Allah ile aldatmak isteyenler - islamoğlu ve 3 muhammed kitabı

yozgati

Well-known member
ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın çelişkilerini/tenâkuzlarını ve Müslümanlara attığı çamurları yaza yaza bitiremiyorum.

Tabii ki siz de okuya okuya bitiremiyorsunuz. Bu kitabı baştan beri okuyanlar, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın yazarının ismini ezberlemişlerdir. Artık ismini yazmaya bile ihtiyaç duymadığım yazarın kitabı, sonundaki “Kaynakça”sıyla beraber 292 sahife. Ben şu anda kitabın 146. sahifesindeyim.

Yazar, bu sahifede lafı velilerin büyüklerinden Muhyiddin-i Arabî kuddise sirruh Hazretleri’ne getirerek, “Pisagorcu Hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiş olan İbn Arabî…” diye söze başlıyor.

Gayesi baştan belli; karalamak. Ama bir bahane bulması lâzım. Buluyor da…
Mübârek zatın, “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi ki…” sözünü ele alıyor. Bu sözü şöyle değerlendiriyor:

“Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Çünkü, ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar ve ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi…”
Yazar, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin böyle söylemekle kendisini peygamber gibi gördüğünü söylemek istiyor. Ama onu tenkit edeceğim derken daha ilk adımda kendisi yanlışa düşüyor.

Önce şunu hatırlatalım:

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, yanlış kanaatlara sahip olacaklarını bildiği için, kendisini anlamayanların, eserlerini okumalarını zaten uygun görmüyor. Zira tasavvufun tadından tatmayanlar, tasavvuf erbabının sözünü de anlayamazlar. Onun için, Bay Yazar’dan da Muhiddin-i Arabi Hazretleri’ni anlaması beklenmez.

Ancak, yukarıdaki “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözü, öyle derin mânâlar taşıyan bir söz olmadığı için anlaşılmayacak bir söz değil. Mübârek zatın ne dediği, ne demek istediği ortada. Bunu anlamak için azıcık ilim, azıcık dikkat ve en önemlisi azıcık iyi niyet yeter. Yeter ki, okuyan iyi niyetle okusun ve okuduğunu anlayabilecek bir kabiliyete sahip olsun.
Ama Bay Yazar anlayamıyor veya anlamak istemiyor, onun için de tenkide yöneliyor. Anlayamadığına göre, acaba onda eksik olan ne? İlim mi, iyi niyet mi yoksa anlama kabiliyeti mi?

Eksik olan hangisi olursa olsun, bu hal, İslam topluluğunu, “Anlama problemi hastalığı taşımakla” suçlayan bu yazara, hiç mi hiç yakışmıyor. Ve bilmiyor ki kendisi aynı hastalıkla ma’lûl…

“Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünü ele alan Yazar, kendince değerlendirmeye kalkışarak, “Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyerek gülünç duruma düşüyor.

BU GÜLÜNÇ HALİ İBRETLİK…

Eğer sıradan bir kimse olsaydı, onun böyle bir anlama problemi hastalığına düşmesi normal görülebilirdi. Dolayısıyla ne gülünç duruma düşmüş olurdu ne de biz kendisine gülerdik.

Gel gör ki, bu şahıs kendisini öyle yüksek bir yerde görüyor ki, Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek ve o meydanda söz sahibi olmak iddiasıyla ortada perende atıyor. Tarihteki derya gibi İslam âlimlerini –haddi olmadığı halde, haddini aşarak- dalga geçerek tenkit etmeye kalkışıyor. İslam fıkhını altüst etmek için de var gücüyle çalışıyor.

Öyleyse, biz de onun bu yanlışlarını hem tenkit edeceğiz hem de gülünecek haline gülebildiğimiz kadar güleceğiz.

Şimdi gelelim Bay Yazar’ın anlama problemli hatasına ve gülünç haline:
Yazar bir kere, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünden, onun kalbini okumaya kalkışıyor ve “Bana vahiy geldi” demek istediğini iddia ediyor. Buna itiraz olarak da, “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyor.

Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek iddiasındaki bir kişinin böyle bir değerlendirmeye gitmesine sadece gülünür. Çünkü, vahiy alanlar sadece peygamberler değildir. Buna birçok âyet delildir.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

a) “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve (halkın sizin için) kurdukları çardaklardan (göz göz) evler edin.” (Nahl sûresi, âyet: 68)
b) “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.” (Fussılet sûresi, âyet: 12)
c) “Çünkü şüphe yok, Rabbin ona (yeryüzüne) vahyetmiştir.” (Zilzal sûresi, âyet: 5)
d) “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ki ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu.” (Enfal sûresi, âyet: 12)
Demek ki, Rabbimiz bal arısına da, göklere, yeryüzüne ve meleklere de vahyetmiş.
Yani, Bay Yazar “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” derken, sadece fena halde yanılmakla kalmıyor, Kur’an ilminden bîbehre ve âyetlerden bîhaber olduğunu da ortaya koymuş oluyor.

Sadece bu yanlışıyla kalsa iyi. Peygamberler hakkındaki, “Ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi” sözü de yanlış…

Cebrâil Aleyhisselam, Allah ile peygamberleri arasında Allah’ın kelamına aracılık etmemiş midir?

Böyle sayısız yanlışlarına bakmadan, bir de Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni İslama zıt fikirlerle suçlaması yok mu, eh bu kadar olur yani…
Ama o hâlâ hızını alamıyor ve kendi haline bakmadan Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni aynı sahifede acımasız bir şekilde, İslam dışı bir vasıfla, kâhinlikle, kehânette bulunmakla suçlamaktan geri kalmıyor.

KENDİ SIĞ BİLGİSİNE BAKMADAN…

İnsan, âlimlerin eserlerini tenkit niyetiyle ve sığ bir bilgiyle okursa aklı tabii ki o eserlerdeki derin bilgileri kavrayamaz. İyi niyetli kimselerin yapacağı şey, İslam âlimlerine karşı kılıç sıyırıp hücum etmek değil, anlamakta güçlük çektiği meseleleri anlamaya çalışmaktır.
Yapılması gereken bu olduğu halde, bir kimse anlama eksikliğiyle kalmayıp okuduklarına bir de itiraz ederse ona ne demeli bilmem? Bay Yazar’ın hali işte bu.

Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir sözünü okumuş, bilgi eksikliğinden dolayı anlayamamış, oturup bilgisizliğini gidermek için çalışmak yerine basmış itirazı. İtiraz ettiği söz şu:

“Allah’ın büyük kulları, kendi zamanlarında nübüvvet devrine nisbetle nebiler mesabesinde olmaktadır.”

Bay Yazar, eğer Peygamberimiz’in “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifini ve “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadisini öğrenip içine sindirebilseydi, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin sözünün bu hadis-i şeriflere ters düşmediğini bilir ve ilim sahibi olmayanların bile düşmeyeceği böyle basit yanlışlara imza atmaz ve gülünç duruma düşmezdi…

BİR GÜLÜNÇ HAL DAHA…

Başka bir konu:
Değerli okuyucu! Felsefe ayrı İslam ayrıdır. Çünkü İslam ilâhîdir felsefe ise insânî. Onun için İslam itikadı, felsefeyle taban tabana zıttır. Onun için, İslam itikad / inanç kitaplarında, sıkı sık “İslam âlimleri şöyle diyorlar, felsefeciler ise şöyle söylüyorlar” cümlelerine rastlanır.

Din, geldiği toplumun hayatını Allah’ın istediği şekilde değiştirme gayesini güttüğü halde, felsefede bu yoktur. Nitekim Bay Yazar da, “Felsefe doğası gereği hayatı değiştirme iddiası taşıyamaz” diyerek bu gerçeği kendisi de kabul ediyor. (Üç Muhammed, sa: 148)

Ediyor etmesine de, tenakuzlardan / çelişkilerden bir türlü kurtulamadığı için, aynı sahifenin ilk satırına “Çağdaş bir İslam felsefecisi” tabirini oturtarak, bir tenakuza daha imza atıyor, tenakuz yumağına bir yenisini daha ekliyor ve bir defa daha gülünç duruma düşüyor.

PEYGAMBERİMİZ’İ İNKÂR EDENİN KÂFİR OLDUĞUNDA ŞÜPHE Mİ VAR?..

Dinlerarası Diyalog fedaileri, “Peygamberimiz’e inanmayanların da cennete gideceklerini” söylüyorlardı, Mustafa İslamoğlu nâm yazar ise, “Peygamberimiz’in peygamberlik misyonunu yok sayanlar” hakkında tereddütte; kesin hüküm veremiyor yani.

Bakın ne diyor:

“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)

Gördünüz mü büyük tefsircinin(!) yazdıklarını!!!

Kur’an-ı Kerim, birçok âyette Peygamberimiz’e inanmayanların kâfir olduklarını açık açık bildirdiği halde, Bay İslamoğlu aksi iddiada bulunarak “Bu mesele tartışmalıdır” diyor.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de, kendisinin peygamberliğini kabul etmeyenlerin imansız olup cehennemde ebedî olduklarını birçok hadis-i şeriflerinde bildirdiği halde, Mustafa İslamoğlu, “Böyle kimselerin Müslümanlıkla ilgilerinin tartışmalı olduğunu” söylüyor.
Değerli okuyucu! Öyleyse ben de soruyorum:
Bu durumda bu zat neye ve kime karşı çıkmış oluyor?
Neyin ve kimin verdiği karara itiraz etmiş oluyor?
Onu ben söylemeyeyim siz söyleyin…

HİÇ “İLİM-MİLİM BOŞ” DİYEN MÜSLÜMAN DUYDUNUZ MU?..

Yazarın Üç Muhammed isimli kitabında şöyle bir başlık var:
“ÜÇ DİSİPLİN VE ÜÇ AYRI PEYGAMBER TASAVVURU” (Sa: 194)

Yazar, bu başlık altında, örnek olarak Ebû Zerr radıyallâhü anhten şu hadis-i şerifi naklediyor:

“Rasûlüllah ile birlikte, gün batımı vaktinde mesciddeydim. Bunun üzerine o dedi ki: “Güneşin nereye battığını biliyor musun?” Ben de “Allah ve Elçisi doğrusunu bilir” dedim. Bunun ardından dedi ki: Allah’ın hükümranlığı altında (tahte’l-arş) secde etmeye gitti. İşte yüce Allah’ın “Ve güneş de kendine ait sabit bir güzergâhda akıp gider; bu, İzzet sahibi ve Her Şeyi Bilen’in iradesinin sonucudur.” (36.38)

Buradaki cümle düşüklüğü Mustafa İslamoğlu’na ait. Ben sadece naklediyorum.

