Allah'ı Arayan Çocuk...

heysem

Well-known member
Yıl sonu gelmiş, okullar tatil edilmişti.Bütün bir yılın yorgunluğunu atmak istercesine köyüne dönen çocuk birkaç gün amaçsız, plansız ,programsız biçimde köyün eğri büğrü sokaklarında dolaştı, koşuşturup durdu.Herkes çiftinde çubuğunda çalışırken çocuk sınıfını başarıyla geçtiği için ailesi tarafından çalışmaya götürülmedi.Doğrusu dinlenmeyi hakketmişti.Ancak bu tekdüze monoton hayat birkaç gün içinde canını sıkmaya yetti de arttı bile.Boş oturmaya alışmamıştı.

Çıkıp gezmeli ve bir şeylerle meşgul olmalıydı.Okuldan eve dönerken sınıf arkadaşlarından güzel zaman geçirmek için birkaç ödünç kitap almıştı..Onları bitirmeliydi bir an önce.Yüklük denen evin eşya konulan bölümüne bıraktığı okul çantasını açtı.Kalem, silgi, defter ve ders kitabı dolu çantasından ödünç kitapları çıkardı.

Bunlar birkaç hikaye, kısa roman ve bilimsel kitaptan oluşuyordu.Kapaklarına ve isimlerine bir göz attı. Kitaplar iyi arkadaşlardı. Ne kadar çok kitap okursa bir insan o kadar kültürlü, bilgili ve başarılı olurdu. Çevresinden, öğretmenlerinden hep bunu duyardı. Doğrusu okumayı seviyordu.

Okul kütüphanesinden sık sık kitap alıp okurdu. Okuduğu her kitap bir başka aleme götürürdü kendisini.İlginç olan şey, bazı kitaplar sanki bir başka kitabın tam tersini anlatırdı.Birinin ak dediğine diğeri kara diyebiliyordu.Birinin değer verdiği alana diğeri değer vermek şöyle dursun hakaret bile ediyor,varlığını yok sayıyordu.Kafası karışırdı kimi zaman , hangisi doğru söylüyor diye.

Okulların kapanmasına yakın bir zamanda en son okuduğu bir kitapta Allah'ın var olmadığı, insanlar tarafından uydurulduğu yazılıydı.

Yazar, kitabında Allah, şeytan, melek, cin, ahiret, cennet ve cehennem gibi kavramların birer öcü olduğunu, hepsinin cahil insanlar tarafından türlü yalanlarla minik beyinlere yutturulmaya çalışıldığını yazıyordu..Ve bir paragrafta "Allah varsa O'nu niçin göremiyoruz?"sorusunu soruyordu.

Bu cümleler zihnini allak bullak etmeye yetmişti. İnsanlar çevrelerinde var olan her şeyi görüyor ve inceleyebiliyorlardı. Ama iş Allah'a gelince doğrusu O'nu şimdiye dek tanıdığı hiçbir yakını, ne gösterebilmişti ne de gördüğünü söylemişti. .Kendisi de şöyle böyle Allah'a inandığı halde hep merak ederdi, niçin görünmüyor diye. Varsa görünmesi gerekmez miydi? Veya görünmemesi nedendi acaba? Veyahut O'nu görmek, niçin mümkün olmuyordu?

Kafasındaki soru çengellerini gidermek için Din kültürü ve Ahlâk bilgisi öğretmenine yönelmişti bir koşuda. Sorusunu sormuş , öğretmenin ne diyeceğini nefesini tutarak merakla beklemişti.Öğretmeni gülümseyerek, tereddüt etmeden cevap vermişti :

" Bir şeyi görmemek, onun olmadığı anlamına gelmez..Çevremizdeki maddi varlıklardan eğer bir milyon tane varsa gördüklerimiz milyonda altı oranındadır.Geriye kalan Dokuyüzdoksandört adet varlığı inkar edebilir miyiz ? " Sonra başını okşayarak "Çocuğum sen gerçekten Allah'ı görmek istersen önce O'nun eserlerini gör. Sonra O'nu akıl gözüyle göreceksin."Ve devamında kendisi bir soru sormuştu :

