, kusurlarını bilip kibirden vazgeçerek alçak gönüllülükle yalvarmalar.
İmdad: Yardım.
Nevi: Çeşit, tür.
İlhamî: İlhamla ilgili.
Kavil: Söz.
Rububiyet: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.

Dördüncüsü:
Çok âciz ve çok zaîf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmağa pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı.

Mâlik: Sahip.
Hâmi: Koruyucu, koruyan.
Müdebbir: Tedbir alıcı.
Himayet: Koruyuculuk.
İhsas: Hissettirme.
Mükâleme-i Rabbaniye: Rab olan Allah'ın zâtına has konuşması.
Mahsus: Özel.
Kavlen: Sözle, söz olarak.
Şefkat-i uluhiyet: İlâh olmanın gereği olan şefkat; İlâhlık şefkati.
Rahmet-i rububiyet: Rububiyetin rahmeti.
Mukteza: İktiza eden, gereken.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hacatına cevab vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi.. aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal hâlık-ı zîşanı olan Şems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil'ittifak o Şems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.
Faraza: Mesela, öyle sayalım.
Ziya: Işık.
Şua: Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri
Katreler: Damlalar.
Hacat: İhtiyaçlar.
Müzahamet: Sıkıştırma, zahmet verme, zahmet.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, göz önünde olarak.
Ezel: Başlangıcı olmayan geçmiş zaman.
Ebed: Sonu olmamak, sonsuzluk.
Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve gücün sahibi.
Mevcudat: Varlıklar.
Zülcemal: Sonsuz güzelliklerin ve iyiliklerin sahibi.
Şems-i Sermedî: Daimi, sürekli olan güneş.
Mükâleme: Konuşma, karşılıklı konuşma.
Muhit: İhata eden, kuşatan, çevreleyen.
Tecelli: Kendini belle etme, görünme.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Cilve: Belirti, eseriyle kendini belli etme.
Bil'ittifak: Beraberce, birlikte.
Şems-i Ezelî: Ezelî güneş; varlığının başlangıcı olmayan ve her şeyi nurlandıran Allah(cc).
Ehadiyet: Birlik. *Allah'ın(cc) her bir şeyde birliğinin tecellî etmesi, Allah'ın birliği.
Aynelyakîn: Gözle görür derecede inanma; bir şeyi görerek ve seyrederek bilme.
İlmelyakîn: Yakîn ile bilme, bir şeyi ilim ve delil ile kesin olarak bilme, tanıma, kabul etme; aksi mümkün olmayan açık, kesin ve sağlam bilgi.



Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
...

Sonra o dünya yolcusu kendi aklına dediki: "Madem bu kâinattaki varlıklar vasıtasıyla Mâlikimi ve Hâlıkımı arıyorum. Elbette her şeyden önce bu varlıkların en meşhuru.. düşmanlarının dahi tasdikiyle en mükemmeli.. en büyük kumandanı.. onlara hükmeden en namlı Zât onların sözce en yükseği.. akılca en parlağı.. on dört asrı fazileti ve Kur'an'ı ile ışıklandıran Hazreti Muhammed'i (aleyhissalâtü vessalam) ziyaret etmek ve aradığımı ona sormak için beraber saadet asrına gitmeliyiz" Sonra aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır hakikaten, o Zât (aleyhissalâtü vessalam) ile insanlığın bir saadet asrı olmuş. Çünkü en bedevî, en ümmî bir kavmi, getirdiği nurla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkimm eylemiş.

Hem o yolcu kendi aklına, " Biz ilk önce bu fevkalâde zâtın (aleyhissalâtü vessalam) kıymetini, sözlerinin ve haberlerinin doğruluğunu bir derece bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı ona sormalıyız." diyerek araştırmaya başladı. Bulduğu sayısız, kesin delillerden burada yanlız küllî olan dokuzuna kısaca işaret edilecek:

Birincisi
Bu zâtta (aleyhissalâtü vessalam) -hatta düşmanlarının da tasdikiyle- bütün güzel huyların ve vasıfların bulunması..

*Kamer sûresi, 54/1. , Enfâl sûresi 8/17. ayetlerinin açık beyanıyla, bir parmağının işaretiyle ayın iki parça olması.. düşman ordusuna attığı bir avuç toprağın, o ordudaki herkesin gözüne girmesi ve kaçmaları.. ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından akan kevser gibi suyu yetecek kadar içirmesi gibi - ayet ve hadislerin kesin ve açık hükümleriyle, bir kısmı da tevatür derecesinde haberlerle nakledilen- yüzlerce mucizenin onun elinde meydana gelmesidir. Bu mucizelerin üç yüzden fazla bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mucizât-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vessalam) adlı harika ve kerametli bir risalede kesin delilleriyle anlatıldığından, o yolcu bunları oraya havale ederek dedi ki:

"Bu kadar güzel ahlâk ve kemâl vasıflarıyla beraber bu kadar açık mucizeleri bulunan bir zât (aleyhissalâtü vessalam), elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi mümkün değildir."



Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Asâ-yı Musa kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkincisi
Elinde, bu kâinatın Sahibi'nin bir fermanının bulunması, onu her asırda üç yüz milyondan fazla insanın kabul ve tasdik etmesi ve o fermanın, yani Kur'an-ı Azîmüşşân'ın yedi yönden harika olmasıdır. Kur'an'ın, kırk yönden mucize ve Kâinatın Hâlıkının sözü olduğu, Yirmi beşinci Söz ve Kur'an'ın Mucizeleri adlı, Risale-i Nur'un bir güneşi hükmündeki meşhur bir risalede kuvvetli delilleriyle, etraflıca anlatıldığından, onu oraya havele ederek dedi ki:

"Böyle hak ve hakikatin ta kendisi olan bir fermanın tercümanı ve tebliğcisi bir zâtta (aleyhissalâtü vessalam) o fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan bulunamaz."



Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Asâ-yı Musa kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Asa-yı Musa

Üçüncüsü:
O zât (A.S.M.), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünki ümmi bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev'-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.

Hem ümmi bir zâtın (A.S.M.) ef'al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.

Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün enva'ında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah'tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş.

Hem binler dua ve münacatlarından Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacat'ın başında, Cevşen-ül Kebir'in doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen'in dahi misli yoktur diyecek.

Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabîlesi ve amucası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu'cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki; o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za'f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki; imanı dahi emsalsizdir.

İşte böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu'cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü:
Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icma'ı, nasılki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın (A.S.M.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm'ın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu'cizeler ve vazifeler varsa; o zâtta (A.S.M.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (A.S.M.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub'da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu'cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip, davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kal ve icma' ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı. ...


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Bakara, 107. Ayet: Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
 
Üst