Yazar, yukarıda okuduğunuz hadis-i şerifle alâkalı olarak, “Bu haber karşısında, farklı düşünce yapılarına mensup insanların alabilecekleri muhtemel tavırları dört maddede toplayabiliriz” deyip değerlendirmeye geçiyor. Bu dört gurup içinde, kitap boyunca en çok kafa taktığı kimseler, kendi isimlendirmesiyle “Yüceltmeci tavır”a sahip müslümanlardır.
Yazar kimseden bir şey duymadığı halde, kendi tahmin, muhayyile ve kurgusuna göre bu kimselerin yukarıdaki hadis-i şerif hakkında şöyle söyleyebileceklerini yazıyor:

“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem söylemişse öyledir, ben bunu bilir buna inanırım; bilim milim boş. Güneş secde etmeye gitmiştir.” (Sa: 195)
İslamoğlu burada, Peygamberimiz’in her söylediğine kayıtsız şartsız inanan kimseleri basit göstermek için bir kurnazlık yapıyor. Böyle kimselerin ilme bilime değer vermeyecek kimseler olduğunu îmâ ediyor.

Halbuki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” diyen bir insan, “Bilim milim boş” der mi hiç? Ama kurnaz yazarımız, Resûlüllah’ın her sözüne inanan kimseleri işte böyle göstermek gayretinde.
Bir müslümanın, “Resûlüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”demesinden daha normal ne olabilir?

Peygamberimiz Mirac’dan döndükten sonra, müşrikler Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’e gidip, “Seninki ne diyor biliyor musun? Bu gece Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıktığını söylüyor” dediklerinde, O, “Bu söylediklerinizi o mu söylüyor?” diye sordu. Müşrikler, “Evet o söylüyor” dediklerinde, Hazreti Ebûbekir, “O söylüyorsa doğrudur” demiş, bunun üzerine kendisine “Sıddık” ünvanı verilmiştir.

Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in tavrında görüldüğü gibi, bir müslümanın, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” demesi zaten imanının gereğidir. Diğer Müslümanlara düşen de böyle söyleyen müslümanı küçümsemek değil takdir etmektir…

Ama İslamoğlu hiç de öyle yapmıyor. Aksine, böyle söyleyeceğini kabul ettiği Müslümanları, “Bilim milim boş” diyecek olan câhil ve anlayışı kıt kimseler olarak tanıtıyor. Demek istiyor ki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”diyecek olanlar, “Bilim milim boş” diyecek olan basit kimselerdir.

NASIL OLMALIYMIŞ?..

İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerif karşısında müslümanın tavrının nasıl olması gerekteğini “Makul mü’min tavrı” başlığıyla şöyle izah ediyor:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım. Orda da sorun yoksa o zaman bizde bir anlama problemi” var demektir; anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim.” (Sa: 195)

Değerli okuyucu!

Son kısım hariç buna kim itiraz edebilir!.. Keşke imkanımız olsa da araştırsak…

Önce yazarın sözünün, kabul etmediğimiz son kısmından başlayalım. Orada, “Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” demek icap ettiğini söylüyor. Kendince kurnazlık yapıyor ama gülünç duruma düştüğünden haberi yok.
“Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” ne demek? Herhangi bir hadisi bir ömür boyu anlamazsak kabul etmeyecek miyiz??? O zaman anlaşılmıyorsa, beklemekle anlaşılacak mı?

İslamda; sebep ve hikmetini anlayamadığımız bir sürü mesele var. Her meseleyi araştırıp anladıktan sonra mı kabul edeceğiz? Buna ömür yeter mi? Anlayamadıklarımızı ret mi edeceğiz?

Bize düşen, anlasak da anlamasak da gerçeklere teslim olup önce toptan kabul etmektir. Sonra Allah lütfeder onların hikmetlerini anlatırsa ne âlâ. Anlatmazsa, anlamadan da inanır kabul eder ve öyle yaşamaya devam ederiz.
Çünkü dinimiz teslimiyet dinidir. Bâtıla ve düşmana değil gerçeğe teslimiyet…
Yazar, hadis-i şerifi hemen kabul etmeyip önce şöyle denilmesini istiyordu:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”

RESÛLÜLLAH’A İTİMADIMIZ YOK MU?..

Buna kimsenin bir şey diyeceği olmaz da, kurnazlık yapmaya da lüzum yok Bay İslamoğlu.

Çünkü:

İslam dini yeni gelmiş değil. Dolayısıyla hadis-i şerifler 14 asır önce söylenmiş olan Peygamber sözleridir. 14 asırdır da biliniyor. Bütün hadis-i şerifler hakkında, çoktan “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” denilmiş, araştırılmış ve hadisler nakd-i rical, metin ve râvi tenkidini geçmiş ve Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bulunuyor.

Bunun böyle olduğunu siz da bal gibi biliyorsunuz. Bildiğiniz halde, 14 asır sonra ne düşünceyle bu meseleyi hâlâ kurcalayarak “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” diyorsunuz?

Dediğim gibi, zaten araştırılacağı kadar araştırılmış.

Hani siz hadisleri dışlayanları tenkit ediyordunuz?
Ne oldu da 14 asır sonra kendiniz böyle bir araştırmaya tekrar ihtiyaç duyuyorsunuz?
Yoksa, “Eski âlimlerin yaptıkları kâfi değil; hadisler yeni baştan tekrar araştırılmalı. Onu da yapsak yapsak biz yaparız” mı demek istiyorsunuz?
Doğrusu teklifinizden ciddi mânâda işkilleniyorum. Çünkü, baksanıza bir hadis-i şerifin Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğru olmasını kafi görmüyor, ondan sonra “Doğru olsa bile bu metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım” diyorsunuz.

Buyurun araştırın, ama bir hadisin Hazreti Resûlüllah tarafından söylendiği kesinse siz daha neyi araştıracaksınız?

Hâşâ, Hazreti Resûlüllah’ın sözünün Kur’an’a ve ve fiilî sünnete ters olup olmadığını mı?

Hazreti Resûlüllah’ın, sözünün fiiline ters düşmesi mümkün mü?
Resûlüllah’ın, söylediği başka yaptığı başka olabilir mi ki, onun ağzından çıkan bir sözün kendi yaptığına da uyup uymadığına bakacaksınız?
Hazreti Resûlüllah’ın sözü özü bir olmayacaksa kimin olacak?

Siz Hazreti Resûlüllah hakkında böyle bir ihtimal mi görüyorsunuz ki, “Söylediği kesinse fiilî sünnete yani yaptığına uyup uymadığına da bakılması gerektiğini” söylüyorsunuz?

Bu nasıl bir Müslüman tavrıdır Allah aşkına?

İslam tarihinin herhangi bir safhasında böyle bir tavrın olduğuna, böyle bir müslüman tavrının bulunduğuna dair bilgi sahibi olan varsa Allah rızası için bildirsin…

Teklifim aynı zamanda, Sayın İslamoğlu’na:

Sayın İslaomoğlu!

Peygamberimiz’den beri, hadis-i şerifler hakkında, sünnî olsun şiî olsun, sizden başka böyle bir teklifte ve itirazda bulunan kimse olmuş mudur?
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Eğer bir dinde tahribat yapmak istiyorsan kutsallarına değil onu kutsallarına götürecek kaynaklarını bozmalı veya safdışı etmelisin. Bir yabancı profesör bir hükümeti al aşağı etmek düşürmek için "önce elindeki kurumları kendi tarafına çekeceksin sonra hükümet kendiliğinden düşer" söylediği bu söz bu oyuna ışık tutmakta. Hristiyan ve Yahudi din adamlarının da bu oyunları müslüman olduktan sonra ikrar ettiklerini zaman zaman Youtube aracılığı ile görüyoruz..

Mesela bundan bir kaç yıl önce Amerikada Furkan ismi ile Kur'an adı altında bir tahrifat daha yapmaya çalıştılar ancak tutmadı çünkü imanın şartlarını direk tahrif ederseniz o şartlara inananlar sizin yaptıklarınızın peşine takılmaz bilakis hepsinin tepkisini alırsınız. Ancak o şartların gerekliliklerini izah eden ve insanları o şartları inanmaya sevk eden islam kaynaklarını eserlerini ve alimlerini tahrip ve tahrifat ederseniz zafer kazanmasanız bile büyük darbe vurmuş olacaksınız. Adamlar bu tespiti yapmışlar ve taa o haçlı seferleri zamanında başlamışlar bu oyuna..

Ancak ehli iman böyle ehemmiyetsiz oyunlara tevessül etmedikleri için diğer dinlerde böyle entrika ve oyunları görmek mümkün değil. Ama onlar zaten kendi içlerinde de bu entrikaları sahnelendiriyorlar. Ta ki bir incili bıraksınlar diğer incili alsınlar ama kur'anı almasınlar..

Nitekim günümüzde ise Risale-i Nur Eserlerinin sadeleştirilmesini bir hizmet olarak telakki edenler ise maalesef bu büyük oyuna alet olmaktalar ve islam düşmanlarının ekmeklerine yap sürmekteler.. İnşaallah çok geç olmadan hatalarından dönerler..

Onun için bu oyunların en açığı ancak insanlarımız büyük fotoğrafı görmekten ziyade küçük fotoğraflara baktığı için islam aleminde oynanan bu oyunları maalesef görememekte..
 

yozgati

Well-known member
evet, Rasulü Ekrem asm'a hakaret eden ve ali şeriati gibi adamların eserlerinin tercüme edilerek ali şeriati gibi bir herifin asm'a hakaretlerini dillendiren ve mezhepsizlerin ortada cirit attığı bir dönemde.. İLMİN MAKAMININ YÜKSEK KENSİNİN İSE AŞAĞIDA OLDUĞUNU VE BİZ İLMİN RİSALELERİN MAKAMINA ÇIKAMIYORUZ O SUKUT ETTİN AŞAĞIYA İNSİN MANASINDA SADELEŞTİRMEKTE ALÇAKÇA BİR HAREKETTİR.
 