"Sen gerçekten Allah'ı merak ediyor ve arıyor musun ?" Atılır gibi cevapladı "Elbette öğretmenim !" Öğretmeni tekrar sakin bir tavırla şu sözleri söylemişti:"Aramayan bulamaz.Bulmak için aramalısın.Eğer Allah'ı arıyor ve bulmak istiyorsan O'nun eserlerini iyice okuman, incelemen lâzım.Bir kitabı okumadan onun yazarı hakkında bir şeyler söylemek nasıl yanlış olursa Allahın eserlerini incelemeden O'nun hakkında birtakım önyargılarda bulunmak da bizi yanlışlara götürür."

Çocuk heyecanla "Ama öğretmenim kütüphanede okuduğum bir kitapta Allah yok diyordu.Ne yapmam lazım.?" diye sordu.Öğretmen yine sakindi ve yine gülümsüyordu.Dudaklarından şu cümleler döküldü: "Bırak o kitabı da sen Allahın kitabı olan evren / kainat kitabını oku.Onlar sana Allah'ı gösterecekler.Yeter ki sen aradığını onlara sor.!

"Öylece kalakalmıştı çocuk olduğu yerde.Koridorda gelip geçen arkadaşların omzuna çarptığını bile o an fark etmiyordu.Öğretmeni yürürken bir an durup kendisine döndü ve uzaktan seslendi : " Unutma aramayan bulamaz.! İbrahim peygamber de senin gibi çocuktu. Ama bulmak istediğini aradı ve buldu ! "

Etrafında kümelenmiş öğrenci kalabalığından neredeyse kaybolacak öğretmenine bu defa kendisi seslendi heyecan ve merak dolu sedayla :"Kainat kitabı ne demek ?" Öğretmenin bu karşılıklı bağırmalarla dolu diyaloga son noktayı koyan cevabı önce okulun koridorunda sonra kulaklarında sonra da beyninde yankılandı."Ağaçlar, dağlar, denizler, çiçekler, böcekler, yıldızlar ..Her şey !"

O günden itibaren kafasında kainat kitabı kavramı , bir sinyal lambası gibi yanıp sönüyor , mütemadiyen kendisini uyaran ikaz işaretleri gönderiyordu.

Kapaklarına baktığı kitapları okumaktan vazgeçti.Öğretmeniyle konuştuğu konuyu çözmeden , kainat kitabını okumadan ve anlamadan başka bir kitaba el sürmek istemiyordu.Önce sakin bir zihin lazımdı. Sorularının cevabını bulup beyni rahatladıktan sonra ödünç aldığı kitaplara yönelmesi,verimli okuma açısından daha isabetli olacaktı.



NOT: Bu hikâye, Bediüzzaman Said Nursi'nin Âyetü'l- Kübra Risalesi referans alınarak hazırlanmıştır.


Yazar: Sefer AKGÜL

www.risalecocuk.com
 

heysem

Well-known member
Şimdi Bak Dağlara, tepelere, uçsuz bucaksız her yere

Sonra etrafındaki deve katarı gibi sıralanmış dağlara, tepelere, uçsuz bucaksız uzanmış tarlalara, arazilere, bağlar -bahçelerle dolu sahralara baktı..Azametli dağlar da heybetli halleriyle okunmayı bekliyorlardı.

"Bizi de oku ey çocuk" der gibiydiler.Onların büyüklüğüne kıyasla kendisini karınca gibi hissetti.Yeryüzünün örtüsü üstünde bu büzülmüş ve dikilmiş kara , taş , toprak birikintileri olan dağlar rastgele mi böyle dizilmişlerdi ?

Fen bilgisi dersi kitabında geçen yeryüzün tabakaları konusunu anımsadı.Dünya küresinin merkezinde magma denen ateş çekirdeği bölümü vardı.Toprak tabakası bu ateş tabakasının üstünü manto gibi örtüyordu.Arzın merkezinde müthiş bir ateş patlaması ve erimiş maden akkoru vardı.ikiyüz bin derece sıcaklıktaki bu magma tabakası, küçük bir cehennemi andırıyordu.

