Altıncı Söz

Ahmet.1

Well-known member
Altıncı Söz

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﺍﺷْﺘَﺮَﻯ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ ﻭَﺍَﻣْﻮَﺍﻟَﻬُﻢْ ﺑِﺎَﻥَّ ﻟَﻬُﻢُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔَ
Allah' mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek suretiyle satın almıştır. : Tevbe Suresi 111.)


Nefis ve malını Cenab-ı Hakk'a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
Nefis :İnsandaki günaha itici hisler, günah ve sevap ayırmadan saldıran istekler ve duygular. *Bir kişinin kendisi, öz varlığı.
Abd: Kul.
Temsilî: Örnekle canlandırılmış.


Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi' olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr...
Raiyet: İdare altında bulunanlar, yönetilenler.
Emaneten: Emanet olarak.
Muharebe: Savaş.
Tebeddül: Başkalaşmak, değişmek.
Nefer: Asker, er.
Kemal-i merhamet: Son derece merhameti tam acıma.
Yaver-i ekrem: En yakın ve üstün memur.
Merhametkâr: Merhametli, merhamet sahibi.
Ferman: Buyruk, emir, yazılı emir.
Beyhude: Boşyere, boşuboşuna.
Zayi': Ziyan, zarar, kayıp.
Namım: Adım.
Âciz: Güçsüz. gücü yetmez.
Masarıfat: Masraflar, harcamalar, giderler.
Levazımat: Luzumlu şeyler, gerekli şeyler.
Deruhde: Üstlenme.
Vâridat: Gelir, kar.
Terhisat: Terhisler, izin vermeler, serbest bırakmalar.


Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret...
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
İstimal: Kullanma.
Külfet: Zahmet, zorluk.
Hasaret: Hasar, zarar, ziyan.

Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başıbozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.
Tasarruf: Yönetmek, idare etmek, kullanmak. *İdareli kullanma.
Âlî: Büyük, yüksek, yüce, üstün, şerefli.
Yaver-i asker: En yakın asker memur.


Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:

-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.
Maaliftihar: İftiharla, övünerek.
Ferman: Buyruk, emir, yazılı emir.


Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok. Dedi:
Mağrur: Gururlu, kibirli.
Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Firavun: İlahlık iddia eden dinsiz ve azgın insan.
Hodbin: Kendini düşünen, bencil.
Dağdağa: Gürültü. *Telaş, zorluk.


-Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam...

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de "müstehak!" diyor. Çünki hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
Gıbta: İmrenme.
Lütf: İyilik ve yardım.
Mazhar: Sahip olma, ulaşma, kazanma, erişme.
Giriftar:Tutulan, yakalanan.
Müstehak: Hak etmiş, layık olmuş.


İşte ey nefs-i pür-heves! Şu misalin dûrbîni ile hakikatın yüzüne bak. Amma o padişah ise, ezel-ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtınî hâsselerindir. Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerim'dir. Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'an-ı Hakîm'dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:

ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﺍﺷْﺘَﺮَﻯ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻨِﻴﻦَ ﺍَﻧْﻔُﺴَﻬُﻢْ ﻭَﺍَﻣْﻮَﺍﻟَﻬُﻢْ ﺑِﺎَﻥَّ ﻟَﻬُﻢُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔَ
(Allah' mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek suretiyle satın almıştır. : Tevbe Suresi 111.)

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Madem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?" deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur'an işitiliyor. Der: "Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir surette güzel ve rahat bir çaresi var."
Nefs-i pür-heves: Heveslerle dolu nefis.
Hakikat: Gerçek.
Hâlık: Yaratıcı Allah(cc).
Mizan: Ölçü, tartı, terazi, denge.
Daire-i hayat: Hayat dairesi, yaşama alanı.
Mâmelek: Elde bulunanlar, sahip olunanlar, mal varlığı.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Hâsse: Duygu organı.
Yaver-i ekrem: En yakın üstün memur.
Resul-i Kerim: Şanı yüce, değerli ve merhametli peygamber (Hz. Muhammed(asm))
Ferman-ı ahkem: En sağlam, kuvvetli ve geçerli buyruk ve yazılı emir.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Ticaret-i azîme: Büyük ticaret.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Bâki: Ebedi, sonsuz, ölümsüz olan.
Tebdil: Değiştirmek.
İbka: Sürekleştirme, bakileştirme.
Semavî: Semaya ait, gökle ilgili. *Allah(cc) katına ait.
Sadâ-yı Kur'an: Kur'an sesi.