Huseyni

Müdavim
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım.Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”


İslamoğlu ilk cümleyi söyledikten sonra "Eğer o doğruysa ve ben bunu anlamakta zorlanıyorsam, nasibimin buraya kadar olduğunu gösterir" demesi lazımdı. Zaten Hazret-i Ebubekir r.a. efendimizin "O a.s.m. söylemişse doğrudur" manasındaki sözü imanın ölçüsü konusunda net fikir veriyor. Demek ki İslamoğlu o zamanda yaşasaydı ve kafirler ona, Peygamberimizin aleyhissalatü vesselamın Mi'raca gidip geldiğini söylediğini anlatsalardı "durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber'e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra bu sözün Kur'ana ve fiili sünnete uygunluğunu araştıralım" diycekti herhalde. Hadis doğruysa, söylenen fıtri olarak doğrudur, ille mantığına uyacak diye bir kaide mi var ? Anlamıyorsan, kafana uymuyorsa, Bediüzzaman gibi dahiler gelmiş, müctehidler gelmiş, sünnet alimleri gelmiş. Bari onların ilminden istifade et. Mesela dünya öküz ve balığın üzerinde midir değil midir ? Üstad noktayı koymuş. Sonra 70 yıldır yuvarlanan bir taşın cehenneme düşmesi hadisini tabir etmiş..Herşeyi aklınla anlıycaksan Allah sana neden sadece akıl vermekle bırakmamışta, kalp, ruh gibi latifeleri vermiş. Hem Peygamberliğin tasdiki gerçekleştikden sonra ayrı bir delile bakmakta ne demek ? Allah tebliğle vazifelendirdiği kuluna çelişkili söz söyletir mi ? Onu a.s.m. ta küçüklüğünden beri her türlü gayrı ahlaki şeylerden muhafaza eden Hafîz olan Allah, peygamberliğini verdikten sonra mübarek ağzından çıkacak yanlış bir sözden muhafaza etmez mi ? Akıllıyız diye geçinenler "cezalar amel cinsindendir" kaidesince o amelleri ile maskara olurlar. Şekil a da görüldüğü üzere aklıyla maskara olurlar..
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım.Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”


İslamoğlu ilk cümleyi söyledikten sonra "Eğer o doğruysa ve ben bunu anlamakta zorlanıyorsam, nasibimin buraya kadar olduğunu gösterir" demesi lazımdı. Zaten Hazret-i Ebubekir r.a. efendimizin "O a.s.m. söylemişse doğrudur" manasındaki sözü imanın ölçüsü konusunda net fikir veriyor. Demek ki İslamoğlu o zamanda yaşasaydı ve kafirler ona, Peygamberimizin aleyhissalatü vesselamın Mi'raca gidip geldiğini söylediğini anlatsalardı "durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber'e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra bu sözün Kur'ana ve fiili sünnete uygunluğunu araştıralım" diycekti herhalde. Hadis doğruysa, söylenen fıtri olarak doğrudur, ille mantığına uyacak diye bir kaide mi var ? Anlamıyorsan, kafana uymuyorsa, Bediüzzaman gibi dahiler gelmiş, müctehidler gelmiş, sünnet alimleri gelmiş. Bari onların ilminden istifade et. Mesela dünya öküz ve balığın üzerinde midir değil midir ? Üstad noktayı koymuş. Sonra 70 yıldır yuvarlanan bir taşın cehenneme düşmesi hadisini tabir etmiş..Herşeyi aklınla anlıycaksan Allah sana neden sadece akıl vermekle bırakmamışta, kalp, ruh gibi latifeleri vermiş. Hem Peygamberliğin tasdiki gerçekleştikden sonra ayrı bir delile bakmakta ne demek ? Allah tebliğle vazifelendirdiği kuluna çelişkili söz söyletir mi ? Onu a.s.m. ta küçüklüğünden beri her türlü gayrı ahlaki şeylerden muhafaza eden Hafîz olan Allah, peygamberliğini verdikten sonra mübarek ağzından çıkacak yanlış bir sözden muhafaza etmez mi ? Akıllıyız diye geçinenler "cezalar amel cinsindendir" kaidesince o amelleri ile maskara olurlar. Şekil a da görüldüğü üzere aklıyla maskara olurlar..

Bu araştırma içinde muteber kabul edilen buhari ve tirmizi gibi hadis alimlerin kitablarında dahi hadis-i şerif olmayan hadisler var onun için araştırıyoruz diyorlar. Daha kendileri o hadis alimlerin safına çıkamamız kalkmış birde araştıracam diyor. Herneyse böyle safsata ile başlıyor sonra verip veriştiriyor dinleyenler ise ne büyük hoca diyor..
 

Huseyni

Müdavim
Bu araştırma içinde muteber kabul edilen buhari ve tirmizi gibi hadis alimlerin kitablarında dahi hadis-i şerif olmayan hadisler var onun için araştırıyoruz diyorlar. Daha kendileri o hadis alimlerin safına çıkamamız kalkmış birde araştıracam diyor. Herneyse böyle safsata ile başlıyor sonra verip veriştiriyor dinleyenler ise ne büyük hoca diyor..

Dünya imtihan dünyası, Allah niyete göre meşguliyet veriyor. Bilmiyor ki meşguliyeti sonunu hazırlıyor..Bu tür hocalar en çok psikolojik olarak etkiliyorlar insanları. Şahsen böyle hatalarını çeşitli ortamlarda öğrenmezden evvel, kendim dahi İslamoğlunu hoca diye dinlediğim zamanlar olmuştur. Şükür Allaha aklımızı, kalbimizi ona meylettirmedi.. Sonsuz elhamdülillah..
 

yozgati

Well-known member
Bu araştırma içinde muteber kabul edilen buhari ve tirmizi gibi hadis alimlerin kitablarında dahi hadis-i şerif olmayan hadisler var onun için araştırıyoruz diyorlar. Daha kendileri o hadis alimlerin safına çıkamamız kalkmış birde araştıracam diyor. Herneyse böyle safsata ile başlıyor sonra verip veriştiriyor dinleyenler ise ne büyük hoca diyor..


Hadisi hamzedemeyenin hadisten bahsetmesi ne kadar komik değil mi? sap saman hikayesi gibi. Buharide tek hadis var o da: benden yalan bir şey ileten cehennemde yerini yapsın. hadisi sahih kabul ediyorlar
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Dünya imtihan dünyası, Allah niyete göre meşguliyet veriyor. Bilmiyor ki meşguliyeti sonunu hazırlıyor..Bu tür hocalar en çok psikolojik olarak etkiliyorlar insanları. Şahsen böyle hatalarını çeşitli ortamlarda öğrenmezden evvel, kendim dahi İslamoğlunu hoca diye dinlediğim zamanlar olmuştur. Şükür Allaha aklımızı, kalbimizi ona meylettirmedi.. Sonsuz elhamdülillah..

Dediğiniz gibi bu gibi adamları piyasaya sürerken elini diline dikkat et seni konuşup reklamını yapsınlar diyor ün kazandıktan sonra istediğini serer serpersin. Nitekim Yaşar Nuri Öztürkde öyle değilmiydi? Bunun gibi hoca kılıklı piyasa da çok var ehli sünnet ve cemaat ve hususan mümin yazarlar bunları teşhir etmeli sözlerini ve konuşmalarını tespit ederek safdışı bırakmalılar..
 

Kýrýk Testi

Well-known member
Dinlerarası Diyalog fedaileri, “Peygamberimiz’e inanmayanların da cennete gideceklerini” söylüyorlardı, Mustafa İslamoğlu nâm yazar ise, “Peygamberimiz’in peygamberlik misyonunu yok sayanlar”