Dağlar özellikle yanardağlar yer altındaki bu ateş ocağının sanki emniyet supabı,biriken enerjiyi boşaltma bacaları , adeta nefes alma yerleriydi.Yanardağlar vasıtasıyla yer yüzü kızgın bir tencere gibi patlayacak gibiyken yanardağlar vasıtasıyla magma tabakasındaki ateş ve ısı basıncı adeta bacadan çıkan dumanlar, gazlar gibi dışarıya çıkıyordu.

Böylece yeryüzü toprak tabakası sarsılmıyor, zelzelelerden korunmuş oluyor, hayat devam ediyordu.Toprak örtüsünün üstünde dikilmiş kazıklar gibi duran bu dağlar ayrıca bir geminin ahenkli ve yana yatmadan gidişini sağlayan, dengesini koruyan direkler gibi dünya gemisinin dengeli yürüyüşünü ve dönüşünü sağlamaktaydılar. Yine onlar, insan hayatını kolaylaştıran, teknolojide kullanılan tüm aletlerin ve aygıtların hammaddesi olan madenlerin deposu gibiydiler.

Başta demir, bakır olmak üzere tüm madenlerin ambarıydılar.Suların kaynağı oluşları ayrı bir özellikleriydi. Diğer taraftan dağlar havayı da temizliyorlardı Yükseklikleriyle havadaki pislikleri temizleyen birer süzgeç, birer tarak gibiydiler.Kışın karların ermediği yüksek zirveler yaz mevsiminde yavaş yavaş eriyen karların sularını bırakarak yeni yeni tatlı içme sularına yedek depoluk görevi yapıyorlardı.

Yeryüzü tabakası da içinde nice madenleri barındırıyordu.Dağlardan sanki yankı yankı sesler geliyordu."Bizi yaratan, yöneten ve bizlere önemli hizmetler ve görevler veren birisi var..Biz onun emriyle bu görevleri yapıyoruz" diyorlardı.

Çocuk etrafındaki dağlara hayran hayran bakarak gezmeye, ayağının altında bir yorgan gibi yayılmış toprağa basarak yürümeye devam ederken gözlerini toprağı birer yeşil örtü gibi süsleyen bitkilere çevirdi bu sefer..Ağaçlar da yapraklarıyla, dallarıyla nazlı nazlı salınarak el sallıyorlardı kendisine.toprak tabakası üstündeki bin bir türlü, rengarenk bitkilere, çiçeklere ve ağaçlara baktı.Onları salını salını zikir çeken dervişlere benzetti bir an.Olamaz mıydı ?

Yeryüzü sanki bir zikir meclisi, bir derviş tekkesi gibi olabilirdi.Çünkü her çiçek, her bitki, her ağaç güzellikleriyle, hışırtılarıyla o Bir'i zikrediyorlardı.Her çiçeğin yüzünde güneşten aldığı bir rengin izi vardı.Her rengin bir güneşi akla getirmesi gibi her çiçek, kendisini yaratan bir güneşler güneşi Zatı, Bir'i çağrıştırıyordu.

Topluca bakıldığında yeryüzü tuvalinde harika bir yağlı boya resmi, bir tablo vardı.Neredeyse birbiriyle aynı olan bu çiçekler, bitkiler farklı hem de çok farklı renklerde, şekillerde ve kokularda donatılıyordu.

Tek fabrikadan, tek topraktan çıkan bu farklı eserler, muhteşem bir ressamın usta fırça darbeleriyle şekillenmiş gibi ayrı ayrı tablolar resimler oluşturuyordu.Birden dünyayı güzelleştiren, bir tablo gibi insanı hayran bırakan bu çiçeklerin yaprakları sayısınca o Bir'e saygıyla eğilmek . ve ona tüm teşekkürlerini belirtmek istedi, eğildi.Bir kır çiçeğini usulca, incitmekten korkarak öptü,yüzüne sevgi öpücüğü kondurdu.