Sual:
Nedir?


Elcevab:
Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak.. İşte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var.
Sahib-i hakikî: Gerçek sahip.

Birinci kâr:
Fâni mal, beka bulur. Çünki Kayyum-u Bâki olan Zât-ı Zülcelal'e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılab eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zahiren fena bulur, çürür. Fakat âlem-i bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah'ta ziyadar, munis birer manzara olurlar.
Beka: Sonsuzluk, devamlılık.
Kayyum-u Bâki: Her varlığı var edip varlıkta devamını sağlayan ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadan daima var olan ve varlığı ölümsüz ve sonsuz olan Allah(cc).
Zât-ı Zülcelal: Sonsuz yücelik ve gücün sahibi olan Allah(cc).
Ömr-ü zâil: Sona eren ömür.
İnkılab: Kökten değişikliş, başka hale geçme.
Zahiren: Görünüş olarak.
Âlem-i beka: Ölümsüz sonsuz dünya.
Âlem-i Berzah: Ölmüşlerin ruhlarının kıyamet kopuncaya kadar bulunduğu alem.
Ziyadar: Işıklı, parlak.
Munis: Cana yakın, sevimli, dost.


İkinci kâr:
Cennet gibi bir fiat veriliyor.

Üçüncü kâr:
Her a'zâ ve hâsselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz'ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. Meselâ: Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
A'zâ: Bedenin her bir uzvu.
Hâsse: Duygu organı.
Meş'um: Uğursuz, kötü.
Müz'iç: Rahatsız edici, usandırıcı.
Muacciz: Rahatsız eden, usandırıcı.
Âlâm-ı hazînane: Hüzünlü elemler.
Ehval-i muhavvifane: Ürkütücü korkular, korku veren durumlar.
Bîçare: Çaresiz.
Yümün: Kuvvet, uğur, bereket.
Muzır: Zararlı, zarar veren.
Dereke: Aşağı mertebe, en aşağı derece.
Fâsık: Günahkar.
İz'ac: Rahatsız etme, bunaltma.
Galiben: Çoğunlukla.
Mâlik-i Hakikî: Herşeyin gerçek sahibi olan Allah(cc).
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Müheyya: Hazır, hazırlanmış.
Mürşid-i Rabbanî: Herşeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah'a(cc) ait doğru yol göstericisi.
Şehvet: Nefsin arzu ve isteği, cinsel istek.
Heves-i nefsaniye: Nefse ait gelip geçici istek.
Kavvad: Günah işlerinin aracısı, günah aracısı.
Sâni'-i Basîr: Herşeyi gören ve bütün gözlerin ve görme sistemlerinin sahibi olan sanatkar yaratıcı.
Kitab-ı kebir-i kâinat: Büyük kainat kitabı, evrenin büyük kitabı.
Mütalaa: Okumak, incelemek, okuyup inceleme.
Mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniye: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi ve terbiyecisi olduğunu gösteren sanat mucizeleri.
Küre-i Arz: Yer küre, dünya.
Rahmet: Merhamet, acıma, şefkat etme.
Kuvve-i zaika: Tat alma duygusu.
Namına: Adına.
Sukut: Düşme, alçalma, inme.
Rezzak-ı Kerim: Çok cömert ve bağış sahibi olan rızık verici Allah(cc).
Kudret-i Samedaniye: Her şey her an kendisine muhtaçken kendisi hiçbirşeye muhtaç olmayan Allah'ın(cc) sonsuz güç ve kuvveti.
Matbah: Mutfak.
Müfettiş-i şakir: Şükreden denetleyici.


İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Meş'um: Uğursuz, kötü.
Kütübhane-i İlahî: Allah'ın(cc) kütübhanesi.
Mütefennin: Bilgili, fen adamı, fen ilimlerini bilen.
Nâzır: Nezaret eden, bakan, gözeten, gören.


Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve a'zâları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü'min Cennet'e lâyık ve kâfir Cehennem'e muvafık bir mahiyet kesbeder. Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, imanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir, hıyanet edip nefs-i emmare hesabına çalıştırmasıdır.

Hakikaten: Gerçekten.
Muvafık: Uygun, yerinde.
Namına: Adına.
İstimal: Kullanma.
Nefs-i emmare: Kütü istek ve düşünceleri uyandırıp yapmaya kuvvetli şekilde zorlayan nefis.


Dördüncü Kâr:
İnsan zaîftir, belaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelal'e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.
Ziyade: Fazla, çok.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve herşeye kudreti (gücü) yeten Allah(cc).
Daim: Devamlı, sürekli.
Semere: Netice, sonuç, meyve.
Meşakkat: Zahmet, sıkıntı, güçlük, zorluk.
Elemler: Acılar, dertler.
Teessüf: Yazıklanmak, üzüntü çekmek.

Beşinci kâr:
Bütün o a'zâ ve âletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler.
Ehl-i zevk ve keşif: İman, islam ve Kur'anın üstün manevi gerçeklerine açılıp zevkine varanlar.
Ehl-i ihtisas: Uzmanlar.


İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasaret içinde hasarete düşeceksin.
Mahrumiyet: Mahrumluk, yoksunluk.
Hasaret: Hasar, zarar, ziyan.


Birinci hasaret:
O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi' olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
Perestiş: Çok büyük sevgi ve saygı besleme.
Heva: Gelip geçici heves.
Meftun: Aşık, tutkun.
Zayi': Ziyan, kaybolan, zarar.



İkinci hasaret:

Emanette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.

Üçüncü hasaret:
Bütün o kıymetdar cihazat-ı insaniyeyi, hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlahiyeye iftira ve zulmettin.
Cihazat-ı insaniye: İnsanın organları (duygu ve yetenekleri).
Dereke: Aşağı mertebe, en aşağı derece.



Dördüncü hasaret:
Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vaveylâ edeceksin.

Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Fakr: Sayısız, ihtiyaçlarını elde edecek imkanı ve gücü olmayan.
Zeval: Sona erme, son bulma, gitme.
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Sille: Tokat, şamar.
Daim: Devamlı, sürekli.
Vaveylâ: Yaygara, feryat, ağlayıp sızlama.


Beşinci hasaret:
Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

Hayat-ı ebediye: Ölümsüz ve sonsuz hayat.
Esasat: Esaslar, temeller, kökler.
Saadet-i uhreviye: Ahiret mutluluğu, öbür dünya mutluluğu.
Levazımat: Gerekli şeyler, gerekenler.


Şimdi satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı...
Kat'â: Kesinlikle.
Aslâ: Hiçbir zaman.
Feraiz-i İlahiye: Allah'ın(cc) farz(kesin yapılması gereken) emirleri.
Abd: kul.
İstiğfar: Af dileme, Allah'tan(cc) bağışlanma isteme, tövbe etme.
Kabzetmek: Almak.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. Mesnevî-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Onbeşinci Nota'nın Üçüncü Mes'elesi

Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakk'ın sana in'am ettiği vücudun, cismin, a'zâların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Yani, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibahe etmiş. Senin gibi, idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden cahil bir şahsa temlik etmemiş. Çünki mülk olarak verse idi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.

Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dâhil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?

Madem sana verilen hayat ve hayatın levazımatı temlik değil, ibahedir. Elbette ibahenin düsturuyla hareket etmek lâzımdır. Yani nasıl bir zât, ziyafete misafirleri davet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibahe ediyor, temlik etmiyor. İbahe ve ziyafetin kaidesi ise; mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi' edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarfedemezsin. Ve hâkeza kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazatı harama sarfetmekle manen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tazib edip katledemezsin. Ve hâkeza.

Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal'in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.


Said Nursî

Barla - 327
 

Ahmet.1

Well-known member
Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı adâvetkârane bir isyanı taşır. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalp, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Lemalar
 

Ahmet.1

Well-known member
Sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster.

(Sözler, Risale-i Nur)
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Nefs-i emmare tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Sözler
 
Üst