ÜMIT KESMEZ
Son günlerde, “Sizler, şunu-bunu, Peygamber’i kabul etmeyeni de Cennete sokuyorsunuz!” diye ısıtılarak yeniden “servis” yapılan bir konu var. Şunu herkes bilmeli ki Efendimiz’in risâletini duyduğu halde bilerek O’nu kabul etmeyen, Cennet yüzü göremez!
Kaldı ki peygamber olduğu sarih nasslarla tebeyyün etmiş olan peygamberlerden herhangi birisini bile inkar eden insan da Cennete giremez. Mesela Hazreti İbrahim, Hazreti Musa veya Hazreti İsa gibi peygamberlerden birisini inkar eden, imandan mahrum kalır ve bu mahrumiyetin onu götüreceği yer de bellidir! Zaten bugün bunu iddia eden hiç kimse yok; varsa da, boşa konuşuyor demektir! Ancak bunu demediği halde “dedi” diyenlerin de mü’mine “iftira” atıp “fitne” ürettiklerini, Kur’ân’ın ifadesiyle adam öldürmekten daha büyük bir suç işlediklerini bilmeleri gerekir.
“Kim, ‘Lâ ilâhe illallah’ derse, Cennete girer!” mealinde ve aynı muhtevayı ifade edene yüzlerce hadis vardır. Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere en temel hadis kaynaklarından birisine müracaat eden herkes bunu görebilir. Hatta bazı kaynaklarda bu beyan, “Kudsi Hadis” olarak rivayet edilmektedir. Mü’min olarak bizim yapmamazı gereken, meseleyi başka alanlara çekip saf zihinleri bulandırmak değil, bu beyanlarıyla Efendimiz’in ne demek istediğini anlamak için gayret etmemiz gerekmektedir. Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere en temel kaynaklarımızda, “Kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse Cennete girer!” [1] şeklinde Efendimiz’e ait bir hadis yer almaktadır. Üstelik Buhârî ve Müslim gibi en temel hadis kaynaklarında bu ifade, Efendimiz’in şefaat talebine karşılık bizzat Cenâb-ı Hakk’ın beyanları olarak, yine Allah Resûlü tarafından bize intikal ettirilmektedir.[2] Bazı kaynaklarda ise aynı ifadenin, vahiy meleği Cebrâil tarafından Habîb-i Kibriyâ Hazretlerine söylenmiş bir söz olduğu bilgisi de yer almaktadır. Hatta bunu duyan Habîb-i Kibriyâ’nın, “Zina etse, hırsızlık yapsa da mı?” şeklindeki taaccübüne karşılık yine Cibrîl’in, “Evet, zina etse, hırsızlık yapsa da!” dediği ifade edilmektedir. [3] Söz konusu beyan, hadis kaynaklarında daha farklı ifadelerle de zikredilmiştir; bunlardan bazıları şunlardır:
“Dünyadan son sözü ‘lâ ilâhe illallah’ olan Cennete girer!” [4] , “Sadece O’nun rıza ve hoşnutluğunu düşünerek kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse Allah (celle celâlühü) ona Cehennem’i haram kılar.” [5], “Kim ‘lâ ilâhe illallah’ derse, bu sözünden dolayı Allah (celle celâlühü) ona Cennet’i vacib kılar ve yine bu sözü sebebiyle onu Cehennem’den kurtarır!” [6], “Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illallah’ı telkin edin; zira dünyadan ayrılırken son sözü bu olan Müslüman bir kimseye Allah (celle celâlühü), Cehennem’i haram kılar.” [7], “Kalbinde imandan zerre miskal olan kimse Cehennem’den çıkar!” [8], “Kim, Allah’a şirk koşmadan O’na mülaki olursa Cennete girer!” [9], “Kim ‘lâ ilâhe illallah’ der ve Allah’tan gayrı her türlü ma’budu inkar ederse, mal ve kanı masumdur; hesabı ise Allah’a aittir.” [10], “Kim, ‘lâ ilâhe illallah’a şehadet ederek ölürse Cennete girer!” [11], “Allah’a şirk koşmadan O’na mülaki olan Cennete girer!” [12], “Kim, ‘lâ ilâhe illallah’ı bilerek ölürse Cennete girer.” [13], “Kim, içten bir yakîn ve kalbden bir ihlasla ‘lâ ilâhe illallah’ diye şehâdet ederse Cehennem’e girmez veya Cennete girer. (Cennete girer ve ona Cehennem dokunmaz!) [14], “Kıyâmet Günü’nde insanların en bahtiyar olanı, kalbi veya nefsi itibariyle gönülden ‘lâ ilâhe illallah’ diyendir.” [15] ve “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Allah’a ibadet etmeleri ve O’na şirk koşmamalarıdır; kulların Allah üzerindeki hakları ise, O’na herhangi bir şeyi şirk koşmayana azâb etmemesidir!” [16]
Bazı kaynaklarda, bineğinin arkasına bindirdiği bir sırada Hazreti Muâz’a Efendimiz’in, “İnsanları, ‘Kim Allah’a herhangi bir şeyi şerik koşmadan ölürse Cennete girer!’ diye müjdele.” dediği rivayet edilmektedir. [17] Bunun başka örnekleri de vardır; mesela ashabıyla birlikte oturduğu günlerden birisinde Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), “Size müjdeler olsun ve bu müjdeyi başkalarına da ilan edin ki gönülden gelerek ‘lâ ilâhe illallah’ diyen Cennete girer!” buyurunca ashâb-ı kirâm hazretleri dışarı çıkmış ve insanlara bu müjdeyi vermeye başlamışlardı. Müjde verdikleri arasında Hazreti Ömer de bulunuyordu ve bunu duyar duymaz o, “Bunu size kim söyledi?” diye karşı çıktı. Bunun üzerine Efendimiz’in huzuruna döndüler. Onlara, “Sizi yolunuzdan çeviren de kim?” diye sordu; “Ömer!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Onları niye çevirdin yâ Ömer?” buyurdu. O da, “İnsanlar buna güvenir de amel işlemez yâ Resulallah!” cevabını verdi. [18]
Ebû Zerr Hazretleri’nin rivayet ettiği hadis de aynı hakikatı ifade etmektedir; “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ‘lâ ilâhe illallah’ demiş olarak ölen kimse Cennete girer!” buyurdu. Bunun üzerine ben, “Zina etse, hırsızlık yapsa da mı?” diye sordum; “Evet, zina etse, hırsızlık yapsa da!” buyurdular. İstiğrâb edip de aynı soruyu dördüncü kez sorduğumda bana, “Ebû Zerr’in rağmına da olsa!” dediler. [19]
Her şeyden önce bu beyanlar, başta Buhârî ve Müslim gibi en temel hadis kaynaklarında yer alan ve farklı kalıplarla yüzlerce kaynağın naklettiği sıhhatli birer hadistir [20]; nebevî bir ifadedir ve bu durumda bize, “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur!” [21] deyip teslim olmak düşer. Aksi halde, Resûlullah’a ait bir beyanı “tekzîb” etme durumuna düşeriz ki bunu bir müslümanın yapması düşünülemez. Zira, söylemediğini Peygamber’e izafe ederek “söyledi” diye O’na yalan beyan isnad etmekle, O’na ait bir ifadenin Allah Resûlü’nün sözü olmadığını iddia etmek aynı şeydir ve Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu türlü kimseler için “Cehennem’deki yerine hazırlansın!” ikazında bulunmaktadır. [22]
İşin bu tarafı kesinlik ifade ettiğine göre bizim, bu beyanlardan kastedilen hakikatı anlamaya çalışmamız gerekmektedir. Aksi halde dün olduğu gibi bugün de yanlış sonuçlar çıkarır ve “sırat-ı müstakim”i temsil etmemiz gerekirken fevri çıkışlarla büyük yanlışlıklara imza atmış oluruz. Öyleyse, “Cennete gitmek bu kadar kolay mıdır?”, “Bu beyanlar, hangi konumdaki insanlar için söylenmiştir?”, “Herkes için söz konusu değilse o zaman ne anlama gelmektedir?”, “İrşad ve tebliğ adına ifade ettiği mana nedir?”, “Sadece Asr-ı Saâdet için mi geçerlidir, yoksa günümüz adına ifade ettiği bir mana var mıdır?” gibi soruların cevabını bulabilmek için şu hususların bilinmesinde zaruret vardır:
1. Söz konusu hadisler, Allah Resûlü’nü tanıyıp bildiği halde O’nu kabul etmeyen veya açıktan O’nu inkar edenleri kapsamamaktadır. Zira Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerin sonuncusudur; O’nunla Allah (celle celâlühü), risâlet kapısını kapatmış ve Kıyâmet’e kadar sadece O’nun hükmünü bâki kılmıştır. [23] Öyleyse O’nun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necât yolu olamaz! Hazreti Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar, O’nu tasdik etmezlerse, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaz; O’nun hakkında yalnız “Lâ ilâhe illallah” kelamı da, sebeb-i necât olan tevhidi ifade etmez. Çünkü bu, cehâletten kaynaklanan bir “adem-i kabul” değil, “kabul-ü adem” ve inkardır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nûra mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. [24]
Zira Allah’a iman yanında Resûlü’ne teslimiyeti de temin etmek, Resûlullah’ın ana hedefidir; O’nun, “İnsanlar, ‘lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah!’ diye şehâdet edecekleri, namazlarını tastamam kılacakları ve zekatlarını verecekleri âna kadar onlarla savaşmakla emrolundum…” [25] mealindeki beyanları da bu hakikati ifade etmektedir. Bilindiği üzere Efendimiz sonrasında halife seçilen Hazreti Ebû Bekir’in, o güne kadar verdikleri zekatı ödemekten kaçınan ve irtidat eğilimleri gösterenlere karşı başlattığı mücadeleye, “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ‘İnsanlar, lâ ilâhe illallah diyecekleri âna kadar onlarla savaşmakla emrolundum! Hakkı istisna olmak kaydıyla, Lâ ilâhe illallah diyen kimse mal ve nefsini koruma altına almış olur; hesabı ise Allah’a aittir.” buyurduğu halde sen onlara nasıl savaş ilan edersin!” diyerek işin başında karşı çıkan Hazreti Ömer, muhatap kitlenin durumunu gördüğünde bu tavrından vazgeçmiş ve O da Hazreti Ebû Bekir’i haklı bulmuştur. [26]
Bu açıdan bakıldığında, hayatı boyunca Allah Resûlü’ne kol kanat gerdiği ve gelen tehlikelere karşı bir kalkan gibi durduğu halde O’nun risâletine muhatap olan, ancak “Muhammedün Resûlullah”ı tasdik etmeyen Ebû Tâlib bile ehl-i necât görülmemiştir. [27] Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, “Lâ ilâhe illallah de ki onunla Kıyâmet Günü’nde sana şehâdet edeyim!” demiş, ancak bu kadar net muhatap olduğu davete olumlu cevap vermediği için kaybetmiştir [28]. Onun içindir ki Cehennem ehlinin azâb yönüyle en hafifinin anlatıldığı hadislerde kastedilen kişinin Ebû Tâlib olduğunu ifade eden bizzat Allah Resûlü’nün kendisidir. [29]