Az ötede bir inek kuyruğunu sallaya sallaya iştahlı ve huzur içinde otluyordu.Biraz ötede birkaç koyun ağır ağır geziniyorlardı.Az uzakta bir tilki hızla uzaklaştı.Dallara konup göçen kuşlar gözüne ilişti.Bastığı yere dikkatle baktığında yerdeki karıncaları fark etti.Çiçeklerin güzel yüzüne konan balarılarını, uğurböceklerini seyretti.

Bir kaplumbağa ağır ağır yol alıyordu bir yerlere doğru.Bir köpek havlaması geldi uzaktan uzağa..Çocuk durup düşündü.Belgesellerde izlediği balta girmemiş ormanlarda, çöllerde yaşayan nice nice hayvanları düşündü.Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, akbabalar, çaylaklar, timsahlar, kurtlar, kuşlar hepsi hepsi bir anda gözünün önüne geldi.karalarda yaşayan tüm bu hayvanlar da adeta kendisine çağrıda bulunuyorlardı.

"Bizi de düşün, bizi de oku !"diye.Yeni bir okuma faslına başladı çocuk.Bir kitabı bitirip diğerine başlıyordu.Bu defa hayvanlar alemi kitabına başladı.Her birinin vücut yapısı, organları, pençeleri, kanatları farklıydı ve hayatını sürdürecek biçimde ayarlanmış gibiydi.her birinin yaşadığı yere göre bir üniforması vardı.

Büyük bir ordunun kara, deniz, hava kuvvetleri gibi birimleri de değişikti.Kimisi havada uçuyor, kimisi denizde yüzüyor, kimisi yerde geziyor veya komando gibi sürünüyordu.Görevine göre silahlar ve aletlerle donatılmışlardı.İpekböceği elsiz ayaksız iken ipek dokuyordu.Bal arısı zehirli iğnesine rağmen bal gibi bir gıdayı üretiyordu insanlar için.Aslanın pençesi parçalamaya hazırken, inekte, koyunda keçide bu yoktu Uysal hayvanlarda bu yoktu.Onlar süt çeşmesi, et üretim merkezi gibiydiler.

Hatta birer fabrika gibiydiler.Bir bakıma her bir koyun süt üreten bir fabrika gibiydi..İnsanların yaptığı bir şeker fabrikasıyla kıyaslanırsa onlardan her yönüyle daha üstün ve daha harikaydı.Bir an düşündü Bu süt fabrikaları üretim yaparken gürültü çıkararak çevreyi rahatsız etmiyorlardı..

Huzur verici bir sessizlik içinde çalışıyorlardı. Her fabrika ve çalışan her motor belli bir süre sonra bakıma alınıp tamir edilirdi.Arızanın durumuna göre bakım ve tamir masrafları kaçınılmaz şekilde üretimin giderlerini ve masraflarını oluştururdu..Bu hayvanlar ise süt üretirken yıpranan parçalarını ot , saman yiyerek kendini tamir ediyordu..Şeker fabrikalarının şeker üretiminde kullandığı ana madde olan şeker pancarını tarladan fabrikaya taşımada yüzlerce işçi ve tonlarca yakıt masrafı gerekirken bu ilahi fabrikalar süt yapmakta kullandıkları ham maddelerini kendileri arıyor ve buluyordu.

Sahipleri tarafından kırlara, otlaklara yönlendirilmeleri yetiyordu.Her koyun, keçi, inek kendi hammaddesini kendisi topluyor, bu arada karnını doyururken süt yapacak maddeyi de yüklenmiş oluyordu.Sahibine nakliye masrafı fatura etmiyorlardı.Bilinen şeker fabrikaları gittikçe deforme olup bakım isterken, bu süt fabrikacıkları her yıl kendisi gibi birkaç fabrika doğurup sahiplerine hediye ediyordu .Nerede görülmüştü böyle ekonomik, çevreci, üretken, tasarruflu, geri dönüşümlü fabrika ?