Efendimiz’in amcası ve O’na en çok yardım eden birisi olarak Ebû Tâlib’in durumu böyle olunca aynı davete muhatap olduğu halde onu kabul etmeyen kimsenin halinin ne olacağı açıktır! Öyleyse sözünü ettiğimiz hadislerin bu durumdaki insanlar için serdedilmediği de tebeyyün etmektedir.
2. Şu da bir hakikattir ki hadislerde yer alan “lâ ilâhe illallah” sözü, bir “alem”dir ve “Muhammedün Resûlullah” hakikatını da ihtiva etmektedir. Yani, “lâ ilâhe illallah” kelime-i mübarekesinden maksat “kelime-i tevhid”in ikinci kısmını da kabul olduğu için bunu demekle aynı zamanda “Muhammedün Resûlullah” da denilmiş kabul edilmektedir. [30] Zira kelime-i şehadetin iki kelamı birbirinden ayrılmadığı gibi birbirini hem ispat hem de birbirini tazammun eder ve birisi diğeri olmadan olmaz! [31]
Efendimiz’in konuyla ilgili beyanlarının bütününe bakıldığında O’nun, ‘lâ ilâhe illallah’ hakikatına davet ederken maksadının, aynı zamanda ‘Muhammedün Resûlullah’ı da kapsadığı anlaşılmaktadır. Zira aynı veya benzer beyanlarını serdederken sadece “lâ ilâhe illallah” beyanıyla iktifa ettiği gibi bazen buna “Muhammedün Resûlullah”ı da eklediği görülmektedir. [32]
Tabiîn’in büyük imamı Hasan Basrî’ye, “Bazıları, ‘lâ ilâhe illallah diyen Cennete girer!’ diyor, bu işe sen ne diyorsun?” diye sorulduğunda o, “Kim onu söyler, hakkını verir ve muhtevasını yaşarsa Cennete girer!” cevabını vermiştir. Büyük imam Vehb İbn-i Münebbih’e de, “Cennet’in anahtarı ‘lâ ilâhe illallah’ değil mi?” diye sorulmuş, o da önce, “evet” dedikten sonra bunu, “Fakat her anahtarın dişleri olur; eğer elindeki anahtarın dişleri varsa sana kapılar açılır, ancak dişleri olmayan bir anahtarla sana kapı açılmaz!” diyerek cevaplandırmıştır. [33]
Aynı hakikatı son dönem ulemasından Ahmed Naim, “lâ ilâhe illallah” kelime-i tayyibesi, “Muhammedün Resûlullah”ı da mutazammın ve kelimeteynin mecmuuna alem gibi olduğu için yalnız bu kadar ile iktifa olunmuştur. Yoksa risalet-i celile-i Muhammediye’yi tasdik etmeksizin Cehennem’den necât olamayacağı nusûs-u kâtıa ile malumdur. [34]” şeklinde ifade etmektedir.
3. Îmândan maksat, kemal noktasıdır ve “Birisini öldürdüğü zaman kâtil, mü’min değildir; zina ettiği zaman zânî, mü’min değildir; birşeyler aşırdığı zaman hırsız, mü’min değildir ve içtiği zaman sarhoş da, mü’min değildir!” [35] gibi beyanlar, “kâfir”dir anlamına gelmemekte, bu fiillerin işlendiği esnada kemâl noktasında bir imanın olmadığını ifade etmektedir. Hatta Abdullah İbn-i Abbâs, bu esnada onlardan iman nurunun çıkarıldığı yorumunu yapmaktadır. [36] Başka bir yorum olarak ulemâdan bazıları, bu fiillerin haram olduğunu inkar ederek irtikâb eden kimsenin kâfir olacağını, ancak gafletinden dolayı bu cürümleri işleyenin günahkâr mü’min olduğunu ve neticede Cennete gideceğini söylemişlerdir. [37]
Bunların delil olarak ileriye sürdükleri nass da, Ebû Zerr gibi sahâbîlerden rivayet edilen, “Kim, ‘lâ ilâhe illallah’ derse Cennete girer; zina etse, hırsızlık yapsa da!” şeklindeki beyân-ı nebevîdir. [38] Ubâde İbn-i Sâbit de, İslâm’ı tercih ederken Resûlullah’ın kendilerinden hırsızlık yapmama, zina etmeme ve isyan etmeme gibi konularda söz aldığını, ardından da, “Kim bu konularda verdiği söze sadakat gösterirse, mükâfatını Allah verir; kim bunlardan birisine bulaşır da onu irtikâb eder ve ardından dünyada cezasını çekerse bu onun için keffâret olur. Her kim de bunlardan birisini yapar ve dünyada cezasını çekmeden Âhiret yurduna göçerse, bu durumda onun işi Allah’a kalmıştır; dilerse onu affeder, dilerse azâbıyla tecziye eder!” buyurduğunu nakletmektedir. [39] “Dilediği takdirde Allah, kendisine şirk koşulma dışındaki günahları affeder!” [40] mealindeki âyet de aynı hususu anlatmaktadır. Hâricî, Mu’tezile, Rafizî ve İbâdiye ekollerinin, bu türlü insanları küfürle itham etmesine ve söz konusu günahları işleyenlerin ebedî Cehennem’de kalacaklarını iddia etmelerine karşılık ehl-i sünnet ulemâsı, bu nasslara dayanarak büyük günah işlemiş bile olsa mü’mine “müşrik” veya “kâfir” nazarıyla bakılamayacağında ittifak etmişlerdir. [41] Kitâb, Sünnet ve icmâ, ittifakla bunu söylemektedir. Zira “inkâr” başka, “günah” veya “gaflet” başka şeydir; Allah’ı inkâr eden kimse Cennet yüzü göremezken gafletiyle günaha bulaşan insan, -şayet aff-ı ilâhiye mazhar olmazsa- işlediklerinin cezasını çektikten sonra Cennete gidebilecektir. [42]
4. Kendisine peygamber mesajı ulaşmadığı halde aklıyla “Allah” bilgisine ulaşan ve “tevhid” anlayışını seslendiren fetret ehlinin durumu daha farklıdır; onlar, nebevî davete muhatap olmadıkları gibi Resûlullah’ın peygamberliği konusunda herhangi bir bilgiye de sahip değillerdir. Dolayısıyla bu durumdaki insanlar, henüz bilemedikleri için “Muhammedün Resûlullah” diyememiş olsalar da, mücerred “Lâ ilâhe illallah” demekle kurtulurlar. Efendimiz’in risâletine muhatap olamadan önce vefat eden Abdulmuttalib, Kuss İbn-i Sâide ve Zeyd İbn-i Amr gibi O’nun risâletine muhatap olmayan veya O’nu tanıma bahtiyarlığına erişemeyen, ancak tevhid düşüncesine kâil olan muvahhidlerin durumu, bunun en güzel misalidir; tevhidi seslendirdikleri halde, bilemedikleri için “Muhammedün Resûlullah!” diyememişler, ancak yine de ehl-i necât sayılmışlardır.
Efendimiz’in anne-babası da aynı durumdadır. Peygamberlikle serfiraz kılındığında Allah Resûlü ile görüşen, Hira’da yaşadıklarının risâlet olduğunu söyleyen ve buna rağmen “Muhammedün Resûlullah” diyemeden vefat eden Varaka İbn-i Nevfel’in konumu da aynıdır. Zira o, tebliğin açıktan yapıldığı güne yetişememiş, açıktan tebliğe muhatap olmamış ve geleceğini söyleyip durduğu Âhir Zaman Peygamberi’ne “Muhammedün Resûlullah” diyemeden vefat etmiştir! [43]
Görüldüğü gibi burada bariz bir fark söz konusudur; öncekilerin şuurlarına taalluk eden bir kabullenmeme veya inkarları söz konusu iken buradaki durum farklıdır. Zira “Adem-i kabul” başka, “kabul-ü adem” başkadır! Öncekilerin bildikleri halde inkarına karşılık burada bir meçhuliyet söz konusudur ve bu durum, sadece İslâm öncesi için geçerli değildir; günümüz dünyasının yarısı Allah Resûlü’nü tanımamakta, tanıyanların da yarısı yanlış tanımaktadır. Bunlar arasında herhangi birisi aklıyla Cenâb-ı Mevlâ’nın varlık ve birliğine ulaşsa, ancak O’nun peygamberi hakkında malumat sahibi olamadan vefat etse hüküm aynıdır. Zira bir kısım ehl-i cezbe, ehl-i uzlet veya Hazreti Muhammed’i işitip bilmeyen insanlar, malumatları olmadığı için bu noktada cahil kalmakta ve neyi kabul edeceklerini de bilememektedirler. Sadece marifet-i ilahiyeyi bilen ve “lâ ilâhe illallah” diyen bu durumdaki insanlar, bir nevi fetret yaşadıkları için ehl-i necât olabilirler. [44]
İletişimin bu kadar aktif olduğu bir dönemde bunun muhal olduğunu söyleme imkanı yoktur; çünkü bugün, aleyhteki bilgi yoğunluğu, lehte olanın çok ötesindedir! Getirdiği güzellikleri dünyanın en ücra noktalarına kadar ulaştırmayı sonrakilere emanet eden Resûlullah’ı bugün biz, dünyanın bütününe duyuramadık! Risâlet yılları boyunca O’nun ortaya koyduğu gayretlere bakınca bizim işimizin, aleyhteki bilgileri dezenfekte edecek ölçüde bir gayretle ve eldeki bütün imkanları kullanarak Allah Resûlü’nü anlatmak olduğu açıktır.
5. Şu da bir gerçektir ki gerek Kur’ân gerekse Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), söyleyeceği her meseleyi bir anda söylememiş ve onu zamana yayarak muhataplarının durum ve konumlarını nazara alarak beyan buyurmuştur. Istılahtaki adıyla bu, “tedricilik”tir; öncelikle muhataplarını duyarlı hale getirmiş ve sözünün sahiplenileceği zeminde son sözü söylemiştir! O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem), her sözü doğru olmakla birlikte bu uygulamasıyla O, her doğrunun her yer ve zeminde söylenmesinin doğru olmadığını göstermektedir. Âişe Validemiz’in dediği gibi Medine yıllarında gündeme gelen birçok mesele, daha Mekke’deyken gündeme getirilmiş olsaydı, o günkü muhatapları bunları kubullenmekte zorlanır ve aynı itaatkâr yaklaşımı sergileyemezlerdi! [45]
Sözünü ettiğimiz hadisler açısından konuya baktığımızda bunun, tebliğ ve irşâdda bir metot olarak kullanıldığını da görmekteyiz. İnsanların elinden tutabilmek için Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), kendini parçalarcasına bir gayret ortaya koymuş [46] ve bu gayretlerinin neticesinde 23 yıl gibi bir zamanda muhataplarının bütününe ulaşmıştır. Hadis ve tarih kaynaklarının müttefikan haber verdikleri bu süreçte O (sallallahü aleyhi ve sellem), gördüğü her şahıs ve topluluğa gitmekte ve onlara, “Ey insanlar! Gelin, ‘lâ ilâhe illallah’ deyin ve kurtulun!” [47] davetinde bulunmaktadır.
Aynı durum, vefat öncesinde amcası Ebû Tâlib’e telkinde bulunurken de karşımıza çıkmaktadır; Mekkelilerin de üzerinde baskı kurduğu bir sırada ona Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Ey amcacığım! ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki bununla Allah katında senin için şahitlik edeyim!” [48] buyurmaktadır. Akabe bey’atlarında Ensâr’ı imana davet ederken de aynı üslubun söz konusu olduğunu görmekteyiz; o gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Muhammedün Resûlullah”ı zikretmeksizin onları, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamaya davet etmektedir. [49]
Bunun çok farklı bir uygulamasını Hudeybiye’de görmekteyiz; Mekke müşriklerinin gereksiz ısrar ve dayatmaları karşısında Resûlü Kibyirâ Hazretleri, Hudeybiye Sulhu’nun yazıldığı metinden “Muhammedün Resûlullah” tabirini bizzat kendisi silmiştir. Onu silmesi için önce Hazreti Ali’ye söylemiş, ancak başta Hazreti Ali olmak üzere ashâbın itirazları yükselip de Hudeybiye’yi bir uğultu kaplayınca onu silerek yerine “Muhammed İbn-i Abdillah” yazdırmıştır. Hudeybiye’deki uğultu ve itiraz sesleri ancak Efendimiz’in işaretiyle sükun bulmuş ve ashâb o noktadan sonra hissiyata hakim olabilmiştir!
Bu esnada Allah Resûlü’nün tavrı çok mânidardır; öncelikle “Bismillahirrahmanirrahim”i metinden çıkartıp yerine “Bismikallahümme” diye yazılması gerektiğini teklif ettiklerinde, “Bu da güzeldir!” buyurmuş ve metnin başına onu yazdırmıştır. Ardından “Muhammedün Resûlullah” yerine “Muhammed İbn-i Abdillah” yazılmasını teklif edince Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yine “Bu da güzeldir!” buyurmuş ve Hazreti Ali’ye, “Muhammedün Resûlullah”ı silmesini emretmiştir. Ancak Hazreti Ali’nin, “Muhammedün Resûlullah”ı silmeyeceğine dair yemin etmesi üzerine, silme işini de bizzat kendisi yapmış ve onun yerine “Muhammed İbn-i Abdillah” yazdırmıştır. Bunu yaparken Resûlullah’ın, “Sizler her ne kadar yalanlasanız da ben, hiç şüphesiz Resûlullah’ım! Bu metne kendi adımla babamın adını yazdırmanın, benim peygamberliğime bir zararı söz konusu olamaz!” [50] buyurması oldukça manidardır!
Öncelikle ortak paydalarda buluşma ve gündemi bu ortak paydalar üzerinden takip etme, aynı zamanda Kur’ân’ın bir tercihidir; ehl-i kitâbı davet ederken, “Ey ehl-i kitâb! Bizimle sizin aranızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim! O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım ve kimimiz kimimizi Allah’tan başka rab edinmesin!” [51] diyen ve muhataplarını, ortak değer olan Allah’ın birliğinde ittifaka davet eden bizzat Yüce Mevlâ’dır. Efendiler Efendisi, mücessem Kur’ân’dır ve muhataplarının bütününe ulaşmayı hedefleyen ve bu istikamette kendini parçalarcasına bir gayret ortaya koyan Allah Resûlü de (sallallahü aleyhi ve sellem), öncelikle onları “lâ ilâhe illallah” gerçeğine çağırmış ve bilhassa işin bidayetinde, “Muhammedün Resûlullah”ı önceleyen bir strateji takip etmemiştir.
6. Efendimiz’in bu beyanlarını anlayamayan, farklı mecralara çekerek maksadının dışında yorumlayan veya anlamak istemediği için başka anlamlar yükleyenler de olmuştur. Aynı zamanda söz konusu beyanların, İslâm’ın ilk yıllarında vârid olduğunu ve dinin muhkematına ait ahkam belli olduktan sonra bu hükmün neshedildiğini söyleyenler de vardır. [52]
Genelde bu yaklaşımlar, dinin ruhunu örseleyen yaklaşımlarıyla öne çıkan Mürcie, Havâric, Mu’tezile ve Şia ekollerinin müntesiplerince seslendirilmiş ve bunun soncunda belli başlı kurallar üretilmiştir. Mesela bu konuda Mürcie, “İmanın olduğu yerde günahın zararı olmaz!” şeklinde yaklaşırken Hâricîler, “Günahın zararı olur ve bunu irtikâb eden kafir olur!” demekte ve Mu’tezile de, “Günahı büyükse Cehennem’de ebedi kalır!” hükmünü vermektedir. Buna karşılık ehl-i sünnet uleması, burada herhangi bir neshin söz konusu olmadığını, aslında “Lâ ilâhe illallah” ibaresinin muhtevasında “Muhammedün Resûlullah”ın da zaten mevcut bulunduğunu ifade etmektedir. [53]
Zira bu beyanların, ferâizin netleştiği, emir ve nehiylerin netliğe kavuştuğu Medine döneminde şeref-sudûr olduğu açıktır. Mesela Buhârî, Müslim ve Ahmed İbn-i Hanbel’in rivayet ettiği hadisin içinde, bu beyanın Medine’nin sonraki yıllarında söylendiğini ifade eden iki ayrıntı dikkat çekmektedir; bunlardan birisi, görme zafiyetinden dolayı yağışlı günlerde imamlık yaptığı mescide gelmekte zorlandığını ifade eden Itbân İbn-i Mâlik, diğeri ise hakkında nifak suçlamasında bulunulan şahıstır ki bu beyanlarını Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), söz konusu şahsı tebrie makamında söylemektedir. [54] Itbân İbn-i Mâlik’in gitmekte zorlandığı mescid, Benî Sâlim yurdunun mescididir ve bu Mescid, tabii olarak Mescid-i Nebevî’den sonra inşa edilmiştir.
Ayrıca Medine’de nifak, Uhud’la birlikte gün yüzüne çıkan bir problemdir ki bu, Medine’nin 3. yılını ifade etmektedir. Kaldı ki bu beyanın o yıl söylendiğini ifade eden bir ayrıntı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla gerek hadisleri rivayet eden râvinin kimliği ile hadislere konu olan hususlar gerekse zamanlama olarak metinlerde yer alan ayrıntılar, sözü edilen beyanların daha sonraları da gündemde olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. [55]
Konuyla ilgili bazı rivayetlerde benzeri beyanların, Tebûk seferi esnasında gerçekleştiği de bize gelen bilgiler arasındadır. [56] Söz konusu sefer, Medine’ye hicretten 9 yıl sonra gerçekleşmiştir. Daha açık bir ifadeyle zamanlama olarak bu dönem, helal-haram, emir ve nehiy gibi hemen hemen her meselenin tebeyyün ettiği, ahkâmın netleştiği dönemdir. Dolayısıyla burada nesh iddiasını destekleyecek en küçük bir alâmet bulunmamaktadır.
7. Bu hakikata yapılan itiraz, muhtemelen işin mahiyetini anlayamamaktan kaynaklanmaktadır ve Hudeybiye örneğinde olduğu gibi o günlerde Efendimiz’e de benzeri itirazlar yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığında bazı insanları öne çıkararak Efendimiz’in onlara cemilede bulunması da başlangıçta anlaşılamamıştır. Ashâbın önde gelenlerinden ve Cennet’le müjdelenen on sahâbiden birisi olan Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs, faziletini çok iyi bildiği birisinin de olduğu yerde Resûlullah’ın başkasına bir şeyler verdiğini ve işin mahiyetini anlayamadığı için bu durumu O’na üç kez sorduğunu bize anlatmaktadır. Üçüncü kez aynı konuyu kendisine sorunca Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şu cevabı vermiştir:
“Ey Sa’d! Başkası bana ondan daha sevimli olduğu halde ben, bazen birisine mal-mülk veririm ki o adam, yüz üstü Cehennem’e kapaklanmasın!” [57]
Konuya açıklık getirmesi bakımından, “müellefe-i kulûb” olarak bilinen ve son günlere denk küfürde ısrar eden insanlara verdiği mal ve mülk karşısında Resûlullah’ı sorgulayan ve hatta cübbesini çekerek boynunu zedeleyen Zü’l-Huvaysıra örneği çok çarpıcıdır; O’na, taksimatı neden geciktirdiğini sormuş ve Resûlullah’ın icraatlarına da “adil olmadı” diyerek itiraz etmiştir. Allah Resûlü’nün o gün de söylediği gibi bu, din adına dinin ruhunu örselemekten başka bir şey değildir!
Halbuki dinin ana hedefi, insanları Cehennem badiresinden kurtarmaktır ve bu ana hedefe ulaşabilmek için muhatapların seviyelerini esas alarak onlarla muamelede bulunmak, dindara düşen ayrı bir hassasiyettir. Unutmamak gerektir ki Resûlullah’ı muhataplarının bütününe ulaştıran ve O’nun, önünde duran problemlerin bütününü çözme ikmanı tanıyan en önemli yanı, başlangıçta taviz gibi duran bu türlü uygulamalarıdır!
8. Bu ve benzeri beyanlardan ulemanın çıkardığı sonuç, iman üzere ölen insanın, ne kadar günahkar olursa olsun Cehennem’de ebedi kalmayacağı istikametindedir; cezasını çektikten sonra çıkacak ve o da Cennete girecektir! [58] Ashâb-ı kirâmdan Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebû Zerr, Imrân İbn-i Husayn, Câbir İbn-i Abdillâh, Abdullah İbn-i Abbâs, Ebû Saîd el-Hudrî ve Enes İbn-i Mâlik hazretleri, Efendimiz’den rivayet ettikleri beyanlara dayanarak bu noktada ittifak etmişlerdir. “O gün kafirler, ‘Keşke müslüman olsaydık!’ diye temenni edecekler!” [59] mealindeki âyeti yorumlarken müfessirler de aynı hakikate işaret etmişlerdir. [60]
Müslüman olduğu anda bir insanın, ne kadar günahkâr olursa olsun geçmişi silinir ve o insan, annesinden doğduğu anki gibi tertemiz olarak İslâm’a adım atar. Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivayet ettiği bir beyanlarında Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu bize, “Bir kul Müslüman olur ve İslâm’ı da güzel olursa Allah (celle celâlühü), onun daha önce yaptığı bütün günahlarını siler. Bundan sonra kısas vardır; bir iyiliğe mukabil, on kat karşılık yazılır ve bu, yedi yüz kata kadar çıkar! Bir günahın karşılığı ise yine bir günah olarak kalır ki bazen Allah (celle celâlühü) onu da affeder!” beyanlarıyla anlatmaktadır. [61]
Aynı husus, Hâlid İbn-i Velîd ve Amr İbn-i Âs gibi sahâbîlerin gelişlerinde de mevzu olmuştur; [62] üstelik, rahmetiyle muamele edeceği bazı insanların seyyiatlarını hasenata tebdil edeceğini bildiren de Yüce Mevlâ’dır. [63]
9. Şefkati zirvede temsil eden de şüphesiz Allah Resûlü’dür (sallallahü aleyhi ve sellem). Bizler, Cennet ve Cehennem’i “ilim” ölçüsünde biliyoruz ve âdeta müşâhidi olmadığımız Cennet veya Cehennem’in kapısında duruyor gibi konuşuyoruz. Halbuki Resûlullah’ın bu şefkatini nazara alarak sözünü ettiğimiz hadisler zaviyesinden meseleye baktığımızda O’nun, insanları Cehennem’den kurtarıp Cennete götürebilmek için şartları ne kadar zorladığını, kendi yâdını telaffuz etmeyenleri bile Cennete ulaştırabilmek için nasıl bir gayret ortaya koyduğunu görmekteyiz. Cennet ehli Cennete, ehl-i Cehennem de Cehennem’e girdikten sonra Allah’ın (celle celâlühü), “Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa onu Cehennem’den çıkarınız!” diye ferman buyuracağını bize haber veren, Resûlullah’ın bizzat kendisidir. [64]