Kafasındaki tüm soruların cevabı artık güneş gibi apaçık ortaya çıkmıştı.Ruhunun aydınlandığını, kalbinin nurla dolduğunu, aklının ve beyninin ışıklandığını tüm hücrelerinde hissetti.Aradığını bulmuştu.Kainat kitabındaki sayfaları, satırları su içer gibi okuduğunu artık fark etmişti.Her şeyi yaratan, her şeye kadir, şefkatli, merhametli bir Allah, kendisini eserleriyle gösteriyor, tanıttırıyordu.Baş gözüyle değil akıl ve gönül gözüyle görülmesini arzu ediyordu.Diğer varlıklardan farklı olarak insana bilginin ve aklın verilmesi bu sebeptendi .

Bir resmin ressamının var olduğunu altında imza olmasa da aklımızla kabul ediyorduk.Ressamı görmesek de eserinde akıl gözüyle görünüyordu.Bir mimari eseri gezip, incelediğimizde o eseri yapan ustayı, mimarı görmesek de bir mimarı olduğunu akıl gözüyle görüp kabul ediyorduk.Yoksa o taşların kendi kendine bir araya gelerek, bu muntazam ve sanat dolu binayı oluşturmaları aklen imkansızdı.

Şimdiye dek okuduğu kitapların hepsinin de bir yazarı, basıldığı bir matbaası vardı.Hiç bir kitap kendiliğinden oluşmuyordu.Ve her kitabın bir anlamı, ana fikri okuyucuya sunduğu bir mesajı vardı.Bölümleri, paragrafları,satırları ve satırlardaki kelimeleri ve o kelimeleri oluşturan harfleri kendiliğinden bir araya gelip bir kitabı oluşturamıyorlardı..

Nasıl olur da kainat kitabının sayfaları olan gökler, yerler, dağlar, denizler; satırları olan nehirler,ağaçlar, hayvanlar, bitkiler; kelimeleri olan her bir çiçek, koyun, keçi,meyve, yaprak,böcek; harfleri olan moleküller ve atomlar kendiliğinden bir araya gelerek böylesine harika yapılarıyla, intizamlı, düzenli ve disiplinli hareketleriyle , önemli görevler yaparak varlıklarını sürdürebiliyorlardı ?

Hayır , hayır bu işler başıboş olamazdı.
Bütün bu işler başıboş olamadığı gibi , kendisi dahil tüm insanlar başıboş olamazdı.Bir görevi, bir vazifesi olmalıydı.basit bir canlının bile çok önemli vazifeleri olduğuna göre varlıklar içinde en akıllı, en yetenekli olan insanın da bir yaratılış amacı ve görevi olmalıydı. Çocuk sonuca yaklaşmanın mutluluğunu ve hazzını duydu.

Bu görev, her şeyi yaratan, her şeyi idare eden biricik BİR'i tanımak ve O'nun sevgisini kazanmaktan başka bir şey değildi.
Bu düşüncelerle bir kuş gibi hafifledi.Sevinçten uçacak gibiydi. Artık aradığını bulmuştu.

"Allahım! Büyük Allahım ! Şefkatli Rabbim ! Merhametli Yaratanım ! Seni eserlerinden tanıyorum.Seni akıl ve gönül gözüyle görüyorum.Sen her şeyden büyüksün ve sen Tek ve Bir'sin.Bana kendini buldurduğun için sana teşekkür ediyorum."


Artık çocuk , hazine bulmuş bir insanın sevinci ve mutluluğu içindeydi.Bitmeyen , ebediyen kaybolmayan ve ebedi mutluluğu kazandıracak olan gerçek iman hazinesini gönlünde taşıyordu.Akşam güneşi köyün uzak tepelerinin üstünde veda ışıklarını yollarken çocuk ,güneşler güneşini okutan güneş başta olmak üzere hışırdayan ağaçlara, cıvıldaşan kuşlara, esen rüzgara , şırıldayan suya , yerdeki otlara, meleyen kuzulara, miyavlayan kedilere, gıdaklayan tavuklara, havlayan köpeklere her şeye birer dost, birer arkadaş, birer kitap gözüyle bakarak selam vererek eve dönüyordu.Yarın bir başka kitabın kapağını açacaktı...

www.risalecocuk.com

 
Üst