“Şüphesiz, ‘lâ ilâhe illallah’ diyen ve kalbinde hayırdan bir arpa kadar nasibi olan kimseler Cehennem’den çıkarılır. Yine, ‘lâ ilâhe illallah’ diyen ve kalbinde hayırdan bir buğday tanesi kadar nasibi olanlar Cehennem’den çıkarılır. Ve yine, ‘lâ ilâhe illallah’ diyen ve kalbinde hayır adına kalbinde zerre miktar nasîb olanlar da Cehennem’den çıkarılır.” [65] diye haber veren de O’dur (sallallahü aleyhi ve sellem). Yine O’nun beyanları arasında gördüğümüz, “Şefaatim vesilesiyle Kıyâmet Günü’nde insanların en bahtiyar olanı, kalbinden gelerek ve halis bir niyetle ‘lâ ilâhe illallah’ diyen kimsedir!” [66] sözü de aynı hakikatı anlatmaktadır.
Hadis kaynaklarımıza baktığımızda, Cehennem hakikatıyla tanışan insanları oradan kurtarmak için çırpınan bir peygamber görmekteyiz; başını secdeye koyup dua dua yalvaran ve o kapıdan neyi nasıl istemek gerektiğini de bilerek talepte bulunan Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem), “Lâ ilâhe illallah” diyen kimseyi de Cehennem’den kurtarabilmek için Allah’tan şefaat dilendiğini bize anlatmakta, buna mukabil Zât-ı Bârî’nin kendisine, “İzzet, celâl, kibriyâ ve azametime yemin olsun ki ‘lâ ilâhe illallah’ diyeni de Cehennem’den çıkaracağım!” [67] müjdesini verdiğini bize haber vermektedir.
Benzeri bir durumu Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), Âhiret yurduna göçtükten sonra haklarında olumsuz karar verilen bir topluluğun, nebi nebi dolaştıktan sonra kendisine müracaat edip de kurtuluş dilendiklerinde yaşanacağını haber vermekte, kalbinde arpa, buğday ve zerre miktar imanı olan insanlar için şefaat edeceğini beyan etmektedir. [68] Zaten Ehl-i Sünnet’in genel kanaatine göre Allah’a inanarak ölen bir insan, ne kadar günahkar olursa olsun, Cehennem’de ebedi kalıcı değildir; olağanüstü bir affa muhatap olmadığı sürece oradaki cezasını tamamlayacak ve neticede o da Cennete girecektir. Hadis kaynaklarında Cennete en son gireceği ifade edilen şahsın durumu bunun açık delilidir. [69]
Bu şefkati nazara aldığımızda O’nun, mi’râc gibi bir mazhariyet yaşadığı halde yeniden Mekke’nin o günkü “kaos” ortamına dönmeyi tercih edişinin de bu maksatlı olduğu açıktır; hemen her gün bir tuzağa muhatap olduğu halde yine de insanların elinden tutup onları Cennete ehil hale getirebilmek için insanların arasına dönmüş ve Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sıkıntılı süreci mi’râcdaki mazhariyetlere tercih etmiştir!
Kur’ân’a bütüncül baktığımızda onun, hep af yörüngeli bir davette bulunduğuna şahit olmaktayız ki Resûlullah’ın tavrının bundan farklı olması düşünülemez. Aynı zamanda Allah (celle celâlühü) affedilmeyi, başkalarını affetmeye bağlamıştır; bunu ifade eden bir âyet şöyledir:
“Affedip müsâmaha göstersinler; siz de Allah’ın sizi de affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten Gafûr’dur, Rahîm’dir.” [70]
Kaynaklarımıza “havf” ve “recâ” dengesi içinde baktığımızda hiçbirimizin âkıbetinin garanti olmadığını görmekteyiz. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), “Hiç kimse ameliyle Cennete giremez!” buyurunca sahâbe, “Sen de mi yâ Resûlallah?” diye sormuş ve buna mukabil O, “Evet, Allah (celle celâlühü) af ve merhametiyle yargılamazsa, ben de!” buyurmuştur. [71] Ashâb-ı kirâm arasında âkıbetinden korkmayan yok gibidir; hatta onların çok önde olanlarının bir kısmı, kendilerinin “münâfık” olacağından endişe etmekte ve yarınları adına duydukları bu endişeyle gözyaşı dökmektedirler. [72] Hükemânın dediği gibi zaten âkıbetinden endişe etmeyenin âkıbetinden endişe edilir!
İslâm’ın ilk muhatapları, Kur’ân ve Efendimiz’in terbiye ettiği insanlar böyle davranırken bizim, Cennet’i garantilemiş gibi duruşumuzun ta’dil edilmesi kaçınılmazdır. Ömrünü hayır yolunda geçirdiği halde ölüm öncesinde yolunu değiştirenlerin de olabileceği, yine Resûlullah’ın ikazları arasındadır. [73] Günahların, üzerimize kolektif geldiği bir dönemde aynı hassasiyetle ve işe başladığı günkü heyecanla bu hayatın, finaline kadar götürülmesi kolay değildir! Öyleyse, metinleri başkaları adına okuyup hükmü onların aleyhine vermektense, Mahşer Günü’nde elinden tutulacak kişinin kendimiz olabileceği ihtimalini de gözardı etmeden bu nebevî beyanlara bakmak gerekmektedir!
10. Bütün bunlar, ehl-i imanı amelden uzaklaştırıp keyfemâ yeşâ bir hayat yaşamaya teşvik ediyor da değildir; inanan insan için işin “tergîb” ve “terhîb” boyutunu anlatan birçok nass vardır ve burada, bu türlü fiillerin küffâra ait işler olduğu ve günah yoluna giren insanın küfür karanlığına düşme ihtimaliyle karşı karşıya bulunduğu şeklinde çok ciddi ikazların olduğu da unutulmamalıdır.
Her bir günahta küfre giden bir yol vardır! Efendimiz’in de ikaz ettiği gibi işlenen her bir günah, kalbte siyah bir iz bırakır; tevbe ile temizlenmezse birike birike kalbi kaplayacak hâle gelir ve neticede o kalbe mühür vurulur. [74] “Hayır! Gerçek öyle değil; bilakis onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalplerini paslandırmıştır!” [75] ikazı da bunu teyit etmektedir. Abdullah İbn-i Abbâs Hazretleri, bu türlü beyanların bir uyarı niteliğinde olduğunu ve alışkanlık derecesine geldiğinde insanın imanına mâl olacağını söylemekte ve korunun etrafında dolaşanın, yasak bölgeye girme ihtimalinin yüksekliğine dikkat çekmektedir. [76] Mayınlı tarlada dolaşan insanın nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu açıktır! Öyleyse buradaki mesele, imandan başka sermayesi olmadığı halde, muhtaç ve perişan bir vaziyette huzur-u ilâhîye gelen kimseye, Allah’ın şefkat ve merhametle muamele edip etmemesi meselesidir.
Ölümle burun buruna geldiği tehlikeli zeminlerde gelip Müslüman olarak orada şehîd olan ve hiçbir ibadeti olmadığı halde Cennete gireceği müjdelenen insanların varlığını gerek hadis gerekse tarih kaynakları bize anlatmaktadır. [77] Firavun’un teşebbüsünde olduğu gibi burada kabul görmeyen, Âhiret’e ait ahvâl tebellür etmeye başladığı andan itibaren atılan adımlardır! [78]
Sonuç
Özetle, “Kim, ‘lâ ilâhe illallah’ derse Cennete girer!” şeklindeki beyanın, nebevî bir ifade olduğunda şüphe yoktur; sıhhatli bir hadistir ve bu kadar beyanın olduğu yerde bize sükût düşer! Zaten Allah (celle celâlühü) bizi, ne Cennet ne de Cehennem’in kapısına bekçi tayin etmemiştir! Aynı zamanda Cennet, bize miras kalan üç dönümlük bir alan da değildir ki başkasının oraya girmesi bize tahsis edilen alanı daraltmış olsun! Bizim yapmamız gereken, bu işin hakikatını anlamaya çalışmak, ihtilaflı gibi duran yerleri te’vil ve mucibince amel etmektir!
Zira söylemediği bir beyanı Allah Resûlü’ne izafe ederek hakkında hadis uydurmak ne ise O’nun beyan buyurduklarını yok saymak da aynı şeydir ve Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu durumdaki kimseler için “Cehennem’deki yerlerine hazırlansın!” [79] buyurmaktadır. Aynı zamanda bu tavrımızla bizim, farkına varmadan “lâ ilâhe illallah” hakikatını örseleme ihtimalimiz de vardır; zira, “lâ ilâhe illallah” hakikatı, uluorta konuşulacak bir konu değildir!
Burada, Hazreti Üsâme’yi bin pişman eden hususun bilinmesi bir kanaat oluşturabilir; savaşırken kelime-i tevhidi söylediği halde düşmanını öldüren ve bunu korkusundan söylediğini ifade eden Hazreti Üsâme’ye Allah Resûlü celallenmiş ve defalarca, “O, ‘Lâ ilâhe illallah’ dediği halde sen bunu nasıl yaparsın ey Üsâme!” buyurmuştur. Bunun üzerine Hazreti Üsâme, söylerken niyeti ne olursa olsun “Lâ ilâhe illah” diyen hiç kimseye bundan böyle kılıç kaldırmayacağına dair yemin etmiştir. [80]
Diğer taraftan böyle bir tavrın, bu beyanların sahibi olan Efendimiz’i tenkit anlamına geldiği de unutulmamalıdır; Peygamberi’nin arkasında duramayan insan, muhasebe adına dönüp aynaya bir kez daha bakmalıdır! İslâm, denge dinidir ve biz, günde en az elli defa Allah’tan bunu talep etmekteyiz.
Öte yandan bugün dünyada, “Muhammedün Resûlullah” hakikatını henüz duymayan milyarlarca insan vardır. Hatta duyanların da büyük çoğunluğu Allah Resûlü’nü yanlış duymuş ve yanlış tanımıştır. İslâm’ın genel ruhuna baktığımızda, bu durumdaki insanlara Efendimiz’i ve O’nun getirdiklerini bugüne kadar doğru zeminde anlatamamış olmanın hesabının da inananlara sorulacağı âşikârdır. Resûlullah’ın 23 yıllık gayretlerine bakıldığında bir tek insanın bile imanla tanışabilmesi için dünya ve içindeki her şeyi feda ettiği görülmektedir. [81]
Öyleyse Resûlullah’ın mirasına sahip çıkan bir mü’minin hedefi, yeryüzü dolusu insana Cehennem’de yer arama veya onların elinden tutabilmek için nice fedakarlıklara katlanarak koşturan insanların hızını kesmek veya onlara engel olmak olmamalıdır. [82]
Bilakis Peygamberi’ni seven her bir mü’min, her gün yeni bir insanı daha Cehennem’den kurtaracak ve onu da Cennete götürecek bir gayretle her ev ve her çadıra girmeyi hedeflemeli, böylelikle Resûlullah’ın evrensel mesajını dünyanın en karanlık noktasına ulaştırmayı en önemli vazifesi bilmelidir.
DİPNOTLAR:

[1]Buhârî, Îmân 33, İlim 33, Salât 46, Teheccüd 36, Et’ıme 15, Rikâk 51, Tevhîd 36, 51; Müslim, Îmân 8, 84, Mesâcid 47; Tirmizî, Îman 17; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 45/483; Tayâlisî, Müsned 1/356; Bezzâr, Müsned 17/314; İbn-i Huzeyme, Sahîh 3/304. Bazı rivayetlerde bu beyanın, “Her kim, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah’ derse Cennete girer” ilavesiyle rivayet edildiği de vakidir. Bkz. Taberânî, Kebîr 20/41
[2] Bkz. Buhârî, Tevhîd 36; Müslim, Îmân 84; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 19/196
[3] Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Selâm 30; Müslim, Îmân 40, Zekât 9; Tirmizî, Îmân 18; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/152. Bu beyanlarından birisinde Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), “Rabbim’den bana gelen bir elçi söyledi ki...” diyerek bu beyanları vahiy meleği Cebrâil’in ifadeleri olarak serdetmiştir. Bkz. Buhârî, Cenâiz 1
[4] Ebû Dâvûd, Cenâiz 15, 16; Hâkim, Müstedrek 1/503, 678
[5] Buhârî, Salât 46, Teheccüd 36, Et’ıme 15; Müslim, Mesâcid 47; Tayâlisî, Müsned 2/357
[6] Hadisi rivayet eden Süheyl İbn-i Beydâ, Resûlullah’ın arkasında olduğu bir sırada O’nun, sesini yükselterek defalarca bunu söylediğini ve bu cümleyi arkadaki herkesin duyduğunu ifade etmektedir. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/164
[7] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 2/447. Aynı muhtevayı anlatan başka bir rivayet, “Kim, Allah’ın hoşnutluğunu murâd ederek gönülden ‘lâ ilâhe illallah’ derse Allah ona Cehennem’i haram kılar!” şeklindedir. Bkz. Buhârî, Salât 46, Et’ıme 15; Müslim, Mesâcid 47; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/44, 5/449, 450; Taberânî, Kebîr 18/29, 31; İbn-i Huzeyme, Sahîh 3/77; İbn-i Hıbbân, Sahîh 1/457
[8] Tirmizî, Sıfâtü Cehennem 10. Başka bir rivayette bu hadis, “Kalbinde zerre miskal iman olan kimseyi Cehennem’den ..!” şeklinde geçerken (Bkz. Tirmizî, Sıfâtü Cehennem 9) başka yerlerde ise “Lâ ilâhe illallah’ diyen ve kalbinde bir buğday tanesi kadar hayır olan kimse Cehennem’den çıkar; Lâ ilâhe illallah’ diyen ve kalbinde zerre ölçüsünde bir hayır olan kimse Cehennem’den çıkar!” şeklinde yer almaktadır. Bkz. Buhârî, Îmân 33, Tevhîd 19
[9] Bazı rivayetlerde, “Allah’a şerik koştuğunda hasenatı ona nasıl fayda vermiyorsa bu durumda ona, hatasının da bir zararı dokunmaz!” ilavesi vardır. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 2/170 (6586)
[10] Müslim, Îmân 37, 38
[11] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/131. Muâz İbn-i Cebel’den gelen rivayetin birisinde, “Muhammedün Resûlullah” kaydı da vardır. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/229
[12] Müslim, Îmân 152; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/157. Başka bir rivayette, “Her kim de Allah’a şirk koşarak mülaki olursa o da Cehennem’e girer!” ilavesi vardır. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/374
[13] Müslim, Îmân 43; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 1/65
[14] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/236; İbn-i Hibbân, Sahîh 1/429
[15] Buhârî, İlim 33; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 14/446.
[16] Buhârî, Cihâd 46, Libâs 101, İstizân 30, Rikâk 37; Müslim, Îmân 49, 50, 51; İbn-i Mâce, Zühd 35; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 13/448, 21/281, 36/317, 36/380,414, İbn-i Hibbân, Sahîh 1/441, 2/82. Başka bir rivayet ise, “Onu Cennete koymasıdır” şeklindedir. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 36/366, 391
[17] Taberânî, Kebîr 20/47
[18] Müslim, Îmân 52
[19] Buhârî, Libâs 24; Müslim, Îmân 154; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/166. Bunu iltifat kabul eden Hazreti Ebû Zerr, bu hadisi rivayet ettiğinde son kısmını tekrarlamaktan hoşlanırdı. Benzeri bir hadisin, Ebu’d-Derdâ hazretleri kanalıyla nakledildiği de görülmektedir. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 35/326, 45/516; İbn-i Huzeyme, et-Tevhîd 2/814; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/205.
[20] Tirmizî, Îmân 17, 18; Sıfatü Cehennem 9, 10; Aynî, Umde 1/260; Azîmâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd 12/291
[21] İslam hukukunda bu, “Âyet veya hadis gibi temel kaynakların açık olduğu yerde ictihad söz konusu olamaz; orada bağlayıcı olan mevcut nasslardır.” anlamında en temel bir kuraldır.
[22] Bkz. Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvûd, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70; İbn-i Mâce, Mukaddime 4; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 2/47, 83
[23] Bkz. Ahzâb Sûresi 33/40. Konuyla ilgili efendimiz’in beyanları için bkz. Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 8
[24] Bkz. Bediüzzaman, Mektubat, 26. Mektup, Beşinci Mesele, Dördüncü Mebhas
[25] Buhârî, Îmân 17; Müslim, Îmân 8
[26] Bkz. Buhârî, İstizân 49, İ’tisâm 2; Müslim, Îmân 32, 33, 34, 35; Tirmizî, Îmân 1; Ebu Davud, Zekât 1
[27] Son sözünü, “Abdulmuttalib’in dini üzere ölüyorum!” diyerek dünyaya gözlerini kapatan Ebû Tâlib için Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Nehyedilmediğim sürece senin için istiğfarda bulunacağım!” buyurmuş, ancak “Cehennem ehli olduğu kesinlik kazandıktan sonra ne Peygamber’e ne de iman eden herhangi birisine, yakın akrabaları bile olsa istiğfar etmek olmaz!” (Tevbe Sûresi 9/113) mealindeki âyet gelmiş, ayrıca O’na, “Sen, dilediğine hidayet bahşedemezsin; hidayeti dilediğine veren Allah’tır! Ve O (celle celâlühü), mühtedileri de bilir.” (Kasas Sûresi 28/56) denilmiştir. Âyetlerde kastedilen kişinin, bunca sahiplenmesine rağmen nebevi davete icabet edemeyen Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib olduğu ifade edilmektedir. Bkz. Müslim, Îmân 39, 91
[28] Bkz. Müslim, Îmân 41, 42. Dikkat edilirse, Resûlullah’ın bu telkinde Ebû Tâlib’e teklif edilen husus da yine kelime-i tevhidin birinci kısmı olan “Lâ ilâhe illallah” kelime-i mübarekesidir.
[29] Bkz. Müslim, Îmân 91; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 1/290, 295
[30] Aynî, Umde 1/260; Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddîn Yahyâ İbn-i Şeref en-Nevevî, el-Minhâcü Şerhu Sahîhi Müslim İbni Haccâc, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût 1392, 1/219
[31] Bkz. Bediüzzaman, Mektubat, 26. Mektup, Beşinci Mesele, Dördüncü Mebhas
[32] Kelime-i Tevhid’in iki kanadını birden zikreden hadisler de çoktur; örnek olması açısından bkz. Buhârî, Îmân 17, 18; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 13/33
[33] Bkz. İbn-i Receb, Tahkîku Kelimeti’l-İhlâs 20
[34] Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1987, 1/52
[35] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudûd 1,6, 19; Müslim, Îmân 24, Nesâî, Kat’u’s-Sârik 1, Eşribe 42, İbn-i Mâce, Fiten 3; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/71
[36] Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl 1/274; İbn-i Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb 7/123
[37] Bkz. Aynî, Umde 1/260
[38] Buhârî, Cenâiz 1, Bed’ü’l-Halk 6, Libâs 24, Rikâk 14; Müslim, Îmân 40, Zekât 9; Tirmizî, Îmân 18
[39] Buhârî, Îmân 9; Müslim, Hudûd 10
[40] Nisâ Sûresi 4/48, 116
[41] Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Şehristâî, el-Milel ve’n-Nihal 159; İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 1/112; Bağdâdî, el-Farku Beyne’l-Fırak 190; İsferâyinî, et-Tebsîru fi’d-Dîn 97
[42] Bkz. Aynî, Umde 1/260; Nevevî, Minhâc 1/219, 220
[43] Bkz. Huseyn, Gassân Azîz, Varakatü İbni Nevfel Mübeşşiru’r-Resûl Asruhû, Hayâtühû Şi’ruhû, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiye, Beyrût 2002, s. 86 vd.
[44] Bkz. Bediüzzaman, Mektubat, 26. Mektup, Beşinci Mesele, Dördüncü Mebhas; Kastamonu Lâhikası 83; Gülen, Prizma 8/167
[45] Bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6 (4707); Tefsîru Sûre 54/6 (4876); Nesâî, Fedâilu’l-Kur’an 1/65; Abdurrezzak İbn-i Hemmâm, Musannef 3/352; Aynî, Umde 20/21; İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 1/319; 9/39
[46] Kehf Sûresi 18/6; Şuarâ Sûresi 26/3; Fâtır Sûresi 35/8; Nahl Sûresi16/127
[47] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/404, 27/148, 31/342, 38/224, 246; Hâkim, Müstedrek 1/61; Dârekutnî, Sünen 3/462; Beyhakî, Kübrâ 1/123; Taberânî, Kebîr 5/61; İbn-i Ebî Şeybe, Müsned 2/322; Musannef 7/332; İbn-i Huzeyme, Sahîh 1/82 (159)
[48] Buhârî, Cenâiz 81, Menâkib 40, Tefsir 28; Müslim, Îman 9; Nesâî Cenâiz 102
[49] Bkz. Buhârî, Îmân 11; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 31/351
[50] Buhârî, Şurût 15; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 2/84, 27/354, 31/212, 31/243; Zührî, Megâzî 55; Abdürrezzâk 5/38; Ya’kûbî 2/54
[51] Âl-i İmrân Sûresi 3/64
[52] Bkz. İbn-i Mübârek, Zühd 1/324; Âcurrî, Şerîa 102; Şâtıbî, Muvâfakât 3/408; Münzirî, Tergîb 2/266
[53] Bkz. Nevevî, Minhâc 1/219, 220; İbn-i Receb, Tahkîku Kelimeti’l-İhlâs 19
[54] Bkz. Buhârî, Salât 46, Et’ıme 15; Müslim, Îmân 54, Mesâcid 47; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/44, 5/449, 450; Taberânî, Kebîr 18/29, 31; İbn-i Huzeyme, Sahîh 3/77; İbn-i Hıbbân, Sahîh 1/457
[55] Bkz. Nevevî, Minhâc 1/220
[56] Bkz. Müslim, Îmân 44, 45
[57] Buhârî, Îmân 19; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/107
[58] Bkz. Nevevî, Minhâc 1/219, 220; Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Işık Yayınları, İstanbul 2013, 1/203 vd.
[59] Hicr Sûresi 15/2
[60] Tirmizî, Îmân 17
[61] Bkz. Buhârî, Îmân 31. Benzeri beyanlar için bkz. Buhârî, Îmân 31; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 13/530.
[62] Bkz. Furkân Sûresi 35/70; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/199, 204, 205
[63] Hûd sûresi 11/114; Furkan Sûresi 25/70
[64] Buhârî, Îmân 15; Rikâk 51; Müslim, Îmân 304
[65] Buhârî, Îmân 33; Tevhîd 19; Müslim, Îmân 84; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 19/198; 20/171, 172; 21/373; 23/64, 329. Bazı rivayetlerde Hazreti Enes’in, “hayırdan” yerine, “imandan” tabirini kullandığı görülmektedir. Bkz. Buhârî, Îmân 33; Beyhakî, İ’tikâd 179). Bu hadisleri değerlendiren ulema, söz konusu hadislerde yer alan ve imanı kasteden, “zerre miskal”, “bir hardal tanesi ağırlığınca”, “arpa kadar”ve“bir buğday tanesi kadar gibi ifadelerin, insanların imanındaki farklılığa ve bilme ölçüsünde bir derinlik veya sathilik yaşanacağını ifade ettiğini söylemektedir ki Cehennem’den kurtuluş da bu ölçüde olacaktır.
[66] Buhârî, İlm 33, Rikâk 51
[67] Buhârî, Tevhîd 36; Müslim, Îmân 84; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 19/196.
[68] Buhârî, Tevhîd 19, 36; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 19/196; İbn-i Mâce, Zühd 37
[69] Bkz. Buhârî, Tevhîd 36; Müslim, Îmân 83; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned (4391, 18246)
[70] Nûr Sûresi 24/22
[71] Bezzâr, Müsned 16/94, 17/192
[72] Buhârî, Îmân 35; Tarîh 5/137. Geniş bilgi için bkz. Aynî, Umde 1/274 vd.
[73] Bkz. Buhârî, Kader 1
[74] İbn-i Hibban, Sahîh 3/210
[75] Mutaffifîn Sûresi 83/14
[76] Buhârî, Îman 39; Müslim, Musâkât 20; Tirmizî, Buyû’ 1
[77] Bkz. Beyhakî, Sünen 4/16; İbn-i Kesîr, Bidâye 4/191
[78] Yûnus Sûresi 10/90
[79] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 34; Müslim, Îmân 27, Zühd 16; Tirmizî, Fiten 70; Ebû Dâvûd, İlim 4; İbn-i Mâce, İftitâh 4
[80] Bkz. Buhârî, Târîh 1/25; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/200; Beyhakî, Delâil 4/297; İbn-i Kesîr, Bidâye 4/222
[81] Benzer rivayetler için bkz. Buhârî, Cihâd 102, 143; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 4
[82] Aksi halde biz, sevap kazanıyoruz zannıyla farkına varmadan bir fitnenin tarafı olur ve mevcut sevabımızı da kaybetmekle karşı karşıya kalırız. Efendimiz’in beyanlarına göre, Müslümana sebbetmenin fısk, onunla savaşmanın ise küfür olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Tâbiîn’in büyük imamlarından Ebû Vâil’e, o günlerde ortaya çıkan ve keyiflerine göre bir din anlayışı ortaya koymaya çalışan “Mürcie” hakkında soru sorulduğunda, doğrudan bu nebevî ikazı söylemiş ve başka bir kelama ihtiyaç duymamıştır. Bkz. Buhârî, Îmân 36; Edeb 44; Fiten 8; Müslim, Îmân 116; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/181. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 51; Îmân 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7, 9; Fiten 4



 
Üst